Duyguların Zamanı

Siyaset felsefesi ve duygular arasındaki ilişki kadim ve gerilimli bir ilişkidir. Batı siyaset felsefesi geleneğini başlatan Platon, filozof-kralla birlikte siyaseti genel olarak bir yöneten-yönetilen ilişkisi üzerinden kurgulamıştır. Neticede filozof mağaranın eşiğinde ışığı, yani hakikati gören olarak, yanılsamaları içerisindeki sıradan insanlara kral olmaya, onları yönetmeye layık görülendir. Sıradan insanı sıradan yapansa hakikate sahip olmayan kanıları ve de duygularıdır. Hakikat ile kanı arasında kurulan bu hiyerarşik ilişki, felsefi düşünce geleneği boyunca pek çok biçimde yeniden üretilir; pek çok başka fakat bağlantılı ikiliği de beraberinde getirir ve ait oldukları haneye yazılırlar: Hakikat/kanı, zihin/beden, akıl/duygu, kamusal/özel, erkek/kadın, vb. Bir hane diğerinden mutlaka üstün, mutlaka onu yönetmesi gereken olarak öne sürülür. Duygular da bundan nasibini alır. Gelip geçici ve istikrarsız, dolayısıyla güvensiz olmakla nitelenen duygular, aklın güdümüne sokulmalıdır. Burada devrede olan sadece siyaseten yönetme değil, etiktir de. Ahlakın belki de en temel ilkesi, akıl aracılığıyla tutkulara (duygu ve tutku sözcükleri arasında modern zamanlara kadar net bir ayrım yapılmadığını söylememiz mümkündür) egemen olmaktır ki bu da “egemen özne” tanımını verir bize. Duyguları akla tabii kılma çabası, aslında duyguların insanları harekete geçiren temel itici güçlerden biri olması itibariyle, onların belirleyiciliğinin ve gücünün farkında olmakla ilgilidir. Bu farkındalıksa, onlardan bir anlamda korkmaya sebep olmuştur. Ne tuhaf, duyguları aşağılamak, ikincilleştirmek, kontrol altına almayı istemek de aslında bir duygu üzerinden gerçekleşir gibidir. Bu anlamda, düşünce geleneğinin duygulara kör olduğunu söyleyemeyiz, filozofların kuramlarında duygulara daima yer vardır. Ancak bazı istisnai düşünürler dışında, duygular genellikle yönetilmesi gereken olarak karşımıza çıkar. Zihni ve bedeni -dolayısıyla akıl ve duygu- iki ayrı töz olarak varsaydığı için modern felsefenin kurucusu Descartes, duyguların bu hikâyedeki yerini şu sözleriyle özetler aslında: “Bu yaşamdaki tüm iyilikler ve kötülükler yalnızca tutkulara (duygulara) bağlıdır.”[1] Siyasetin de ahlakın da iyiyi ve kötüyü hem belirleme hem de düzene sokma işlevlerini düşündüğümüzde, duyguların bir “düzen” fikriyle ele alındığını söyleyebiliriz.

*

20. yüzyıl, duygulara dair bu bakış açısının bir tür dehşetle doğrulanmasıdır belki de. Dizginlerinden boşanmış tutkuların bu çağında, duygular, bu sefer rasyonel biçimde örgütlenmiş halleriyle gündemdedir; yine aşırılıklar olarak, yine güvenilmez olarak ve beraberinde aklın itibarını da sarsarak… İlginçtir, böylesi bir vahşetin ardından modern felsefenin vazgeçilmez temalarından biri olan teodise’ler, pek de görünür değildir. İlk bakışta Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı eseri dışında başka bir eser gelmez aklımıza.[2] Eleştirel aklın ve sağduyunun, kitlelerin tutkularına karşı, mesafeyi ve bedenleri korumaya çalışan ağırbaşlı suskunluğudur bu belki de. Sanki polisiye bir hikâyenin içindeymişiz gibi, “ceset yoksa cinayet de yoktur” düşüncesi, ölenin, ölmüş olduğu hakikatini değiştirmez; yani suskunluk, var olanın varlığını ortadan kaldır(a)maz. Hele ki, bedenlerin ve yaşamın kendisinin, siyasetin ve tahakkümün temel aracı ve amacı haline geldiği günümüzde. İkinci olarak da, çağımızda bir “duygu körlüğü”nden bahsetmek mümkün. Modern siyaset bilimi tartışmalarında, duyguların yok sayılmasına verilen bir ad bu. Duyguların akıl karşısında ikincilleştirilmesine, irrasyonel kılınmasına, biyolojik ve bu anlamda kamusal olana değil, özel olana ait olmasına dayanan bu yaklaşım, rasyonel seçim teorilerini, insanın çıkar odaklı varlığını “doğru” analizin olmazsa olmazı sayıyor, duygulara gözlerini kapatıyor.[3] Bugün bu suskunluk da körlük de, yerini yeni bir söze ve açıklığa bırakmakta; pek çok sınırın sorgulandığı, beden politikalarının ve özellikle de bir siyaset etme biçimi olarak düşmanca duyguların tedavüle başarıyla sokulduğu günümüzde sosyal bilimler alanında duygulara bambaşka bir yaklaşım gelişmektedir.

*

Bugün, duygular aslında hiç inmedikleri sahnede, yeni bir role sahip gibidir; hatta sosyal ve siyasal olanı anlamada başrol oynadığını ya da başrolün ona verilmesini savunanlar vardır. Bu iddia, “duygulanımsal dönemeç” [the affective turn] adında yeni bir paradigma olarak kavramsallaştırılıyor. Bu yeni paradigma, hem geleneksel düşünce biçimiyle hesaplaşılmasını talep ediyor hem de geleceğe dair bir vaatte bulunuyor. Bu hesaplaşma, ilk elde zihin ve beden arasında varsayılan ikiliği reddediyor; çünkü bedenin zihin karşısında ikincilleştirilmesi, bedensel ya da biyolojik olduğu “kabul edilen” duyguların aklın hâkimiyeti altına sokulması gerekliliğini doğuruyor. Ayrıca bedenselliğin bu yorumu biyolojik olarak kadınlığın, erkeklik karşısında ikincilleştirilmesine de zemin hazırlıyor. Zihin ve beden arasında kurulan bu ikilikle, feminizmin uzun yıllardır mücadele verdiğini biliyoruz; üstelik rasyonalizmin söylemine kapılmadan, duyguları reddetmeden… Bugün yaşandığı iddia edilen duygulanımsal dönemece, feminist kuramın çok daha önceden girdiğini söylemek mümkündür. Esra Sarıoğlu, bu sayıdaki yazısında, bugünkü duygu siyasetini anlamada ve ona uygun siyasal tahayyüller geliştirmede feminizmden öğreneceğimiz çok şey olduğunu gözler önüne seriyor.

Günümüzdeki duygu çalışmalarının temel savı zihin-beden ikiliğine karşı çıkmak olmakla birlikte, çalışmalar oldukça geniş bir yelpazeye yayılıyor. Duyguların ne olduğu, biyolojik mi yoksa toplumsal süreçlere ait olgular mı oldukları, dürtü veya ruh hallerinden [moods] farkları, duyguların nasıl manipüle edildikleri ya da duyguların ne işe yaradığı, özneleşme süreçlerindeki rolleri, iktidar ve duygular arasındaki ilişki, maddi olmayan emek ya da duygulanımsal emek gibi tartışmalar süregidiyor. Hem kavramsal tartışmalar hem de beşeri bilimlerde duygulara yönelik artan ilgiyi göz önünde bulundurduğumuzda, kavramın İngilizcesine dayanan bir kelime oyunuyla genel olarak bir “duygulara dönüş” olduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu artan ilgi içinde, farklı bir kavram ortaya çıkıyor ve önemi kendisini bir vaat olarak sunmasında yatıyor. Bu kavram, duygudan [emotion] farklı olarak duygulanım [affect] kavramıdır. İki kavram arasındaki temel fark, ilkinin kültüre, toplumsallığa, anlam dünyasına, sembollere, tarihe ait olması; diğerinin ise fiziksel anlamda beyne ve bedene ait olmasıdır (Bu noktada nörobilimciler de tartışmaya dâhil oluyorlar). Diğer bir deyişle, duygulanım kavramı üzerinden bedene, bedensel olana vurgu yapılmaktadır. Burada sahneye çıkan bir isim de Spinoza’dır. Nasıl ki asıl karşı çıkılan Kartezyen düalizmdi, Spinoza’nın zihin ve beden arasında birliği –paralelizm olarak adlandırılan düşünce- savunduğu görüşünün tekrar keşfedilmesi de, Spinoza’ya yönelik ilginin artması da şaşırtıcı değildir. Beden politikaları çağında, Spinoza bedeni denklemin içine yüzyıllar önce soktuğu için yeniden gündemdedir. Ayrıntı Dergi’nin bu sayısında, kendisini Spinozacılığı benimsemiş biri olarak tanımlayan Brian Massumi’nin bir söyleşisine yer verdik. Duygunun, duygulanımın, Spinoza’nın, etiğin, umudun, kapitalizmin, iktidarın yeni boyutunun, denetim toplumlarının tartışıldığı bu söyleşi, bugünkü duygulanımsal dönemecin hem düşünsel hem de tarihsel boyutu hakkında pek çok bilgi vermektedir. Massumi’ye göre, duygular yapılara, ideolojilere ve yerleşmiş algılara çoktan ve yoğun bir biçimde yakalanmışken, beden bunlardan kaçabilir.[4] Vaat işte tam buradadır; bedenin özerkliğinde ve bedenlerin birbirlerini etkileyebilme kudretinde. Bu vaat, yine Spinozacı bir esinle “bir bedenin neler yapabileceğini asla bilemeyiz” ifadesiyle dile gelir (Etika, III, 2, Not).[5]

*

Duygulanım kuramcılarının bedene yaptıkları vurguda elbette ki bir vaat vardır. Yüzyıllardır beri “varsayılan” ikiliklerin (akıl/duygu, zihin/beden, kültür/doğa, aktör/yapı, vb.) sorgulanması, pek çok şeyi temelinden sarsmaktadır. Ancak yine de, duygulanım kuramcılarının temsile, yapıya, özneleşmeye dair yapılan sorgulamaların yetersizliğini iddia ettikleri bu anda dahi, kadim sorular hala önümüzdedir: Beden-odaklı siyaset etme biçimlerini düşündüğümüzde, bedenlerin sembolik olan (dil) tarafından kapılmamış olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Bedenler arasında iletilen[6] bu etkilenişlerdeki siyasal anlam nedir? Duygulanım aracılığıyla normatif bir pozisyona sahip olmak nasıl mümkün olacaktır? Ya da bir kültürel kuramcı olan Sara Ahmed şunu soracaktır: Duygulanım bedenler arasında iletiliyorsa, neden bazı bedenler bazı bedenleri etkileyemiyor?[7]

Tüm bu sorular belki hala geleneksel olanın güdümünde sorulmuş sorular olarak görülebilir, “eski” düşünme biçimlerini terk edemiyor olmakla itham edilebilir. Öyle görünüyor ki duygulara dair tek ve genel bir teoriye ulaşılması pek de mümkün olmayacak. Duyguların politikayla olan ilişkisindeki cazibe ve hatta vaat belki de tam buradadır, asla bitmeyecek olmasında; her türlü manipülasyona açık olabileceği gibi her türlü yeniyi de beraberinde getirecek olmasında. Duyguları anlamaya yönelik bir çabanın gerekliliği artık ortada ya da şöyle söyleyelim: Duygular bize kendilerini dayatıyorlar. Özellikle bugün, sosyal bilimlerde en çok çalışılan ve tartışılan konunun “korku” olması dikkat çekici. Korku, kendini dayatıyor; geleceğe dair belli belirsiz bir tehditle şimdiye hükmediyor ve gücünü tam da bundan alıyor. Tüm bedenimize sirayet ettiği gibi, düşüncemize de hükmediyor. Korkudan daha çok umuttan konuşmamız gereken zamanlardayız belki de. Ya da Türkiye’yi düşünelim. Nagehan Tokdoğan, başımıza gelenin ne olduğunu anlamak için AKP’nin duygu siyasetine bakmamız gerektiğini öneriyor ve kitlelerin bu siyaset etme biçimine nasıl da “gönülden” destek verdiklerini anlatıyor. Bu gönül ilişkilerinden, sadece AKP ve destek verenleri değil, herkes payını alıyor. Bir sürü duyguyla sarılmış vaziyetteyiz. Onlara esir olmak da mümkün; ilgiyle, merakla ve duygularla onları anlamaya çalışıp siyaset yapmak da. Çünkü eğer tek bir teori ile duyguları anlamak, anlamlandırmak, kategorileştirmek mümkün olmayacaksa, elimizde tek bir soru kalıyor; kendini dayatan, duygularımızla yaşıyor olduğumuz gerçeğine dayanan ve hep canlı kalması gereken oldukça pratik olan bir sorudur bu: Biz bu duygularla ne yapacağız?

DİPNOTLAR

[1] Rene Descartes, Ruhun Tutkuları (İstanbul: Say Yayınları, 2016), 164.

[2] Bu konuda bkz. Susan Neiman, Modern Düşüncede Kötülük: Alternatif Bir Felsefe Tarihi (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006).

[3] Nagehan Tokdoğan, Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm (İstanbul: İletişim Yayınları: 2018), 26-27.

[4] Brian Massumi, “Navigating Movements,” Hope: New Philosophies for Change içinde, (der.) Mary Zournazi (Australia: Pluto Press, 2002), 213.

[5] Spinoza, Etika, 134.

[6] Eric Shouse, his, duygu ve duygulanım kavramlarının birbirlerinden ayrı olduğunu tartıştığı yazısında, hisler ve duyguların aksine, duygulanımın biçimlenmemiş ve yapılanmamış olduğundan, bedenler arasında iletilebilir olduğunu söyler. Bkz. Eric Shouse, “Feeling, Emotion, Affect,” M/C Journal 8 (2005). http://journal.media-culture.org.au/0512/03-shouse.php.

[7] Sara Ahmed’in duygulara yaklaşımının temel sorusu, duyguların ne olduğu değil, ne yaptığıdır. Duyguların işlevine bakarken “yakalanmış” ve de “belirlenmiş” duyguları incelemektedir. Ahmed’e göre duyguların bir ekonomisi vardır ve duygular, bazı bedenleri birbirine bağlarken, bazı bedenleri ise diğerlerinden ayırır; duygular toplumsal alanda bölüşülür ve dağıtılırlar. Ahmed’in sorduğu soru ve verdiği cevaplar ikna edici bir karşı-çıkış olarak görülebilir. Öte yandan, bedenlerin bu duygular tarafından kapıldığı iddiasına karşılık, bedenleri sosyolojik bir analizle sabitlediği ve siyasal olana yer açmadığı da pekâlâ ileri sürülebilir. Bkz. Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014).