Deneyim: İkinci Yeni şiirinin toplumculuktan uzaklaştığı ve bir tür burjuva bireyciliğine sığınarak Türkiye toplumsal gerçekliğine sırtını döndüğü düşünülür zaman zaman. Edip Cansever buna itiraz edercesine “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde toplumcu gerçekçi Ahmet Arif’e seslenir: “…// O çocuklar büyüyecek// O çocuklar büyüyecek// O çocuklar…// Bilmezlikten gelme Ahmet Abi// Umudu dürt// Umutsuzluğu yatıştır// Diyeceğim şu ki// Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler// Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi// Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse// Çocuklar, kadınlar, erkekler// Trenler tıklım tıklım// Trenler cepheye giden trenler gibi//…” Şiirin ister tamamını ister burada verildiği kadarını okuyalım, her koşulda “çocuk”, “büyümek”, “bilmezlikten gelmek”, “umudu dürtmek”, “umutsuzluğu yatıştırmamak” ifadeleri okuyucuda inanılmaz yankı uyandırıyor, tedirginlik yaratıyor. Çünkü şiir oldukça çağdaş, sanki karşımızdaki biri tarafından daha demincek bize hitaben dokunmuş/okunmuş/çığırılmış gibi. Bu tip şiirlerin bütün gücü; otoriteyle her karşılaşmamızın, varoluşumuza ilişkin her “şimdi ve burada”mızın, kitle olmaya her kapanışımızın, şok duygusuna bağımlılaştırıldığımız her andaki itirazımızın zayıflığına işaret etmekle yetinmeyip, içine düştüğümüz ya da düşürüldüğümüz gerçekliğin kendisiyle baş başa bırakmasından gelir. O gerçeklik ki trenlerin bizlerle dolmuş katarlarıyla cepheye taşındığını, yok olan deneyim sahamızın bütün yaşantımıza hükmetmediğini ve elbette kadrini bilmekten kendimizi azade kılamayacağımız ama yine de umudun kendisine ve bizzat yaratıcılarına mesafe içinde yaklaşmakta olduğumuzu gösterir.
Walter Benjamin bu şiirin işaret ettiği olumsuz görüntüde bir ironiden çok, görüntünün tamamına odaklanarak “deneyimin düşüşüne/yokluğuna” dair bir ağıt görebilirdi. O zaman da muhtemelen bu durumu “körelme” ve “yoksulluk” kavramları olmadan anlayamayacağımızı ileri sürerdi. Benjamin’in kaybolmuş olana odaklanan bir deneyim felsefesine ihtiyacımız olduğunu hatırlatması, tam da şiirdeki gerekçe ile manidarlaşıyor. Bir başka deyişle tedavülden kalkmamış olanın tedavülden kalkması, tıpkı modada olduğu gibi, yoksulluk ve barbarlığın kaynağına dönüşüyor. Hoş hayallerin ortadan kalkmasının, geleceğin şimdisindeki güçlülük ya da zayıflıkla ilgisi yoktur, aksine geçmişin şimdisindeki deneyimin hatırlanmasındaki kifayetsizlikle ilgilidir. Benzer bir yaklaşımla umudun da gelecek ile ilgili olmadığı ifade edilebilir. Hatta umudu bizzat geçmişin hatırasının şimdiye düştüğü bir armağan olarak kabul etmek gerekir. Cansever’de buna işaret ediyor. Örneğin geçmişte trenler başka bir gerçekliğin işaretleyicisi olabilirler, ama şimdi kurtarılmayı bekliyorlar. Kurtarılmazlarsa, cepheye giden bizlerin dönüşünü değil, gidişini taşıyacaklar.
Egemenler umudumuza, çocuklarımıza, hayallerimize el koyuyorlar; çünkü yoksulluğumuzdan güç alıyorlar ve böylece barbarlıklarını azdırıyorlar. O halde Ahmet Abiler, toplumcular, toplumcu gerçekçiler sadece iktidar karşısında konum alarak dünyayı ezilenler lehine kurtaramazlar, çünkü kurtarılması gerekeni sadece siyasal doğruculuğumuz bize kazandıramaz, ondan daha fazlası gerekir; o da, deneyimi ele geçirecek ortak zenginliği yaşamımızın bir parçası kılmamızdır. Ekim Devrimi ortak zenginliğimizin geçmişindeki şimdide kurtarılmayı bekleyen çocuğun, umudun, hayalin kendisidir. Tarih öncesine galebe çalan başlangıcın bir armağanıdır.
Tarih: 25 Ekim 1917 Dünya Proleter Devrimi’nin doğduğu gündür ve 100. yılı bu günlerde dolmuştur. Devrimin ilan ettiği Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ise 1991’de, yani 26 yıl önce fiili olarak sona ermiştir. O halde Ekim Devrimi ortalama bir hesapla üççeyrek yüzyıl yaşayarak inkâr edilemez bir şekilde dünya tarihinden ilk izini bırakarak çekilmiştir, denebilir. Elbette Ekim Devrimi’ni 1905’ten başlayarak bir dizi devrimci reel-politik dönüşümle ilişkilendirmek kaçınılmaz olduğunda, Ekim Devrimi’nin yaşını ya da kökensel bağlarını daha büyük bir ömrün içine yerleştirmek mümkün olur. Burada önemli olan belirleme, bizim açımızdan devrime biçilen ömür değildir bilakis dünya tarihi açısından bu kısacık ömre rağmen ortaya çıkan gerçekliğin/gerçekleşmenin kendisidir. Bu yüzden ezilenlerin, mazlumların, emekçilerin, mağlupların, sömürülenlerin, çalışanların lehine kurgulanan veya arzulanan mücadelelerinin temelinde halen Ekim Devrimi bir referans kaynağıdır. Tıpkı Paris Komünü gibi proletarya diktatörlüğünün büyük tarihsel deneyimlerinden biridir ve tarihöncesini sona erdirecek bütün kudretler için başlangıçlardan biri olarak karşımızda durmaktadır.
Ekim Devrimi iktidarı ilk ele aldığı andan itibaren Çarlık Rusya’nın tüm savaş alanlarından, Anadolu da dâhil çekilmiştir ve bu çekilme dünya proleterlerinin çıkarları için oluşturulmuş olumlu barış antlaşmaları ile zabıt altına alınmıştır. Dünya tarihine bu olumlu katkılarla başlayan Bolşevik/Ekim Devrimi, sadece dünya proleterlerinin lehine barış yaparak Çarlık Rusya hinterland’larına dayanışma elini uzatmamıştır; aynı zamanda Afrika’yı ve Latin Amerika’yı, Akdeniz Avrupa’sını ve Güney Asya’yı da sarıp sarmalayacak bağımsızlık mücadelelerinin fitilini ateşlemiştir ya da desteklemiştir. Yani, neredeyse dünyanın büyük bir bölümünde -kimi istisnalar saklı kalmak koşulu ile- ülkelerin kendi demokrasi ve özgürlük mücadelelerinde Ekim Devrimi’nden doğrudan esintiler ve kuvvetler vardır. –Bolşevik Devrimi lehine ifade ettiğimiz bu satırlara gelecek kimi itirazlara rağmen, denebilir ki- Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin o ya da bu ölçüde, doğrudan ya da dolaylı olarak desteğini alan bir yığın ülke, hareket ve parti vardır. Üstelik hem desteklerin hem de desteklenenlerin çokluğu göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Gerçi kimi kez bu destekler olumsuz, kimi kez de yetersiz kaldığı için büyük hayal kırıklıklarına ve o ülkelerdeki devrimci hareketlerin kıyıma uğramasına belirli ölçüde katkı da sunmuştur. Yine de bütün bunlara rağmen, SSCB değilse de Ekim Devrimi beklenilenin çok ötesine geçmiş, post-kolonyal süreç ile ilgili birçok harekete, bunlara maduniyet çalışmalarındaki (subaltern studies) özgürlük talepleri de dâhil, tüm muhalif hareketlere siyasal eleştirel/devrimci konumları için esin kaynağı olmuştur, olmayı da sürdürmektedir. Yine denebilir ki nasıl 1789 Fransız Burjuva Devrimi burjuva devrimlerinin ortak ölçüsü olarak tartışılmaya devam ediyorsa, Bolşevik/Ekim Devrimi de, ezilen/çalışan/sömürülen sınıfların ve ulusların özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi için ölçü oluşturmaya devam etmektedir. Çünkü Ekim Devrimi’nin karakterini belirleyen sınıflar, halen vardırlar ve üstelik giderek daha büyük bir sefalete mahkûm olan kitleler olarak büyümektedirler. Günümüz kapitalizminin güvencesizleştirme ve mülkiyetsizleştirme yolu ile ulaştığı vahim kitlesellik, devrimci konjonktürel durumun oluşması durumunda tarihin havını tekrar alacaktır. Elbette bunun için Ekim Devrimi’nin sahip olduğu iki önemli unsura ihtiyaç vardır. Bunlardan biri “Sovyetler”dir, ki bu Sovyetler sınıfın öz örgütlülüğüne ve onun kitlesel, yerinden, ortaklaştıran konseylerine sahip geniş bir taban örgütlenmesini ifade etmektedir. Bir diğeri ise “Bolşevik Parti”dir, ki Bolşevik Parti sınıfın tarihsel ve konjonktürel müdahaleler için doğru momentleri zorlayan aygıtıdır. Hedefi sınıf mücadelesi sürekli devrim yoluyla sınıfsız topluma eriştirecek reel-politik araçları geliştirmektir. Sovyetler ve Bolşevik Parti devrimci konjonktürel koşullar altında, birlikte hareket edebildiklerinde, Paris Komünü’nde ve Ekim Devrimi’nde olduğu gibi (dünya) proleter devrimine kapitalizmin çoktan gebe olunduğunu yeniden göstermiş olacaktır. Böyle bir devrim fikrini taşımak, kehanette bulunmak değildir. Bizzat kapitalizmin içsel çelişkilerinin tarihin öznelerine davetidir, kendisinin bir sonucudur.
Bir başka ifade ile Ekim Devrimi’ni düşünmek şuna yol açar: Burjuva devrimleri nasıl ömrünü tamamlamış ise, proleter devrimler de henüz tarih sahnesine tam olarak çıkamamıştır. Kapitalizm en nihayetinde heteronormatif hiyerarşi kurmaya devam etmesi, artı-değer sömürüsüne dayalı toplumsal örgütlenmeyi dizginsiz bir şekilde disipline etmeyi sürdürmesi, üretici güçlerin ve araçların sınırlı potansiyellerini toplumsal fayda açısından kullanmayı reddetmesi, kendi karmaşık ama kazanan egosunda krizlerle hegemonyasını sürdürmesi tek bir sürprize bağlıdır. O da ezilenlerin/sömürülenlerin tarihöncesinden tarih sahnesine çıkışının gerçekleşmemesi sürprizidir. O halde Ekim Devrimi bir son ve bitiş değil, aksine yeni bir başlangıca gebe kalmaktır.
Teori: Ekim Devrimi’nin birçok teorisyeni vardır ama en önemli iki ismi; V.I. Lenin ve K.H. Marx’tır. Marx söz konusu olduğunda teori ifadesinin yerinde kullanıldığı ama Lenin söz konusu olduğunda tartışmalı olduğu kanısı külliyen hatadır, elbette tersini düşünmek de aynı ölçüde hatalıdır. Bu iki ismi bir araya getiren şey sınıf mücadelesinin ne menem bir şey olduğunu kavramalarıdır. Hem Marx hem de Lenin ilk yazılarından son yazılarına değin mücadelenin hem sınıfsal niteliğine sürekli vurgu yapmış hem de sınıfsal niteliğinden koparacak tutumlara karşı savaş açmışlardır. Lenin’in 1913’te yazdığı “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Bileşeni” makalesinde ifade ettiği gibi: “İnsanlar siyasetteki aldatma ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlaki, dini, siyasal ve toplumsal lafların, beyanların ve vaatlerin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece, bundan kurtulamayacaklardır. Reformların ve ilerlemelerin destekçileri, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kurumun belirli egemen sınıfların güçleri sayesinde yaşamaya devam ettiklerini anlamadıkları sürece, eski düzenin savunucuları tarafından aldatılmaktan asla kurtulamayacaklardır” (Lenin, Karl Marx, çev.F. B. Aydar, İst.:Agora, 2010, s. 67).
O halde ezilenler lehine mücadele edenler sorunu siyasetin aldatma ve aldanma narinliklerinin ötesinde cereyan ettiğini baştan kabul etmeliler. Eğer kabul etmiyorlarsa zaten egemen siyasetin dümen suyunda istedikleri gibi savrulabilirler, tek bilmeleri gereken şey savrulmanın kendi siyasetlerinin bir gereği olduğu ve bu savrulmanın tek sorumlusunun da yine kendileri olduğu gerçeğidir. Eğer ezilenlerin siyaseti, bütün narinliklerin ötesine geçen bir şeyse, ki öyle olmak durumundadır, o zaman teorinin sınıf analizini terk etmek, onu başka bir gerçeklik içinde eritmek ya da yeniden tasarlarken elden düşürerek kırmak olacaktır. Bu da yenilginin ata adıdır. Marx sanayi proletaryasının Avrupa nüfusu içinde nicelik olarak belirleyici olmadığı zamanlardan beri kapitalist toplumda ezen ve ezilenlerin, üretim araçlarına sahip olanların ve emek-gücünü kiraya vermek dışında geçimlerini sürdüremeyenlerin, burjuva ve proletaryanın yani iki temel sınıfın çatışmasının toplumsal formları ürettiğini iddia etmektedir. Lenin de Marx’a benzer bir tutum içinde, sınıf mücadelesinin ve proletarya diktatörlüğünün devrimci siyasetini savunmaktadır. Burada proletaryaya yapılan vurgu hem tarihsel açıdan hem de toplumsal açıdan sanıldığının aksine bir gereklilik taşımaktadır. Daha açıkçası unutulmamalıdır ki 1905 Devrimleri sınırlı bölgelerde de olsa toplanmış sanayi emekçilerinin büyük kitlesel katılımlarıyla gerçekleştirilirken, 1917 Ekim Devrimi aynı ölçüde kalabalık emekçi eylemlilikleri ve niceliksel kitleselliklerle yapılmamıştır. Ancak yine de devrim proletarya devrimidir; çünkü kapitalizmin en derin artı-değer sömürüsü en yalın şekilde proletarya tarafından deneyimlenmektedir. Marx’ta, Lenin’de bu yüzden en geniş anlamıyla proletaryaya ve onun devrimci mücadelesine özel bir anlam yüklemiştir. Kimilerinin “elveda proletarya”, “sanayi proletaryası ve kitlesel üretimler sona erdi”, “proletarya kabuk değiştirdi ve sadece zincirlerini değil, daha çok şeyi kaybedeceği için artık özgürlük mücadelesi bitmiştir”… türünden çağdaş itirazları gerçekte niceliğe ilişkindir, teorik olarak bir karşılığı yoktur. Çünkü mülksüzleştirme süreci devam etmektedir, sorun da sayısal bir sorun değildir.
O halde Marx ve Lenin, Paris Komünü ve Ekim Devrimi arasında ezilenlerin siyasetini üretmek bakımından siyasal bir aldanma ve aldatmaca yoktur. Bunu sağlayan sadece görünümündeki açıkça benzerlik değildir, teorik olarak da gerçekliğin kavranma biçimi süreklilik arz etmektedir. Hatta denebilir ki Marx kapitalizmin nesnel yüzleri ile uğraşırken öznelliklerin kendisine yeterince açıklama getirememiştir, işte bu duruma Lenin’in verdiği teorik tepki, onu Marx’ın düşüncesinin sürdürücüsü olarak görmeye yol açmaktadır. Lenin yaşanılan toplumun tarihsel yüzlerine, bir de öznelliklerin etkisini katabilmiştir ve böylece Bolşevik Parti ve Sovyetler ile birlikte devrimci konjonktürün olanakları ölçüsünde tarihöncesinin tarihsel bir başlangıcı için Ekim Devrimi’nin gerçekleştirebilmiştir.
Pratik: Max Horkheimer bir yerde “pratiğin başka olanda varolduğunu” ve dünyanın bu dünya olmaktan çıkabilmesi için hem düşünsel hem de fiili olarak başka türde eylemek gerektiğini vurgular. Burada olmanın imkânsızlığına rağmen, burada olanın parçası olmayı sürdürmek, nihilizmin ve/veya hedonizmin pençesinde kıvranmaktır. Eğer burada olmak bir sorunsa, bulunması gereken yol düşüncenin başka imkânlı bir olan bulmasıdır. Yani teorik ve pratik gerçekliklerden biri düşüncenin ya da varolmanın tek başına ifadesine dönüşürse, başka olandan ziyade, tam da alışılageldiği üzere, dünyanın bugününe paye vermek zorunlu olacaktır. Saf bir teori ya da saf bir pratik başka olana dair eylemde bulunamaz. Çünkü başka olana yönelecek düşünce, davranış biçimimizdir. Bir adım daha atarsak, başka olana yönelende düşünce tüm gücü ile (ethos, pathos, logos) eyleme geçmiştir. Dolayısıyla başka türde eylemek denilen şey tarihselliğin içinde varolan ve artık varoluşumuza imkânsızlık cenderesine sokmuş olandan varoluşumuzu imkânlı kılacak olana geçiştir.
Moshe Lewin Sovyet Yüzyılı adlı eserinde Sovyet sisteminin ne olduğunu araştırır ve sanıldığının aksine 1990’lar sonrası SSCB yurttaşlarının bir kısmının Sovyet sistemine dair belirli bir düzeydeki özlemini dile getirir. Yıkılan bir sisteme insanların özlemini tetikleyen şeyler: İş yüklerinin artmasıdır, boş zaman algılarının tamamen tarumar edilmesidir, kültürel hayata ve kendini geliştirmeye ayrılan zamanın tamamen azaltılmak zorunda kalınmasıdır, neredeyse her şeyin para ile ölçülürken para kazanmanın zorlaşmasıdır, arzu ve isteklerin, hatta ihtiyaçların karşılanamaz hale gelmesidir, demokrasi denilen şeyin kitlelere büyük çaplı bir katkısı sağlamamasındandır. Lewin öfke içinde şu tespitte bulunur: “Antikomünizm –ve uzantıları- tarihsel bir bilgi alanı değildir: Böyle olma yolundaki bir ideolojidir. Söz konusu ‘siyasi hayvan’ın gerçeklerine tekabül etmemekle kalmamış, demokrasinin bayraktarlığını yaparak, paradoksal bir biçimde, muhafazakâr veya daha gerici davalara hizmet etmek için SSCB’nin otoriter –diktatörlük- rejimini istismar etmiştir” (Moshe Lewin Sovyet Yüzyılı, çev. Renan Akman, İst: İletişim, 2011, s.470). Lewin bütün bunların ardından ekler, sovyet sistemi bir yığın olmamışlık ve zorlama içindedir ama kesinlikle anti-komünizmin ve batı cephesinin ikiyüzlü ifadelerinde olduğu gibi değil.
O halde tekrar sorulmalıdır, başka olana yönelen pratik nasıl mümkündür diye? Bir başka şekilde şöyle de sorulabilir: İçine düştüğümüz rüya âlemi ve felaketten, devrimci hayallerin yarattığı deneysel yaşam arayışlarından geçmeden düşüncemiz nasıl bir kendilik yolu bulacaktır. İşte tam da bu yüzden 100. yılında Ekim Devrimi halen anlaşılmayı beklemektedir.