Doğuş SARPKAYA: Öncelikle bugün Türkiye ekonomisinin seyrini belirleyen dış konjonktürün ahvali ile başlayalım mı? 21.yy’ın ilk çeyreği kapitalizmin bugün 7. senesini doldurmaya yaklaştığımız kriziyle geçiyor. Krizin merkez üssü ABD olurken ilk dalgası Avrupa’yı vurdu. Şimdi ise dış kaynağa bağımlılıkları yüksek çevre ülkelerde kriz riski konuşuluyor. Krizin bugünkü seyriyle ilgili neler söylenebilir?
Aslı AYDIN: Evet, yedinci senesini neredeyse tamamladığımız ve eskiye dönüşün mümkün olmadığı bir krizden dünya ekonomisi bir bütün olarak hala kurtulabilmiş değil. Emperyalist kapitalist düzenin hegemonları tarafından var olan düzenin sürdürülmesine dönük çözüm arayışları, sistemde oluşan yarıkları her geçen gün daha da büyütüyor.
Öncelikle krizin adını tam koymak gerekiyor, bugün yaşadığımız kriz 80’lerden itibaren tüm dünyayı içine alan neoliberal küreselleşmenin, onun çarpık-kuralsız yapısının ve önündeki tüm siyasi-iktisadi ve toplumsal bariyerleri kaldırarak yoluna fütursuzca ilerleme çabasının bir sonucudur. Burada bir “sonuç” olduğunun altının çizilmesi önemlidir, zira neoliberalizmin ideologları tarafından öne sürülen ve krizi “sistemsel hatalarla” açıklamaya çalışan akıldan bizi ayrıştırır. Bu kriz 35 yıllık kriz birikiminin, finansal rant mekanizmalarının reel üretimi muazzam bir şekilde geride bırakarak, tüm dünyayı birikimin artık yaratılmayacağı bir mecraya sürüklemesi bu krizin ana kaynağıdır. Patladığı yer de finansallaşmanın en derinleştiği, neredeyse yıllık üretimin dört katına ulaşan borç balonu ve karların yüzde 40’ına el koyan finans baronlarıyla ABD oldu. Daha sonra da bildiğiniz gibi üretim süreçleri talan edilmiş, büyük çapta borca dayalı bir büyüme patikasına itilmiş ve Alman sermayesinin finansal rant ve ucuz işgücü sığınağına dönmüş Güney merkezli Avrupa’da krizin yoğunlaştığını gördük. Kamu krizi denilerek suçlunun devlet bütçeleri ve mali ‘gevşekliklerinin’ ilan edildiği bu coğrafyada özünde finans kapitalin kayıpları bütçeler üzerinden emeğin ücretini, sosyal haklarını ve güvencesini tırpanlayarak, ardında dünya kapitalizmine koca bir yedek işgücü ordusu bırakarak hala telafi edilmeye çalışılıyor.
Her ne kadar son çeyrekte “11 yılın en yüksek büyümesi” diye haberleştirilen yüzde 5 büyümeyle ABD ekonomisi krizden uzaklaştı görüntüsü verse de, daha geçtiğimiz sene imalat sanayisinin ve otomotiv sektörünün belkemiklerinden biri olan Detroit’in iflası, “borç tavanı” tartışmaları ve devletin bir süreliğine durdurması gibi unutulmaması gereken örnekleriyle ABD’nin de krizi henüz aşamadığı ortadadır. Zira 2009 yılını ‘toparlanma yılı’ olarak ilan eden ABD ekonomisi, 2014 yılının ilk çeyreğinde 2009’dan bu yana ki en ciddi daralmayı (yüzde 2,9) yaşamıştı.
Krize yönelik “toparlanma” miti bir yana, dünyanın üçüncü büyük ekonomisi Japonya’nın 2008’den bu yana girdiği resesyonlara dördüncüsünü eklemesi, diğer taraftan da dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin’in kepenkleri kapatılmış fabrikaya doğru ilerlediği düşüncelerini hortlatırcasına 2015 yılını 24 yılın en zayıf büyümesiyle geçireceği beklentisi… Ve elbette Rusya faktörü.
Ama bugün ve sonrasında krizi konuştuğumuz yerler kuşkusuz daha yoğunluklu olarak Türkiye’nin de aralarında bulunduğu dış kaynak bağımlılıkları yüksek, gelişmekte olan ülkeler diye tabir edilen ülkeler olacak. Kaldı ki ABD’nin halihazırda son verdiği parasal genişlemenin ardından kısa bir gelecekte faizleri de yükselteceği sinyalleriyle şimdiden beklenen kriz dalgalarını yaşamaya başladılar bile.
Doğuş SARPKAYA: Bu faiz artırımı çok konuşuluyor, hatta yeni bir dönemin başlangıcı olarak tanımlayanlar var, yeni dönem Türkiye başta olmak üzere çevre ülkelere nasıl bir krizi taşıyor?
Aslı AYDIN: “Yeni bir dönem” çağrışımı, bugüne kadar küresel piyasaları fonlamış, yani dünyaya para basarak kuralsızca şişen finansallaşmaya dayalı dünya ekonomisini finanse etmiş olan ABD’nin artık musluğu kapatacağına ilişkin. Küresel piyasalarda ucuz para dönemini resmen sona erdirecek ve faizleri yukarı yönlü harekete geçirecek olan ABD’den kısa vadede gelecek olan faiz artırımı, kuşkusuz uzunca bir süredir reel ekonomiyi finansal sistemin spekülatif çarklarına bağlamış ve tüm ekonomik kararları parasal politikalara indirgemiş küresel kapitalizmde yeni bir dönemi de beraberinde getirecektir. Ülkeler de dışa bağımlılık derecelerine göre, paranın artık eskisi gibi bol olmayacağı bu dönemde krizlere de aynı oranda açık olacaklardır.
Krizin başlarında ana akım iktisatçılar arasında yaygın bir görüş, yükselen ülkelerin merkezdeki krizden çok etkilenmeyeceği bir ayrışma-decoupling- yönündeydi. Aradan geçen yedi yıl, bu ayrışmanın iyi yönde değil, bilakis daha yapısal ve daha uzun süreli bir krize doğru olduğunu doğruladı.
Şili, Brezilya, Güney Afrika, Endonezya ve Meksika gibi benzer yapıya sahip ülkeler arasında Türkiye, bugüne kadar-büyük çapta AKP döneminde- inşa edilen ekonomik yapısıyla dışa en bağımlı, küresel sermaye girişlerine en muhtaç hale gelen ülke olarak göze çarpıyor. Bu aşırı diyebileceğimiz kırılganlık, küresel derecelendirme kuruluşu Moody’s’in raporunda da yer almış kriz uyarıları üzeri kapalı olsa da bu rapor aracılığı ile AKP’ye iletilmişti.
Şimdi bugüne dek ekonomik alanda yapay bir büyümeyi siyasi propagandaya başarılı bir şekilde dönüştürmüş olan AKP’nin başta Merkez Bankası yönetimi olmak üzere kara kara ABD’den çıkacak faiz artırımı kararını beklediğini söylemek mümkün. Bu, Türkiye ekonomisi için “kötünün” başladığı bir durum da olmayacak, iniş 2013 sonu diyebileceğimiz bir tarih itibariyle başladı. ABD’nin böylesi bir adım atacağı fikri bile Türkiye’den hızlı para çıkışına yol açtı. Şimdi faiz artar mı artmaz mı sorusu bir yana, ABD’den gelen her “pozitif” veri, Türkiye’ye para çıkışı olarak darbe vuruyor.
Doğuş SARPKAYA: Bu darbeleri ekonomide hangi dengelerde izliyoruz?
Aslı AYDIN: Türkiye Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya gibi kırılgan ülkelerin başını çekiyor.
AKP döneminde büyüme modelinin niteliğine bağlı olarak oluşan devasa dış açıklar, diğer bir yandan da ihracat pazarlarının daralmasıyla düşen ticaret hacmi, küresel sermaye hareketlerindeki ciddi daralmaya bağlı oluşan kriz dinamiklerinin başında geliyor.
Toplam dış kaynak girişlerinde Türkiye, 2013’ten 2014’e yaklaşık yüzde 37’nin üzerinde bir daralma yaşadı. 2003 yılından 2014’e ortalama yüzde 4,4’lük bir hızla büyüyen ekonomi 2013 yılı sonrası itibariyle durgunluğa adım atmış oldu ve 2,9’lük yıllık düşük büyüme hızı da bunu tescilledi.
Kriz dinamiklerini nerede izliyoruz sorusuna ilk vereceğimiz cevap da dış borçlar ve cari açık olacaktır. AKP dönemi, iktidar bloğu çatısı altında örgütlenmiş sermaye fraksiyonlarına “hiç bitmeyecek bir mutluluk öyküsü” izlenimini vermiş olacak ki, hızlı büyüme dönemlerinde giren dış kaynak ile ucuzlayan dövizle borçlanarak büyüyen sermaye kesiminin elinde şimdi patlamaya yakın bir borç balonu var. Bu balonu patlatacak olan da yüksek döviz fiyatı.
Özel kesim borçlarının yüzde 40’ı kısa vadeli olmak üzere, 402 milyar dolara dayandığını izliyoruz. Bir yandan bu borçlar nominal olarak döviz fiyatının tırmanışıyla katlanırken, diğer bir yandan hem küresel hem de yerel tabanda ekonomik daralma borçların döndürülmesindeki riski gözler önüne seriyor.
Diğer bir yanda ise cari açık… Hızlı büyüme dönemlerinde büyüme, artan bir cari açık üreterek sağlanıyor. AKP iktidara geldiğinin daha ilk yıllarında böylesi bir politika benimsedi çünkü. 2002 yıllarında görece daha iyi diyebileceğimiz ulusal tasarruf oranı bugün yerlerde. Dolayısıyla dış tasarruflar bugün büyümenin ana lokomotifi olmuş durumda. Bu dış dünyaya her seferinde daha fazla borçlanmak demek. Rakamsal karşılığını da ödemeler dengesinden izliyoruz. Bugün milli gelirin yüzde 10’una yakın bir cari açık var. Büyüme hızının düşük, yani borçlanmanın görece daha düşük ve petrol fiyatlarından kaynaklı rahatlığın var olduğunu düşünürsek, cari açık olması gerekenin çok üzerinde. Yılın ilk çeyreği incelenirse 11 milyar dolar olarak gerçekleşen cari açığı finanse etmesi beklenen sermaye girişleri bu açığın üçte biri düzeyinde. Yani geliri büyümeyen, sürekli para çıkışına sahne olan, ulusal parası döviz karşısında muazzam ölçüde eriyen bir ülke bu açığı nasıl finanse edecek? Borç bile bulması sıkıntılı.
Bunların da ötesinde bugün ekonomik büyümeye yatırımların ve iç tüketimin katkıları neredeyse durdu. 2014 yılında büyümeye tek katkı yapan kamu harcamaları ve ihracat iken, 2015 yılı bu katkıların da artık mümkün olmayacağını mali disiplin ve yüzde 13 üzeri ihracatta daralma verileriyle kanıtlıyor.
Diğer taraftan tüketici fiyatlarında artış Nisan’da yüksek seyrine paralel yüzde 7,9 olarak gerçekleşirken gıda fiyatlarındaki artış yüzde 14,36’ya dayandı. Tarımsal üretimde iklim faktörleri vb koşullar fasa fiso. Türkiye’nin özellikle gıda enflasyonunda dünya genelinden ayrıştığı yapı dışa bağımlılık ve kur etkisi. 2014 Nisan-2015 Nisan döneminde TL, dolar karşısında yüzde 21 değer kaybetti, sadece Nisan ayı içerisindeki değer kaybı ise yüzde 3. Türkiye’de tükettiğimiz her mal ve hizmetin fiyatı doğrudan kurdan etkileniyor, genel tespit kurdaki her yüzde 10’luk değişimin enflasyona 1,5’a yakın katkı yaptığı şeklindedir. Böylesi bir tespit, Türkiye’nin üretimden tüketime her alanda dışa bağımlı yapısının boyutlarını ortaya sermektedir.
Doğuş SARPKAYA: 2001 krizi, ardından Derviş ile IMF ve Dünya Bankası eşliğinde başlatılan yapısal dönüşümler… Neoliberalizme entegrasyonu büyük ölçüde tamamlamaya dönük izlenen bu dönem AKP ile taçlandırılmış, böylesi bir dönemi yani ılımlı İslam’la bütünleştirilmiş neoliberal entegrasyonun AKP nezdinde taşınmasını sermaye bir bütün halinde desteklemişti. Şimdi ise TÜSİAD başta sermaye fraksiyonları arasında bir çatışmadan bahsetmek mümkün mü?
Aslı AYDIN: Evet, üstelik fraksiyonlar arasında diyebileceğimiz gibi sermaye politikalarının AKP ile çeliştiği bir dönemi de izliyoruz diyebiliriz. AKP dönemini 2002’den itibaren şöyle bir hafızamıza getirirsek, başta Batı ile bağını koparmayacak, küresel düzeyde asla bir yalnızlığa yönelmeyecek, gerektiğinde demokratik adımları da düzenin tolore edebildiği ölçüde yapabilecek bir iktidar profili vardı. Böylesi bir profile, neoliberalizmin emekçi sınıfların tüm kazanımlarına göz diken vahşi yapısının görünmez hale getirilmesi ve daha azgın bir sömürü halinde oluşabilecek direnme eğilimlerinin eritilmesine dönük AKP’nin ılımlı-İslam karakterini de eklerseniz, sermaye için dikensiz bir gül bahçesi oluşturmuş olursunuz. Dolayısıyla AKP de böylesi bir karakterle 2002 yılında sermaye fraksiyonlarının tümünün ittifakıyla iktidara taşındı ve bir dönem hepsine görece daha eşit mesafede durdu. AKP’nin iktidara geldiği ilk dönemler küresel sermaye akımlarının en yoğun olduğu, ülkeye oluk oluk paranın aktığı dönemlerdi. Özelleştirmeler, tohumları 2001’de atılan yüksek faiz-düşük kur politikasının sunduğu finansal rantlar, ucuz işgücüne dayalı oluşan yüksek artık ve de piyasalaşmaya bağlı oluşan birçok kar fırsatı sayesinde ilk dönemler iktidar-sermaye saadet zincirinin en sağlam olduğu dönemlerdi.
2009’da AKP yerel seçimlerde, ekonomik krize de bağlı olarak ciddi bir oy kaybına uğramıştı. Küresel iklim tersine döndüğünde kriz dinamiklerinin oluşmasıyla ekonominin siyaset üzerindeki etkisinin daha belirginleştiğine şahit oluyoruz. Nitekim bu gerileme, AKP’yi daha agresif bir restorasyon çabasına itti. Organik sermayesini daha da kayırdı, siyasi geleceğini garanti altına almak ve ülke çapında cemaatini sağlamlaştırmak adına daha agresif adımlar attı.
Velhasıl en açık şekilde görülür kırılmayı yaratan da 2013 Haziran direnişi oldu. Haziran direnişi, artık eskiye dönüşün mümkün olmayacağı bir etkiyle AKP’nin hegemonyasında yarıklar açtı, ülkeyi yönetemez hale getirdi. Toplumda giderek çoğalan direnme eğilimleri karşısında Erdoğan’ın diktatörlük eğilimi daha ön plana çıktı, söylemi ve kurduğu dil AKP’nin “öngörülemeyen, aşırı, denetim altına alınmayan” karakterini öne çıkardı. Şimdi sadece TÜSİAD gibi yapıların değil, küresel sermayenin huzurunu kaçıran, güven vermeyen bir iktidar profili hakim. Paranın korunmasını bile garantiye alacak bir hukukun ortadan kaldırıldığı, ne yapacağı belli olmayan kendisini ülkenin tek sahibi sanan bir Cumhurbaşkanı’nın olduğu ülkeye faizler ne olursa olsun kimse parasını getirmek, yatırmak istemez.
Doğuş SARPKAYA: Seçimlere çok az bir zaman kaldı, ekonomide son 13 yıldır uçurum haline gelen gelir ve servet dağılımı eşitsizliği, yoksullaşma ve işsizlik kuşkusuz seçim bildirilerinde daha çok ekonomik vaatleri öne çıkarıyor. Bu vaatlerde emekçi sınıfların kurtuluşunu bulmak mümkün mü?
Aslı AYDIN: 7 Haziran seçimlerinde diktatörü, gericiliği, İslami faşizmi yani fikren ve cismen AKP’yi sandıkta yenmenin toplumun her kesimine nefes aldıracağını düşünüyorum. Ekonomik, sosyal ve siyasal alanda AKP’yi iktidardan uzaklaştırmanın en azından devlet nezdinde örgütlenmiş egemen güçlerin emekçi sınıflara yönelik zulmünü de büyük çapta gerileteceği düşüncesindeyim. Lakin, 13 yıllık AKP döneminin sandıkla bitmeyeceğini bilmek, görmek gerekiyor. Yaşamımızın her dokusuna taşıdığı gericilik, İslami faşizmle bezenmiş neoliberalizmin en katı sömürü koşullarını söküp atmadığımız sürece tam anlamıyla özgürlüğe ve eşitliğe kavuşmak da mümkün değil.
Seçimlerin Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinde birçok kapıyı kapattığını unutmamak gerekiyor. Tüm direnme zeminlerini ve biriken enerjiyi büyük çapta geriletme gücüne sahip. Dolayısıyla AKP ile geçen dönemde sınıfsal çelişkilerin giderek netleşmesi ile büyüyen muhalefet dinamiğinin gerilemesine imkan vermeyecek bir mücadele zemininin hiç vakit kaybetmeden genişletilmesi düşüncesindeyim. Birleşik Haziran Hareketi’nin böylesi bir ihtiyacı karşıladığını düşünüyorum. Mahalle mahalle, fabrikalardan atölyelere- plazalara, liselerden üniversitelere birleşik bir mücadele hattında karşımızdaki köşe bucak her köşeye sinmiş fikre ve cisme karşı mücadele etmenin bugünden geleceğe tek yol olduğu fikrini taşıyorum.
Söyleşi: Doğuş SARPKAYA