“Emek sömürüsüne karşı çıkmayan örgütlerin ekoloji mücadelesine katılmasını beklemek boş bir umuttur” (Gaye YILMAZ ile Söyleşi)

Dünyanın ekolojik dengesinin korunması ve içinde canlıların varlıklarını sürdürebileceği bir çevre ile kapitalizmin sınırsız yayılma ve kâr etme arzusunun birbiriyle çelişen şeyler olduğuna her geçen gün biraz daha çarpıyoruz. Uzun süren yangınlar, seller, kuraklıklarla idrak ettiğimiz ama bir yandan da tam olarak kestiremediğimiz ekolojik kıyametle ve onun nedenleriyle ilgili çok uzun zamandır çalışan ve gezegene bunun önemini haykıran insanlar var. Onları mitik figür Kassandra’ya çok benzetiyorum, bir kahin olarak Kassandra gelecekte olacakları görebilme yetisiyle ödüllendirilmişti ama cezası söylediklerine kimsenin inanmamasıydı. Şimdi burada yağmalanmış ve sömürgeleştirilmiş doğanın asal varlıklarından biri olan suyun önünde duracağız; yaşam dağıtan, pek çok inançta kutsal olan ve bütün canlılar için elzem olan suyun hikâyesi, dengesini bozduğumuz bu gezegende ürkütücü bir masala dönüşmüş durumda. Kaynakların giderek azaldığını, erişilebilirlik açısından muazzam bir eşitsizliğin kıyısında durduğunu, sözgelimi Kenya’nın kuzeyinde başlayan su savaşının yakın bir gelecekte çoğalıp, pek çok topluluğun yok olmasına neden olabileceğini anlatıyor bu alanda çalışan insanlar. Mesele çetrefil ve tek açıdan ele alınamayacak kadar kapsamlı bir bütüne denk düşüyor. Su sorununa bütün ekolojik sorunlar gibi kapitalizmin yarattığı cehennemin içinden bakan ve suyun metalaşması üzerine doktora tezi yazan ve bu konuda çok sayıda makalesi olan Gaye Yılmaz’a bildiklerini bizimle paylaşması için ricada bulunduk, sağolsun o da kırmadı bizi.

Süreyya Karacabey: Gaye Hoca, bize öncelikle su kaynakları ve onun eşitsiz dağılımıyla ilgili oluşan manzaranın yerel ve küresel boyutları hakkında biraz bilgi verir misiniz? Durum söylendiği kadar vahim mi?

GAYE YILMAZ: Merhaba. Öncelikle burada, kimya derslerinde öğrendiğimiz H2O nun ötesine geçen, yani yer küredeki, okyanuslar da dahil olmak üzere tüm su varlıklarından değil, daha ziyade canlı yaşam ve insanların yaşamını sürdürmesi için ihtiyaç duyulan sudan bahsettiğimizi belirteyim. Şöyle ki, deniz ve okyanuslardaki su miktarları aslında küresel ısınma dolayısıyla azalmıyor, hatta çoğalıyor. Ama bu su, balıklar ve deniz canlıları dışında kullanılabilen, yaşamsal ihtiyacı giderebilen bir su değil. Bizim sözünü ettiğimiz tatlı su kaynakları; yani dereler, göller ve yeraltında sınırlı miktarlarda bulunan, sanayi devriminden bu yana zaten kapitalizmin talanına maruz kalmış su varlıkları. Dolayısıyla tatlı su kaynakları, yer kürenin toplam su varlığının yüzde 1’inden bile daha az bir orana tekabül ediyor.

Buradan hemen suyun eşitsiz dağılımına geçeyim. Bu eşitsizliğin birincil kaynağı iklimsel ve döngüsel. Bugün su fakiri ve su zengini ülkeler diye bir sınıflandırma yapılmasına olanak veren durum da aslında tam bununla ilgili. Coğrafi, iklimsel ve bitki örtüsü karakteristikleri bazı ülkeleri su fakiri yaparken diğer bazılarını da su zengini yapıyor. Ama burada, gözle görülmeyen, bilince çıkarılması pek kolay olmayan ve sürekli olarak kapitalist devletlerin ulusal “sınırları”na çarpan bir döngü yaşanıyor. Bu noktada bana çok ütopiksin diyebilirsiniz. Sadece şunu düşünelim, yerkürede su zengini olarak tanımlanan ve çok fazla yağış alan ülkeler aynı zamanda buharlaşmanın da en az olduğu ülkeler. Halbuki buharlaşma, tatlı suyun en temel kaynaklarının başında geliyor. Peki en yüksek buharlaşma nerede oluyor? Bizim su fakiri dediğimiz coğrafyalarda. Afrika’yı alın bir kıta olarak, dört tarafı okyanuslarla çevrili ve kıta ölçeğinde muazzam bir buharlaşma var sıcak iklimden ötürü. Türkiye’yi alın, üç tarafı denizlerle çevrili ve su fakiri kategorisindeki ülkelerden biri. Bir de Kanada’ya, Norveç’e, İsveç’e bakın. Bu ülkelerde buharlaşma yok denecek kadar düşük, ama aldıkları yağış miktarları rekor düzeyde. Sonuç olarak şöyle bir durum oluyor: buharlaşma başka bir coğrafyada yaşanırken, bulutların soğuk hava ile buluşup yağışa dönüşmesi başka bir coğrafyada gerçekleşiyor. Yani, aslında kapitalizmin “ulusal sınırları” 250 yıldır doğanın diyalektiğine adeta nanik yapıyor ve bugün gelinen noktada da doğa; seller, orman yangınları, kuraklık, aşırı sıcağa dayalı can kayıpları ile gücün kimde olduğunu gösteriyor. Filler tepişirken olan bizlere, canlı yaşama, börtü böceğe, yani çimenlere oluyor. Bu doğanın diyalektiği ile ilgili unutamadığım bir anekdot aktarayım. 2009 yılı, WWF Dünya Su Forumu İstanbul’da toplanıyor. Pek çok yabancı haber ajansı gibi Reurters da aktivistlerle ve delegelerle söyleşiler yapıyor. Benimle de söyleşi yapmak gibi bir hatada bulundular. Söyleşinin bitimine yakın şöyle bir soru geldi “Peki, sınır aşan sular hakkında ne düşünüyorsunuz?” Söyleşiyi yapan gazeteciye ilk tepkim, “önce sorunuzu düzeltelim, sular sınırları aşmaz, sınırlardır yapay olan, hatta hiç olmaması gereken. Su sadece yol bulduğu sürece akar. Ama siz ‘sınır aşan sular’ dediğinizde sanki sınırlar meşruymuş da sular bu sınırları aştığı için suç işliyormuş gibi anlaşılıyor. Biz bu sulara enternasyonal sular diyoruz” İşte, sorunuzda vurguladığınız suyun eşitsiz dağılımının bir diğer nedeni de yerküreyi bir mülk olarak görüp, sınır çizgileriyle paylaşan kapitalist mülkiyet hukukudur. Ve, evet bugün geldiğimiz noktada durum bize söylenenden çok daha vahim. Zira su kıtlığına çare olarak öne sürülen ve mevcut tüm tatlı su varlıklarını sistemin emrine amade etmeyi gerektiren suyun metalaşma süreci kendi başına su kıtlığını çok daha kronikleştiren bir durum. Metalaşma sürecinin su kıtlığını çok daha tolere edilemez boyutlara taşıyacağına dair öngörüm, Marks’ın Kapital’deki analizlerine dayanıyor. Şöyle ki, her hangi bir şey bir kullanım değeri olarak üretildiğinde önemli olan o şeyin insan ihtiyaçlarını karşılayan özellikleri yani nitelikleridir. Aynı şey bir değişim değeri (meta) olarak üretildiğinde bütün yararlı nitelikleri silinir ve geriye sadece miktarsal çokluk, yani o şeyin niceliği kalır. Artık üretimin odağı da o şeyi mümkün olduğunca çok, olabildiğince fazla üretmek haline gelir. Geçimlik tarım yapanların doğa ile kurduğu ilişki bu farkı daha kolay görmemize olanak sağlar. Bu insanlar dereden sadece ihtiyaç duydukları miktarlarda su çekerler ama bu kullanımlar dereleri kurutmaz. Fakat aynı derenin mülkiyet hakları kar amaçlı şirketlere devredildiğinde, suyun yolu üzerine inşa edilen tesisler, enerji amaçlı yapılar ve benzer inşaatlar çok geçmeden su akışının sonlanmasına yol açar.

Buradan yerel boyuta, yani Türkiye pratiğine geçtiğimde su kıtlığını kronikleştiren başka etmenler de görüyorum. Bunun başında da betonlaşma geliyor. Özellikle büyük kentlerde toprağın yağışları emeceği doğal düzenekler aşırı derecede tahrip edilmiş durumda. Tamamı asfalt ile kaplanmış bu kentlerde kar ve yağmur yağsa bile, yüzey akışlarını bollaştırmak ve yeraltı sularını zenginleştirmek yerine ya denize akıyor ya da kanalizasyona. Bir diğer faktör, yağmurun en önemli kaynağı olan ormanların rant ve yağma amacıyla yakılması. Veya İstanbul Kuzey Ormanlarında gördüğümüz gibi orman alanları içinden köprü çevre yollarının, devasa otobanların, köprülerin, hava yolu arterlerinin geçirilmesi. Az önce sözünü ettiğim su yolları üzerine inşa edilen tesisler, Türkiye gibi ülkelerde kaynağı en son sınırlarına kadar kullanıyor. Tek bir dere üzerine 30 ayrı HES (Hidro elektrik Santral) yapıldığı durumlar var, tabii bu dereler artık akmıyor. Yine Türkiye’de DSİ gibi su kurumlarının projelendirdiği muazzam büyüklükteki suları tutan büyük barajlar var. Dolayısıyla, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde kurallar, düzenlemeler ve yaptırımlar daha zayıf olduğu için süreç de çok daha vahim yaşanıyor.

Süreyya Karacabey: Siz suyun sermayenin tasarrufuna bırakılmaya çalışılmasını kabul edilemez bir gerçeklik olarak nitelendiriyorsunuz ve su meselesini sadece bir çevre sorunu olarak görmeyip aynı zamanda bir metalaşma sürecinin parçası olarak okuyorsunuz. Suyun metalaşmasını kapitalizmin sınırsız kabul ettiği gelişiminin de bir sınır noktası olarak gören yaklaşımlar var. Bu görüşlere katılıyor musunuz? Ya da sistemin buradan ulaşabileceği tek noktanın bir distopya olacağını düşünüyor musunuz?

GAYE YILMAZ: Öncelikle suyun ticarileştirilmesi meselesinin neden diğer metalaştırılma süreçlerinden ayrı tutulamayacağını açıklamaya çalışayım. Türkiye örneğinden hareket edersem, Cumhuriyet öncesinde su kuruluşlarının tam anlamıyla teşekkül etmediğini, evsel, tarımsal ve küçük ölçekli zanaat ile sanayide kullanılan suyun çoğu durumda doğrudan kaynağından temin edildiğini, yaygın bir su şebekesinden bahsedilemeyeceğini biliyoruz. Bu, pek çok ülkede farklı tarihsel süreçlere denk gelse de aynı. Demek ki 1930’lardan 2000’lere kadar suya cüzi ödemeler karşılığında kentsel su kurumları üzerinden erişiliyor. Bu cüzi ödemeler, devletin su çıkarımı, iletimi vb maliyetlerinin bir bölümünü biz kullanıcılara yansıtmasından kaynaklanıyordu. Hatta, dilimizde çok yerleşmiş bir tanımlama olan “sudan ucuz” sözü de Devlet tarafından iradi olarak belirlenen bu gölge fiyatlandırmanın çok insaflı olması yüzünden türetilmişti. Kuşkusuz bu süreci sadece bir bedel ödediğimiz için metalaşma olarak tanımlamak mümkün değil, zira fiyat belirlenimi piyasada gerçekleşmiyor. Fakat bu aynı zamanda, suyun çıkarımı, iletimi ve depolanması gibi çeşitli aşamalarda istihdam edilen emeğin artı değer üretmemesi, dolayısıyla bir kar, bir sermaye birikiminin söz konusu olmaması anlamına geliyordu. Bu durumu bir de sistem açısından düşünelim. Birleşmiş Milletler raporları, üretimine suyun dahil olmadığı hiçbir metanın olmadığını belirtiyor. Oysa, Marks’ın analizlerinde üretime dahil olan, emeğin üzerinde çalıştığı girdiler ancak kendileri de meta biçimini almışlarsa ortaya çıkarılan yeni metaya bir değer ekleyebilir, dolayısıyla da sermaye birikimine katkı yapabilir. Dolayısıyla su 250 yıldır kapitalist üretimde kullanılıyor, ama 2000’li yıllara kadar henüz bir meta formunda olmadığı için üretilen metalara da bir değer eklemiyor ve sermaye birikimini büyüten bir etkide bulunmuyor. Ben, bu nedenle suyun metalaştırılma sürecinin ekolojik olmanın ötesinde son derece politik ve sınıfsal bir analizi hak ettiğini düşünüyorum. Ancak bu yeni sürecin tek başına, kapitalizmin sınırsız gelişiminin sonu olduğunu öngörmek için henüz erken diyorum. Dünyada yaşanmakta olan ekolojik yıkımlara bakın, seller, orman yangınları, kuraklık, hayatlarımızı cehenneme çeviren pandemiler. Uluslararası toplumdaki tartışmalara, önermelere bakın bütün bunlara cevap olabilecek ipuçları görüyor musunuz? Ben görmüyorum. Toplumsal ve sınıfsal tepkilere baktığımda orada da hızlı ve köklü bir dönüşüm ışığı göremiyorum. Bu da beni bu bölümdeki son sorunuza getiriyor. Evet, sistemin buradan ulaşabildiği tek nokta bir distopya ve biz halen isimlendirmeden bu distopya içinde yaşıyoruz. Meseleyi “daha kötü ne olabilir ki” sorusuyla çok fetişleştirmekten çekiniyorum, bugün öngöremediğimiz daha kötü pek çok şey de olabilir tabii.

Süreyya Karacabey: Bu metalaşma sürecinin gezegeni getirdiği yıkım aynı zamanda doğanın bizi başka tür bir sisteme zorlayacağı nokta olamaz mı? Yani kitlesel ayaklanmalarla, işçi sınıfının örgütlenmesiyle negasyona uğratılacak kapitalist sistemin tamamıyla kendi bünyesinde yarattığı çıkışsızlık nedeniyle iptali mümkün olabilir mi?

GAYE YILMAZ: Umutlarımız, olması gereken ve gerçeklik her zaman örtüşmüyor ya da bu örtüşme halinin zamanlaması bizim sabır sınırlarımızı zorluyor. Metalaşma süreçlerinin sınıfsal gerçekliğine karşın, sınıf hareketlerinin her yeni saldırıyı normalleştirme ve soğurtma eğilimleri bana sadece şunu düşündürtüyor: sınıf örgütleri, sendikalar hatta emek eksenli siyasi yapılar Marks’ın Kapital’deki analizlerini bilince çıkarmadıkları için sermaye sınıfının her “yeni” önermesinin peşinden gidebiliyor. Bugün Avrupa sendikalarının neden yenilenebilir enerji güzellemesi yaptıkları; Türkiye’deki sol sendikaların bile üyelerine verdikleri çevre eğitimlerinde neden yenilenebilir enerji şirketlerini görevlendirdiği gibi soruların yanıtları bence burada aranmalı. Hemen burada, yakın zamanda öğrendiğim yeni ve çok tehlikeli bir sermaye stratejisini paylaşayım. İklim krizini ve atmosferdeki kirlenmeyi önlemenin tek yolunun yapay zeka ve robotik tasarımlara dayalı üretime geçmek olduğunu söylüyor uluslararası sermaye. Ve daha da kötüsü emek örgütleri bu önermeyi gündemlerine alıyor. 2019 yılı sonbaharında Londra’da bir üniversitenin düzenlediği iklim krizi konulu bir atölye çalışmasına katıldım. Çalışma ekonomisi disiplininden akademisyenler ve Avrupa Sendikalar Konfederasyonunun katıldığı etkinlikte, işçi temsilcilerinin bu önermeyi açıkça benimsediklerini gördüm. Oysa, robotik ve yapay zekaya dayalı üretim milyonlarca kişinin işsizleşmesi anlamına geliyor. Üstelik bu stratejinin derde deva olacağı da tam bir aldatmaca. Zira tıpkı rüzgar, güneş vb enerji üretimlerinin temiz olduğu iddiaları gibi. Arka planda neler olduğunu kimse bilmeyince en son üretim aşaması halkların gözünde de “temiz” gibi bir izlenim bırakıyor. Rüzgar güllerinin üretilebilmesi için kullanılan devasa mıknatısların ana maddesi en ağır kanserojenlerin arasında sayılan Neodymium adlı bir element ve en çok Çin/Dalahaya bölgesinde çıkarılıyor. Bu bölgede 10-15 yaş arası çocuklar, dişleri dökülerek, saçları beyazlayarak, yaşlanarak ölüyorlar. Kanser hastalığı roketlemiş durumda. Benzer şekilde temiz üretim denen üretim noktalarında imalat girdilerinin hangi süreçlerde üretildiği bilinmiyor. Ama bu girdilerin tedarik zinciri adı verilen, onlarca halkadan oluşan, geriye gidildikçe güvencesizliğin, çevresel kirliliğin çığ gibi büyüdüğü, denetimlerin ise imkansızlaştığı süreçlerde üretildiği biliniyor. Bu gerçekliklere karşın emeğin öncü örgütlerinin sponsorluğunda yürütülen sermaye stratejileri olası tepki, isyan ve protestoları engelliyor ve geciktiriyor. Bu nedenle farklı bir emek örgütlenmesinin, farklı bir sendika yapılanmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

Süreyya Karacabey: Ekolojik yıkıma bir çeşit fazla olarak bakan sol örgütlenmelerin derin bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum. Anladığım kadarıyla emek gücü sömürüsünün dışında bir yere koydukları doğa sömürüsüne, liberal yeşillerin uğraştığı bir çeşit dramatik süs olarak bakıyorlar. Bu konuda yapılması gereken nedir?

GAYE YILMAZ: Bu yanlış bakış açısının, derin yanılgının oluşmasında, akademik alanın da etkili olduğunu düşünüyorum. Kendisini Marksist olarak tanımlayan yazarların bile ekolojik sorunu sınıf çelişkisini izleyen “kapitalizmin ikincil çelişkisi” olarak tarif ettiği bir dünyada karşı hegemonyayı oluşturmak gerçekten çok zorlu bir görev. Sol literatürün sıkça vurguladığı bir diğer konu, işçi sınıfının da ekolojik tahribattan etkilendiği ve dolayısıyla ekoloji mücadelesine katkı vermek zorunda olduğu. Bu tespit doğru olmakla birlikte sorunun sınıfsal boyutunu göremeyen bir bakış açısı. Zira çevre meselesini ikincil çelişki diye tanımladığımız; ya da işçi sınıfı sadece kendisi de zarar gördüğü için mücadeleye katılmalı dediğimiz anda sorunun sınıfsal doğasını inkâr etmiş oluyoruz. Oysa hiçbir tekil kapitalist sadece doğayı tahrip etme amacıyla bir fabrika kurmaz. Sermaye sınıfının tek bir hedefi vardır, işçi sınıfına artı değer ürettirmek ve bunu sermaye birikimine dönüştürmek. Doğaya verilen zarar ise, üretimin hedeflenmeyen bir sonucudur. Yani önce emek sömürüsü başlar, doğa tahribatı bunu izler. Dolayısıyla emek sömürüsüne, ücretli emeğe dayalı bu sisteme, artı değer üretimine samimi ve sahici bir biçimde karşı çıkmayan emek örgütlerinden ekoloji mücadelesine katılmasını beklemek bence boş bir umuttur.

Süreyya Karacabey: Sermayenin “kâr odaklı mikro ölçekteki rasyonalitesiyle, toplumsal ve ekolojik makro rasyonalite” arasındaki uçurumu azaltabilecek kısmi reformlar mümkün mü? Bu konuda hükümetlerin imzaladığı protokoller vb. bir çözüm vaat edebilecek mi?

GAYE YILMAZ: Bu soru için özellikle teşekkür ederim. Toplumsal meşruiyeti de sağlanmış olan bu reformist çabalardan bir tanesi de Kyoto Protokolü (KP) adı verilen sözleşme. Bütün dünyada adeta isterik bir şekilde savunulan bu sözleşme, kirletmeyi önlemek yerine “kirleten öder” prensibiyle kirletmeyi bir hak olarak tanıyan Birleşmiş Milletler, BM’in eseri. Protokole göre, sanayileşme düzeyleri yüzünden atmosferi en fazla kirleten merkez ülkeler, çevre ülkelerde HES, RES, GES yatırımları yaptıklarında karbon borçları azaltılıyor. Protokolün bu maddesi, gelişmekte olan ülkelerdeki su varlıklarını ve eko sistemi tehdit ediyor ama bu kimsenin umurunda değil zira yenilenebilir enerji temiz ve zararsız bir enerji üretimi olarak kabul edilmiş durumda. Sınıf temelli örgütlenmelerin önünde duran en önemli görev, acilen bir Dünya Halkları için İklim Protokolü’nü kaleme almak. Kuşkusuz böyle bir protokolün dayanak noktası, değişim değerlerinin, metaların üretildiği kapitalizm yerine, sadece kullanım değerlerinin üretileceği başka bir toplum modeli olmak zorunda.

Bir diğer reformist çaba ise, “suyun ayak izleri” başlığı altında sıkça duyduğumuz bir hesaplama biçimi. Bireysel bilinçlenmeyi arttırma iddiasıyla hazırlanan bu düzenek bir dilim bifteğin, tek bir portakalın veya tek bir t-shirt ün üretilmesi için gereken ya da bir fincan kahvenin masamıza geldiği ana kadar geçirdiği süreçlerde kullanılan su miktarlarını hesaplıyor ve yayınlıyor. İlk anda çok mantıklı ve son derece gerekli bir çaba gibi görünüyor. Ama dikkat çeken garip bir durum var, verilen örnekler sadece tarım ve hayvancılık alanından. Örneğin bir el bombasının, bir savaş tankının, bir tomanın veya göz yaşartıcı gazın, ya da devasa AVM’ler, gökdelenler, otomobiller ve uçakların üretiminde kullanılan su miktarlarına dair en ufak bir bilgi göremezsiniz bu çalışmalarda. O zaman bu spesifik çalışmayı yapmanın bir nedeni olmalı. Tarımda yeni sulama teknolojileriyle çalışan büyük çiftlikler hedeflenemeyeceğine göre geriye sadece geçimlik tarımın tasfiyesi kalıyor. Başka bir deyişle, sermayenin organik aydınları bir taşla iki kuş vurma hesabı yapıyor. Bir yandan suyun metalaşmasına karşı en fazla direnç gösterebilecek bir kesimin, geçimlik tarım yapanların tasfiyesi, bir yandan da tarım alanlarında geriye kalan son mevziinin de yerle bir edilmesi suretiyle tarımda tam metalaşma sürecine geçilmesi.

Süreyya Karacabey: Fosil enerjiye karşı yükselen sesler yenilenebilir enerji kaynaklarını bir çözüm yolu olarak gösteriyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

GAYE YILMAZ: Gerek Türkiye’de gerekse dünyada bugün mevcut yeşil hareketlerin ilham aldığı alan en çok yenilenebilir enerji üretimleri olagelmiştir özellikle 1960’lardan bu yana. “Rüzgâr, Güneş bize yeter!” sloganını hepimiz hatırlarız. Fakat bu yeni süreçte, rüzgâr, güneş ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji alanlarının da metalaştırılma döngüsüne dahil edilmesi yeşil hareketlerin kendi eylem ve söylemlerini yeniden mercek altına yatırmalarını gerektiriyor. Bugün başka bir dünyada yaşıyor olsaydık, bu dünyada ihtiyaçların, kullanım değerlerinin üretimine dayalı bir toplumsal sistem olsaydı kuşkusuz ben de fosil yerine yenilenebilir enerji üretimlerini desteklerdim. Ama HES mezarlığına dönen kurumuş dere yatakları, Çin Dalahaya’da rüzgâr santrali için Neodymium madenciliği yapan işçilerin ve ailelerinin kitlesel ölümleri, bereketli toprakların üstünü örten devasa güneş panelleri yüzünden önü alınamayan açlık ve bu panellerin düzenli olarak yıkanması için yüzbinlerce ton tatlı suyun heba ediliyor olmasını düşündüğümde bize önerilenin iki cehennemden birini seçmek olduğunu düşünüyorum: fosil ve yenilenebilir enerji. Ve ben Gaye olarak böyle sınırlandırılmış bir seçim yapmayı kabul etmiyorum.

Süreyya Karacabey: Bir uygarlık biçiminin sonuna geldiğimize ait önemli bilgiler içeriyor Gaye Yılmaz’ın anlattıkları, kapitalistlerin eski fütursuzluklarının önünde şimdi sadece yapıp ettiklerinin yıkıcı sonuçlarını öngören eleştirel teorisyenler yok, eleştiri, doğadan felaket olarak hepimizin, bütün canlıların başına yağıyor ve sistem, -azınlığın kalpsiz gerçekliğini meşru bir gerçeklik olarak yaygınlaştıran sistem- onu tek seçenekmiş gibi sunan teorisyenleriyle birlikte, ne kadar bağırırsa bağırsın çökmüş durumda, türlerini sürdürmeye çalışan canlıların varolma hakkıyla, sermayenin kazanma hakkı hiç bu kadar açık karşı karşıya gelmemişti. Bizim geleceğimiz, su kaynaklarının, tarım alanlarının, ormanlık bölgelerin geleceği, acil önlemlere ihtiyaç duyuyor ve bu da sermaye sınıfına, bankalara bırakılamayacak kadar önemli. Sadık Hidayet’in anlatılarından birinde Butimar adlı bir kuştan söz edilir, okyanusun kıyısında duran ama sular bitecek endişesiyle bir damla su içemediği için susuzluktan ölen Butimar. Bu söyleşi Butimar’a gelsin ve bencilliği, sahip olmayı insanın doğasıymış gibi tarif ederek, bir yalanla kendi gerçekliğini işleten bu korkunç sistemin yıkılacağı günlere de bir ortak imge olarak kalsın.