2013, Müteahhit Hulusi:
“Eniştemi kaybettik” dedi. Sonra kardeşi geldi; birlikte, ailesinin yaşadığı şehre gittiler. Ona bir haftalık izin verdim. “Önce aile, sonra iş” dedim izni verirken. Sözümü üç kez tekrarladım. Ne dediğimi anlıyor. Aile bağlarının değerini bilen bir kız. Bu zamanda sık rastlanmayan bir meziyet bu. Onu şirketteki kızlardan ayrı bir yere koyuyorum. Akraba ziyaretlerinden yaşıtları gibi yüksünmüyor. Annesiyle babasıyla her gün telefonda konuşuyor, ailesinin bütün sıkıntılarıyla ilgileniyor, yardımlarına ilk önce o koşuyor. “Eniştemi kaybettik” dedi. İkinci cümleyi kurmadan ona bir hafta izin verdim. “Çok üzüldüm” dedim. “Başın sağolsun” dedim. “Hiç durma, bırak işi falan” dedim. Hemen gönderdim.
2013, Parla:
Teyzem bizi görünce gözyaşlarını tutamadı. Kollarını hararetle boynumuza doladı; “Her şey birdenbire oldu” dedi. “Kahvaltıdan sonra kahvesini götürmüştüm. Onu koltuğunda hareketsiz buldum.”.
Teyzem kırk üç yıldır her sabah kahvaltıdan sonra enişteme az şekerli Türk kahvesi yapar. Teyzem kırk üç yıldır her sabah erkenden uyanıp enişteme pirinç unundan yoğurt çorbası ve sonra pekmezli yulaf ezmesi hazırlar. Kırk üç yıldır her gece, teyzem uykuya eniştemin sol koltuğunda, başı onun göğsünde dalar. Teyzem öyle söylüyor.
Teyzem ağlıyor. “Birbirimize karşı bir kere bile kötü bir söz söylemedik” diyor. “Evden çıkmadan önce beni şefkatle alnımdan öperdi” diyor. Ona sarılıyorum. Balla karıştırdığım ıhlamur çayını içmesi için ısrar ediyorum. Ellerini sıkıca avcumun içinde tutuyorum. Ağlıyor. Arkadaşlarımdan acımı paylaştıklarına dair mesajlar geliyor. Her birine bu zor günümde yanımda oldukları için ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
1997, Emre:
Evdeki büyük davet sofrası çoktan hazır. Yetişkinler birer ikişer sofraya geçiyorlar. Yüksek perdeden kahkahalar, konuşmalar, masayla mutfak arasında hızlı hızlı gidip gelen bacaklar, taşınanlar; bu hengâme arasında Perişan’ı bir türlü bulamıyorum. Annem en yumuşak ifadesiyle “Hayır, onun üzerindeki canım” derken gözleri birden beni fark ediyor; yüzü bana bakarken ve bu yüzü benden başka kimse görmezken o tatlı, mütebessim ifade de bu yüzden artık tamamen kayboluyor. Kızgın kollar -bu kızgın kollar, kızgın yüzün bir şekilde uzantısı olmalı!- beni kolumdan tuttuğu gibi arka odaya sürüklüyor ve:
– Allah aşkına, ablan nerde, diye fısıldıyor telaşlı bir öfkeyle. Kimse gelmeden önce ne güzel yardım ediyordu. Birden yok oldu ortalıktan! Herkes onu soruyor. Yemeğe başlıyoruz birazdan. Git çabuk bul onu. Hemen! Ne diyeceğim ben herkese?
Hiçbir şey söylemeden annemin yüzüne bakıyorum. Bu yüzü gören herkes, ablam şimdi ortaya çıkıp o masaya oturmazsa bütün dünya annemin başına yıkılacak sanır. Gezegenlerin barışı ablamın şimdi anneminki gibi gülümseyen bir yüzle ortaya çıkıp misafirlere “Hoşgeldin” demesine bağlı sanır. Annem çaresizce çırpınıyor. O kadar çaresiz ki, beni birden öfkeyle tutup sarsarak:
– Söylesene, diyor; ne cehennemde ablan? Cevap ver!
Kendimi bu kollardan kurtarıyorum ve omuzlarımı silkerek uzaklaşıyorum annemin yanımdan. Annem boş odalara bir bir girerek “Parla” diye sesleniyor; “Parla! Neredesin kızım? Nereye kayboldun? Çık çabuk!”.
Ben de her yerde arıyorum; ama ablamı değil, Perişan’ı. Ablamın şimdi arka odalardan birindeki demir masanın altında saklandığını biliyorum. Dizlerini göğsüne çekmiş vaziyette, korkudan tir tir titreyerek, bana acılı bakışlarla bakarak oturuyor orada. Herkes gidip de eninde sonunda o masanın altından çıkmak zorunda kaldığında işiteceği azarları, alacağı cezaları düşünüyor. Gidip sessizce oturuyorum karşısında. Orada olduğunu kimseye söylemiyorum. Ben ablamın korkulu, paramparça bakışlarını görüyorum; benim dışımdaki herkes ablamın saklandığını görüyor.
Annemin mutluluktan şakıyan sesi geliyor salondan. Herkes gidip bizimle baş başa kalacağı âna kadar, bu sonsuz derecede hoşgörülü insan eksilmeyecek suratından.
2013, Parla:
Teyzem nihayet uykuya daldı. Onu uyandırmamak için usulca yıkıyorum bulaşıkları. Çok iyi bildiğim bir mutfak bu. Küçük bir kızken de yıkardım aynı tabakları. Aynı evyede.
1999, Emre:
Ablam:
– Oraya gitmek istemiyorum, diye ağlıyor. Oraya gitmek istemiyorum! İstemiyorum!
– Sus artık, diyor annem. Hasta teyzeni yalnız mı bırakacaksın? Beni daha çok sinirlendirmeden çık git artık şu evden. Seni bekliyorlar! İhtiyaç var sana orada, anlamıyor musun?
– Hayır, diye ağlıyor ablam. İstemiyorum; gönderme beni artık oraya!
Belki bir saati geçti, ablam böyle ağlıyor. Annem sonunda kırmızı bir burun ve şişmiş gözlerle ablamı gönderecek oraya. Hep gönderir. Ablam, gönderilmeden önce hep ağlar.
Arabaları yarıştırdığım yerden başımı kaldırıyorum ve:
– Eniştem ablamın canını yakıyor, diyorum. Onu zorla kucağına oturtuyor, ağlatıyor.
– Saçmasapan konuşma, diyor annem öfkeyle. Enişten ablanı kızı yerine koyuyor. Kucağına oturtup çocuk gibi şımartacak kadar seviyor onu. Ablanın yaptığı şımarıklıktan başka bir şey değil. Eniştenle teyzenin sevgisinin karşısında, nankörlük bu!
Kırmızı arabayı yeşil arabanın önüne koyuyorum.
– Ablam eniştemin kucağında hep ağlıyor, diyorum. Kapı arkalarında, karanlık odalarda hep ağlıyor.
– Çok konuşma, diyerek susturuyor annem beni. Çocuklar öyle her lafa karışmaz. Anlamadığın işlere burun sokma. Teyzenin yardıma ihtiyacı var. Ablanı bekliyor.
Pencere aralık, perdeler sallanıyor. Güneş ışığı kırmızı arabanın üzerine bir düşüp bir kayboluyor. Arabanın kapısının kırılmış olduğunu o zaman fark ediyorum. Ablam yüzünü saklayarak ağlıyor, annem ablama bağırıyor. Ablamın yüzünü sakladığı kollarında morluklar var. Uzun saçları kollarını kapatıyor.
2013, Parla:
Sonra suya koydum çiçekleri. Yedi adet zambak. Vazo da beyazdı.
2013, Müteahhit Hulusi:
Tam “aile kızı”. Tam, aile kurulacak bir kız. Şirkette onun gibisi yok. Derli toplu. Hanım hanımcık. Üstü başı hep düzgün. Diğerleri gibi bara diskoya da gitmez.
2007, Emre:
Anahtarla açıyorum kapıyı. Tek başına karanlıkta oturuyor. Kımıldamadan.
– Seni merak ettim, diyorum. Üç haftadır gitmemişsin okula. Sınavlara da girmemişsin.
Bakıyor. Sesini çıkarmıyor.
Pencereyi açıyorum.
– Hiç çıkmadın mı evden, diye soruyorum. Ne yedin ne içtin bu kadar zamandır? Hep yalnız mı oturdun burada böyle? Dolapta yiyecek bir şeylerin var mı bari?
Bakıyor.
– Bir kere alışverişe çıktım, diyor boşluğa konuşur gibi dingin bir sesle. Günlerdir hazırladığım o uzun “yapılacaklar” listesini düşürmüşüm yolda. O kadar uzun zamandır çıkmamıştım ki dışarı, alışveriş listemi düşürünce birkaç haftalık hayatımı düşürmüşüm gibi hissettim. O günkü hayatımı düşürmüşüm gibi hissettim.
Sırtını duvara yaslamış. Yerde oturuyor. Pencereden dışarı bakıyor. Ama dışarısını görmediğini biliyorum.
– Okulun kantininde oturuyorduk, sonra o girdi içeri, diyor, yine kendi kendisine mırıldanır gibi. O kadar dik, kendinden o kadar emin bir duruşu vardı ki, çok güzel olduğundan hepimiz emin olduk. Hepimiz gibi o da…
Pencereden dışarı bakıyor. Omuzları o kadar düşük, duruşu o kadar çekingen, yürüyüşü o kadar korkak ki, güzel olduğunu düşünmek hiçbirimizin aklına gelmiyor. Ama güzel. Hep toplu saçlarının, her yanını örten kıyafetlerinin, sadeliğinin, iddiasızlığının içinden, arkasından güzel. Bakıyor ama görmüyor. Bakıyoruz ama onu görmüyoruz.
“Onu kaybettin…”… diyor muyum soruyor muyum bilmiyorum…
– Evet, diyor, aynı kayıp sesle. Ama yoksa o listeyi hiç yazmadım ve hiç dışarı çıkmadım mı?
2013, Parla:
“Beni hiç üzmedi” diyor teyzem; “Ölümü bile beni üzmeyi hiç istemezmiş gibi birdenbire, sessizce.”.
2013, Müteahhit Hulusi:
Aklı havada zamane kızlarına hiç benzemiyor. Ne konuştuğunu biliyor. Hiç öyle açık saçık da giyinmiyor. Her hareketi ölçülü. Tam, birlikte yuva kurulacak bir kız. Tam aile kızı.
2000, Emre:
– Dün geldiğimizde yine yanımıza çıkmadı, diyor teyzem anneme. Bir sorunu mu var?
Annem içini çekiyor:
– Ergenlik işte…
– Ergenlik deyip geçmekle olur mu; götürsene çocuğu bir doktora! Ay çok üzülüyorum ama ben. Ne olacak bunun hali böyle?
1997, Emre:
Ablamı masanın altında buluyorum. Dizlerini göğsüne çekmiş, sarsıla sarsıla ağlıyor. Bacakları mor, ağlıyor. Masanın altından başka gidecek hiçbir yeri yok. Kucağına Perişan’ı bırakıyorum.