Erken Cumhuriyet Döneminde Yurttaşlığın Militarizasyonu

Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde sivil kurum ve kuruluşlara, okullara, kamusal ve özel alanlara ve ev içlerine kışladan yayılan bir ruh vardı. Cumhuriyet rejiminin militarist bir yorumunun hayata geçirildiği ülke genelinde yurttaşlık tanımının da vazifelerle yüklü ve devlet merkezli “militan bir yurttaşlık”[1] olması kaçınılmazdı. Bu “görev eksenli yurttaşlık”[2] anlayışının, eğitim, iş hayatı, aile gibi toplumdaki bütün disipline edici, totaliter ve tektipleştirici baskı aygıtlarından daha ağır basan ve en önemli kaynağı ise zorunlu askerlik hizmetidir. Gerçekten de, yalnızca erkek nüfusu muhatap kabul etse de, kendi bünyesinde uyguladığı her türlü kuralın (örn. üste itaat), sivil hayatta bir karşılığı olduğunu şaşmaz doğrular olarak öğreten ordu, sivil hayata dönen bireylerin edindikleri bilgileri rejimi temsil eden bütün kurum ve kişilere itaat olarak dönüştürmelerini sağlar; böylelikle de, yalnızca bir kurum olarak değil aynı zamanda bir ideoloji olarak kendisini tekrar üretmiştir. “Her Türk asker doğar” söyleminin içinde, her yurttaşın yaşamı boyunca muvazzaf bir asker bilinciyle disiplinli ve itaatkâr olması ve en önemlisi doğumundan itibaren taşıdığı görünmez üniformanın içinde tektipleşmesi anlamları saklıdır. Söz konusu tek tip yurttaşın üretiminde ise aşağıda da örneklerle gösterileceği gibi dönemin askerî ve sivil yazınının büyük payı vardır.

Savaş şartlarının ortadan kalktığı, II. Dünya Savaşı’nın ufukta herhangi bir işaret göstermediği yıllarda bu türden kitapların ordu için hazırlanmaya devam etmesi devamlı bir “teyakkuz” haline işaret etmektedir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için Sevr Antlaşması (1920) korkutucu anıları canlandırdığı için çatı katına kilitlenmiş ancak ev sakinlerinin her an oradan evin salonuna inmesini bekledikleri bir hayalettir. Ordu bu “ev” metaforunda, gerekli teçhizata sahip olmadığı için kendini koruyamayan ev halkının ve evin güvenliği için her an kendini feda edecek, gözü pek, vazifeşinas bir koruyucu olarak tasavvur edilebilir.

50’li yıllarda radyoda yayınlanan “Ordu Saati”[3] programı sayesinde nüfusun büyük kesimine ulaşma şansı bulan yüksek rütbeli askerler erken Cumhuriyet döneminde ciddi bir askerî külliyat üretmişlerdir. Bu kitaplarda temel askerî bilgilerin yanında disiplin, vazife, hiyerarşi, sadakat vb. konularda verilen bilgiler ülke nüfusunun en azından yarısına ulaşıyor;[4] askerlik hizmetini tamamlayan yurttaşlardan burada edindikleri davranış ve tutumları sivil hayatta da devam ettirmeleri isteniyor ve böylelikle bütün toplumun askerî bir eğitim/terbiye çarkından geçirilmesi amaçlanıyordu.[5] Büyük kısmı kıdemli askerler veya din görevlileri tarafından yazıldığı görülen bu kitapların erken örnekleri dinî kozmoloji üzerine kurulu şehitlik ve vatan sevgisi gibi kavramları öne çıkarırken 1930’lardan sonra kaleme alınan geç örneklerinin bu alanı kategorik olarak reddetmemekle birlikte büyük oranda içerikte değişime uğrattıkları, “dinî” olanı “vatanî” olana dönüştürdükleri görülür. Örneğin, kapağında “Diyanet İşleri Reisliği Heyet-i Müşaveresi A’zasından Köy Hocası Gazetesi Sahib-i İmtiyazı” olduğu belirtilen Uryânîzâde Ali Vahid’in “Erkân-ı Harbiyemizin ordu içün din tedrisatına münasib bir kitabın yazılması hakkındaki müsabakada birinciliği kazanmıştır” notuyla yayımlanan Asker İlmilhâli (1927) kitabında şehitlik, cesaret, itaat, vatanseverlik, çalışkanlık gibi konular bir paragrafta iç içe geçirilerek verilir:

“İşte bunun için biz askerlikte gözümüzü dört açacağız. Küçük büyük başımızdakilerin kumandasına kendimizi uyduracağız. Haşa korkmak kaçmak gibi şeyleri hatır ve hayalimizden geçirmeyeceğiz. Öl denilen yerde öleceğiz! Kal denilen yerde kalacağız. Başka hiçbir şey düşünmeyeceğiz. Şehit düşersek kanımızı, canımızı pek pahalı satacak, millete, memlekete karşı vazifemizi yapmış olacağız. Gazi kalırsak ileride vatanımıza karşı daha kıymetli işler yapmak için çalışacağız.” (s. 419-420)

Burada oluşturulan vatan-din-vazife özdeşliği içinden zamanla dinin çıkarılıp yerine ırkın yerleştirildiği gözlenir. Örneğin Askerin Ders Kitabı’nda (1934) Türklerin yeryüzünün en eski milleti olduğu, askerlik yetenekleri sayesinde diğer milletlere medeniyet öğrettikleri anlatılırken tek tek erlerden bu “şerefli” tarihe uygun hareket etmeleri, canlarını ortaya koyarak hiçbir fedakârlıktan kaçınmamaları gerektiği vurgulanır. Bu kitapta ve diğer asker ders kitaplarında askerin şehitlik kültüne uygun olarak canını feda etme noktasına ulaşmasını sağlamak için birtakım kurum içi kodların öne çıkarıldığı görülür. Bunlar, genel anlamda, “disiplin,” “itaat” ve “vazife” kavramları etrafında şekillenen “ideal” erkeklik, ast-üst ilişkileri, verilen emirleri eksiksiz yerine getirme, selamlama, kışla içinde hal ve hareket gibi konular öne çıkar. Askerî yazında her anlamda önemli bir yeri olan bu kitabı özel kılan yanlarından biri de üste itaat gibi askerlikle ilgili hemen bütün değer ve ilkenin “ulusal öz”e dayandırılıyor olmasıdır. Buna göre, “büyüklere hürmet, canı gönülden itaat, arkadaşlara yardım, el birliği ile iş görmek Türklerin dünyaca şöhret bulmuş iyi huylarındandır” (s. 4). Ayrıca, üste koşulsuz şartsız itaat, savaş gibi hayatî şartlarda anlamlı olsa da bunun yalnızca askerin veya uğruna savaşılan yurttaşların hayatta kalmasıyla ilgili olmadığı söylenebilir. Bu kitaplarda ayrıcalıklı bir zümre olarak beliren komutanlar, “cahil ve kaba köylüler”den oluşan askerlerin her anlamda hamisidir. Aynı kitapta, ailede yarım kalan terbiyenin komutanlar tarafından tamamlandığı, komutanların erlerini iyi yollara sevk ederek kötü yollardan çevirdikleri, bilinmesi gereken her şeyi öğrettikleri, zayıf bilekleri çeliğe çevirdikleri, insana şeref kazandırdıkları, “hulâsa hak yolunu, insanlığı, büyüklüğü, mertliği, silahşorluğu onlar[ın] öğret[tiği]” söylenir (s. 13). Dönemin en önemli kalemlerinden Ayşe Afetinan ise ast-üst ilişkilerini sevgi ve güvene dayalı hiyerarşik bir terbiye edimi olarak gördüğünü şu sözlerle ifade eder: “Mafevkler madunlara bakarlar; onları yetiştirirler. Madunlar dahi mafevklere bilerek ve isteyerek itaat ederler. Umumiyetle, birbirlerine muhabbet ve itimat, arkadaşlığın en büyük iki icabıdır” (s. 34. Vurgu orijinal).

Askere yönelik ders kitaplarında ordunun moral gücüne bu denli özen gösterilmesinin bir nedeni de savaştan çıkmış yeni Türkiye’nin orduyu finanse etme konusunda yaşadığı sıkıntıdır. Gerçekten de bu kitaplara bakıldığında bunların içerikteki yoğun propagandif/ajitatif dil nedeniyle bir mesleğe yönelik bilgi/teori kitapları olduklarını düşünmek zordur. Örneğin, Büyük Erkânıharbiye Matbaası’nın 1934’te bastığı Askerin Ders Kitabı’nda “Meslek Bilgisi” başlığı altında verilen doğruluk, disiplin, cesaret ve şecaat gibi konuların geniş kapsamında, kurumsal, tarihî, coğrafî bilgilere ve askerlik, yurttaşlık görevlerine ayrılan sayfaların çokluğuna rağmen “Silah Bilgisi” başlığının kitabın geneline kıyasla kısa tutulduğu görülür. Bunda, maddî kaynakların kısıtlılığı kadar dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın orduyu çağın gerisinde bırakan geleneksel askerlik anlayışının etkisi olduğu bilinmektedir. Gerçekten de Türk ordusu, II. Dünya Savaşı yıllarına I. Dünya Savaşı teknolojisiyle ulaşan az sayıdaki ordudan biriydi.

Büyük kısmı “iç hizmete özel” hazırlanan ders kitaplarında anlatılan milliyetçi ve muhafazakâr değerler arasında vazife kavramının öne çıktığı görülür. Askerlik hizmetinin erkek yurttaşlar üzerinde bir “vatandaşlık borcu” olmasından başlayarak nöbet tutmak gibi askerde verilen görevlerin kutsallığına kadar genişleyen bir yelpazede meslekî-sivil sorumlulukların tamamına tekabül eden vazife kavramı “ideal asker-yurttaş” üretiminde anahtar rol oynar. “Vazifelerle yükümlü” militer yurttaşlık tanımının oluşmasında bireyleri kışlada bekleyen vazifelerin birincil payı bulunmaktadır. Asker ders kitaplarında vergi vermek ve oy kullanmakla beraber en büyük “vatandaşlık vazifesi” olarak tanımlanan askerlik çağrısına kulak vererek kışlaya gelen yurttaşların burada sıkı bir disiplin ve itaat örgüsü içinde yerine getirecekleri vazifeler sayesinde sivil hayatta da resmî ideolojinin “ideal” yurttaşlık ölçütlerini devam ettirecekleri ve askerliğin “en birinci ve en mukaddes vazife; hür[r]iyet, istiklâl, serbest çalışma[nın] bu vazifenin karşılığı olan hak”[6] olduğu dile getirilir.

Vazife gibi, kışlalar ve okullar için hazırlanan ders kitaplarında öne çıkan disiplin, vb. militarist değerlerin erken Cumhuriyet romanlarında söz konusu tek tip yurttaş üretimi için etkin şekilde kullanılması dönemin askerî ve sivil yazınlar arasındaki en çarpıcı koşutluklardan birini oluşturur. Örneğin, Müfide Ferit [Tek]’in Pervaneler (1924) romanında vatansever karakterler olarak verilen Doktor Burhan ve Sami’nin Amerika’ya gitme düşleri kuran Leman ve Nesime hakkında konuşmalarının bir yerinde şöyle bir cümle geçer: “Türklük nedir? İzzet-i nefis nedir? Millet aşkı nedir? Vazife nedir? Hiç anlamıyorlar? Henüz milliyetin çağıran ve bağlayan sesini kalplerinde duymamışlar” (s. 75). Milliyetçi yazarların bir vazife kabul ettiği “millet aşkı” bütün iyi (milliyetçi) karakterlerin “öz”ünde yerleşiktir. Türklük ile vazife bilincini özdeşleştiren Müfide Ferit’in romanında Amerika’da yaşamak istedikleri için ulusal bilinçten uzak, yabancı kültür etkisiyle “kozmopolitleşmiş” kişiler olarak gösterilen Leman ve diğerleri dejenere tiplerdir.

Kurtuluş Savaşı romanları monografilerinde ismine rastlanmayan ve yazarı gibi bilinmeyen eserlerden biri A. Adnan [Bilget]’in Ateş Hattı (1933) romanıdır. Ağırlıklı olarak Bilget’in romanı İzmir’in Yunanlar tarafından işgali ve Türk ordusu tarafından geri alınmasını konu eder. Romanın hemen başında romanın anlatıcısı yazar Yüksel Bey’in sadık bir okurundan aldığı mektupta şunlar yazılıdır:

“Şüphesiz ki bu dakikada dimağınız en yüksek memleket işleriyle meşguldür. (Mustafa Kemal)in adı arkasında yürüyen Türk çocuklarının kahramanca savaşı sizi sarhoş etmiştir. Değerli kaleminiz bu ulu savaşın destanını en özlü sözlerle yer yer hazırlamakla uğraşıyor. Bu yoldaki gayretiniz ‘Sessiz dere’ köyündeki Türk çocuklarının minnetini kazanıyor.” (s. 3)

Ancak okuyucuları dört duvar arasında yazılan bu eserlerde gerçeği bulamıyor ve yazılar onlara çok yabancı geliyordur. Kendisine yapılan sahada çalışma davetine icabet ederek “Türk köylüsünün gönlünde yanan memleket ateşini yakından tespit [etmek]” ve “Türk köylüsünün millî mücadeleyi ne suretle karşıladığını görmek” (s. 35, 53) için Sessiz Dere Köyü’ne giden Yüksel Bey burada milli mücadele için çalışan, eğitim ve kalkınma seferberliği başlatan Işık’la tanışır. Işık on sekiz yaşında geldiği köyde “köylü ruhlar” “toprak adamları” “toprak mahkûmları” (s. 17, 25) dediği insanların sevgilisi haline gelmiştir. Ordudaki herkesin ismini bildiği Işık, İzmir’in işgal edildiği günden beri orduyla sürekli iletişim halindedir. Mustafa Kemal’le düzenli olarak mektuplaşır (s. 43). Bir köylünün ifadesiyle, “Posta neferleri her sabah (Mustafa Kemal) ordusundan kızımıza, ‘Sessiz dere’nin kızına mektuplar getirir, Işık onları büyük bir dikkatle okur ve yaptığı işleri aynı neferlerle millî mücadele kumandanına bildirir” (s. 5). Köyde Işık’ın en büyük yardımcısı küçük Engin ise ona hayranlıkla bakar: “Işık abla da millî ordudandır” diyerek bütün köyü ona yardım etmeye çağırır. Işık köyde ilk iş bir İnkılâp Mektebi” kurar ve büyük küçük herkesin devamını sağladığı okulda köylüleri “vatanî hikâyeler ve meseleler üzerine heyecana getir[ir]” (s. 17). Işık Yunanları İzmir’den çıkarmak için işbirliği içinde olduğu ordudan, yine bir anakronizm örneği olarak, “Kemalist ordusu” (s. 31) diye söz eder. Romanın sonunda İzmir kurtulur, Yüksel Bey’le Işık’ın aşk yuvası kurulurken Mustafa Kemal bütün bu mutluluğun arkasındaki mütevazı kahraman olarak belirir (s. 58-60).

İç kapağında “Millî Roman” ibaresi taşıyan eserde Sessiz Dere Köyü’nde Milli Mücadele için çalışan Işık taşıdığı isim sembolizmiyle Fransız Devrimi’nin Marianne’ını hatırlatır. Köyün sokaklarında adeta bir azize gibi gezer, “millet şarkıları” söyler ve taassup içinde gördüğü köylüyü “aydınlatmak” için Milli Mücadele’nin amacını ve Kemalizm’in ilkelerini yaydığı “İnkılâp Mektebi”ni kurar (s. 7, 15). Işık’ın Sessiz Dere Köyü’nde başlattığı kalkınma/eğitim hamlesinin ve ulusal bağımsızlığın temel dayanağı olarak vazife bilinci işlenir ve bu da hep askerî durumlar üzerinden verilir. Örneğin, “Büyük Savaşta askerî özü olan bir tepeyi millî sınırlar arasına almak için” kumandanı tarafından görevlendirilen bir zabitin verilen “şeref sözünü” yerine getiremediği için kendi silahından çıkan kurşunla intihar ettiği anlatılır (s. 57).

Vazife bilincinin yanı sıra erkeklik, savaşkanlık, itaat, fedakârlık vb. hasletler bir “ulusal öz bütünü” olarak düşünülen milliyetçiliğin içinde kendiliğinden gelir. Mükerrem Kâmil Su’nun Sevgim ve Istırabım (1936) romanında savaşa katılmak üzere yola çıkan Metin, Gülseren’e, “Vazife yalnız bence değil, senin gibi münevver bir Türk kızı için de elbet her şeyden üstündür.” deyip vedalaştıktan sonra Gülseren’in erkeğine ve vatanına bağlılığı Freudyen bir okumaya lüzum bırakmayacak kadar cinsiyetçi ifadelerle tarif edilir: “Vatan kurtuluşunun mevzubahs olduğu bir dakikada Türk kızına düşen vazife, erkeğinin silâhı karşısında hürmetle eğilmek değil midir?” (s. 56-57) Hasan Sükûti [Tükel]’in Siyah Örtü (1934) romanında Metin kadar şanslı olmayan N. Bey nişanlısına alelacele veda ederken “Ah –vazife! Ne mukaddes şeysin. Bir nişanlının elini bile sıktırmıyorsun.” diye düşünür (s. 95).

Niyazi Durusoy’un tek romanı Bağlar Arasından’ın (1936) başkahramanı Bülent de askerlik hizmetini bir borç olarak görür. Kimsesiz bir çocuk olarak büyüyen Bülent yatılı okullarda devletin tanıdığı imkânlarla öğrenim görmesinden dolayı derin minnet duyguları içindedir. Zengin arkadaşlarının gönül indirdiği bütün işleri seve seve yapmaya hazır olması da, birçoklarının yarıda bıraktıkları maden mühendisliği eğitimini tamamlaması da bu yüzdendir. Ancak Bülent için “vatan borcu”nu ödemenin en etkin yolu askerlik yapmaktır. Birliğine katılmak üzere çıktığı yolda, “vatanın biz gençlerden beklediği bir borcun yolundayız” diye düşünür ve şöyle devam eder: “Öyle bir borç ki ne zenginlerin kasasile, ne nüfuzların iltimasile ödenemez. Bu, dünü ve yarını düşünen bir gencin kalbinden gelen bir sevinçle başaracağı ve kafa ve beden çalışmasile ödenebilir” (s. 41).

Madencilik eğitimi almak için Avrupa’ya giden Bülent gibi, Sevgisi Göklerde (1938) romanında Ferda da babası gibi bir ziraatçı olmak üzere yurtdışına çıkar. Bir tesadüf sonucu tanıştığı pilot Raten’le gerilimli bir aşk yaşar. Ferda, Raten’in etkisiyle ziraat eğitimini bırakarak pilotluk eğitimine başlar. İkisi de asker olan âşıkların vazife bilinci onları birleşmekten men eder. Geçirdiği uçak kazasında Ferda’nın kollarında can veren Raten’in son sözleri aşkla değil, vazifeyle ilgilidir: “Ferda gözlerini berrak semaya dikmiş Raten’in son sözlerini tekrarlıyordu. Mefkûresi uğrunda ölmek herkese nasip olmıyan bir şey…” (s. 22) Vazife vurgusu aynı cümlelerle birkaç defa daha ortaya çıkar: “Zaten Ratence dünyada en mukaddes şey vatan ve vazife idi.”; “Ferdaca en mukaddes şey vatan ve vazife değil miydi?..” (s. 27, 29, 59) Her üç örnekte de vazife aşkının bir tür sublimasyondan geçerek gerçek aşka ve dolayısıyla bireylerin cinselliklerine ket vurduğu söylenebilir.

Vatanseverliğin, “Her sevgimizde vatan sevgisi de karışık olmalı ve her şey onun için yapılmalıdır…” (s. 180) sözleriyle tanımlandığı ve hâkim duygu durumu olarak insan hayatının her alanını yeniden şekillendirdiği bir başka Kurtuluş Savaşı romanı olan Etem İzzet [Benice]’nin Aşk Güneşi’nde (1930) Hasan’la Hamra aynı evde kardeş olarak büyürler. Ancak kardeş olmadıklarını bilen iki genç arasında gizli bir aşk vardır. Hasan I. Dünya Savaşı’na katılınca üvey annesi Hamra’yı evden kovar. Bir süre halasının yanında kalan Hamra, Milli Mücadele’ye milis kumandanı olarak katılan Hasan’ın yanına, Anadolu’ya geçer. Ancak Hasan düşmanla devamlı çatışma halinde olduğu için iki âşık kavuşamaz. Hamra, saray yanlılarının başlattıkları Bolu İsyanı’nın ardından Milli Mücadele’de hemşirelik yapar. İnönü ve Sakarya’da cephede ve cephe gerisinde savaşır. Sevdiği erkeği büyük bir sadakatle bekleyen Hamra onun şu sözlerini aklından hiç çıkarmaz: “Hamra ahlâkı ile, ilmi ile, seviyesi ile, edebiyat ve askerliği ile, her şeyiyle yeni bir Türkiye doğuyor. Biz hep yeni insanlarız. Yepyeni bir hüviyet. Bu coşkun emel selinin aramıza karıştırdığı dönme seciyelere bakma” (s. 214, abç). Romanda “insan aşk ve şehvetinin ifadesi değil vatan aşkının insan kılığına girip aramıza karışan timsali” (s. 113) olarak tanımlanan ve yeni insanın doğuşunu müjdeleyen Binbaşı Hasan’ın bu sözleri, tektipleşmenin hayatın her alanına yayılmasını imlemesi açısından büyük önem taşır. Buna göre, değişimin müjdelendiği alanlardan ikisi olan edebiyat ile askerlik yeni bir kimlik yaratılmasına hizmet ettiği kadar söz konusu “coşkun sel”i rafineleştirerek homojen bir yapı kazanmasını sağlayacaktır.

Burhan Cahit Morkaya’nın Harp Dönüşü (1928) adlı romanında Gazze Cephesi’ne giden Macit, yolda tanıştığı Mediha adındaki kadının kendisini Şam’da ağırlama teklifini İstanbul’daki sevgilisi Humret’e sadakatinden değil, vazife aşkından dolayı reddeder: “Rica ederim hanımefendi, ben omuzlarına vatanın müdafaası vazifesini almış genç bir zabitim. […] Ben Mekteb-i Mülkiye’den çıkmış bir gencim. Fakat askerlikte aldığım terbiye bana şunu öğretti ki bu mazbut meslekte yalnız verilen vazifeyi yapmak vardır. Ben de harbin sonuna kadar ancak verilen vazifeyi yapacağım” (s. 200). Öte yandan, Morkaya’nın romanlarında milliyetçi reflekslerin harekete geçirilmesi yurttaşların militarizasyonunun ve bireylerin tektipleşmesinin düşünsel boyutunu oluşturur. Örneğin, Rumlar, Burhan Cahit [Morkaya]’nın İzmir’in işgalini anlattığı İzmirin Romanı (1931) adlı eserinde Yunanlardan daha büyük bir tehlike olarak ortaya çıkarlar. 14 Mayıs akşamından Türklerin şehri tekrar ele geçirdikleri güne kadar İzmir’de yaşananların anlatıldığı bu belgesel romanda ulus-devletin kuruluşuna giden yolda mücadele eden bireyler için “uyanık” ifadesinin sık sık kullanıldığı görülür. “Gençlerden ve uyanık insanlardan mürekkep bir kafile” (s. 9) Yunanların şehre girişinin ardından bir araya gelip silahlanarak hapishanelerde tutuklu bulunan “uyanık gençleri serbest bırakmışlardır” (s. 13). Burhan Cahit’in Nişanlılar (1937) romanında Anadolu’ya geçen insanlara lojistik hizmeti veren İsmail Ağa “uyanık fikirli, iyi görmüş bir adam” (s. 12), Yüzbaşı Fikret’in karısı Nilüfer ise “zeki, uyanık ve güzel bir kız[dır]” (s. 81). Burhan Cahit’in diğer romanlarında tektipleşme olgusunu bireysellikten çıkararak daha siyasal bir alana çektiği görülür. Geç Osmanlı döneminin çalkantılı olaylarına yer verdiği romanlarında henüz cumhuriyet ilan edilmemişken ulus-devlet düşüncesini ve buna uygun bir yurttaş formasyonunu savunan karakterlere yer verir. Bu karakterler, ister asker ister sivil olsun, bireysel/liberal değerlere karşı, toplumsal/kurumsal hiyerarşiye sadık, görevlerini büyük bir sorumluluk bilinciyle yerine getiren, vatansever, disiplinli kişilerdir. Dünkülerin Romanı’nın (1934) aynı zamanda genç bir Osmanlı aydını olmaya aday başkahramanı İttihat ve Terakkicilerin takip ettikleri Osmanlıcılık düşüncesine şüpheyle yaklaşır; Türkçülüğü, bireyselciliğin ve liberal değerlerin karşıtı olarak savunur. Ona göre İttihatçılar, “Cemiyet hayatında fertlerin bir kıymet ifade etmeyeceklerini bilmiyorlardı[r]. Böyle inkılâp hayatında cemiyetin şuuruna istikamet vermek lazımdı[r]” (s. 148). Bu türden otoriter/totaliter düşüncelerin cumhuriyet rejimini yüceltmek adına dile getiriliyor olması söz konusu dönemde eser veren yazarların cumhuriyet değerlerinden anladıklarını yansıtması açısından önemlidir. Zira, totaliter bir cemiyet-fert diyalektiği yorumuna dayanan bu düşüncelerin birkaç sayfa öncesinde Ahmet Rıfkı hayalindeki partiyi şu sözlerle anlatır:

“Benim tasavvur ettiğim yüzünü tamamile Avrupaya çeviren ve programını çok radikal maddelerle dolduran bir fırka olacak. Bu fırkaya hacılar, hocalar girmeyecek. Hattâ Türkten gayri unsurların da burada işleri yoktur. Çünkü fırka bugünün siyasî çehresine göre tam milliyetperver bir fırka olacaktır.”

[…]

“Öyle bir fırka ki azası çok olmasın. Fakat hepsi bir fikir etrafında toplanmış imanlı ve bilhassa uyanık insanlar olsun. Bu fırkaya ne mahalle imamı, ne tekke şeyhi, ne kalem ketebesi, ne daire amiri, ne de vazifesi memleket müdafaası olan vatandaşlar [askerler] girmeyeceklerdir. (…) Daha sonra fırkayı kuracak ve yaşatacak olanların politika ve idare işlerinde dinin hiçbir rolü olmadığına iman etmiş olmaları lâzımdır. Bu fırkanın hükûmet teşkilâtında patrikane ile fetvahanenin yeri yoktur. Bu fırkanın bamteli nasyonalist olmasıdır.” (s. 144-146)

Burhan Cahit’in ismini vermeden ideolojisine, programına, bileşenlerine işaret ettiği bu parti, dile getirilen bütün nitelikleriyle kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tebellür eden ve romanın yazıldığı dönemde parti-devlet yapısını büyük oranda tamamlamış olan Cumhuriyet Halk Fırkası’dır. “Millet egemenliği”ni, milliyetçi ve totaliter değerlerle bezenmiş bir “Cumhuriyetçi militarizm” olarak yorumlayan bürokrat elitlerin elinde bu tuhaf bileşim, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi İslamcı/geleneksel düşünce dünyasını yıkmak için kullanışlı bir parti-devlet ideolojisine dönüşür. Benzer şekilde, genel seçimlerin yapıldığı, cumhuriyetçi rejimin görünürde bütün şartlarının yerine getirildiği bu otoriter sistem Osmanlı’nın çok-dinli, çok-kültürlü, çok-uluslu yapısını karalamak için güçlü argümanlar sağlar.

Nitekim Morkaya, Cumhuriyet’in henüz ilan edilmediği bir anlatı zamanında geçen bu romanlarla yerine getirdiği iktidar propagandası görevini Cumhuriyet Türkiyesi’ni anlattığı romanlarında farklı bir zemine taşır. İdeal Türkler, Burhan Cahit’in Patron (1935) romanının başkahramanı Suat Rahmi gibi Milli Mücadele’de görevini yerini getirmiş, düşmanla kıran kırana savaşmış, savaştan sonra ise Batılılarla iş hayatı ve sporun her alanında yarışabilen, uyanık, derin kavrayışlı, milliyetçi, modern ve sosyal bireylerdir. Bunun tersine, modernleşmenin getirdiği yaşam tarzına, zihin yapısına, şekilsel görünümlere direnen veya ayak uyduramayan bireyler küçümsenir. Savaşın sona ermesiyle hız kazanan ulus-devletleşme sürecinde tektipleştirme kriterleri, bu defa, laik ve Batılı yaşam tarzında aynılaşma/birleşme olarak ortaya çıkar.

Yaban’da (1932) millet tanımını “Türklük” üzerinden yapan Yakup Kadri, romanının kahramanı Ahmet Celâl’e yaşattığı aydın-köylü çatışmasında aradaki farklılıkları ortadan kaldırmak için öne sürdüğü “aynılıklar” dizgesinin, din dâhil, resmi ideolojinin ulus-devlet temeline yerleştirdiği ortaklıklar ve tektipleşme araçlarıyla örtüştüğü görülür:

“Bir gün… bir gün, onlara, ispat edebilecek miyim ki, ben bir ‘yaban’ değilim? Benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır. Aynı dili söylemekteyiz. Aynı tarihî ve coğrafî yollardan, hep birlikte gelmişizdir. Ispat edebilecek miyim ki, aynı Allah’ın kuluyuz! Aynı siyasî mukadderat, aynı sosyal bağlar, bizi kardeşlik, evlâtlık, analık babalık üstünde bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.” (s. 36)

Romanın çoklu katmanlardan biri olan aydın-köylü çatışmasının olumlu tarafı olarak gördüğü bu bağlılıkları değerlendiremeyenin ülkenin aydınları olduğunu söylerken bu konuda Türk edebiyatının en çok alıntılanan sorularını sorar: “Eğer, bilmiyorlarsa kabahat kimin?” “Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına, artık ne bekleyebiliriz?” (s. 181) Bu soruları soranın gözünde Cumhuriyet ilke ve değerlerini benimseyememiş, toplumsallaşamamış, kimsesiz, sevgisiz ve cahil kalmış bir halkın sorumlusu yine kendisidir. Ancak, her şeye rağmen, Cumhuriyet entelijansiyası “halka rağmen halk için” yürüttüğüne inandığı bu toplumsal dönüşümün zorlukları karşısında entelektüel bir seçkinciliğin gizli keyfini sürüyor; halk tabakaları arasında ortaya çıkan direniş karşısında daha da militan, ancak bir o kadar usa vurulmuş argümanlar üretiyordu. Dönemin rejimle mesafeli yazarları arasında zikredilen Refik Halit Karay’ın Yezidin Kızı (1937) romanında çoğunluk-azınlık ilişkilerine yaklaşımı burada sözü edilen baskıcı ve tektipleştirici bakış açısını yansıtır:

“Bence bu küçük varlıklar yaşadıkları ve barındıkları topraklarda, daha büyük felâketlere uğramamak için, çokluğa uymak yolunu tutmalıdırlar. Millet kelimesi tarifinin içinde mevcut bütün şartları toplamak bile bir millete, bir ayrı siyasi teşekkül imkânını veremiyor. Bazı milletçiklerin kalabalık ve seciyeli milletlere karışması ne o milletçikler, ne de beşer için bir felakettir.”[7]

Rejimin “muhalif” yazarları böyle olunca, kendini her anlamda Kemalist ilkelere adamış, başka bir deyişle varlığını Cumhuriyet idaresiyle gelen makam ve taltiflere borçlu aydın ve yazarların üreteceği bir külliyattan neler beklenebileceği az çok belirginleşmektedir. Son olarak, rejimin bir diğer persona non grata ismi Halide Edip Adıvar’a değinmek gerekmektedir. Bilindiği gibi, tek-parti yönetimine hazırlık niteliğindeki Takrir-i Sükûn Kanunu’nun (1925) ilanının ardından ülkeyi terk eden Halide Edip ve Adnan Adıvar çifti Türkiye’ye ancak 14 yıl sonra, Mustafa Kemal’in ölümünün sonrasında dönebilmişti. Mustafa Kemal (Ebedi Şef)’e kıyasla daha ılımlı bir kişiliğe sahip olan İsmet İnönü (Milli Şef)’in Adıvar çiftiyle birlikte “Atatürk küskünleri”nin tekrar yurda dönmelerinde ciddi emeği vardı. Refik Halit’in Kuzey Suriye çöllerinde tarihi kalıntılar arasında egzotik bir hikâye işleyen Yezidin Kızı’yla aynı tarihte yayımlanan Yolpalas Cinayeti’nde (1937) Halide Edip, İstanbul sosyetesinin “monden” hayatı içinde geçen entrikalı bir cinayet hikâyesi anlatır. Ancak yazarın suya sabuna dokunmaz görünen bu romanında ironik bir dil kullanarak yer yer sistem eleştirisi yaptığı görülür. Örneğin, zenginlerden biri bir konuşma sırasında, “Eğer ben bir gün kısmet olur da saylav [milletvekili] olursam ilk işim her sınıfa göre bir giyiniş, bir üniforma teklif etmek olacak. Yalnız milyonerler müstesna.” der (s. 32). Ancak totaliter rejimlerde veya kast sistemlerinde görülebilecek türden bir uygulamanın anayasal zeminde (“saylav” marifetiyle) öne sürülmesi ve bunun da toplumun en ilerici, en modern kesimi olması gereken üst sınıftan gelmesi Halide Edip’in o yıllarda Türk modernleşmesinde gördüğü baskıcı ve tektipleştirici niteliği acı bir alayla dile getirmesi olarak okunabilir.

Sonuç olarak, resmî ideoloji envanteri içinde yer alan herhangi bir düşüncenin edebiyatta sesini fazlasıyla bulduğu bir dönemdir erken Cumhuriyet edebiyatı. Ancak tek tek ağaçlara bakmak yerine ormana bakmakla anlaşılabilecek hakikat gibi, söz konusu yurttaşlığın militarizasyonu yoluyla makbul/muteber bireylerin üretilmesi olduğunda münferit örneklerden çok genel tablo öne çıkmaktadır. Bilindiği gibi, Cumhuriyetin ilanının ardından yapılan 1924 Anayasası’nın 88. maddesi ile ilgili görüşmelerde Celal Nuri [İleri]’nin, “Müslüman, Hanefiyyül mezhep, Türkçe konuşur bir zat” olarak tanımladığı “öz vatandaş”,[8] Kemalist ulusçuluk tarafından yeniden tanımlanacak, modern, laik ve milliyetçi nitelikleriyle resmi ideolojinin yurttaş tipolojisini oluşturacaktır. Erken Cumhuriyet romanlarında hemen bütün iyi karakterlerin ya asker ya da vatan sevgisini bir vazife bilinciyle yerine getiren, Batılı ve milliyetçi siviller olması, terazinin diğer kefesinde ya azınlık mensupları ya da kozmopolit, milli duyarlılıklarını yitirmiş Türklerin yer alması Türk romancısının hazır kalıplar konusundaki istekliliğini gösterir.

 

DİPNOTLAR

[1] Füsun Üstel, “Makbul Vatandaş”ın Peşinde II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2011, s. 136.

[2] Üstel, a.g.e., s. 182.

[3] Program kayıtları için bkz. Ordu Saati Konuşmaları I  (Hepimiz İçin III) E.U. Personel Başkanlığı Moral Şubesi Yayınlarından No: 7, E.U. Basımevi, Ankara, 1956; Ordu Saati Konuşmaları II, E.U. Personel Başkanlığı Moral Şubesi Yayınlarından No: 15, E.U. Basımevi, Ankara, 1957; Ordu Saati Konuşmaları III, E.U. Personel Başkanlığı Moral Şubesi Yayınlarından No: 20, E.U. Basımevi, Ankara, 1957.

[4] “Silâhlı Kuvvetlerde askeri eğitim ile beraber ahlâk ve mâneviyatın yükseltilmesine ve millî duyguların kuvvetlendirilmesine bilhassa itaat, hizmetin yapılmasında sebat ve gayret, cesaret ve atılganlık, icabında hayatını hiçe saymak, bütün silâh arkadaşları ile geçinmek, birbirine yardım, intizamseverlik, yapılması men edilen şeylerden kaçınmak, sıhhatini korumak, sır saklamak her askerin esas vazifesidir.” Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu; Madde 39.

[5] “Erbaş ve erler, Silâhlı Kuvvetlerde öğrendiği vazifeleri terhisten sonra da unutmamağa ve silahaltında kazanılan çeviklik, dayanıklılık ve sporculuk hassalarını muhafazaya gayret etmeli, askerliğin meziyetini ve yüksek ruhunu sivil arkadaşlarına, çocuklarına ve akrabalarına aşılamağa çalışmalıdır.” Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu; Madde 107.

[6] Askerin Ders Kitabı, Büyük Erkânıharbiye Matbaası, Ankara, 1934, s. 212.

[7] Refik Halid Karay, Yezidin Kızı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2009 (1937), s. 26-27. Karay’ın azınlıklar konusundaki ikircikli tutumu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Murat Belge, Edebiyatta Ermeniler, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2013, s. 142-147. Erol Köroğlu’nun ulusal kimlik inşasının en başarılı yazarlarından biri olarak gördüğü Refik Halid Karay’ı triyumviranın ülkeden kaçışının ardından İttihat-Terakki aleyhinde ve İttihat-Terakki’nin bir devamı niteliğinde gördüğü Milli Mücadele ve yeni rejim aleyhinde kaleme aldığı saldırgan yazılarına rağmen Hroch’un “ulusal akım içinde milliyetçilik karşıtı” tanımı içine yerleştiren değerlendirmesi için ayrıca bkz. Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı 1914-1918, İletişim Yayınları,  2. Baskı, İstanbul, 2010, s. 391-416.

[8] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre II, c.8/I, s. 910. Akt. Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2013, s. 301.