Hrant Dink’in “tarihe vicdani bir bakışla bakabilme ve bu yolla birbirimizi algılama, anlama”[1] formülü, Ermeniler ve Türkler arasında önceden hayal bile edilemeyecek yeni köprüler kurulmasını sağladı. Dink’in diyalog çağrısı, tarihle yüzleşmenin yolunu açtığı gibi Türkiyeli Ermeniler, diaspora Ermenileri ve Türkiyeliler arasında gitgide artan bir etkileşim ve işbirliği sürecini başlattı. Akademi ve sivil toplum içindeki diyalog girişimleri, devlet söyleminde –2009’daki kısa süreli futbol diplomasisi ve R. Tayyip Erdoğan’ın geçen seneki “taziye” mesajı dışında- karşılığını bulmadı; reel politik hesaplara dayalı tıkanıklık ve inkâr politikaları devam etti. Nitekim, soykırımın 100. yıl anma törenlerinin üstünü örtme adına Çanakkale Savaşı’nı anma gününün dahi 24 Nisan’a kaydırılabildiği bir ortamda, bu tür sivil ve akademik işbirliği çabaları akıntıya karşı kürek çekmek olarak görülebilir. Bu çabalardan biri geçen Ocak ayında gerçekleşen bir diyalog girişimiydi.
11-21 Ocak 2015 tarihleri arasında, Erivan ve İstanbul’dan üniversite öğrencilerinin katıldığı, “Ermeni-Türk Diyaloğu ve Söylem Dönüşümü Atölyesi” başlıklı bir kış okulu düzenlendi. Bu etkinlik, benzer çatışma çözümü ve diyalog atölyelerini, özellikle Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerine odaklanarak gerçekleştirmiş olan “Imagine” Söylem Dönüşümü Merkezi ile Erivan Genç Tarihçiler Derneği ve Okan Üniversitesi arasında kurulan işbirliği ile gerçekleşti.[2] Okan Üniversitesi Araştırma ve Proje Geliştirme Merkezi’nden Sevil Budak, “Imagine”den Phil Gamaghelyan ve Veronika Aghajanian’la birlikte yönettiğimiz bu projenin amacı, iki taraftaki devlet-merkezli ve çatışmacı söylemlerin dışında, bireyler arası diyaloğu temel alan bir üçüncü söylemin katılımcılarca üretilebilmesiydi. Bu yazıda, bu diyalog girişimine dair izlenimlerimi aktarmayı ve bu vesileyle soykırımın 100. yılında Ermeni-Türk diyaloğunun imkanı ile ilgili tartışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyorum.
Kış Okulu’na, Okan Üniversitesi’nin Hukuk, Uluslararası İlişkiler, Psikoloji ve Görsel Sanatlar Bölümlerinden yedi lisans ve yüksek lisans öğrencisi ve araştırma görevlisi ile Erivan Devlet Üniversitesi’nden aynı sayıda Uluslararası İlişkiler ve Tarih Bölümü öğrenci ve akademisyenleri katıldı. Proje yöneticileri ve koordinatörleri ile birlikte toplam 18 kişilik ekip, ilk dört gün Erivan’da, sonraki beş gün boyunca da İstanbul’da birlikte konakladı. Gün boyunca süren atölye, takım çalışması aktiviteleri ve şehir gezilerinde yoğun bir etkileşim yaşandı. Erivan’daki atölyelerde daha çok geçmişe, ulusal tarih anlatılarına ve hafızalara odaklanılırken, İstanbul’da Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin bugünkü durumuna ve iki toplum arasındaki çatışmaya dair karşılıklı algı ve öneriler tartışıldı.
Program boyunca, katılımcıların birbirlerinin ve ait oldukları iki toplumun düne ve bugüne dair yaklaşımlarını anlayabilmelerini hedefliyorduk. Değişmesi kolay olmayan önyargı ve kalıp yargıların, diyalog imkânının önünü tıkayarak karşıdakini dinlemeye karşı bir direnç yarattığı varsayımından yola çıkmıştık. Bu kış okulu dinlemeyi, karşıdakini duymayı ve -hemfikir olunmasa bile- anlamayı mümkün kılarak çatışma söyleminden uzak farklı temaslar, alışverişler, etkileşimlere vesile olacaktı. Bu şekilde, empatiye dayalı iletişimi temel alan yeni ve farklı bir söylemin, yani bir diyalog imkânının kapısını aralayacaktık.
Aralayabildik mi? Katılımcıların birbirlerini dinlemesi, anlaması konusundaki beklentimiz gerçekleşti mi? Büyük ölçüde evet. Nitekim katılımcılar buna hazır ve istekli olarak gelmişlerdi. Fakat yine de kış okulunun sonunda varılan nokta, diyaloğun mümkün olsa da kolay olmadığı idi. Program boyunca, geçmişten miras kalan duygularla ne yapacağımızı bilememenin ve tahayyüllerimizi fark etmeden şekillendiren ulus-devlet çıkarlarının bireyler arasındaki diyaloğa nasıl ket vurabileceğine tanık olduk. Katılımcı öğrencilerden birinin de gözlemlediği gibi, hep beraber, her iki tarafın da hem terapist hem danışan olduğu yoğun bir terapi sürecinden geçtik. Akademik ve entelektüel etkileşimin yanı sıra, birbirimizle yüzleşme ve duygular aracılığıyla öğrenmenin önemini kavrayarak, kısmen hüzünlü kısmen iyimser bir havada birbirimizle vedalaştık.
Bu noktaya nasıl gelindiğini bütünüyle yansıtabilmem mümkün olmasa da; katılımcıların kutuplaştırıcı ve şiddeti normalleştiren çatışma söylemini nasıl teğet geçebildiklerini; tartışma ve takım çalışması aktivitelerinin yanı sıra iki şehirde yapılan ziyaret ve gezilerin ne gibi etkileşimler doğurduğunu özetleyebilirim. Aşağıda, kış okulunda üstlendiğim, çoğu zaman moderatör kimi zaman ise katılımcı rollerimin izin verdiği ölçüde gözlemleyebildiklerimi aktarmaya çalışacağım.
Mekânlar: Erivan ve İstanbul
Bu diyalog girişiminin, Imagine Merkezi’nin düzenlediği diğer atölyeler gibi nötr bir mekanda (örneğin, 2002 yılında benim de katıldığım Gürcistan’ın bir dağ turizmi tesisindeki yaz okulu gibi) değil de, Erivan ve İstanbul’da gerçekleşmiş olması öngöremediğimiz kadar verimli oldu. Diğer Türkiyeli katılımcılar gibi ben de Ermenistan’a ilk defa gittiğim için, Erivan’da misafir, İstanbul’da ev sahibi durumunda idim. İstanbullular için Erivan’a dair her şey bilinmez, yeni ve şaşırtıcıyken; Erivanlılar için İstanbul bildik, çekici ve heyecan vericiydi.
Örneğin Erivan’daki bütün binaların pembe-kahverengi taşlardan yapılmış olması benim için ne kadar hayranlık verici ise, orada doğup büyümüş Ermeni katılımcılar için o derece sıradan bir gerçeklikti. Erivan şehir merkezi, Ermeni katılımcılar için her an bir yakınlarına rastlayabilecekleri küçücük bir yerdi. Ama bizim için, yerinden edilen Lenin heykeline ve değişen cadde isimlerine rağmen, hâlâ Sovyet döneminin izlerini taşıyan, kasvetli mimarisi, geniş cadde ve kaldırımlardaki insanların seyrekliği ile etkileyici, modern bir şehirdi. Cumhuriyet Meydanı’ndaki en haşmetli binanın –Ermenilerce muhtemelen kanıksanmış bir durum olarak- Tarih Müzesi olması bile başlı başına ilginçti. Tarihi mirasa verilen önem, mekâna doğrudan yansımıştı.
Ermenistan’ı Türkiyeli olarak ziyaret etmek başlı başına farklı bir deneyimdi. Daha ilk aşamada, yeşil pasaportlu öğrencilerin Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’ndan özel izin almaları gerekmesi (ve bunun için yeterince zaman olmaması) nedeniyle programa katılamamaları, diplomatik ilişkisi olmayan iki ülkenin vatandaşları olmanın ne demek olduğunu yüzümüze vurmuştu. (Kaldığımız otelde çalışanlardan bazıları bizim “Türk” olmamıza ihtimal vermeyerek, Türkiyeli Ermeni olduğumuzu düşünmüştü.)
Soykırım gerçeği, soykırımdan arda kalanların izleri ve doğal olarak bunlarla beraber yaşatılan düşman Türk imgesi, Erivan’ın her yerinde karşımıza çıkıyordu. Erivan’daki hediye dükkânlarındaki biblolarda, gezdiğimiz halı fabrikasındaki tezgâhlarda gördüğümüz minyatür halılarda bile, soykırım anıtının resmi ile birlikte “We remember, we demand” (Hatırlıyoruz, talep ediyoruz) yazıları vardı. 24 Nisan sürgünlerinden ünlü besteci-müzikolog Gomidas’ın hüzünlü heykeline bakarken; Eski Elyazmaları Müzesi’nde 1915’te talan edilen kiliselerden kurtarılabilen yüzlerce yıllık Ermenice kitapları, yazmaları hayranlıkla izlerken; lokanta mönülerindeki yemek isimlerinin çoğunun Anadolu’yla ilgili olduğunu fark ederken soykırıma, yurdundan edilmişliğe bütün boyutlarıyla tanık oluyorduk.
Erivan’da merkeze yarım saat uzaklıkta bir otelde kalsak da, Opera Binası etrafında dairesel bir şekilde planlanmış şehir merkezinin hemen hemen tamamını iki yarım günde görebildik. İstanbul’da ise Kadıköy’de bir hostelde kalıp, bir saatlik yolculuklarla Kadıköy ve Okan Üniversitesi’nin Tuzla kampüsü, Taksim, Eminönü arasında mekik dokuduk. İstanbul’un lojistik açıdan zorlayıcılığı, merkezsizliği ya da çok-merkezliliği Erivan’la büyük bir tezat içindeydi. İstanbul Ermemi katılımcılar için, sadece büyüleyici coğrafyası, katmanlı tarihi, kozmopolit nüfusu ile Ermeni mimarların eserleriyle dolu bir mega-kent değildi. Aynı zamanda, Ermenistan’a göre çok daha fazla ve ucuz mala ulaşabilecekleri bir alışveriş cennetiydi.
Ermeni ve Türkiyeli katılımcılar her iki şehirde geçirdikleri günlerde, birbirlerinin soluduğu farklı hava ve dünya algıları ile ilgili doğrudan fikir sahibi oldular. Programın bu iki-mekânlılığı katılımcıların birbirleriyle empati kurabilmelerinde olumlu rol oynadı. Programın, görece izole ve kapalı toplantıların yanı sıra, her iki kentteki farklı mekânlara ziyaretleri de içermesi çok boyutlu ve aktif bir öğrenme sürecini mümkün kıldı.
Başlangıç: beklentiler, endişeler, kurallar ve temsil meselesi
Kış okulunun en güzel yanlarından birisi, daha en başta, program ile ilgili beklenti ve endişelerin açıklıkla ortaya konmasıydı. Katılımcıların hepsi öncelikle diğer tarafın tarihi nasıl öğrendiğini anlamak istiyordu. Toplantılarda eleştiri ve özeleştirinin bir arada olmasını bekliyorlardı. Kimisi, bu programın kişisel kimlik arayışına yardımcı olmasını umuyordu. Bir katılımcı duyguların fazla devreye gireceğine dair endişesini dile getirirken, bir diğeri tam tersine kişisel hikâyelere, duygulara odaklanılmasını talep ediyordu. Katılımcılardan biri toplantılar sırasında çatışma içerebilecek gerçek tartışmaların, dostane bir iyimserlik ruhu içinde reddedilebileceği ihtimalinden korktuğunu belirtti. Bazıları da duyguların negatif anlamda hâkim olması ve çatışma ihtimaline karşı endişeliydi. Nitekim, son iki durumla da özellikle soykırım konusuna gelindiğinde karşı karşıya kalınacaktı.
Toplantılar sırasında uyulacak kurallara da yine en başta hep beraber karar verildi. Cep telefonu, bilgisayar gibi aletlerin toplantılar boyunca kullanılmaması, her seferinde tek bir kişinin konuşuyor olması, çeşitli ihtiyaçlar için aynı anda birden fazla kişinin grubu terk etmemesi gibi kararlar alındı.
Ayrıca, görüşler ifade edilirken “biz” yerine “ben” diye konuşmaya başlanılması, “biz” denirken hangi grubun kastedildiğinin açıklanması konusunda da anlaşıldı. Nitekim, “temsil” beklentisinin olmaması, en azından Türkiye tarafında, daha başvuru aşamasından itibaren rahatlatıcı bir etki yaratmıştı. Katılımcılar bağımsız bireyler olarak bu programa katılıyordu. Fakat, temsil konusu, tartışmalar sırasında sürekli canlı kalan bir mesele oldu.
En baştan itibaren, iki grubun katılımcılarının da ne Türkiye ve Ermeni devletlerini ne de toplumlarını temsil etmediğini kabul ediyorduk. Program boyunca oynanan takım çalışması etkinlikleri yoluyla, iki gruptaki katılımcılar arasında farklı dayanışma ağlarının oluşmasını, Ermeni-Türk kamplaşmasını engelleyecek ilişkilerin kurulmasını amaçlıyorduk. Kaldığımız otellerdeki odalar da her odada bir Ermeni bir Türkiyeli katılımcı kalacak şekilde ayarlanmıştı. Nitekim bu şekilde, bireysel paylaşımlar, sosyalleşmeler, grupları enine kesen kişisel bağlantılar, dostluklar kurulabildi. Fakat pratik nedenlerle katılımcılara seslenilir ya da değinilirken sürekli olarak “Turkish group” ve “Armenian group” ifadelerini kullanmamızın da gösterdiği gibi, iki farklı “taraf” arasındaki sınır program boyunca varlığını korudu. Tarafların kendi içindeki farklılıklar –ailelerin Ermenistan’ın farklı şehirlerinden olması, ya da Türkiyeli grup içinde ailesi bir taraftan Kürt, Zaza, Ermeni ya da Balkan muhacirlerinin olması- dahi o sınırı bulanıklaştırmadı. İki dildeki ortak kelimeler, benzer yemekler, hoş sohbetlere konu oldu ama, iki ülkedeki vatandaşlık halleri ve milli kimlik kurguları arasındaki fark en çarpıcı olandı.
Milli tarih, hafıza ve aidiyet
Programa katılan öğrenci ve akademisyenler, böyle bir diyalog programına başvurmalarından da anlaşılabileceği gibi, kendilerini “milliyetçi” olarak tanımlayan kişiler değildi. Fakat toplantılar boyunca iki grubun katılımcıları arasında bireysel ile milli olanı ayırma, milli tarihle kişisel hafıza arasına mesafe koyabilme konusunda önemli bir farklılık vardı.
Türkiyeli katılımcılar, milli tarih anlatısı, toplumdaki yaygın görüşler ve devletin yaklaşımları ile kendi perspektiflerini ayırarak konuşmaya özen gösteriyorlardı. Kendi eleştirel tutumlarının, toplumda yaygın olan milli reflekslere ve resmi tarihe tepki olduğunu vurguluyorlardı. Ermeniler arasında da böyle bir eğilim olmakla birlikte, devlet, toplum ve bireysel bakış açıları arasındaki mesafe çoğu zaman yok oluyordu. Çoğunda güçlü bir “biz” söylemi ve “tarihimiz”i anlatma arzusu vardı. Tarihlerinden bahsederken köklü bir medeniyet olma gururunu ve derin bir acıya, “yas”a dayalı ama onurlu bir mağduriyeti aktarıyorlardı. Bunu yaparken, ben-biz ayrımı yok oluyor; Ermeni katılımcılar, Ermeni toplumu ve devleti aynı söylemde birleşiyordu. Bu anlamda, tarih ya da tarihin anlatılış biçimlerini eleştiri konusu ve sıklıkla utanç kaynağı olarak ele alan Türkiyeli grup ile aralarında ciddi bir farklılık vardı. Bu fark en çok tarihsel zaman çizelgelerinin uzun uzun tartışıldığı toplantılar sırasında belirginleşti.
Milli tarih anlatılarına karşı farklı mesafeler
Kış okulunun Erivan ayağındaki günlerin ana uğraşı Ermeni-Türk ilişkilerine şekil veren on tarihsel, siyasi ve/veya toplumsal gelişmeyi içeren zaman çizelgelerinin iki grubun katılımcılarınca ayrı ayrı hazırlanması, sonrasında ise iki çizelgenin yan yana konarak karşılaştırılması idi. Bu karşılaştırmalı analiz ile, tarihsel anlatılar ve hafızaların şekilleniş biçimlerine odaklanılacağını umuyorduk. Hafıza ve tarihsel anlatıların incelenmesi sonucunda, bunların milli kimlik ve çatışmaları nasıl temellendirdiklerinin anlaşılacağını düşünüyorduk.
İki grup ayrı ayrı, moderatörler olarak müdahale etmeden kolaylaştırmaya çalıştığımız toplantılar sırasında, 10 tarihsel gelişmeden oluşan bir çizelge hazırladı. Her iki grupta da siyasi tarih bilgisi diğerlerine göre daha fazla olanlar vardı. Bu yüzden Ermeni ve Türkiyeli katılımcılar kendi grupları içinde de tarihleri hakkında birbirlerinden çok şey öğrendiler. Çizelgelere hangi tarihsel gelişmelerin, hangi kelimelerle ekleneceğine hep birlikte karar verdiler. Gelişmeleri ve tarihleri belirten kâğıtlar kronolojik olarak yan yana yerleştirildi. Bir tam gün boyunca iki zaman çizelgesi, tarafların birbirlerinin açıklamalarını anladıklarından emin olana kadar tartışıldı.
Burada önemli olan katılımcıların tarih bilgilerini, birikimlerinin izin verdiği ölçüde karşılaştırmaktı. Moderatörler olarak, alıştırmanın bir tarih/bilgi yarışmasına dönmesini önlememiz; amacın tarihe dair algı ve hafızaları anlamaya çalışmak olduğunu; anlamanın her zaman anlaşmak anlamına gelmeyeceğini; karşıdakini anlamanın ona katılmayı veya onla aynı görüşte olmayı gerektirmeyeceğini katılımcılara hatırlatmamız gerekiyordu.
Alıştırmada, diyalog programının metodolojisi açısından kritik bir konu da birey, grup ve toplum veya devlete ait perspektiflerin birbirlerinden ayrılması ile ilgiliydi. Konuşmalar sırasında bu ayrımlar konusundaki netlik, yani dile getirilen görüşün gruba mı yoksa konuşan bireye mi ait olduğu konusundaki açıklık, grup içi bireysel farklılıkların yok edilmemesi için çok önemliydi. Grup ve toplum ya da grup ve devlet arasında yapılabilecek ayrıştırma ise diyaloğun gidişatı açısından kritik bir konu olacaktı.
Gruplar kendi toplumlarını temsil etme özelliğine sahip olmasalar da, diğer tarafa toplumlarındaki yaygın algı ve yargılar ile bunların nedenlerini anlatmak durumundaydılar. Toplumsal ya da resmi, çoğu zaman da şoven ve ırkçı yaklaşımları aktarırken iki taraf da birbirini bir nevi test ediyordu: “Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Bu sizin görüşünüz mü?” gibi… Grubun fikrinin farklı olduğu anlaşılınca, muhtemel çatışma önleniyordu. Fakat, katılımcılarla paylaşılmasa da egemen milliyetçi/düşmanca bakış açılarını gerçekçi bir şekilde konu etmek bile tatsız, kötümser bir hava yaratıyordu.
Düşman imgeleri
Kronolojik tartışma II. Abdülhamit döneminin gelişmeleri ile başladı. Doğu Sorunu ve milliyetçi hareketlerin doğuşu üzerine konuşulurken, milli tarih anlayışlarındaki ilk tezat belirginleşti: Ermenilerin, “bağımsızlık hakkı olan bir ulus” olarak algısı ile, Osmanlı devletine “ihanet eden teba” olarak algısı arasındaki uçurum… Çözülen bir imparatorluğun ruh halini yansıtan “ihanet” anlatısı ile milli uyanış yaşayan bir ulus anlatısının Ermeni ve Türk kimlikleri üzerinde hâlâ süren etkisi yüzeye çıktı.
Bu tezat her iki ulustaki “düşman” imgesini de doğrudan belirliyordu: Türk milli tarih anlatısında, Ermeniler devlete ihanet eden “iç düşman”lardan biri iken; Ermeni milli tarihinin düşman imgesi “Türk” ile eşitti. Katılımcıların belirttiği gibi bu, Ermenilerin Türkler dışındaki diğer komşuları hakkında olumsuz fikirleri olmadığı anlamına gelmiyordu. “Türkler”, Ermenilerin kitlesel katliamı ve vatanlarından edilmelerinin sorumlusu olarak, yegâne ve ezeli düşman olarak milli bilinci şekillendirmişlerdi. Türkler, 1915 sonrası Ermeni tarih anlatısında ve hafızasında bu kadar merkeziyken, ders kitaplarına yansıyan resmi Türk tarih anlatısı Ermenileri, Türk milli hafızasından silecek kadar marjinalleştirmiş, kenara itmişti.
Katılımcıların deyişiyle “etrafı düşmanlarla çevrili” bir ulus kurgusuna alışık olan Türkiyeli grup için, tekil ve güçlü bir düşman imgesi şaşırtıcı ve yeniydi. Programdaki “Türkler” olarak, içlerinde Kürt, Alevi, Balkan göçmeni ve İstanbullu Ermeni de olan grup, böyle tekil bir düşman/Türk imgesi karşısında çareyi, Türkiye’nin karmaşık, çoğul yapısını anlatmaları gerektiğini düşündü. Tartışmalar sırasında bu konu birçok sefer dile getirildi.
Düşman “Türk” kategorisinin gücü ve genelleyiciliği Türkiyeli grubu, -çok az bilgi sahibi olduğu konu olan- Karabağ sorununa değinilirken bir daha şaşırttı. Ermeni-Azeri sorunu olarak gördükleri bu sorunun Ermenistan tarafından Ermeni-Türk meselesi olarak yaşandığını, Azerilik ve Türkiyelilik arasında bir fark görülmediğini, hatta birçok Ermeni’deki Türk nefretinin ve “Türklerin asla değişmeyeceğine” dair inancın Karabağ sorunundan kaynaklandığını öğrendiler.
Ermeni katılımcılar, “Kızıl Sultan” Abdülhamit döneminden itibaren başlayan Ermenileri yok etmeye yönelik planlı bir soykırımın İttihat ve Terakki hükümetince tamamlandığını, Cumhuriyet dönemindeki inkar politikası ile de devam ettirildiğini söylüyorlardı. Bunu yaparken Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında varsaydıkları mutlak süreklilik, Türkiyeli katılımcıların kafasını karıştırdı. Türkiyeli grup için Cumhuriyet öncesi ve sonrası arasındaki radikal kopuş daha önemliydi. Tarihteki Abdülhamit-Talat-Mustafa Kemal figürlerinin, Ermenilere yönelik politikalar temel alınarak aynı potada eritilmesi, bu figürler arasındaki husumeti bilen Türkiyeli katılımcılar için anlaşılması zordu.
Soykırım
Türkiyeli grubun zaman çizelgesinde “1915 – Soykırım” tek başına bir madde idi. Gruptaki herkes bu kelimeyi kullanma konusunda hemfikirdi. Fakat bu mutabakatın, Türkiye toplumunun ve devletinin bakış açısından farkını vurgulamak için, kabul edilen resmi ifade olan “tehcir” kelimesini de tırnak işareti içinde maddeye eklediler.
Büyük ihtimal bu ek ifade nedeniyle, Ermeni katılımcılardan biri, soykırım olgusu konusunda “ikna etme” durumunda kalmanın son derece onur kırıcı, hakarete uğramakla eş olduğunu gözleri yaşararak söyledi. Türkiyeli katılımcılarsa, kendilerinin ikna edilmelerinin gerekmediğini, ama toplumun büyük kesiminin tarihi öğrenmesi, soykırım konusunda “ikna edilmesi” gerektiğini söylediler. Bazıları, geçmişin acıları yerine geleceğe odaklanma, yeni ve barışçıl bir geleceğin birlikte nasıl kurulacağını düşünme önerisinde bulundu. Fakat bu geçmiş yerine geleceğe bakma önerisinin, soykırım konusunun konuşulamadığı bu oturumda Türkiyeli gruptan gelmesi Ermeni grupça büyük ihtimal, konuyu geçiştirme girişimi olarak algılandı. Nitekim bu toplantıda, iki grup tamamen ayrıştı. Geçmişin yükü bütün ağırlığıyla odaya çöktü. Ermeniler konuşmak istemedi. Türkiyeliler soramadı. Odadaki “Türkler” soykırımı inkâr etmedikleri, yani “kötü Türkler” dışarıda olduğu için, bir tıkanma oldu. Türkiyeli grubun, kuşaklar sonra bile ağırlığını koruduğuna şahit olduğu yas havası odayı kaplarken, hâlâ canlı olan acı, kelimelere dökülemedi. Ortada, Ermenilerin gördüğü zulüm ve yaşadığı katliam konusunda ikna edecek, bu gerçekleri yüzlerine çarpacak kimse yoktu. Bir diğer olasılık da de, Ermeni gençlerin artık mağduriyetlerine odaklanmak istememesi; soykırım kurbanı bir ulus ve buna dayalı milli kimlik anlayışını değiştirmek istemeleriydi. Suskunluğun sebebi belki de buydu.
Nedeni ne olursa olsun, geçmişten aktarılan travma odanın ortasına nasıl başedileceği bilinmeyen bir kütle gibi oturdu. Sessizlik o kadar ağır, kaçırılan gözler o kadar nemliydi ki, konuşulacak çok şey olduğu ama bilinçli bir konuşmama tercihi olduğu aşikârdı. Türkiyeli katılımcılardan biri bile örneğin, hukuki açıdan soykırım teriminin sorunlarına değinen bir görüşten söz etseydi, diyalog farklı şekilde gelişecek; Ermeni katılımcılar yaslarını sessizlikle anlatmak yerine, biriken öfkelerini dışarı çıkartabilecekler, kendi gerçeklerini haykırabileceklerdi. Bu olmadı. Türkiyeli katılımcılar da, soykırım konusunu atlayıp sonraki konulara geçmeyi istemedikleri, yüzleşmeyi, soykırımı kurbanların torunlarından dinlemek istedikleri için tam bir tıkanma oldu. Toplantı, tatsız bir tatminsizlik, anlaşılmama, iletişimsizlik duygusu ile sona erdi.
Erivan Tarih Müzesi’nde
Soykırımı konuşamamanın ağırlığı, program boyunca süren takım çalışması etkinliklerinin o akşam da devreye girmesiyle büyük ölçüde dağılmış; katılımcılar arasında farklı dayanışma ve rekabet ilişkileri kuran oyunlar, yarışlar iki grubu yine birbirleriyle kaynaştırmıştı.
Ertesi gün, şehir merkezindeki müzeleri ziyaret ettik. Soykırım Müzesi tadilat nedeniyle kapalıydı. Fakat Erivan Tarih Müzesi’nde soykırımı, müze rehberinden dönemin fotoğrafları ve belgeleri arasında gezerek dinledik. Rehber kadın bizim Türkiyeli olduğumuzu biliyordu ve metnini hiç değiştirmeden, sadece bir ara sesi titreyerek aktardı. Pan-Turanizmin etkisi altında kalan Türkler’in “Kızıl Sultan” zamanında başlayan Ermeniler’i yok etme planının 1915’te sonuçlandığını anlatıyordu. Bir gün önceki tartışmada Ermeni katılımcıların aktardığı soykırıma dair anlatının hemen hemen aynısını derli toplu bir şekilde aktarımıydı bu. Rehberin, Pan-Turanizm’e, soykırımın en başından beri bilinçli bir devlet politikası olduğuna dair hükümleri karşısında, bir gün önceki gibi tarihsel dönemler arasındaki nüanslardan, kopukluklardan dem vurmadık; önceden aramızda anlaşmışçasına sustuk. Etrafımızdaki, soykırımı belgeleyen fotoğraflara güçlükle bakarak müzenin diğer bölümlerini gezmeye devam ettik.
Soykırım bölümü, devasa müzedeki galerilerden sadece biriydi. Müze girişinde haritalarla anlatılan “Büyük Ermenistan” (Greater Armenia) bölgesinde, yani Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Batı Karadeniz’i kapsayan geniş plato ile Kilikya’daki binlerce yıllık medeniyetin izleri, “Ermeni atalarımız”ın tarihi olarak aktarılıyordu. Yüzyıllar boyunca bu coğrafyada egemenlik kurmuş Ermeni krallıkların tarihi aktarılırken, aynı coğrafyadaki başka halkların varlığından hiç söz edilmiyordu. Müze rehberi bize bu durumu, bölgede Ermeniler dışında yerleşik bir toplumun olmaması, diğer milletlerin göçer halde olması ile açıkladı!
Türkler için harita ne kadar mutlak, kutsal ve değişmesi imkânsız sınırları belirten, bayraklaşmış bir imge ise, Ermeniler için de şu anki siyasi sınırların o kadar anlamı yoktu. Müzedeki haritalarda Büyük Ermenistan, var olan devlet sınırlarının ötesinde, Anadolu’da geniş bir plato olarak resmediliyordu. Erivan’da bulutlar izin verdiği zamanlarda şehrin her yanından görünen Ararat da sadece uzaktaki bir dağ değil, yitirilen vatanın silueti, milli bir simgeydi.
Bireysel hikayeler
Zaman çizelgesindeki 1915–Soykırım maddesi, belki de tarih ile bireysel hafızanın içi içe geçmesi nedeniyle söze dökülmesi, analitik mesafe ile konuşulması en zor konuydu. Bu yüzden konu, bireysel hikâyelerin paylaşılacağı bir sonraki toplantıya ertelenmişti. O toplantıda herkes olmasa da çoğunluk kendi ailesinin, tanıdıklarının hikâyesini anlattı. Fakat, anlatılanlar üzerine konuşmadık. Birbirimizi dinledik ve hep birlikte ağladık.
Türkiyeli grup birlikte eğlenip oyunlar oynayabildikleri Ermeni arkadaşlarının bitmeyen yasına, bu yasın ağırlığına bu kez çok özel ve kişisel paylaşımlar aracılığıyla şahit oldu. Tam anlamıyla anlayamayacaklarını bildikleri bu acıyı yaratanların torunları olarak büyüyen utançlarını taşımaya çalıştılar. Gruptaki, ailelerinin bir tarafından Ermeni olan katılımcılar için de bütün bu deneyim yepyeniydi. Onlarda da acıdan çok utanç duygusu hâkimdi. Ermeniliği çok farklı şekilde yaşadıklarını, Türkiyeli kimliklerinin onlar için esas belirleyici olduğunu öğrendiler. Dersimli Alevi katılımcı ise Ermenilerin acısıyla tam bir özdeşleşme yaşadı. Kendi mağduriyetini, kendi yasını Ermenilerin anlattıkları ile daha derinden hissetti. Her iki grupta da konuşmayanlar, ya acılarını kelimelere dökemeyecek kadar alt-üst oldukları ya da belki de kendi deneyimlerini anlatılmaya değer görmedikleri için sustular.
Bugüne dair korkular ve temenniler:
Programın İstanbul ayağında, işimiz bu sefer, iki toplumun Ermeni-Türk ilişkilerine dair temenni, umut, endişe ve korkularını karşılaştırmaktı. Bu toplantılarda da, Ermeni katılımcıların bireysel ihtiyaçları ile toplumsal ihtiyaçlar arasındaki özdeşlik ağır basarken; Türkiyeli grupta bunların ayrışmış olduğunu gördük. Nitekim Türkiyeli katılımcılar temennileri arasına, Türkiye toplumunun yekpare bir bütün olarak görülmemesini; ülkede mağdur ya da devlet şiddetine uğramış farklı kimlikler, gruplar olduğunun göz ardı edilmemesini de ekledi. Acıların ve mağduriyetlerin soykırımla kıyaslanma ihtimali Ermeni katılımcılardan bazılarını rahatsız etmişti. Ama sonunda, Türkiye’deki acıların, mağduriyetlerin çoğulluğu konusunda hemfikir olundu, ama bu durumun Türk-Ermeni diyaloğunu nasıl etkileyeceği konusu belirsiz kaldı.
Türk-Ermeni ilişkilerinin bugünü konuşulurken, karşılıklı algıların ve beklentilerin birbirine tamamen ters olduğu ortaya çıktı. Nitekim benzer bir durum, ulusal çıkarların birbirlerinin aleyhine ve dışlayıcı şekilde tanımlandığı tarih tartışmalarında da görülmüştü. Ermeni grubun zaman çizelgesindeki “1920 – Ermeni-Türk Savaşı” maddesine Türkiyeli grup bir anlam verememiş; Ermeni grup da bu savaşın Türklerce, Kurtuluş Savaşı’nın “Doğu Cephesi” olarak adlandırıldığını orada öğrenmişti. Katılımcılardan birinin de tartışmalardan ne öğrendiğini açıklarken belirttiği gibi, Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin miladı ve kuruluş belgesi iken, Ermeni ulusunun ölüm fermanı idi. Sevres Antlaşması’nın tanınması talebini dile getiren bir Ermeni katılımcıya Türkiyeli grubun verdiği cevap da bunun tam tersiydi: Sevres de Türkiye’nin varlığını yok sayan bir belge…
Ermeniler’in soykırımın tanınması talebi de Türk toplumundaki “soykırım iddialarının gündemden düşmesi” temennisi ile taban tabana zıttı. Soykırımın tanınması durumunda, tazminat ile malların ve toprakların iadesi talebi, Türkler’in “toprak bütünlüğü” konusundaki ödün vermeme kararlılığı ile çatışma halindeydi. Aslında, Ermeni katılımcılar içinde tanınmanın yeterli olduğunu söyleyen de vardı, tazminatı ahlaki bulmayan da, hem tazminat hem de toprak iadesinin hukuki bir hak olduğunu düşünen de… Yine de doğrudan çatışan ulusal çıkarlar nedeniyle içinden çıkılamayan bu mesele program boyunca bilinçli olarak geçiştirildi.
Katılımcılar ait oldukları toplumların ruh hallerini birbirlerine anlatırken, geniş kapsamlı bir diyaloğun ve barışın önündeki bariyerleri de derinden hissettiler. Bugüne dair ihtiyaç ve endişelerin ortaya döküldüğü bu toplantılarda, açığa çıkan şuydu: Bir toplumun endişe veya korkusu, diğer toplumun temenni ve umudu idi. Ermeni çoğunluk için soykırımın tanınması ne kadar temenni ediliyorsa, Türkiyeli çoğunluk için de o kadar endişe kaynağı idi. Birbirine zıt varoluş içindeki bu iki toplum arasındaki diyaloğun nasıl kurulacağı sorusu havada asılı kaldı.
Hrant Dink’i birlikte anarken
Programın başında, katılımcılarla da paylaştığım beklentim şuydu: Bu diyalog girişimi, kendi toplumlarımızda azınlık olarak hissetmenin verdiği bir zafiyet duygusuyla değil, umutlu bir güçlenme duygusu ile sonuçlanmalıydı. Bu temennim sanırım gerçekleşti. Programın sonunda, katılımcıların çoğu, kendi deneyimlerinden yola çıkarak, Ermeni-Türk ilişkileri için “bir umut olduğu” konusunda birleştiler. Her şeye rağmen, kısa bir zaman kesitinde birbirini dinleyerek, birlikte yaşayarak kurulan dostluklar, Ermeniler ve Türkler arasında köprüler kurulabileceğini kanıtlıyordu.
Ortak yaşantıların belki de en önemlisi programın son günü olan, Hrant Dink Anma Yürüyüşü ve Töreninde gerçekleşti. Erivan’da zaman çizelgelerinin karşılaştırıldığı toplantıda, Türkiyeli grup, Ermenilerden farklı olarak, çizelgelerine dahil ettikleri “Hrant Dink’in ölümü”nün nasıl bir dönüm noktası olduğunu anlatmışlardı. Fakat ne demeye çalıştıkları esas 19 Ocak günü anlaşılacaktı. O gün “Hepimiz Ermeniyiz!” diye bağıran binlerce insanın arasına karışan grup, değişimin mümkün olduğuna; geçmişi yargılayabilen evrensel bir vicdanın Türkiyelileri ve Ermenileri bir araya getirebileceğine bizzat şahit oldu. Ermeni katılımcılardan bazıları, haberdar oldukları bu anma töreninin, devletin planladığı bir gösteri olmadığını, gerçekten sivil ve kitlesel bir olay olduğunu ilk defa o gün öğrendi. Çoğu gözyaşlarını tutamadı (Hatta Ermeni katılımcılardan biri kalabalık karşısında bütünüyle alt üst oldu, oradan uzaklaşmak zorunda hissetti). Hrant Dink’in anısının verdiği üzüntü ve öfke ile kalabalık olmanın verdiği şaşkınlık ve sevinç birbirine karışmıştı. Hrant Dink’in bir araya getirdiği kalabalık, geçmişin yas ve utancının, geleceği birlikte kurmak için pozitif bir güce dönüşebileceğini kanıtlıyordu.
Yine de kış okulu, iki toplum arasındaki diyaloğa dair bir nebze iyimser, ama daha çok karışık duygularla sona erdi. Program süresince kurulan dostluklar, birlikte ya da birbirinden öğrenerek geliştirilen karşılıklı empati ve hatta sempati, çoğu katılımcıya geleceğe dair küçük de olsa umut verdi. Fakat, toplantılar sırasında Türkiyeli grubun anlatmaya çalıştığı, 19 Ocak’taki anma töreninde yapılan konuşmalara da yansıyan gerçek, iki grup arasında adı konmamış bir kopukluğa neden oldu. Ermeni grubun 19 Ocak günü bizzat tanık olarak öğrendiği bu çarpıcı gerçek, Ermeni sorununun Türkiye’deki çok boyutlu insan hakları ve demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak algılanması idi. Diğer bir deyişle, Türkiye’de Ermeni soykırımının, birçok tarihsel tabudan biri olarak yaşanan diğer mağduriyetlerle bir arada ele alınıyor olması, gelecekteki diyaloğa dair umut havasına buruk bir tat veriyordu. Belki de, Ermeni soykırımının bu şekilde sıradanlaştırılması, diğer mağduriyetlerle eşitlenmesi, bir nevi, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine endekslenmesi, tıpkı hükümetin Nisan 2014’ten beri dile getirdiği “ortak acılarımız” ve “adil hafıza” kavramları gibi gerçek bir özrü erteleyen, soykırım gerçeğini bulandıran bir tutuma hizmet ediyordu. Bu şüphe, iki grup katılımcılarınca da dillendirilmedi ama, sınırların açılmadığı, resmi düzeyde tanıma, özür ve maddi-manevi telafi edici adaletin gerçekleşmediği bir ortamda kurulan kardeşlik bağlarının iki toplum arasında tatminkar ve uzun vadeli bir diyalog için yeterli olmayacağı derinden hissedildi.
* Bu yazıya yorum ve eleştirileri ile katkıda bulunan Engin Kılıç, Gülhan Erkaya, Pınar Sayan, Batu Bozoğlu, Onur Yiğit Şen, Meltem Başoğlu, Alper Yasin Şenel ve Sanem Güvenç’e teşekkür ederim.
DİPNOTLAR
[1] Hrant Dink, İki Yakın Halk, İki Uzak Komşu, Hrant Dink Vakfı Yayınları, 4. basım, 2012, s. 100.
[2] Proje, Okan Üniversitesi tarafından, Avrupa Birliği’nin İstikrar Aracı altındaki finansmanı ile desteklenen Ermenistan-Türkiye Normalleşme Süreci Hibe Programı kapsamında yürütüldü.