Felaket Kapitalizmi ve Haklar Mücadelesi

İşçi Sınıfının gerçekliğini Engels, onun maddi bedeni olan doğa ile birlikte düşünür. Çalışan sınıfları oluşturan kitlelerin, birbirlerinin yerine ikame edilebilen nesneler haline gelmelerini ve birbirlerinin birer yedek parçası haline gelerek nesnelleşmelerini, emekçilerin artıklaştırılması-artıklaşması olarak ifade eder. Toplumsal üretim zenginliğini temsil eden emekçilerin artık haline gelmesinin iki unsuru bu bağlamda belirir. Bunlardan birincisi, emekçilerin yerini kolayca ikame edebilecek çalışmaya hazır, kırsal yaşamdan veya başka sömürge kılınmış coğrafyalardan kopmuş-kopartılmış ve hayatta kalmaktan fazlasını talep edecek durumu olmayan bir artık nüfusun varlığıdır. Diğeri ise yaptığı işe, toplumsal zenginliği üretme biçimine, bedeni olan üretime yabancılaşmış ve toplumsal yaşamı ürettiği anda bir çöpe, posaya veya artık haline gelmesi halidir. Kapitalist üretim içinde, oluş ve bozuluş eş anlı gerçekleşir. İşçi sınıfının yaratıcı oluşu, aynı zamanda da kendi varlığının bozuluşunu işaret eder. Benzer biçimde doğanın atıklaştırılması da bu sonu paylaşır. Doğanın üretim sonucunda bir metaya dönüşümü, bir bozuluş olarak artıklaşması, aynı zamanda da doğanın atık haline gelişi metalaşmak için gerekli oluşu mümkün kılar. Tam da felaketin kendisi budur. Maddi zenginliğin üretilme biçimi, onu oluşturan emek ve doğanın bozuluşudur. Bu oluş, aynı zamanda bir imha olarak tecessüm eder.

Fakat yaygın kullanımıyla felaket kapitalizmi, maddi üretimin imkansız koşullara doğru adım attığı, üretici güçlerin varlık zemininin ortadan kalktığı anı işaret etmek için kullanılır. Bu noktada, doğanın ve emeğin artık hangi üretim tarzında olursa olsun yanyana gelerek toplumsal zenginlik yaratma potansiyelinin imha edildiği aşamayı işaret etmek için kavramsallaştırılmıştır. Hızla bu aşamaya yaklaştığımız ve uygarlığımızın maddi üretim yapma gücünün ortadan kalkacağını işaret eden alametlerin belirdiği vurgulanıyor.

Kara dayalı büyümenin küresel ekolojik felaketleri tetiklediği bir gerçekse de bu imha anının gelecekte bir noktada veya anda tespiti, maddi üretim devam ettiği sürece imkansız. Zizek bu anlamda haklı. Bu nedenle de aslında, kapitalist hegemonya, siyasetin gelecekte değil; geçmişte kurulduğunu ve mücadelenin toplumsal sınıfların tarihsel hakları üzerinden biçimlendiğini işaret ediyor.

Tam da bu nedenle, felaket kapitalizminin iki boyutu var. Bunlardan birincisi, maddi üretimin imkansız kılınacağı anın gerçekleşme ihtimali. Bu ihtimal siyasal olarak, emekçi sınıfların olduğu kadar tüm dünya halklarının, mültecilik sınırında yeniden organize edilmesini işaret eden bir hat öneriyor. Karbon ayak izi gibi, bu felaket anını bireysel tutum ve tercihlerin sonucu olarak gösteren petrol şirketi stratejilerinden arda kalan, IPCC raporlarına da yansıyan, suçlu ilan edilen türsel varlığın, hayvansı bir sınırda, yeniden üretim için ama nasıl bir üretim içinde tutulacağı? Bu sorunsallaştırma kapitalist büyüme için önemli fırsatlar sağlıyor. İklim değişikliği rejiminin yarattığı felaketler, ebedi suçlu bu insanı kurtaracak mesihçi dünya görüşlerini ve feda ideolojisini daha kitlesel bir boyuta taşırken, diğer yandan da bu mesihçiliği meşrulaştıracak bir felaket ideolojisi dünya genelinde hakim kılınıyor. Bu felaket ideolojisinin bir kanadı, Adorno’nun vurguladığı gibi, sağ radikalizmin içinde tüm bir modern dönem boyunca hakim siyaset, teknoderminizmle virtüel kılınıyor. Diğer kanadı ise antroposen siyaseti ile somutlaşan “ortak kadercilik”ten kurtuluş ideolojisi devşiriyor. 1972’de Stockholm Konferansı’ndan bu yana, Birleşmiş Milletler temelinde, ülke ve ulusların farklılaşmış çıkarlarının ifadesi olarak sorumlukların yerini alan bu “biz” hali; felaket ideolojisinin ateşini düzenli olarak harlıyor.

Felaket kapitalizminin, mesihçi ve teknolojik belirlenimci hatları, tarihsel olarak emekçi sınıfların ve yoksullaştırılmış dünya halklarının kazanımlarından ve haklarından dünyanın ortak çıkarları için vazgeçilmesini, hepimizin aynı gemide olduğunu işaret ederek dikte ediyor.

Teknoloji merkezcilik ve mesihçiliğin bu şartlarda “biz”e sunduğu vaad ise, felaket kapitalizmi koşullarından son çıkış ve felakete adaptasyon. Peki bu adaptasyon için gerekli koşul nedir diye sorduğumuzda ise mekana ve varlığa dair iki kavram bizi karşılıyor. Bunlardan birincisi dirençlilik, bir diğeri de entegrasyon. Dirençlilik, katı bir gözetim toplumu olarak kendisini akıllı kentler formunda açığa çıkartıyor. Yaşamın tüm unsurlarının sayılabilir, hesaplanabilir, belirlenebilir kılınarak, optimum bir yaşam pratiğini mümkün kılacak bir veri şemasının türevi gündeme geliyor. Tam da bu akışkan sisteme uyum sağlamak için de bugüne kadar, tarihsel açıdan emekçilerin gerek yurttaş gerekse de işçi sınıfı formunda elde ettiği tüm kazanımlardan azade kılınması gündeme geliyor. Bunun en somut deneyimini mülteci emekçiler deneyimliyor. Bir tür homo sacer olarak bu çıplak beden emeği ekseninde, bizin yeniden inşası gündemleştiriliyor. Felaket kapitalizminin, anın her an ortaya çıkma ihtimalini hatırlatarak, maddi üretimin yeniden gerçekleştirilebilme ihtimalinin ortadan kalkması riskini ortadan kaldırmak için geliştirdiği ve işleyen ilk çözüm bu.

İkinci çözüm ise ütopik gibi görünse de biyoteknolojinin 1970’li yıllardan itibaren gıda, ilaç ve tohum tekelleri hakimiyetinde kat ettiği yol hatırlanacak olursa pek de imkansız görünmüyor. Biyoteknoloji şirketlerinin reklam mottosu veya hayali, insan uygarlığını aşan yeni uygarlık formlarının, canlılığı tek tek atomlarına ayırarak ve onları başka organizmalar olarak yeniden bir araya getirerek, yeni bir canlılık inşa etmek. Bununla felaket kapitalizmine direncin gelişebileceği ve ancak bu koşulların yine teknoloji tarafından yaratılabileceği ileri sürülüyor. Öneri, bir canlıdan bir gen alıp, gelişmiş bir yapı üretmenin çok ötesinde. Gıda, iklim krizlerine bir çözüm olarak herkesin gıdaya erişimini mümkün kılabileceğini söyleyerek hızla büyüyen ve bugün uygarlığın, tohum ve bitki zenginliğini temellük ederek, fikri hakları ihlal ederek tohuma erişimi yasa dışı kılan ve bunu bir hırsızlık ilan edebilmesine yönelik koşulları yaratmasını gözettiğimizde, bu mottonun karşılık bulmayacağını sanmak olası görünmüyor.

Özellikle, biyoteknoloji firmalarının Pandemi koşullarında aldığı etkili rol, tüm devlet başkanlarının özel hatlarında haftalık görüşme trafiğine ayrılan yer sermaye ile devletin yeni ittifak biçiminin canlılığın imali üzerinden şekillendiğini işaret ediyor. Şirketler içinse her şey yolunda ve krize karşı baş edebilecek koşullar kadar canlılık da her daim yaratılabilir. Artıklaşmanın ve atıklaşmanın bu biçimi sadece emeğin imhasını değil, aynı zamanda onun maddi oluşunu da gündeme almışa benziyor: Yeter ki buna yönelik yatırım ortamı sağlansın. Pandemi koşullarında, bilimsel çalışmalara destek veren şirketler tam da bu nedenle insanlığın kurtuluşu için koşulları yaratan yeni mesihler olarak kutsanıyor. Bu şirketlerin CEO’ları da yaşamı yeryüzünde yorumlayan geç dönem peygamberler. Kimileri için kaybetseydik zaten herkes kaybedecekti; kazandığımızda da dünya kazanacaktı, diyebilecek kadar rasyonalite bir romantizm barındırıyor. Şirketler kendi varoluşlarını, ontolojik bir zorunluluğa büründürüyor. İnsan tam bu noktada aşı şirketleri için her yıl ürünün pazarlanacağı bir organizmaya dönüşüyor. Hizmet uygulandığında, yaşamını yeniden kurabilecek ve hayatını devam ettirebilecek. Böylece canlılığın devamı, şirketlerden temin edilmek zorunda kalan biyoteknoloji çalışmalarının ürünlerine bağımlı gibi sunuluyor. Tam da felaketin yarattığı pazar, felaketin yeniden üretim koşullarını sağlıyor.

Biyolojik bir beden haline dönüştürülmüş biçimiyle bu insanın yeniden imali diğer yandan sınırsız bir insan sevmezliğe de dayalı. Antroposen kavramsallaştırmalarının içine de sızan türün nihai varoluş biçiminin yarattığı bozulma, dünya üzerindeki yapısal uyum sorunları, ancak onun soluk alıp verme sınırında bir toplumsallaşmaya yöneltilmesinin de ideolojik arka planını oluşturuyor.

Bir yanında Hardin’in can sandalı etiği, diğer yanında Malthus’un nüfus kuramı ile bezeli bu politik insan sevmezlik, insanı bir canlı emek biçimine dönüştürdüğünde bu gücü derin bir saygıyla selamlıyor. Sermayedarın yanaklarını al al edecek her çaba, insan kalma ediminden daha çok saygıyı hak ediyor. Küresel sermaye hareketliliğine eşlik eden, emek gücünün mülteci hukuku ile harekete geçirilmesi, Khader’in mülteci biyopolitikası olarak somutlaştırdığı biçimde, sermaye birikimi için bir fırsat olarak su yüzüne çıkıyor. Tam da bu durum haklar mevhumunu yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. İnsanı değersiz göstererek, onun tarihsel kazanımlarını çıplak beden sınırında sömüren kapitalist üretim ilişkileri açısından mülteci bir metafor olmaktan çok, suçlu ilan edilen insanın varacağı nihai ontolojik göstergeye dönüşüyor.

Geçtiğimiz yaz tam da bu bağlamda yoğun bir gündemle yoğruldu. Felaketin yeniden üretimiyle. Bu maddi üretim bir yandan kutuplarda buzulların hızla erimeye devam ettiği işaret ediyor. Sıcak su akıntılarında dalgalanmalar meydana geliyor. Akdeniz havzası olmak üzere, küresel düzeyde sıcaklık artışları orman yangınlarının sürelerini uzattı. Yersiz yurtsuz kalanların sayısı arttı. İnsan hareketlikleri daha yaşanır bölgelere göre göç ihtimallerini gündeme getirdi. Savaşlar, siyasi çatışmalar, en sıcak yaz günlerinde de durmadı. Sel felaketi ile yüzlerce insan öldü, binlerce kişi evsiz kaldı. Orta enlemlerde kuraklık nedeniyle onlarca göl kurudu. Susuzluk, tarım ürünlerinin yanmasına yol açtı. Aşırı su tüketimi, tuzlanmayı ve çölleşmeyi arttırdı. Derelerde biten su nedeniyle on yıl önce davulla zurnayla açılan dere tipi hesler enerji üretemez oldu.

Hangi Evrede Olduğumuzun Tespiti

Bir yandan Engels’in işaret ettiği evredeyiz. Emekçiler, hem artık hem de atık haline getirilerek maddi üretim örgütleniyor. Emekçiler hem toplumsal zenginlik üreterek bedenlerinden vazgeçmeyi kabul ediyor, hem de bu zenginliğin değil; üretim yeteneğini yitirecek koşullarla sınanarak yeniden üretiliyor. Diğer yandan ise Naomi Klein’nin, Zizek’in işaret ettiği gibi maddi üretimi gerçekleştirme potansiyelini yitirecek bir eşikteyiz. Çifte felaket anıyla karşı karşıya kalmanın yarattığı bir travma durağındayız. Bu travmadan çıkış için, tarihsel hakların yeniden inşasını mümkün kılan bir deneyim alanı inşası ise asla yeterli olmayacak. Tarihin geçmişte kuruluşu için ise tarihsel haklara sıkı sıkıya tutunacak bir uğrak yaratmak şart. Tarihsel belleğin olduğu kadar, insanlığın ortak varoluş biçimlerinin de biyoteknoloji şirketleri tarafından devletlerle kurulan ittifaklar temelinde ele geçiriliyor oluşu, felaket kapitalizminden çıkışın tüm dünya genelinde emekçi sınıfların bozuluşundan olumsal bir politika bulmayı gerektiriyor. Mültecileşen emekçi sınıflar, kendi oluşlarını kurtuluşlarının faili kılacağı, bu bağlamda haklarını tarihsel bağlamda bir kamu düzenine dönüştürecek siyasal iktidarları devralmaya yöneleceği bir devrimci çizgiye muhtaçlar. Bu oluşun başlayabileceği bir siyasal örgütlü hat, felaket uğrağının bir sıçrayış için elzem veya olanak olduğunu işaret edebilir.