Fethullah Gülen ve Cemaati Üzerine: İslâm Ahlâkı Eksenli Bir Hareketin Yükselişi ve Düşüşü

Türkiye 15 Temmuz gecesi, bazılarının “bir daha asla yaşanmaz” dediği bir darbe girişimine sahne oldu. Darbeciler amaçlarını gerçekleştirmek için gözlerini kırpmadan sivil halkın üzerine ateş emri verirken, ülke tarihinin en büyük katliamlarından birisi de o sıralarda yaşandı. Resmî rakamlara göre 238 kişi öldü, 2,797 kişi de yaralandı. Uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek ve ülkenin siyasî tarihinin önemli satır başlarından olacağı şimdiden kesin olan bu olayın içyüzünün iyice aydınlanması için bir süre daha beklememiz gerekecek gibi görünüyor. Fakat karşı itirazlar olsa bile şurası da bir gerçek ki, bugün bu darbe girişiminin Fethullah Gülen ile Gülen Cemaati’nin öncülüğünde gerçekleşmiş bir şiddet hareketi olduğu konusunda herkes hemfikir. Öyleyse, bir cemaat nasıl oluyor da bir darbe girişiminin baş aktörü pozisyonunda yer alabiliyor? Bu kişilerin amaçları ne olabilir? Gülen Cemaati mensuplarını nasıl örgütlüyor? Ne gibi etkenlerle motive ediyor? Ve tabi ki böylesi bir şiddet, kendisini nasıl oluyor da meşrulaştırabiliyor?

“Altın Nesil”in Peşinde

Yine de bu soruların yanıtlarını aramaya başlamadan önce, Gülen ve Cemaati’nin fikirsel arka plânına bakmak yararlı olacaktır. [1] Öyle ki, neticede darbe teşebbüsü gibi bir askerî hareketin arkasında, hangi fikirlerin olabileceği ve bunların nasıl meşrulaştırıldığını aramak zaruridir. Bununla birlikte, madem cemaat ve onun fikirsel temelinden bahsedeceğiz, öncelikle Gülen’in Altın Nesil projesinden başlamamız gerekmektedir. Çünkü Gülen’in Altın Nesil ideali, “toplumsal dayanışma” adına cemaatleşme etrafında örgütlenmiş bir fikrî tasarımdır. Zaten aynı sebeplerden dolayı bu fikrin cisimleşmiş şekli de en başından beri Gülen Cemaati’ne mensup kişilerce hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Hareketin potansiyel adaptasyonu ve gelişmesi fazla büyütülemese de harekete mensup kişilerden pek çoğu, Gülen öğretilerinin elementlerini anlamış ve kafasına yerleştirmiş görünmektedir. Böylece bu hayata geçirme çalışmasında Gülen cemaatine bağlı okullar, yurtlar, dersaneler, üniversiteler, medya kuruluşları, meslek örgütleri, yardım kurumları ve Işık Evleri gibi oluşumlar, tasavvur edilen böylesi bir nesli en kısa zamanda ve en etkin bir şekilde hayata geçirme görevini üstlenmektedirler. Dolayısıyla Altın Nesil bir ideal, Gülen cemaati mensupları ise bu ideali ne pahasına olursa olsun gerçekleştirmeye çalışan, Max Weber’in ideal tip ile kavramlaştırmaya giriştiğine benzer, fertlerdir. Bu da göstermektedir ki, Gülen’in Altın Nesil ideali, bir sosyal ahlâk tasavvurunun yedeğinde, asıl olarak bir toplum tasarımınının ideal karakterini ve özünü de içerisinde barındırmaktadır.

Fakat günümüzdeki mevcut toplumsal şartlar (yani modern dünya), cemaatleşmeye ne kadar uygun olabilir? sorusu burada, Gülen için de hayatî bir sorudur. Çünkü insanların değerler alanında açılan bu boşluk ve İslâm’ın kamusal alana ahlâk yoluyla çıkarma yapması şeklinde yan yana gelişen iki süreç, ahlâk sorununu her zamankinden daha da önemli bir hâle getirmiştir. İşte bu aşamada Fethullah Gülen, geleneksel Türk muhafazakârlığının kendi konumunu sağlamlaştırmak için mütemadiyen ihtiyaç duyduğu, sürekli olarak da kavramsal ve pratik destek aldığı İslâm ahlâkı sistemini yeniden yapılandırmaya girişir. Bu yapılandırma, değiştirme, bozma değil; aksine günün şartlarına uygun hâle getirme, revize etmedir. Bununla birlikte, dönemin siyasî, ahlâkî, sosyal belirsizliklerinin/muğlaklığının da bu yapılandırma için verimli imkânlar sunduğu da bir başka gerçeklik olarak işaretlenebilir. Aynı anda hem o hem de bu olabilen, gerçeklik ile ideal olan arasındaki gerilimi klişelerle atlatan, sembolik ilişkilere gerçek ilişkilerden daha fazla değer veren ve bu durumların meşruiyet kaygısını derinden yaşanan insanların ortaya çıkması, çoğalması, üstelik böyle davranmanın bir ahlâk şekli olarak ifade edilmeye başlanması, yine saflık arayışlarının fetişleştirildiği bu dönemde inanma’nın en yüce değer haline gelmesi gibi etkenler, içinde bulundukları ortam ve şartlardan (maddî çıkarlar etrafında örülen bir hayatın sıkıcılığı ve peşi sıra gelen manevî arayış gibi) rahatsız olanların gözünde sadece İslâm ahlâkının değil, ayrıca İslâm’ın da din olarak daha güçlü bir oranda önemli görülmesine neden olmuştur. Zaten toplumdaki bu ahlâkî boşluğu keşfeden Gülen’in de yaptığı, bazen modernizm, bazen pozitivizm, bazen de Batı eleştirileri eşliğinde yabancılaşmaya karşı kendisini yalnız hisseden inananlar’ın inanç sistemlerini, kendi ideal tipi (Altın Nesil) çerçevesinde, yapılandırmaya, bunu da cemaatleşme etrafında örgütlemeye çalışmaktan ibarettir. Gülen bu yapılandırmaya, postmodernizmden izler taşıyan İslâmî postmodern akımlar’dan biri olarak ifade edilmesine yakışacak biçimde, kendi düşünce sisteminde de benzer izleri taşımasına rağmen, modernizm ve pozitivizmi hedefe alan Batı modernleşmesine getirdiği bir takım eleştirilerilerle işe başlar.

Öyle ki, Gülen Aydınlanma’nın dünya tasavvurundan başlayarak günümüze kadar gelen süreçte nasıl sonuçlanıyorsa sonuçlansın yapılan tüm işlerin sorumluluğunu, bu kavramın üzerine yükler. Ona göre komünizm, kapitalizm ve liberalizm de (büyük anlatılar-grand narratives) bu süreçte insanlara mutsuzluk, gözyaşı, adaletsizlik ve yıkımdan başka bir şey vermemiş, yüce varlık’tan uzaklaştırmıştır. Dahası aynı eleştirilerden bilimsel düşünce de nasibini alır. Gülen, bilimsel düşüncenin yarattığı kafa karışıklıklarının insanoğlunun ruhsal dünyasını hiçe saymak olduğunu belirtir ve bu söylem üzerinden ilerleyerek yine modernizm ile pozitivizm eleştirisine girişir. Fakat Gülen Cemaati’ni, İslâmî postmodern akımların özelliklerini taşıyan bir hareket olarak nitelemek için bu tespitler de yeterli gelmeyebilir. Bu nedenle, aynı argümanın bazı bulgularla desteklenmesi de gerekmektedir. İlk olarak, Gülen Cemaati postmodenizmin önemli bir özelliği olan toplumsal ve zihnî parçalanmışlık ile kültürel farklılaşmanın niteliklerini kendi üzerinde taşımaktadır. İkincisi, pozitivist bilim anlayışının eleştirisi, hareketin özellikle ilim ve eğitim alanında yaptığı işlerde kendisini göstermektedir. Üçüncü olarak, herkesin kendi dinini özgürce yaşama ve bu dinin gereği olan ibadetler ile ritüelleri yerine getirme hakkına sahip olduğu düşüncesi, yine postmodernizm ile önem kazanan ve Gülen tarafından da sıklıkla dillendirilen politik söylemlerdendir. Dördüncüsü de bu söylem tıpkı bütün postmodern hareketlerde görüldüğü üzere, beraberinde kültürel taleplerle birlikte gelmekte, dinî ve kültürel/geleneksel değerler yoluyla gündelik hayatta varlık bulma çabası şeklinde tezahür etmektedir. Buna ilave olarak, dikkati çeken son bir nitelik de postmodernizmin bir karakteri olan cemaatleşmeyi teşvikin, Gülen hareketinin “fertte inanç temelinde bir değişim oluşturmak” için vazgeçilmez bir işleve sahip olduğunu tespitimizde yatar.

Öncelikle, en bilinen tarafıyla postmodernizm düşüncesi politik, kültürel ve zihnî anlamda adem-i merkeziyet fikrini geliştirirken, merkezî yapılarda toplumsal ve zihnî parçalanmayı da beraberinde getirmektedir. Sivil hareketler olarak ortaya çıkan bu parçalanma hali, mevcut toplumdan fiilî bir ayrılma yaşamadan, mevcut topluma alternatif dinî ya da kültürel hayat projeleri üretme üzerine kurulu bir durumun da adıdır. Çoğulculuk ve hoşgörü söylemleriyle meşruiyet arayışına giren (yine 1990’ların başlarında ortaya çıkan Medine Vesikası tartışmalarını anımsayalım) bu alternatif İslâmî yönelimler, az da olsa doğruluk payı bulunmakla birlikte, bu çabalarıyla “çeşitliliğin” ve “sivilleşme”nin bir sonucu şeklinde algılanmaktadırlar. Sivil toplumun da özelliği olan bu “sivilleşme” durumu, fazlasıyla sıkıntılarla doludur ve yine aynı sebeple İslâmî hareketlerin de “bir sivil toplum hareketi” olarak algılanmalarına, hatta adlandırılmalarına bile neden olmaktadır.

Gülen Cemaati de işte böylesi bir toplumsal ve zihnî parçalanmadan filizlenmiş; çevresine topladığı insan kitlesiyle çoğalmış; bürokrasi, siyaset ve ekonomide güç kazanmış, referansını da İslâm’dan alan bir dinî harekettir. Bütüncül yapıların kırılması, evrensel düşüncenin aldığı yaralar, yerelliklerin uyanması, “doğrular”ın çoğalması, ulus devlet projesinin uğradığı hücumlar, bilimsel düşüncenin meşruiyetinin ve iktidarının tartışılması gibi toplumsal ve zihnî düşünceyi parçalayan etkenlerin de ortaya çıkardığı bu büyük boşluk, Gülen Cemaati gibi pek çok hareketin, tarikatın ve dinî oluşumun, aynı “zengin” alana karşı giriştikleri fikrî hücumla da anılabilir. Kezâ postmodernizm üzerine yazılan makalelerin/kitapların, Türkçe’ye çevrilerek, 1990’lı yılların başlarında öncelikle İslâmî hareketlere bağlı dergilerde yayınlanması, yayınevlerince basılması da bu gelişmeler hesaba katıldığında, tesadüf değildir. Dolayısıyla, Gülen ve hareketinin hızlı yükseliş seyrinin aynı döneme rastlaması da bu yüzden şaşırtıcı bir durum oluşturmamalıdır.

Bununla birlikte aksine Gülen, sıklıkla, kendisinin bir cemaat lideri olmadığını, “cemaat” adıyla anılan insanların İslâm için, hizmet aşkıyla tüm bu çalışmaları yaptığını söyler. Aslına bakılırsa Gülen, bugün sayısı milyonlarla ifade edilen bir cemaate sahiptir ve bu nedenle de kendisi etrafında geniş bir kümelenme mevcuttur. Fakat Gülen’in cemaat tarafından yapılan bütün faaliyetleri (Orman Bakanlığı’na alınacak memurdan okul kantininin ihalesine kadar) kontrol ettiğini, her hizmet’in ona sorularak yapıldığını iddia etmek de haksızlık olacaktır. Cemaat zaten bu tür “küçük” işler için vardır ve yetkilidir. Yine de önemli siyasî kararların, bir takım büyük ekonomik girişimlerin ya da bürokrasi içindeki bazı eylemlerin Gülen’den habersiz yapılması ihtimal dahilinde değildir. Bir takım “küçük” işler açısından düşünüldüğünde Gülen’in cemaate doğrudan bir müdahalesi yoktur. Bu bir çeşit fikrî ve ahlâkî etkinin varlığına işarettir. Bu bakımdan ele alındığında Gülen’in Cemaat ile ilişkisi, bir örgütü doğrudan idareden çok, ona ilham kaynağı olmasında aranmalıdır. Fakat buradaki kritik soru şudur: Bu özellik, Gülen Cemaati’ni tek liderin ağzından çıkan sözlere ya da emirlere göre hareket eden, merkezî bir yapının yönetiminde aşırı disipline edilmiş bir örgüt olmaktan da kurtarabilir mi? Çünkü Cemaat’in hiyerarşik ve dikey yapısı, yukarıdan gelen emirlerin ve buyrukların aşağıdakiler tarafından sorgusuz sualsiz yerine getirilmesi üzerine kuruludur. Emirler/buyruklar her zaman Gülen tarafından söylenmemiş olabilir. Zira bu nedenden dolayı bile Cemaat, serbestliklerin az olduğu, kapalı, kontrollü ve anti demokratik bir örgütlenmeye sahiptir.

Öte yandan Gülen Cemaati için, İslâm ve hizmet adına yapılacak ne varsa kitaplarında anlatmakta, kendisine gönül vermişlere yol göstermektedir. Sonuç olarak da Gülen bu çabasını, bir toplum tasarımı ile taçlandırır. Aslında bu toplum tasarımı, herkesi kucaklayan bir ahlâkî tasavurdur. Cemaat, günlük hayattaki kaçınılmaz gerçekliklerin açtığı olası yaraları, bu tasarımın üflediği ahlâkî ilham ile tedavi etmeye çalışır. Aynı sebeple Gülen cemaatini diğer İslâmî hareketlerden ayıran yegâne özellik, merkezdeki çok parçalı kültürü sarmalayacak ve toparlayacak önemli bir figür olarak Fethullah Gülen’in varlığıdır.[2] Bu özelliğiyle Gülen diğer İslâmî hareketlerle kıyaslandığında, “Batı’nın ilmine açık doğulu” imajıyla iyi bir sentez görüntüsü de vermektedir. Hatta Gülen’in bir kitabının “sunuş bölümü”nü yazan Mim Kemal Öke’nin tabiriyle, onun kitapları “post-modern bir dünya realitesinden kopmadan bir sahabî gibi yaşamamın formülünü” buldurmaktadır.[3] Dolayısıyla tüm bu savrulmuşluk, sis perdesi ve samimiyet arayışı içerisinde Gülen, sevenleri, takipçileri ve cemaati nezdinde tüm duygulara “hoşgörü” ve “sevgiyle” yaklaşan bir bilge figürü olarak ortaya çıkarken, Cemaati’nin vizyonu da bu kavramlardan ayrı düşünülmemektedir. Bilindiği gibi imaj, görsellik ve medya çağında, ne olduğunuz değil, nasıl göründüğünüz önem kazanmaktadır.

Buna rağmen, bütüncül bir yapının alternatifiymiş görüntüsü verse de Gülen Cemaati, onu yeniden tanımlayıp, üretmeyi tasarlaması bakımından tam da aynı anda iki ters kutbu bir noktada birleştirme yeteneğine sahip ve postmodern izler taşıyan bir düşüncenin ruhuna uygunluk da gösterir. Böylelikle, Türk muhafazakârlığının yapı taşı ve “varolmanın kaçınılmaz şartı” olarak devlet, en temel nitelik olarak bir köşede dururken, onun seküler yanlarının eleştirisi de giderek meşrulaşır. Hâlbuki “devletin seküler yanlarının eleştirisi” geleneği, ne Gülen’le, ne de postmodernizm ile başlar. Özellikle Cumhuriyet’ten günümüze ulaşan süreçte İslâmî kesimin devletin “laik uygulamaları”nı yoğun biçimde eleştirdiği iyi bilinmektedir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken farklılık, dinsel hareketlere katılımın ve dinin son dönemde önem kazanmasıyla beraber İslâm’ın kendi meşruiyet kaynaklarını daha da yoğun bir oranda devletten ayrı olarak üretmesi ve sonrasında mevcut politik iktidarın bunlara sahip çıkmasıdır. Buna ilave olarak, cemaatlerin kamusal alanda sıklıkla görülmeleri, dinî senbol ve söylemlerin hayatın her alanına giderek yayılması, İslâmcı ve muhafazakâr değerleri sahiplenen bir partinin on beş yıldır tek başına iktidar olması, bu hareketlerin eğitim, sermaye ve medya imkânları bakımından oldukça aktif bir yer edinmelerinin de eklenebilir. Artık kamusal alan ile ilgili dinî talepler daha yüksek bir sesle söylenmekte, bu alanda laik kesiminin seküler politikalarına karşı mücade, İslâm ve onun ahlâkı üzerinden de siper savaşları biçiminde sürmektedir.

Çünkü bir takım toplumsal gelişmelerle birlikte, insanların ahlâk ilkeleri delik deşik olup o alanda büyük bir boşluk açılsa da, bu zihnî yerle bir oluşta günlük hayatta yaşanan hemen her durumu, çelişkiyi ya da tereddütü meşrulaştırmanın yolları da fazlasıyla kolaylaşmıştır. Meselâ Gülen sık sık “devlet ne yaparsa doğru yapar”, “devlet ile karşı karşıya gelinmez” der, fakat aynı Gülen devlet okullarındaki eğitimi dinî ve millî değerler konusunda eksik bulup eleştirirken ya da kamusal alanda İslâmî bir değişimi en alttan itibaren tasarlarken devlet politikalarıyla (ya da devletin seküler politikalar uygulamasını destekleyen kesimiyle) herhangi bir “karşı karşıya gelme” hissetmemektedir. Dahası, bu cümleleri kuran bir kişinin düşüncelerinin takipçisi olan bir Cemaat’in, seçilmiş politik iktidara karşı nasıl olup da bir darbe girişimi içerisinde olduğunu açıklamak da kendileri açısından güçleşmektedir.

Yine de Gülen Cemaati’ni İslâmî postmodernlik ve yeni muhafazakârlığın Türkiye versiyonu olan, bu yönüyle de ülkenin en örgütlü, en yaygın dayanışma ağına sahip İslâmî toplumsal grubunu oluşturan bir hareket olarak nitelemek için son bir kavrama daha ihtiyaç duyulabilir. Bu kavram, yaşadığımız döneme ekonomik, sosyal, kültürel ve politik olarak damga vuran küreselleşme olgusudur. Dünyada yapısal bir değişimi öngören politikaların mimarı olan küreselleşme, küresel sermaye açısından kapitalizmin tıkanıklıklarını aşma yolunda son dönemde kayda değer bir mesafenin alınmasında önemli bir rol oynamıştır. Öte yandan Altın Nesil idealiyle taçlanan Gülen hareketini toplumsal yapıları böylesine tahrip edici (meselâ ulus devlet yapısında oluşan tahribat anımsanabilir) bir ekonomik sistem ile yan yana getiren ne olabilir? Daha önceden de bahsettiğimiz gibi, Gülen metinlerinde sık sık çalışmanın, verimliliğin, içinde bulunulan kalıpları kırmanın, dünya devi olmanın ahlâkî erdemlerinden bahsedilir. Fakat bu ahlâkî söylemlerden hiçbiri başlı başına Gülen hareketinin küreselleşme ile irtibatını kurmaya yetmez. Çünkü, bu hareketin küresel ile bağlantısını sağlayan etken, hareketin politik yüzü ve neo liberalizme yakınlığıdır. Yeni muhafazakâr politikaların İslâm iktisadına uyarlanmış hallerinin sözcülüğünü yapması Gülen hareketini küresel sermayeye yakınlaştırmakta, aynı yakınlık sonucunda öncelikle eğitim alanında olmak üzere dünyanın değişik ülkelerine cemaat mensuplarınca pek çok yatırım yapılmaktadır. Ayrıca cemaat okullarının etkinliğinin artması[4] dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerdeki araştırmacıların bu okullar vasıtasıyla cemaatin iç yapısını anlamaya yönelik çabalarını da aynı oranda arttırmakta, bu ilgi de Gülen hareketinin dışa açılma yollarını olabildiğince kolaylaştırmaktadır. Zaten bu ve benzer ipuçları nedeniyle, pek çok kişi ABD’nin başını çektiği küresel sermayenin ılımlı İslâm kavramı aracılığıyla Fethullah Gülen ve Cemaati’ni Büyük Ortadoğu Projesi için kullandığını söylemektedir, ki kanımca bu haklılık payı olan bir iddiadır.

İslâmî “ahlâkın” güç sarhoşluğu

Fakat Gülen Cemaati ile küreselleşme ilişkisini sadece ekonomik etkenlerle açıklamaya çalışmak da epeyce yanıltıcı olabilir. Zaten aslen bizi burada ilgilendiren olgu, bir inanç sisteminden dünya çapındaki bir ekonomik sisteme uzayan süreçte bu yolun, hangi ahlâkî meşruiyet taşları ile döşendiğidir. Şu ana kadar İslâm ve onun ahlâk öğretisi, Protestan ahlâkı üzerinden Hıristiyanlıkta olduğu gibi, en azından bir İslâm kapitalizmi yaratacak oranda büyük bir etki ortaya koyamamıştır. Meselâ Gülen’in aktivizm ile destekli hem askerî, hem de politik olarak yeniden dünya üzerinde bir güç haline gelme düşüncesi, günümüzde küresel güç olmanın basit yolları düşünüldüğünde, serbest piyasacı, kapitalist ekonomi temellidir. Fakat Gülen “kapitalizm” dememek için ütopik bir İslâm iktisadı yoluyla kalkınma ve refahın, İslâm’ı bütün müesseseleri ile bir bütün olarak yaşamaktan geçtiğini söyler.[5] Hâlbuki “kutsal” kitaplar iktisat teorileri barındırmazlar ve dinin başlı başına bir kalkınma aracı olarak kullanılması mümkün değildir. Buna rağmen, Gülen metinlerinde de rastladığımız gibi, yavaş yavaş İslâmî sermayenin palazlanmasını takiben İslâm ahlâkı da aynı paralelde, kapitalizme/küreselleşmeye destek veren söylemler üretmeye başlamıştır. İşte tam da burada Gülen Cemaati’ni bu söylemleri etkin biçimde yayıcı özelliği bakımından ele almak, artık bir zorunluluktur. Çünkü, dinî bir oluşum olmasına rağmen, lükse, haksız kazanca, kul hakkı yemeye, mal ve mülkleşmeye yönelik bütün kötüleyici İslâmî söylemlerin aksine Gülen Cemaati, büyüme, küresel sermayenin bir parçası haline gelme, kapitalizmin nimetlerinden yararlanma gibi konularda diğer cemaat veya tarikatlarla kıyaslandığında, rakipsizdir.

Buradaki bir başka temel soru da dinî referanslar etrafında örgütlenmiş bir yapının nasıl olup da hem bürokratik hem sermaye hem de politik güç bakımlarından bu ölçüde genişleyip, büyüyebildiğidir. Yine iyi bilindiği biçimiyle Gülen Cemaati, diğer dinî yapıların aksine uzunca bir süre, her dönemde ve her şartta devlete yaslanmış, bu yakınlaşmasının karşılığını da devlet imkânlarından olabildiğince yararlanarak almıştır. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle kendisi için önemli bir gelişme sürecini de başlatan Cemaat, iktidar partisiyle yaşadığı 2013 yılındaki ayrışmaya kadar geçen zamana kadar ekonomik, büroktatik ve politik açılardan hiçbir dinî yapının elde edemediği olanaklara da sahip oldu. Fakat yine de bu tespit bile dinî bir yapının yaşadığı dönüşümü açıklamak için yeterli gelmeyebilir. Bu sebeple, yeniden Gülen düşüncesine başvurmamız gerekiyor. Çünkü Gülen 12 Eylül sonrasında siyasal ortamın uygunluğu eşliğinde ve 1980’li yılların ortalarına denk gelen ilk gelişme evresinden beri, sürekli olarak takipçilerine “vali olun, emniyet müdürü, kaymakam olun” talimatları eşliğinde asıl hedefi işaret etmekteydi. Diğer cemaatler ve tarikatlar, Kemalist devlet bürokrasisi içersinden yer almaktan çekinirken, “buralara nasılsa bizi almazlar” diye uzak dururken, Gülen Cemaati mensupları bazen açık ama çoğu kez de başka kimlikler altına saklanarak devlet bürokrasisine sızdılar. Hatta Gülen Cemaati’nin vaktiyle “büyümek” isteyenler için Türkiye’deki bürokratik yapının bir takım özel avantajları olduğu gerçeğinin farkına vardığı da rahatlıkla söylenebilir. Çünkü Türkiye’de devlet, sivil alanları ortadan kaldırabilmek adına, kendisine bağımlı bir sermaye kitlesi yaratma eğilimindedir. Bunu da en çok dağıttığı ihaleler ve bankacılık sektörü aracılığıyla yapar. İşte bu sebeple Gülen Cemaati’ne baktığımızda, büyüme ve gelişme için gerekli olan iki temel etkenin (nitelikli insan için eğitim ve kaynak sıkıntısını çözecek sermaye) daha en başından itibaren devlet gözetiminde ve desteğiyle cereyan ettiğine de sahit olmaktayız. Dahası Gülen düşüncesindeki “gelişmeye ve büyümeye her zaman destek olmak” ile açıklanabilecek bazı kodların, Osmanlı’nın ihtişamlı yıllarına tekrar dönme tasavvuru, zengin ve “Büyük Türkiye” ideali, Hıristiyan ve Haçlı Batı’dan rövanş alma hayali gibi etkenlerin de bu konuda Cemaat mensuplarına fazladan motivasyon kaynağı olduğu da burada belirtilmelidir.

Bunların yanı sıra Gülen cemaati, “gizlilik esasını” öncelik olarak almış tüm yapılar gibi, dışa kapalılık; bazı sırların ya da bilgilerin sadece en üstteki büyük abi’ler tarafından bilinip, saklandığı; yine en önemli kararların bu kişiler tarafından alınıp alt kadrolara iletildiği keskin bir hiyerarşik örgütlenmedir. Örneğin yapıyı bir piramit olarak düşünürsek herkes belli bir katmana kadar abi’leri/abla’ları tanır; daha ilerisine asla ulaşamaz. Dolayısıyla böylesi bir örgütlenmeye baktığınızda, hem vardır hem de yoktur. Vardır, çünkü tanınan bir yapıdır, göz önündedir, ortadadır. Yoktur, çünkü kimse “ben cemaatçiyim” demediği, bazı kodlar, işaretler, semboller, bir yerlerden gelen karşılıksız burslar, sadece “ibadetini daha iyi yapabilmek” adına bir araya gelmiş evlerde kalan öğrenciler, ortak arkadaşlardan selâmlar ya da tavsiyeler üzerinden iletişim kurulduğu, bu yüzden de insanların yakın çevreleri dışında kimseyi tanımadığı için tespit edilmeleri de bir o kadar güçtür. Cemaatin mühim bir gizlilik kuralı da herkesin ağzını sıkı tutması, iç meselelerin başkalarına götürülüp şikâyet edilerek çözüm aranmaması ve içeride olan bitenin asla dışarıya aktarılmaması esasına dayanmaktadır. Kuralı bozanlar için de, yerine göre evden atma, bursunu kesme, ailesine şikâyet etmeden tutun da ihale vermeme, kadroya almama, başka ile sürme, görevden alma, iftira atma, medya imkânlarıyla kamuoyu önünde linç etme, istikbalini karartmaya kadar giden farklı tehdit unsurları yine bu yapıda mevcut olduğuna şahit olmuş durumdayız.

Bunun yanında cemaat mensupları yıllarca kendilerini “hizmet gönüllüsü” olarak ifade ettiler. Cemaatin alt kadrolarının bir takım kişisel menfaatler (devlette iş bulma, kadro/ihale kapma,  memurlukta hızla yükselme vb.), üst kadrolarının da bazı siyasal çıkarlar (bürokrasiye ve orduya hâkimiyet, politik alanın kontrolü vb.) etrafında toplandığı gerçekliği hep reddedildi. Zira bu amaçlar için de öncelikle cemaat mensuplarının kendilerini iyi gizlemeleri gerekiyordu. Zaten gizlilikteki birinci gaye de bu gibi amaçların ivedilikle gerçekleştirilmesi üzerine kuruluydu. Bunun sonucunda ise Cemaat’in, devlet kaynaklarını sadece kendi mensuplarına açmada inanılması güç bir hadsizlik ve iştah gösterdiği tespit edilebilir. Nitekim, bugün Türkiye’de Gülen ve Cemaati’ne karşı varolan öfkenin önemli bir kısmı da bu gibi herkesin gözü önünde açıkça cereyan eden ve sadece bir dinî yapının menfaatlerine odaklanmış haksız uygulamalardır.

Öte yandan bizim kafamızda bir takım ezberler olduğu için, her yapıya kategorik bakmaya da alışkın bir özelliğimiz var. Bu yüzden “cemaatçi” denildiğinde, hemen sakallı, örtülü, 24 saat ibadet yapan insanlar akla geliyor. Hâlbuki Gülen Cemaati, bu kriterlerle değerlendirilebilecek bir dinî örgüt değildir. Cemaat’in içinde ve özellikle Türkiye’nin batısındaki şehirlerde, seküler bir hayat yaşayıp cemaat mensubu olan bir sürü insan olduğu bilinmektedir. İşte bunlar kendi aralarında bir takım sembolik işaretler (ortak bir dil, ortak arkadaşlar veya sohbet ortamları vb.) aracılığıyla birbirlerini tanıdığı gibi, kendi kişisel vitrinlerine koydukları başka sembollerle de (mevcut Hükümet’i övme, örtünmeme, Kemalist görünme vb.) kendilerini, dün olduğu gibi bugün de, rahatlıkla gizleyebiliyorlar. Yine aynı sebeple, sadece Gülen Cemaati için değil tüm cemaat ve tarikatları da kapsayacak biçimde, bizim “cemaatçi” kavramından anladığımız içeriğin yeniden ele alınması gerekiyor.

Bununla birlikte, bu cemaat örgütlenmesi yıllarca geniş, güçlü politik ve finans kaynaklarının da yardımıyla ayakta kaldı. Gülen Cemaati nereye gittiği ve harcandığı belli olmayan, resmî olarak toplanmadığı için kaydı asla bulunmayan zekât ve bağışlar vasıtasıyla, isimlerinin sadece alt kadrolardaki abi’ler ya da abla’lar tarafından bilindiği (ama bugün o isim listelerinin devletin de elinde olduğunu gördüğümüz) öğrencileri (yine kayıt altına alınması güç olan öğrenci evlerinde –Işık Evleri-) okuttu. Buradan yetişenler, aslen yetenekleri ve bilgileriyle değil, biat ile itaat zincirindeki mevcut davranışlarındaki başarılarıyla ve özellikle de devlet kadrolarına aktarıldılar. Bu süreçte ve bu kadrolara geçişte “cemaatçi” etiketi almamak için yaslanılan söylem ise, esas olanın “devlet ve millet adına yapılanlar” olduğu şeklindeki, herkese kabul görecek derecede meşru bir söylemdir. Zaten en son yaşadıklarımızdan sonra, öncelikle “cemaatçi” olarak yaftalanmamak için gizlenmeye yarayan bu söylemin ne derece doğru ve geçerli olduğunu da hep birlikte görmüş olduk.

Sonuç: Peki ya diğerleri? Ve geleceğimiz?

Bitirirken burada bir iddiamı yeniden tekrarlamam gerekirse, Gülen asıl olarak İslâmcı bir tasavvura sahip bir kişilik, Cemaati de onun düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışan irili ufaklı menfaat ilişkileriyle bir araya gelmiş İslâmî dinî gruptur. Bu yapının meşruiyetini sağlayan düşünce, Allah adına ve sevap kazanmak için Türk tipi İslâm yorumunu tüm Dünya’ya hâkim kılmak, İslâm’ı ve Müslümanlığı başka coğrafyalarda da yaymaktır. Bir zamanlar Türkiye’deki devlet bürokrasisinin emperyal amaçlar için yoğun destek verdiği Gülen Okulları’nın asıl misyonu da zaten aynı yayılma politikaları etrafında kümelenir. Keza cemaat mensupları, bu “yüce misyonun” verdiği motivasyonla çalışmaktadırlar. Durum böyle olunca, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne katılan sivil ya da asker tüm Gülen Cemaati mensuplarına (FETÖ) güç veren duygunun kaynağının da rakip olarak gördükleri bir politik güce (burada AKP) karşı besledikleri hasmane hisler olduğu düşünülebilir. Yine Gülen fikriyatında da yer bulan ve izlerine Türk politik kültüründe sıkça rastladığımız “ülkenin kurtuluşu”, “devletin bekâsı”, “düşman ile mücadele”, “vatan savunması”, “millî görev”, “zalimlere acımama” vb. gibi bazı zihinsel katkıların da bu darbe teşebbüsüne girişenlere duygusal destek sağladığı iddia edilebilir. Neticede “yüce amaçlar”, herkesi ve kendine yaramayan her düşünceyi ezen meşruiyetleri de bağrında saklar. Kısacası “silahsız insanlara nasıl ve hangi vicdanla ateş açıldı?” sorusunun yanıtı da zaten burada aranmalıdır. Bu yüzden darbe teşebbüsüne katılanların, olası bir başarıda, bir takım kişisel amaçlarının olduğunu söylemek de kolay olmayabilir. Varsa da yine başka toplumsal çıkarlar arkasına saklandıkları, bu kılıkla sahneye çıktıkları düşünülebilir. Çünkü kolektif bir heyula olarak vazife aşkı’nın, çelik vicdanları eritip tekrardan kalıplara dökerek kendi çelik vicdanlarını yeniden inşa edebildiği ve bunun da tahmin edilenden kısa sürdüğü iyi bilinen bir durumun adıdır.

Diğer taraftan bazı gerçeklikler ortadayken, bugün medya gücünün de desteğiyle Gülen ve Cemaati’ni, İslâmcılık düşüncesinden ayırmak amaçlı bir takım düşünsel faaliyetler ile yayınlar yapıldığı, benzer program, yazı ve söylemlerle de desteklenen bu algının zihni bakımdan yerleştirilmeye çalışıldığı da görülmektedir. Buradaki çabanın özetle, Gülen ile Cemaati’ni İslâmcılık düşüncesinden uzak bir yapı olarak gösterip, onları tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir nev-i sapkın/heretik/septik düşünce ile (“Haşhaşi” nitelemesini anımsayalım) çerçeveleme çabasından kaynaklanmaktadır. Aynı çabanın sahiplerine göre eğer bu zihnî çerçeveleme başarılabilirse, İslâm ve İslâmcılık düşüncesi ile Gülen ve Cemaati arasına da bir mesafe konulmuş olacak. Böylelikle onların aslında İslâmcı falan olmadıkları, İslâm düşüncesiyle aralarında bir benzerlik bulunmadığı, bu olan bitenin İslâm ve İslâmcılıkla ilgisinin olamayacağına dair söylemlerin meşruiyeti de daha kolay sağlanacak. Yani aslında “gerçek İslâm bu değil” ideolojik söyleminin etkisindeki bu çabanın herkesi sürüklemek istediği nokta, bunca olan bitenin İslâmcılıkla ilgisinin olmadığı kanaati üzerinden, bugünkü  ve gelecekteki İslâmcılık politikalarına yeniden kitlesel destek sağlayabilmek ve İslâmcılığın itibarını ilerleyen zamanda kurtarabilmek. Yani karşımızda İslâmcılık politikalarındaki yanlışları, rakip politikacılar, düşman cemaatler, başka etnik yapılar, farklı inanç grupları vb. üzerine yıkmaya çalışan iştahlı bir çaba var. Üstelik bu tamamen ideolojik bir gayretten başka bir şey de değil.

Hâlbuki, bildiğimiz üzere cemaatleşme tarzı örgütlenme, İslâmcılığın toplumsal dayanışma yöntemidir. Modern toplumun örgütlenme şekli sivil toplumdur. Tıpkı Gülen Cemaati örneğinde de görüldüğü gibi, tüm cemaat yapılanmaları benzer ilişki ağları ile örülmüştür. Bu örgütlenme biçimi ve ilişki ağları meşruiyetini dinden alır. Din burada, sadece meşruiyet sağlayıcı bir dayanışma unsuru değil, aynı zamanda bir ilham kaynağıdır. İşte bu yüzden, eğer bugün Gülen ve Cemaati üzerine bazı eleştirilerimiz varsa, aynı eleştirilerin bir kısmının da böylesi yapıları ortaya çıkarıp yayan ana eksen İslâmcılık politikalarına yönelmesi de gerekmektedir. Dahası, tüm bu sıkıntıların aslen laiklik politikalarından uzaklaşmaktan dolayı yaşandığının da bilincinde olunması, bir zorunluluk olarak karşımızda beklemekte. Zira bu zorunluluklar yerine getirilmediği sürece, Türkiye’nin gelecekte “cemaatler ülkesi” olması da kaçınılmaz görünüyor. Dolayısıyla “kanmış olalım” ya da olmayalım ülke olarak “kandırılmanın” yükünü bir kez daha taşıyabilecek miyiz? sorusu tüm vahametiyle artık önümüzde durmakta. Ve bugün bu soruya verilecek yanıt, ilerleyen senelerde bu topraklarda doğacak çocuklar da dahil hepimizin geleceğini doğrudan ilgilendiriyor.

 

DİPNOTLAR

[1] Bu başlık altındaki bazı bölümler Fethullah Gülen üzerine yazdığım kitabımdan derlenmiştir. Bknz: ÇOBANOĞLU, Yavuz: “Altın Nesil”in Peşinde / Fethullah Gülen’de Toplum, Devlet, Ahlak, Otorite, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 401-448

[2] KOZANOĞLU, Can: İnternet Dolunay Cemaat, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 63

[3] ÖKE, Mim Kemal: Sunuş, GÜLEN, M. Fethullah: Yeşeren Düşünceler (Çağ ve Nesil 6), İzmir, 1996, s. C

[4] Fethullah Gülen cemaatine bağlı kişilerin değişik ülkelerde açtıkları okullara, o ülkenin özellikle bürokrat kesiminin çocukları başta olmak üzere, belli bir kesimin çocuklarının öğrenci olarak alındığı da bilinmektedir. Ayrıntılı bir analiz için Bknz: BALCI, Bayram: Orta Asya’da İslâm Misyonerleri/Fethullah Gülen Okulları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

[5] Gülen’in İslâm iktisadı, emek, sermaye, ücret, ticaret, tüketim, faiz, mülkiyet, ticaret, kapitalizm, komünizm ile ilgili ayrıntılı görüşleri için Bknz: GÜLEN, M. Fethullah: Enginliğiyle Bizim Dünyamız -İktisadî Mülâhazalar-, Nil Yayınları, İstanbul, 2009, s. 197-502