Freudyen Teori ve Faşist Propagandanın Örüntüleri

Geçtiğimiz on yıl içinde, Amerikan faşist ajitatörlerinin sözlerinin ve broşürlerinin doğası ve içeriği konusunda sosyal bilimciler tarafından çok yoğun incelemeler gerçekleştirildi. Bu çalışmaların meseleye içerik çözümlemesi çerçevesinde yaklaşan bir kısmı, en sonunda L. Löwenthal ile N. Guterman’ın hazırladığı Prophets of Deceit (‘Düzenbazlığın Peygamberleri’)[1] adlı kitapta kapsamlı bir sunuma kavuştu. Elde edilen genel resim iki temel nitelikle karakterize olmuş durumdadır. İlk olarak, bütünüyle olumsuz yorumlar ve bir tuhaflık istisnasıyla: Yabancıları temerküz kamplarına koymak ya da Siyonistleri sürgün etmek yolunda, bu ülkedeki faşist propaganda malzemesi somut ve elle tutulur siyasal meselelerle pek de ilgilenmiyordu. Bütün ajitatörlerin ifadelerinin ezici bir çoğunluğu ad hominem temelliydi ve bu doğrultuda çalışıyordu. Bunlar, rasyonel hedefler doğrultusunda oluşturulmuş rasyonel ifadelerle kendilerine takipçiler bulma amacına değil, açıkça psikolojik hesaplamalara dayanıyorlardı. “İnsan sürüsü kışkırtıcıları” terimi, esası bakımından, olduğu haliyle kitleleri aşağılayan bir terim olması nedeniyle itiraz edilebilir olmakla birlikte, bizim Hitler özentililerimizin kasıtlı olarak geliştirdiği irrasyonel ve duygusal saldırganlık atmosferini açığa vurmak bakımından uygun bir terimdir. Eğer insanları ‘insan sürüsü’ olarak nitelemek bir küstahlık ve yüzsüzlük içeriyorsa, bu tam olarak ajitatörün tam da bu insanları bir ‘insan sürüsü’ne dönüştürme amacını, yani kalabalıkların hiçbir anlamlı siyasal amaç olmaksızın şiddet eylemlerine yatkın hale getirilmesi ve pogrom atmosferinin yaratılması amacını ortaya koyar. Bu ajitatörlerin evrensel maksadı, Gustave Le Bon’un ünlü kitabından beri yaygın olarak ‘kitle psikolojisi’ biçiminde bilinen şeyi yöntemli bir biçimde tahrik etmektir.

İkinci olarak, ajitatörün yaklaşımı gerçekten sistematiktir ve net ‘aygıtlardan’ oluşan, katı bir biçimde düzenlenmiş bir örüntüyü izler. Bu, yalnızca siyasi amacın, yani demokratik ilkeye karşı kitle desteği aracılığıyla demokrasinin yok edilmesi amacının nihai birliğine ilişkin bir şey olmakla kalmaz; bundan daha çok bizzat propagandanın içeriğinin ve sunuluşunun içkin doğasına ilişkin bir şeydir. Coughlin ve Gerald Smith gibi bir hayli tanınmış figürlerden taşradaki küçük çaplı nefret tacirlerine kadar çeşitli ajitatörlerin söylediklerindeki benzerlik o kadar büyüktür ki hepsini birden bilmek için içlerinden yalnızca bir tanesinin ifadelerini çözümlemek ilkesel düzeyde yeterlidir.[2] Daha da ötesi, konuşmalar o kadar tekdüze ki bir insan stoktaki sınırlı aygıtları biraz tanıdıktan sonra bu konuşmaların sonu gelmez tekrarlar içerdiğini hemen görecektir. Aslında fikirlerin kısıtlı oluşu ve sürekli tekrarlanması, tekniğin bütününün ayrılmaz içeriği durumundadır.

Örüntünün mekanik katılığı bu kadar açıkken ve bizzat bu hal, faşist zihniyetin belirli psikolojik veçhelerinin ifadesi durumundayken, insan kendisini, faşist tutumun propaganda malzemesinin, ister bilinçli olsun ister bilinçdışı, söylenen her sözcüğü belirleyen bütüncül bir ortak görüşle yapısal bir tertibat oluşturduğu hissine kapılmaktan alıkoyamıyor. Bu yapısal tertibat, psikolojik öze olduğu kadar örtük bir siyasi kavrayışa da gönderim yapıyormuş gibi görünmektedir. Şimdiye kadar, bu aygıtların her birinin ayrı olarak ve bir şekilde izole edilmiş bir biçimde doğası üzerinde bilimsel ilgi oluştu; bu aygıtların psikanalitik çağrışımları vurgulandı ve ayrıntılı bir biçimde ele alındı. Şimdi, çeşitli öğeler yeterince açık bir biçimde ortaya konulmuş olduğuna göre, dikkatimizi bu öğeleri kapsayan ve bunlara yol açan psikolojik sistemin kendisine odaklamanın zamanı geldi –terimin kendisinin paranoyaya ilişkin çağrışımlara bir çağrı çıkarması elbette arızi bir durum oluşturmamaktadır. Bu, bana daha uygun görünüyor, çünkü öteki türlü, bireysel aygıtların psikanalitik yorumu rasgele ve keyfi bir durumda kalacaktır. Bir tür teorik referans çerçevesi geliştirilmelidir. Bireysel aygıtlar, karşı konulmaz bir biçimde psikanalitik yoruma çağrı çıkarıyor olduğu sürece, bu referans çerçevesinin, temel psikanalitik teorinin ajitatörün genel yaklaşımına daha kapsamlı bir biçimde uygulanmasından oluşması gerektiğini savlamak mantığa da uygun olacaktır.

Böylesi bir referans çerçevesi, Grup Psikolojisi ve Egonun Analizi başlıklı kitabında bizzat Freud tarafından sağlanmış durumdadır ki bu kitap, Alman faşizmi tehlikesinin akut bir hal almasından çok önce, 1922 gibi erken bir tarihte[3] İngilizce yayınlanmıştır. Freud’un, sorunun siyasi fazıyla çok az ilgilenmiş olmasına rağmen, faşist kitle hareketlerinin yükselişini ve doğasını saf psikolojik kavramlarla öngörmüş olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Eğer analistin bilinçdışının analiz edilenin bilinçdışını algıladığı doğruysa, bu teorik sezgilerin de rasyonel düzeyde henüz örtük olsalar da kendilerini daha derin bir düzeyde açığa vuran eğilimleri öngörebilecek yetiye sahip oldukları varsayılabilir. Birinci Dünya Savaşının ardından Freud’un dikkatini kesin bir biçimde narsisizme ve ego sorunlarına çevirmiş olması tesadüf olmayabilir. Meşgul olunan mekanizmalar ve dürtüsel çatışmalar, çağımızda önemi gittikçe artan bir ol oynuyorlarken, pratisyen analistin tanıklığına göre, yöntem açısından bir model işlevi gören dönüşüm histerisi gibi ‘klasik’ nevrozlar, Charcot’nun histeriyle klinik düzeyde ilgilendiği ve Ibsen’in de histeriyi kendi oyunlarının konusu haline getirdiği bir dönemde Freud’un kendi gelişimi vuku bulurken ortaya çıktıklarından daha seyrek görülmeye başlandılar. Freud’a göre kitle psikolojisi sorunu, sosyo-ekonomik nedenlerle bireyin çöküşüne ve bunu izleyen zayıflığına tanıklık eden dönem açısından son derece karakteristik olan yeni türdeki psikolojik bozukluklarla yakından ilişkilidir. Freud’un kendisi toplumsal değişimlerle çok ilgilenmiş olmasa da bireyin monadolojik sınırları içerisinde toplumsal değişimin derin krizinin ve bireye dışsal kolektif failliklerin iktidarına sorgusuz bir biçimde teslim olma istekliliğinin ipuçlarını geliştirmiştir. Kendisini, kendi çağının toplumsal gelişmelerinin incelenmesine hasretmeksizin, Freud, kendi çalışmalarının gelişimi, konu tercihleri ve kılavuz nitelikli kavramlarının evrimi aracılığıyla tarihsel yönelim çizgilerine işaret etmiştir.

Freud’un kitabının yöntemi, Le Bon’un kitle zihni tanımının dinamik bir yorumundan ve Le Bon ile analiz-öncesi kimi diğer psikologlar tarafından kullanılan birkaç dogmatik kavramın –adeta sihirli sözcüklerin– eleştirisinden oluşmaktadır ki bu kavramlar kimi sarsıcı fenomenler söz konusu olduğunda kilit nitelikteymiş gibi görünmektedirler.  Bu kavramlar arasında en başta geleni, Hitler tarafından kullanılan sözle ve bu sözün kitleleri büyüsü altına alışıyla ilgili olarak hâlâ eğreti bir rol üstlenmiş durumda bulunan açıklama önerisidir. Freud, Le Bon’un kitlelere ilişkin iyi bilinen nitelemelerinin –bireyliğin iptali, irrasyonel olma, kolayca etkilenme, şiddete yatkınlık ve bunların hepsinin geriye itimli olması– isabetliliğine meydan okumaz. Onu Le Bon’dan ayıran şey, daha eski psikologların çoğunun kanıtlayıcı temaları durumunda olan kitlelere dönük geleneksel hor görü ve küçümsemenin yokluğudur. Kitlelerin haddizatında bayağı oldukları ve böyle kalmaya da devam edecekleri yönündeki genel ve betimleyici bulgulardan sonuç çıkarmak yerine sahici aydınlanmanın ruhuyla şunu sorar Freud: Kitleleri kitle yapan şey nedir? Toplumsal dürtü ya da sürü dürtüsü biçimindeki kolaycı hipotezi reddeder ki ona göre bu hipotez, sorunu göstermekte fakat çözümüyle gerçekte ilgilenmemektedir. Bu reddine ilişkin sunduğu saf psikolojik nedenlerin yanına, Freud’un sosyolojik bakış açısından da emin bir zeminde durduğu düşüncesi eklenebilir. Modern kitle oluşumlarının biyolojik fenomenlerle düz bir biçimde karşılaştırılması doğru kabul edilemez, çünkü çağdaş kitlelerin üyeleri, en azından ilk göze çarpan bireyler liberal, rekabetçi ve bireyci bir toplumun çocuklarıdırlar ve kendilerini bağımsız, kendi kendini devam ettiren birimler olarak muhafaza etmeye koşullanmışlardır; ‘dayanıklı’ olmaları hususunda sürekli ihtar altındadırlar ve teslim olmaya karşı da sürekli ikaz edilirler. Arkaik, birey-öncesi dürtülerin varlıklarını muhafaza ettikleri varsayılsa bile, bu mirasa işaret eden kişi basitçe bununla yetinemez ve modern insanın kendi rasyonel düzeyiyle ve aydınlanmış bir teknoloji uygarlığının mevcut aşamasıyla aleni bir biçimde çelişen davranış örüntülerine neden geri döndüğünü açıklamak zorundadır. Freud’un yapmak istediği de tam olarak budur. Hangi psikolojik kuvvetlerin bireylerin kitleye dönüşümüyle sonuçlandığını saptamaya çalışmaktadır. “Eğer gruptaki bireyler bir birlik olacak şekilde bir araya geliyorsa, hiç kuşkusuzu onları birleştiren bir şeyler olmak zorundadır ve bu bağ, bir grubun karakteristiğini oluşturan şeyin ta kendisidir.”[4] Fakat bu araştırma faşist manipülasyon biçimindeki temel konunun açığa çıkarılıp serimlenmesiyle aynı anlama gelmektedir. Kendi rasyonel öz-çıkarlarıyla büyük oranda uyuşmayan amaçlar doğrultusunda milyonlarca insanın desteğini kazanmak zorunda olan faşist demagog, bunu, ancak Freud’un aradığı bağı suni bir biçimde yaratarak gerçekleştirebilir. Eğer demagogun yaklaşımı gerçekçilikten bütünüyle uzaksa –ve popüler başarısı da bunun böyle olduğu konusunda kuşkuya yer bırakmıyorsa–  sorgulanmakta olan bağın tam da demagogun yapay bir biçimde üretmeye çalıştığı bağ olduğu savlanabilir; doğrusu, bu, onun çeşitli aygıtlarının arkasındaki birleştirici ilkedir.

Genel psikanalitik teoriyle uyumlu olarak, Freud, bireyleri bir kitleyle bütünleştiren bağın libidinal bir doğasının olduğu kanısındadır. Daha önceki psikologlar, kitle psikolojisinin bu veçhesine ara sıra fakat rasgele değinmişlerdi. “McDougall’a göre, insan duyguları, bir grup içerisinde, başka koşullarda hiç edinmeyeceği ya da nadiren edineceği bir karışma içine girmektedir ve bu, hiç ertelemeksizin kendi tutkularına teslim olmaya, böylelikle grup içinde erimeye ve bireyselliklerinin sınırlarının anlamını yitirmeye hazır olanlar için haz verici bir deneyim olarak belirmektedir.”[5] Freud, kitlelerin durumunun haz ilkesinin terimleriyle tam tutarlılığını, yani aktüel bir biçimde ya da başkasının yaşantısına katıldığını hayal ederek duyulan zevkleri açıklayarak bu gözlemlerin ötesine gider. Yeri gelmişken, Hitler, mitinglerine katılanlara özellikle dişil, edilgin özellikler atfederken böylelikle de kitle psikolojisindeki bilinçdışı eşcinselliği ima ederken,[6] teslimiyet aracılığıyla gerçekleşen kitle oluşumunun libidinal kaynağının pekâlâ ayırdındaydı. Freud’un grup psikolojisinin içerisine libidoyu sokmasının en önemli sonucu şu olmuştur: Genellikle kitlelere mal edilen özellikler, özgül kitle ya da sürü dürtülerinin keyfi inşası tarafından yansıtılan ve aldatıcı olan ilksel ve indirgenemez karakterini kaybetmektedir. Hatta bu sonuncular nedenler olmaktan ziyade sonuçlar olarak belirmektedirler. Freud’a göre, kitlelere özgü olan şey, genellikle saklanmış durumda bulunan eski özelliklerin açığa çıkması olarak yeni bir özellik değildir. “Bizim bakış açımızdan, yeni niteliklerin belirmesine o kadar da büyük önem atfetmiyoruz. Bize göre bir grup içinde bireyin, bilinçdışı dürtülerinin üzerindeki baskıyı atmasına olanak tanıyan koşullara kavuştuğunu söylemek yeterlidir.”[7] Bu yalnızca, yardımcı ad hoc hipotezlerden vazgeçmek değildir; kitleler içinde eriyen insanlar ilkel olmadıkları, fakat normal rasyonel davranışlarıyla çelişen ilkel tutumlar sergiledikleri basit gerçeği göz önünde bulundurularak meselenin gerektiği gibi ele alınmasıdır. Yine de en sıradan betimlemeler bile kitlelerin belirli özelliklerinin arkaik özelliklere yakınlığı konusunda hiçbir şüphe bırakmamaktadır. Kitle psikolojisi üzerine çalışan bütün yazarların vurguladığı gibi şiddet duygularından şiddet eylemlerine potansiyel kestirme yola, Freud’un ilkel kültürler üzerine yazılarında ilkel sürünün babasının ölümünün hayali bir şey olarak değil de tarih-öncesi bir gerçeklik olarak varsayılması sonucuna götüren bu fenomene özellikle işaret etmek gerekiyor. Dinamik teorinin terimleriyle dile getirilirse, bu türlü özelliklerin yeniden canlanması, bir çatışmanın sonucu olarak anlaşılmalıdır. Çeşitli psikolojik kuvvetler arasındaki bir antagonizma varsayımı olmaksızın kavranması oldukça zor olan faşist zihniyetin kimi dışavurumlarını anlamaya da yardımcı olabilir bu. Burada her şeyden çok, Freud’un Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda ele aldığı yıkıcılık psikolojik kategorisi üzerine düşünülmelidir. Uygarlığa karşı bir isyan olarak faşizm, basitçe, arkaik olanın yeniden ortaya çıkması değil, bizzat uygarlık içinde ve uygarlık tarafından yeniden üretilmesidir. Faşist başkaldırının, basitçe, mevcut toplumsal düzenin baskısını silkip atan güçlü id enerjileri olarak tanımlanması pek de yeterli değildir. Daha ziyade, bu başkaldırı, ihtiyaç duyduğu enerjinin bir kısmını, bilinçdışının hizmetine sıkıştırılmış diğer psikolojik failliklerden alır.

Kitlelerin üyeleri arasındaki libidinal bağın, açıkça, engellenmemiş cinsel bir doğası bulunmadığı için, hangi psikolojik mekanizmaların birincil cinsel enerjiyi kitleyi bir arada tutan duygulara dönüştürdüğü sorunu belirmektedir. Freud, sorunu çözebilmek için telkin ve telkin-edilebilirlik terimleriyle örtülmüş olan fenomenlerin analizine girişir. Telkini, aşk ilişkilerinin ‘üzerini örten’ bir ‘siper’ ya da bir ‘ekran’ olarak görür. Telkinin gerisindeki ‘aşk ilişkisinin’ bilinçdışı kalması özseldir.[8] Freud Ordu ya da Kilise gibi örgütlü grupların içinde üyeler arasındaki herhangi bir aşk ilişkisinin hiç sözünün edilmemesi ya da yalnızca yüceltilmiş ve dolaylı bir biçimde; üyelerin, kendisine dönük sevgileri aracılığıyla birleştikleri ve onun herkesi kucaklayan sevgisini taklit etmek suretiyle birbirlerine dönük tutumlarını oluşturdukları kimi dinsel imgeler aracılığıyla dile getirilmesi olgusunun üzerine eğilir. Faşist kitlelerle yapay bir biçimde bütünleşmiş olan günümüz toplumunda aşkın ve sevginin bütünüyle dışlanmış olması kayda değer bir olgu olarak görünmektedir.[9] Hitler, geleneksel ‘seven baba’ rolünden uzak durmuş ve onun yerine tehdit edici otoritenin olumsuz bir örneğini koymuştur. Sevgi fikri, soyut bir Almanya fikrine tahvil edilmiş ve ‘fanatik’ sözcüğü olmaksızın pek nadir kullanılır olmuştu ki bu sözcük dolayısıyla, söz konusu sevgi, bu sevgi tarafından kuşatılmayanlara karşı bir düşmanlık ve saldırganlık halesiyle donanmıştır. Faşist liderliğin temel ilkelerinden biri, birincil libidinal enerjiyi bilinçdışı düzeyde tutmak ve böylelikle de onun açığa çıkışlarını uygun siyasi amaçlar doğrultusunda yönlendirmektir. Kitlenin oluşumunda, dinsel kurtuluş gibi nesnel bir fikir gittikçe daha az bir rol oynamakta ve kitle manipülasyonu gittikçe biricik amaç halini almakta, tam olarak engellenmemiş sevginin daha fazla bastırılması ve itaat biçimini alması daha da zorunlu olmaktadır. Faşist ideolojinin içeriğinde sevilebilecek çok az şey vardır.

Faşizmin libidinal örüntüleri ve faşist demagogların bütün tekniği otoriterdir. Bu, demagogun teknikleri ile hipnozcunun tekniklerinin psikolojik mekanizma le çakıştığı bir noktadır ki bu mekanizma aracılığıyla bireylerin, kendilerini salt bir grubun üyesi durumuna indirgeyen gerilemeye uğramalarına neden olunur.

Hipnozcu, aldığı önlemlerle, öznenin arkaik mirasının bir kısmını uyandırır ki bu miras onu anne babasına karşı uysal kılan şeydir ve ayrıca hipnozda, onun babasıyla ilişkisi içerisinde bireysel bir yeniden canlanma deneyimi söz konusu olmaktadır: Böylelikle uyandırılan şey heybetli ve tehlikeli bir kişiliğe dair bir fikirdir; bu kişiliğe karşı yalnızca edilgen-mazoşist bir tutum mümkündür, iradenizi kendisine teslim etmeniz gerekir – onunla yalnız kalındığında, “doğrudan yüzüne bakmak” tehlikeli bir girişim olarak belirmektedir. İlkel sürünün bir üyesinin ilkel babayla ilişkisini de yalnızca bu biçimde düşünebiliriz. … Bu nedenle, grup oluşumlarının, telkin fenomenlerinde gösterildiği gibi tekinsiz ve zorlayıcı olan niteliklerinin izleri, doğru bir biçimde, ilkel sürüdeki kökenlerine kadar geri götürülebilir. Grubun lideri ilksel babadan hâlâ ölesiye korkmaktadır; grup hâlâ sınırsız bir güçle yönetilmek istemektedir; otoriteye dönük aşırı bir tutkusu vardır; Le Bon’un sözcükleriyle, tam bir itaate susamışlık içindedir. İlkel baba grup idealidir ve ego idealinin yerine egoyu yönetir. Hipnozun, iki kişinin bir grubu olarak tanımlanmak biçiminde yerinde bir talebi vardır; orada, telkin için bir tanım zemini kalır – algılamaya ve muhakemeye değil de erotik bir bağa dayanan bir kanı.[10]

Bu, aslında faşist propagandanın doğasını ve içeriğini betimlemektedir. Edinilmesi, rasyonel kanılar aracılığıyla değil de öznenin “arkaik mirasının bir kısmının maharetle uyandırılması” yoluyla mümkün olan akıldışı otoriter amaçları nedeniyle psikolojiktir. Faşist ajitasyonun merkezinde lider fikri bulunur; liderin gerçekten liderlik etmesinin ya da grup çıkarlarının bir vekili olmasının pek önemi yoktur, çünkü yalnızca liderin psikolojik imgesi, tüm-güçlü ve tehditkâr ilkel baba fikrini yeniden canlandırma potansiyeline sahiptir. Faşist propagandanın kişileşmesinin –başka türlü bir bakış açısından, bu kişileşme bir bilmece olarak kalır– ve nesnel nedenlerle değil sürekli isimlerle ve muhteşem olduğu varsayılan kimselerle ilgilenmesinin nihai kökü budur. Kadir-i mutlak ve dizginsiz bir baba figürü imgesinin oluşumu, bireysel babayı bir hayli aşması ve bunun sonucu olarak da bir ‘grup egosu’na doğru genişleme eğilimine sahip olması nedeniyle, “bir kimsenin iradesinin teslim edileceği kişiye dönük edilgen-mazoşist tutumun” yürürlüğe girmesinin tek yoludur; faşizm destekçisinden talep edilen ve gerçekte ait olduğu grubun veya sınıfın olduğu kadar özel bir kişi olarak kendisinin de rasyonel çıkarlarıyla bağdaşmayan siyasi davranışları besleyen bir tutum.[11] Bu nedenle, destekçinin yeniden uyandırılan akıldışılığı, liderin bakış açısından son derece rasyoneldir: “Algılamaya ve muhakemeye değil de erotik bir bağa dayanan bir kanı” olmalıdır bu.

Libidoyu lider ile takipçileri arasındaki ve takipçilerin birbirleri arasındaki bağa dönüştüren mekanizma özdeşleşmedir. Freud’un kitabının büyük bir bölümü bunun analizine ayrılmıştır.[12] Hemen göze çarpmayan ince bir ayrımı, özdeşleşme ile içe yansıtma arasındaki ayrımı burada tartışmanın imkânı yok. Fakat Faşizmin psikolojisi konusunda son derece değerli katkıları kendisine borçlu olduğumuz Ernst Simmel’in Freud’un özdeşleşmenin ikircikli doğasına ilişkin kavrayışını, libidonun örgütlenmesinin oral aşamasından türeyen bir şey olarak ele aldığına[13] ve bunu, antisemitizm üzerine analitik bir teoriye doğru genişlettiğine işaret etmek gerekiyor.

Özdeşleşme öğretisinin faşist propaganda ve faşist zihniyetle ilgisi üzerine birkaç gözlemle yetinelim. Faşist liderin örneğin eski zamanların kralı gibi bir baba figürüne spesifik olarak benzemediği çeşitli yazarlar tarafından, özellikle de Erik Homburger Erikson tarafından gözlemlenmiştir. Bu gözlem ile Freud’un ilkel baba olarak lider teorisi arasındaki uyuşmazlık yalnızca yüzeyseldir. Freud’un özdeşleşme üzerine tartışması, gerçekte nesnel tarihsel koşullara bağlı olan belirli değişimleri öznel dinamikler çerçevesinde anlamamıza yardımcı olabilir. Özdeşleşme, Oedipus karmaşasının erken tarihinde oynadığı rolle “bir başkasıyla kurulan duygusal bağın ilk dışavurumu”[14] olarak belirir. Tüm-güçlü ilkel baba olarak lider imgesi ile gerçek baba imgesi arasındaki bir ayrımın belirmesini sağlayan da pekâlâ bu Oedipus-öncesi öğe olabilir. Çocuğun, Oedipus karmaşasına bir yanıt olarak kendi babasıyla özdeşleşmesi ikincil bir fenomen olduğu için, çocuksu geriye itim bu baba imgesinin ötesine gidebilir ve ‘anaklitik’ bir süreç aracılığıyla daha arkaik bir biçim alabilir. Daha da ötesi, yiyip tüketmek biçimindeki, sevilen nesneyi kendisinin bir parçası kılmak biçimindeki bir edim olarak özdeşleşmenin ilkel düzeydeki narsistik veçhesi, modern lider imgesinin, günümüz toplumunda öznenin çocukluğunun diğer aşamalarında rolü gittikçe azalan bir baba imgesi olarak değil de bazen öznenin kendi kişiliğinin bir genişlemesi, kendisinin kolektif bir yansıtımı olarak görünmesi olgusunu açıklamak yönünde bir ipucu sağlayabilir.[15] Bütün bu görünümler açıklığa kavuşturulmayı bekliyor.

Faşist grupların oluşumunda iş başında olan özdeşleşmelerle ilgili olarak narsisizmin özsel rolü, idealleştirme teorisi içinde Freud tarafından fark edilmiştir. “Nesneye, bizzat kendi egomuza davrandığımız gibi davrandığımızı görüyoruz, öyle ki âşık olduğumuzda narsistik libidonun kayda değer bir miktarı nesneye doğru taşar. Aşk tercihlerinin pek çok biçiminde, nesnenin, ulaşamadığımız kendi ego idealimizin bir ikamesi olarak işlediği zaten açıktır. Söz konusu nesneyi, bizzat kendi egomuzu ulaştırmak için çabaladığımız mükemmelliklerden dolayı severiz; bu türlü bir nesneyi, kendi narsizmimizi dolayı yoldan tatmin etmenin bir aracı olduğu için elde etmeliyizdir.”[16] Faşist liderin kendi takipçilerinde geliştirmek istediği şey de tam olarak kendinin bu idealleştirilmesidir ve elbette Führer ideolojisi bu durumu desteklemiştir. Hesaba katmak zorunda olduğu insanlar, genellikle, güçlü bir biçimde gelişmiş rasyonel ve öz-koruyucu bir ego failliği[17] ile kendi egolarının taleplerini tatmin etme hususundaki sürekli başarısızlık arasındaki modern çatışmadan mustarip insanlardır. Bu çatışma, yalnızca, narsistik libidonun bir kısmının nesneye nakledilmesi olarak idealleştirme ile soğurulup tatmin edilebilecek narsistik dürtülerle sonuçlanır. Bu, yine, lider imgesine benzemek yoluyla öznenin genişlemesine tekabül eder: Lideri kendi ideali haline getirerek kendisini sever, fakat adeta hayal kırıklığının ve tatminsizliğin neden olduğu ve kendi ampirik ben’inin resmini bozan lekelerden de kurtulmuş olur. Fakat idealleştirme, hakikatin bir karikatürü, bilinçli dayanışma aracılığıyla gelişen bu özdeşleşme örüntüsü kolektif niteliklidir. Karakter bakımından benzer mizaçlara ve benzer libidinal eğilimlere sahip çok fazla sayıda insan üzerinde etkilidir bu. İnsanların faşist topluluğu, kesin bir biçimde Freud’un şu grup tanımına tekabül etmektedir: “Ego ideallerinin yerine bir ve aynı nesneyi ikame eden ve bunun bir sonucu olarak da kendi egoları içinde herkesin bir diğeriyle özdeşleştiği bir dizi insan.”[18] Buna karşılık lider imgesi de ilkel baba benzeri kadir-i mutlaklığını bu kolektif güçten alır.

Freud’un lider imgeselliğine ilişkin psikolojik inşası, en azından Faşist liderin kamusal inşası söz konusu olduğunda bu lider tipiyle çarpıcı bir çakışma sergilemekte ve bu çakışma da Freud’un belirlemelerini doğrulamaktadır. Freud’un betimlemeleri, en az Amerikan demagoglarının kendilerini uydurmak istedikleri idealleştirmeler kadar Hitler resmine de uymaktadır. Narsistik özdeşleşmeyi mümkün kılmak için lider mutlak anlamda narsist biri olarak belirmelidir ve Freud da bu sezgiden hareketle ‘sürünün ilkel babası’nın bir portresini oluşturmaktadır ki bu portre Hitler’e de pekâlâ uygundur.

İnsan türünün tarihinin tam başlangıcında, o, Nietzsche’nin yalnızca gelecekten beklediği Süpermen’dir.[19] Bugün bile bir grubun üyeleri, liderleri tarafından eşit ve adil bir biçimde sevildikleri yanılsamasına duydukları ihtiyaç içindedirler; fakat liderin kendisinin kimsenin sevgisine ihtiyacı olmamalıdır; o efendi tabiatlı, mutlak anlamda narsist, özgüvenli ve bağımsız olmalıdır. Sevginin narsisizme bir denetim getirdiğini biliyoruz ve bu biçimde işleyerek nasıl da uygarlığın bir etkeni olduğunu göstermek de mümkündür.[20]

Ajitatörlerin konuşmalarının en göze çarpan özelliklerinden birinin, yani pozitif bir programın ya da verebilecekleri herhangi bir şeyin yokluğunun ve buna ek olarak tehdit ile inkârın paradoksal yaygınlığının muhasebesini yapmak da bu yolla olanaklı olmaktadır: Lider ancak ve ancak kendisi sevmezse sevilebilir. Yine de Freud, lider imgesinin ilkiyle açık bir çelişki halinde bulunan bir başka veçhesinin de farkındadır. Lider bir Süpermen olarak belirirken, aynı zamanda ortalama bir insan olarak belirme mucizesinin üzerinde de çalışmalıdır, tıpkı Hitler’in King-Kong ile bir kenar mahalle berberinin bir bileşimi olarak poz kesmesi gibi. Freud bunu da kendisinin narsisizm teorisi ile açıklıyor. Ona göre,

Birey, kendi ego idealinden vazgeçmekte ve onun yerine liderde cisimleşmiş haliyle grup idealini koymaktadır. Fakat pek çok bireyde ego ile ego ideali arasındaki ayrım çok da büyümemekte, bu ikisi kolaylıkla çakışabilmekte ve ego, genellikle daha önceki kendinden hoşnutluğunu muhafaza etmektedir. Bu vaziyet liderin seçimini son derece kolaylaştırmaktadır. O yalnızca bireylerin özel bir biçimde açıklıkla belirginleşmiş ve saf bir form içinde ilgilendikleri tipik niteliklere sahip olmaya ve libidonun çok daha özgür ve çok daha güçlü olduğu biçimindeki bir izlenim sunmaya gereksinim duymaktadır. Bunu becerdiği takdirde, güçlü bir şefe yönelik gereksinim ortada onu bulacak ve onu, başka bir durumda belki talep bile etmeyeceği bir nüfuzla donatacaktır. Ego idealleri, biraz düzeltmeden geçmeksizin onun kişiliğinde cisimleşebilir olmayan grubun diğer üyeleri, geri kalanlar tarafından ‘telkin’ yoluyla, yani özdeşleşme aracılığıyla sürüklenirler.[21]

Böylelikle, faşist liderin şaşırtıcı aşağılık semptomları, abartılı oyunculuk sergileyen aktörlere ve asosyal psikopatlara benzemesi bile Freud’un teorisi tarafından öngörülmüş durumdadır. Takipçinin narsistik libidosunun lider imgesine doğru fırlatılmamış, aksine takipçinin kendi egosuna iliştirilmiş bölümünün muhafazası açısından, Süpermen’imiz takipçisiyle benzerliğini korumalı ve onun bir genişlemesi olarak görünmeyi sürdürmelidir. Buna uygun olarak, kişiselleştirilmiş faşist propagandanın temel aygıtlarından bir tanesi “muhteşem küçük adam” fikridir; hem bir kadir-i mutlaklık algısını, hem de yalnızca halktan biri, sade, kırmızı kanlı bir Amerikan, maddi ya da ruhani zenginlikle lekelenmemiş biri algısını telkin eden biri. Psikolojik ikirciklilik toplumsal bir mucizenin çalışmasını sağlar. Lider imgesi, takipçinin otoriteye tabi olmak ve bizzat otorite olmak biçimindeki ikili arzusunu tatmin eder. Bu durum, evrensel aydınlanma aracılığıyla manevi kanaatlerini yitirmiş de olsa, irrasyonel denetimin uygulandığı bir dünyaya uymaktadır. Diktatörlere boyun eğen insanlar, diktatörlerin gereksiz olduğu duygusuna da sahiptirler. Bu çelişkiyle uzlaşmalarını sağlayan, bizzat kendilerinin merhametsiz baskıcılar oldukları varsayımıdır.

Bütün ajitatörlerin standart aygıtları, sonradan faşist demagojinin temel yapısı halini alan şeyin, kişileştirme tekniğinin[22] ve muhteşem küçük adam fikrinin Freud’un açığa çıkardığı hatları çerçevesinde düzenlenmiştir. Kendimizi rasgele seçilmiş birkaç örnekle sınırlayalım.

Freud, irrasyonel gruplardaki hiyerarşik öğenin tüketici bir muhasebesini sunmaktadır. “Bir askerin, kendisini eşitleriyle özdeşleştirirken ve egolarının oluşturduğu bu topluluktan yoldaşlığın içerimlediği biçimde karşılıklı yardımlaşmaya ve sahip olunan şeyleri paylaşmaya dönük mecburiyeti türetirken, kendi üstünü, yani ordunun liderini kendi ideali olarak gördüğü açıktır.  Fakat kendisini generaliyle bilinçli ve dolaysız bir biçimde özdeşleştirirse komik duruma düşecektir.[23] Faşistler, son taşra demagoguna kadar sürekli olarak ritüel nitelikli törenleri ve hiyerarşik ayrımları vurgularlar. Yüksek düzeyde rasyonelleşmiş ve sanayileşmiş bir toplumun düzeninde hiyerarşi azken, faşistler tarafından hiçbir nesnel raison d’ȇtre’si olmayan yapay hiyerarşiler inşa edilir ve bunlar yalnızca psiko-teknik nedenlerle dayatılır. Fakat bunun biricik libidinal kaynak olmadığı eklenmelidir. Böylelikle hiyerarşik yapılar, sado-mazoşist nitelikli arzularla tam bir uyum içindedir. Hitler’in meşhur formülü, Verantwortung nach oben, Autorität nach unten (yukarıya karşı sorumluluk, aşağıya karşı otorite), bu kişiliğin ikircikliliğini net bir biçimde rasyonelleştirir.[24]

Kendisini en felaketli biçimiyle zayıfların ve çaresiz azınlıkların imha edilmesinde gösteren altta kalanı çiğneme eğilimi, dışardakilere dönük nefret kadar açık bir biçimde ifadesini bulur. Pratikte bu iki eğilim sıklıkla iç içe geçer. Freud’un teorisi sevilen grup-içi ile reddedilen grup-dışı arasındaki katı ve her şeyi kaplayan ayrımın üzerine bir ışık düşürmektedir. Kültürümüzün her yanına yayılmış bulunan bu düşünme ve davranma tarzı, öylesine açık bir şey olarak kabul edilir hale geldi ki insanların neden kendilerine benzeyenleri sevdikleri ve neden farklı olandan nefret ettikleri sorusu ciddi bir biçimde sorulur olmaktan çıktı. Pek çok başka konuda olduğu gibi burada da Freud’un yaklaşımı genel olarak kabul görmüş şeyleri sorgulamasında yatmaktadır. Le Bon irrasyonel kalabalığın “doğrudan aşırılıklara gittiğini” fark etmişti.[25] Freud bu gözlemi genişletir ve grup-içi ile grup-dışı arasındaki dikotominin, ‘fikirleri’ bu tür tepkileri açıkça dışlayan grupları bile etkileyecek kadar derinlere kök salmış olduğuna işaret eder. Bu nedenle daha 1921’de uygarlıktaki ilerlemenin otomatik olarak hoşgörüde artışa ve grup-dışından olanlara yönelik şiddette de kesin bir azalışa götüreceği biçimindeki liberal yanılsamadan uzak durmayı başarmıştı.

Mesih’in krallığı sırasında bile inananlar topluluğuna dâhil olmayan şu insanlar, onu sevmeyenler ve onun sevmedikleri, bu bağın dışında kalmışlardır. Bu nedenle bir din, kendisini sevgi dini olarak adlandırsa bile, kendisine ait olmayanlara karşı katı ve sevgisiz olmalıdır. Gerçekten de temeli bakımından her din kucak açtıkları için bir sevgi diniyken, kendisine bağlı olmayanlara karşı zalim ve müsamahasız olması her dinin tabiatında vardır. Kişisel olarak bize ne kadar zor gelse de bu hesaba dayanarak inananlara karşı sert bir sitem geliştirmememiz gerekir: İnanmayan ya da ilgisiz kalan insanlar, bu bakımdan psikolojik olarak daha iyi olmanın bir hayli uzağındadırlar. Eğer bugün müsamahasızlık kendisini daha önceki yüzyıllarda olduğu kadar acımasız ve şiddetli olarak göstermiyorsa, bundan hemen insanın tavırlarında bir yumuşamanın olduğu sonucunu çıkaramayız. Bunun nedeni daha ziyade dinsel hislerdeki ve bu hislere dayanan libidinal bağlardaki inkâr edilemez zayıflamada aranmalıdır. Eğer dinsel olanın yerini bir başka grup bağı alırsa –ve sosyalistik bağ bunu başarıyormuş gibi görünmektedir– bu durumda, dışarıda olanlara yönelik olarak Din Savaşları çağındaki müsamahasızlığın aynısı açığa çıkacaktır.[26]

Freud’un siyasi öngörülerindeki hatası, şeytani Alman düşmanlarının kendilerine yaptıkları şeyler nedeniyle ‘sosyalistleri’ suçlaması, faşist yıkıcılığa, grup-dışı olanların yok edilmesi dürtüsüne dair kehaneti[27] kadar çarpıcıdır. Aslında dinin nötrleşmesi, aydınlanmacı Freud’un öngördüğünün tam tersi bir şeylere yol açmıştır: İnananlar ile inanmayanlar arasındaki bölünme devam ettirilmiş ve maddileştirilmiştir. Fakat her türlü düşünsel içerikten bağımsız olarak kendi içinde bir yapı haline gelmiştir ve kendi iç inancını yitirmiş olduğu için daha büyük bir inatla savunulmaktadır.  Aynı zamanda dinsel sevgi öğretisinin yatıştırıcı etkisi de kaybolmuştur. Bütün faşist demagoglar tarafından kullanılan “geyik ve koyun” aygıtının özü budur. Kimin seçildiği ve kimin reddedildiği hususunda herhangi bir tinsel ölçüt tanımadıkları için, kendisinden kaçma olanağı bulunmayan ve bu nedenle de Ortaçağ’daki sapkınlık kavramından çok daha acımasızca uygulanabilir olan ‘ırk’[28] gibi sözde-doğal bir ölçüte başvurmaktadırlar. Freud, bu aygıtın libidinal işlevini tanımlamayı başardı. Bu aygıt, olumsuzlayıcı bir biçimde işleyerek bütünleştiren bir kuvvet olarak iş görmektedir. Olumlu libido bütünüyle ilkel baba imgesine, lidere yatırılmış olduğundan ve erişilebilir durumdaki olumlu içerikler çok az olduğundan, olumsuz bir öğe bulunmalıdır. “Lider ya da liderlik eden fikir, tabir caizse olumsuz da olabilir; belirli bir kişiye ya da kuruma duyulan nefret de aynı şekilde birleştirici bir şey olarak işleyebilir ve olumlu ilavenin çağırdığı türden duygusal bağları çağırabilir.”[29] Bu olumsuz bütünleşmenin Freud’un Grup Psikolojisi’nde açıkça gönderim yapmadığı yıkım dürtüsünü beslediğini ve ondan beslendiğini söylemeksizin devam ediyor Freud. Bunun kesin rolünü Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda fark edecektir. Mevcut bağlamda Freud grup-dışına yönelik düşmanlığı narsisizmle açıklamaktadır:

İnsanların yabancılara karşı hissettikleri antipati ve hoşlanmama duygularında öz-sevginin –narsisizmin– ifadesi belirir. Bu öz-sevgi, bireyin kendini öne sürmesi yönünde çalışır ve kendine özgü gelişim çizgilerinden ayrı düşmeler, bu çizgilerin bir eleştirisiymiş ve bunların değiştirilmesi yönünde bir talepmiş gibi davranır.[30]

Faşist propagandanın sağladığı narsistik edinim açıktır. Sürekli olarak ve kimi zaman da son derece sinsi bir biçimde, takipçinin, basitçe grup-içinde olmaklığıyla, dışlananlardan daha iyi, daha yüce ve daha temiz olduğunu telkin eder. Aynı zamanda her türlü eleştiri ya da öz-farkındalık narsistik bir kayıp olarak içerlemeye yol açar ve hışma neden olur. Bu, bütün faşistlerin, zersetzend addettikleri şeyler, yani inatla sürdürdükleri değerlerinin yanlış yönlerini açığa vuran şeyler karşısındaki şiddetli tepkilerini ve bunun yanı sıra her türlü içeriye bakışı ortadan kaldıracak düzeyde ön yargılı olunan kimselere yönelik düşmanlıklarını açıklamaktadır. Buna paralel olarak, grup-dışı olana yönelik düşmanlığın yoğunlaşması, bir kimsenin ait olduğu grup içindeki müsamahasızlığı da ortadan kaldırır ki başka türlü bir halde, böyle bir kimsenin kendi grubuyla ilişkisi ikircikli bir nitelik edinecektir.

Ama bu müsamahasızlığın tamamı, bir grubun oluşumunun sonucu olarak ve bir grup içerisinde, geçici ya da kalıcı olarak kaybolacaktır. Bir grup oluşumu varlığını sürdürdüğü sürece, bireyler, bir örnekmiş gibi davranırlar, diğer insanlara özgü şeylere müsamaha gösterirler, kendilerini onlarla eşit bir düzleme koyarlar ve birbirlerine karşı hoşlanmama duyguları geliştirmezler. Bizim buradaki teorik görüş açımıza göre, narsisizmin bu biçimde sınırlandırılması, yalnızca bir etken aracılığıyla üretilebilir: Diğer insanlarla kurulan libidinal bir bağ.[31]

Ajitatörün izlediği standart ‘birlik tuzağı’dır bu. Kendilerinin dışarıda kalanlardan farkını vurgular, fakat bizzat kendi grupları içerisindeki böylesi farkları hafife alır ve kendi içlerindeki ayırıcı özellikleri, hiyerarşik olan haricinde, düzleme eğilimine girerler. “Hepimiz aynı gemideyiz!” Kimsenin durumu daha iyi olmamalıdır; züppelere, entelektüellere ve hazlarını önemseyenlere dönük sürekli bir saldırı söz konusudur. Bu kötücül eşitliğin, herkesi kuşatan bir aşağılamanın kurduğu bu kardeşliğin alt akıntısı faşist propagandanın ve bizzat Faşizmin önemli bir öğesidir. Sembolünü, Hitler’in kötülüğüyle ün salmış Eintopfgericht emrinde bulur. Asıl toplumsal yapıda daha az değişim istedikçe, toplumsal adalete dönük gevezeliklerinde de artış olur. Bu gevezelik içinde toplumsal adalet, “millet topluluğunun” hiçbir üyesinin bireysel hazların talebini yerine getiremeyeceğidir. Baskının ortadan kaldırılması suretiyle hakiki eşitliğin gerçekleştirilmesi yerine bu baskılayıcı eşitlik, faşist zihniyetin bir parçası ve yeridir; ajitatörün, ötekilerin ulaştığı yasaklanmış hazların her türlüsünün intikamcı bir biçimde açığa çıkarılacağı vaadinde bulunan “Eğer bilseydiniz” aygıtında yansımasını bulur. Freud bu fenomeni, bireylerin psikolojik bir ‘kardeşler sürüsü’nün üyelerine dönüşmeleri çerçevesinde yorumlar. Tutarlılıkları, birbirlerine dönük ilksel kıskançlıklarına karşı bir tepki oluşumudur ve bu kıskançlık, grubun tutarlılığına hizmet etsin diye bastırılır.

Toplum içinde sonradan bir Gemeingeist, esprit de corps, bir ‘grup tini’ vb. biçiminde ortaya çıkan şey, kökeni bakımından kıskanç olan şeyden türemiş olduğunun üzerini örtmez. Kimse kendisini öne sürmemeli, herkes aynı olmalı ve aynı şeye sahip olmalıdır. Toplumsal adaletin anlamı şudur: Kendimizi o kadar çok şeyden yoksun bırakıyoruz ki diğerleri de bunlarsız yapabilmelidir ya da aynı anlama gelmek üzere, bunları istememeyi becerebilmelidir.[32]

Buna kardeşe dönük ikircikli halin çarpıcı ve sürekli tekrarlayan bir ifadesini ajitatörün tekniğinde bulduğu saptaması eklenebilir. Freud ve Rank, peri masallarındaki arı ve karınca gibi küçük hayvanların “ilkel sürüdeki kardeşler olarak belirmelerinin, rüya sembolizminde böceklerin ya da haşaratın erkek kardeşlerle kız kardeşler (hakir bir biçimde bebekler olarak görülürler) anlamına gelmesine benzemekte olduğuna”[33] işaret ederler. Grup-içindeki üyeler, “aynı nesneye yönelik benzer bir sevgi aracılığıyla birbirleriyle özdeşleşmeyi başardıkları”[34] için birbirlerini hakir görmekten vazgeçerler. Böylelikle bu düşük hayvanların bütünüyle olumsuz anlam yükü, grup-dışına yönelik nefretle karışarak grubun dışındakilere yansıtılır. Doğrusu bu, grup dışındakileri, bütün yabancıları ve özellikle de göçmenler ile Yahudileri düşük hayvanlarla ve haşaratla karşılaştırmak üzere Faşist ajitatörlerin başvurduğu favori aygıtlardan biridir – Leo Löwenthal bu konuyu oldukça ayrıntılı bir biçimde ele almıştır.[35]

Eğer Faşist propagandacının kullandığı uyarıcılarla Freud’un Grup Psikolojisi’nde ayrıntılarına girdiği mekanizmalar arasında bir mütekabiliyeti varsaymaya hakkımız varsa, neredeyse kaçınılmaz şu soruyu da kendimize sormamız gerekiyor: Bu çiğ ve yarı eğitimli faşist ajitatörler bu mekanizmaların bilgisini nasıl elde etmişlerdir? Hitler’in Kavgam kitabının Amerikalı demagoglar üzerindeki etkisine gönderim yapmak çok da ileri götürmeyecek; çünkü öyle görünüyor ki Hitler’in grup psikolojisi hakkındaki teorik bilgisinin, popülerleştirilmiş Le Bon’dan devşirilmiş bayağı gözlemlerin ötesine gitme olasılığı bulunmamaktadır. Goebbels’in bir propaganda dehası olduğu ve modern derinlik psikolojisinin en gelişmiş bulgularının tam anlamıyla bilincinde olduğu da söylenemez. Konuşmalarının ve yakın zamanda yayınlanan günlüklerinden yapılacak bir seçmenin dikkatli bir biçimde okunması, kullandığı parolaların ve gazetelerdeki başyazılarının gerisinde, iktidar oyunları oynayabilecek kadar kurnaz, fakat toplumla ilgili ya da psikolojik meselelerde son derece naif ve yüzeysel biri olduğunu ortaya koymaktadır. Sofistike ve ‘radikal’ bir entelektüel olarak Goebbels fikri, iblisin kendi adıyla birleşmiş efsanesinin bir parçasıdır ve hevesli gazeteciler de bu imgenin büyüyüp serpilmesine katkı sunmuşlardır. Yeri gelmişken, bizzat kendisi psikanalitik bir açıklamayı çağıran bir efsanedir bu. Goebbels’in kendisi basit şablonlarla düşünen biriydi ve bütünüyle, kişiselleştirmenin büyüsünün etkisi altındaydı. Bu nedenle, kitle manipülasyonunun psikolojik tekniklerinin reklamı en çok yapılmış faşist egemenliği için bilginlikten başka kaynakların arayışına girmemiz gerekiyor. En başta gelen kaynak, lider ile takipçi arasındaki daha önce de sözünü ettiğimiz özdeşliktir ve bu, özdeşleşmenin veçhelerinden birini sınırlar. Lider, kendisinin propagandasına direnemeyenlerin psikolojik arzu ve gereksinimlerini tahmin edebilir, çünkü psikolojik bakımdan onlara benzemektedir ve kendine özgü bir üstünlükle değil de bu insanlarda örtük olarak bulunan şeyleri bir ketleme olmaksızın ifade edebilme kapasitesiyle ayrılır onlardan. Liderler genellikle oral kişilik tipi sergilerler; kesintisiz konuşmaya yönelik dayanılmaz bir istek ve diğerlerini aptal yerine koyma. Takipçileri üzerinde bıraktıkları ünlü büyüsel etki öyle görünmektedir ki oral niteliklerinden gelmektedir: Rasyonel anlamlama düzeyinden koparılmış dilin kendisi büyüsel bir işlev görmekte ve bireyleri kalabalıkların birer üyesine indirgeyen şu arkaik gerilemeleri beslemektedir. Büyük oranda çağrışımsal nitelikli olup da ketlenmemiş durumda bulunan sözün tam da bu niteliği, egonun denetiminin, en azından geçici bir süre için kesintiye uğramasını varsaydığı için, bu söz, güçten ziyade zayıflığa da işaret edebilir. Faşist ajitatörün güçle övünmesine, gerçekten de sıklıkla üstü kapalı ima edilen bu türlü bir zayıflık eşlik eder, özellikle de maddi katkılar için yalvardıkları zaman – bu imalar da güç fikriyle incelikli bir biçimde iç içe geçirilir. Dinleyicilerinin bilinçdışı mizaçlarını başarıyla karşılamak için, ajitatör, basitçe kendi bilinçdışını dışarı salmaktadır. Kendisine özgü karakter sendromu, tam olarak bunu yapabilmesine olanak tanır ve deneyim ona, kendi irrasyonalitesinden rasyonel bir biçimde yararlanabilmesi için, bu yetisini, bir aktör gibi ya da kendi asabiyesini ve duyarlığını nasıl satacağını iyi bilen belirli bir gazeteci türü gibi, bilinçli bir biçimde istismar etmesi gerektiğini öğretmiştir. Böylelikle psikolojik teoriyi bilmeksizin onunla uyum içinde konuşma ve eyleme becerisine sahiptir; bunun nedeni psikolojik teorinin bu duruma ilişkin açıklamasının doğru olmasıdır, onun teoriyi bilmesi değil. Dinleyicilerinin psikolojisini tıkırdatmak için tek yapması gereken kendi psikolojisini istismar etmektir.

Ajitatörün aygıtlarının, bu aygıtların amacının psikolojik temeli bakımından yeterliği bir başka etken tarafından daha da güçlü kılınmaktadır. Bildiğimiz gibi, faşist ajitasyon profesyonel bir meslek, adeta bir geçim kaynağı halini almış durumdadır. Kendisine yapılan başvuruların etkisini sınamak için bir hayli zaman geçti ve bir tür doğal seçilim diyebileceğimiz bir şey aracılığıyla, en akılda kalıcı olanları hayatta kaldı. Bunların tüketicilerinin psikolojisinin işlevlerinden biri de tam olarak bunların etkililik biçimidir. Hayatta kalan bu başvuru biçimleri, modern kitle kültüründe kullanılan tekniklerde de gözlemlenmesi mümkün olan bir ‘dondurma’ süreci aracılığıyla, iş dünyasındaki tanıtım yolları içinde en değerlisi olduğu kanıtlanmış bulunan reklam sloganlarına benzer bir biçimde standartlaşmıştır. Ardından bu standartlaşma stereotipik bir düşünme kipiyle, yani bu propagandaya kapılanların ‘stereopati’siyle ve bu insanların sonu gelmez, değişmez bir tekrar durumuna duydukları çocuksu arzuyla aynı biçimi alır. Sonradan gerçekleşen psikolojik bir yer değiştirmenin ajitatörün standart aygıtlarını, aşırı kullanım nedeniyle körelip körelmeyeceğini öngörmek zordur. Nasyonal-sosyalist Almanya’da neredeyse herkes propaganda deyimleriyle eğlenmek için bunlara başvuruyordu: Örneğin ‘kan ve toprak’ (Blut und Boden) gibi bir sloganı, dalga geçerek Blubo haline getiriyor ya da Nordik ırk teriminden aufnorden (kuzeylileştirmek) sözcüğünü türetiyorlardı. Her şeye rağmen öyle görünüyor ki bu başvurular çekim güçlerini kaybetmiş değiller. Hatta bunların tam da ‘sahteliği’, Üçüncü Reich’ta insanın kaderine yalnızca iktidarın karar verdiği, yani iktidarın rasyonel bir nesnellikle frenlenmediği bir iktidar olduğu olgusu karşısında sinik ve sadistik bir zevklenme halinin varlığına işaret etmektedir.

Daha da ötesi, şu sorulabilir: Neden burada uygulamalı grup psikolojisi, kitle desteği arayan diğer hareketlere değil de Faşizme özgü bir şey olarak tartışılıyor? Faşist propaganda ile liberal, ilerlemeci partilerin propagandaları arasında yapılacak en dikkatsiz karşılaştırma bile bunun böyle olduğunu görecektir. Yine de ne Freud ne de Le Bon böyle bir ayrımı tasavvur etmiştir. Hakkında konuşulan grupların siyasal amaçları arasında bir ayrım gözetmeyen formel sosyolojinin kullandığı kavramlara benzer bir biçimde, ‘oldukları haliyle’ kalabalıklar hakkında konuşurlar. Aslında her ikisi de karşıtlarından ziyade geleneksel sosyalist hareketleri düşünüyordu; fakat yine de Kilise ile Ordunun –kendi teorisini kanıtlamak için Freud’un seçtiği örnekler– özleri bakımından muhafazakâr ve hiyerarşik olduklarını not etmek gerekiyor. Diğer taraftan Le Bon örgütlü olmayan, kendiliğinden, gelip geçici kalabalıklarla ilgileniyordu. Yalnızca, psikolojinin erimini büyük oranda aşan açık bir toplum teorisi burada açığa çıkan soruyu yanıtlayabilir. Ben birkaç öneriyle yetineceğim. İlk olarak, Hitler rejiminin ilk yıllarının savaş-öncesi gürültüsüne rağmen, Faşizmin nesnel amaçları, kucaklamaya çalıştıkları kitlelerin maddi çıkarlarıyla çeliştiği oranda irrasyoneldir. Faşizme içkin olan daimi savaş tehlikesi yıkımı serbest bırakır ve kitleler de en azından ön-bilinç düzeyinde bunun farkındadırlar. Böylelikle, irrasyonel olanı ideolojik olarak rasyonelleştiren mitoloji ne kadar uyduruk olursa olsun, Faşizm, kendisinin irrasyonel güçlerine gönderim yaparken büsbütün hakikat dışı bir söz üretiyor değildir. Faşizmin kitleleri rasyonel argümanlarla kazanması mümkün olmadığı için, onun propagandası analitik ve mantıksal düşünceden başka bir yöne çevrilmeli; psikolojik bir biçimde yönlendirilmiş ve irrasyonel, bilinçdışı, gerileyici süreçleri harekete geçirebilir olmalıdır. Manasız hayal kırıklıkları nedeniyle acı çeken ve buna bağlı olarak da gelişmesi önlenmiş, irrasyonel bir mantalite geliştiren nüfus tabakalarının zihniyet çerçevesi de bu işi kolaylaştırır. Belki de Faşist propagandanın gizemi, insanları tam da ne iseler o oldukları için ele geçirebilmesidir: Gerçekleşmeleri durumunda en az toplumsal statüko kadar psikolojik statükonun da aşılmasını sağlayacak hedefler koymaktan uzaklaştırılmış insanlar; günümüzün standartlaştırılmış kitle kültürünün gerçek çocukları; özerklikten ve kendiliğindenlikten büyük oranda yoksun bırakılmış insanlar. Faşist propaganda, yalnızca, mevcut mantaliteyi kendi amaçları doğrultusunda yeniden üretmelidir –bir değişime neden olmamalıdır– ve kendisinin en önde gelen niteliklerinden biri olan tekrar zorlaması, bu daimi yeniden üretimin zorunluluğuyla birleşmelidir. Mutlak bir biçimde, modern toplumun irrasyonel veçhelerinin içselleştirilmesinin bir ürünü olan otoriter kişiliğin her bir tikel özelliğine olduğu kadar bütün yapının kendisine de dayanır. Mevcut koşulların hükmü altında, faşist propagandanın irrasyonalitesi, dürtü ekonomisi bağlamında rasyonelleşir. Eğer statüko iyice kanıksanır ve taşlaşırsa, onun içinden geçerek görebilmek için, ona alışmaktan ya da mevcut olanla özdeşleşerek en azından bir miktar haz duymaktan –faşist propagandanın odak noktası–  çok daha fazla çaba gerekecektir. ‘Kitle psikolojisini’ ultra-muhafazakâr grupların, kitlelere daha fazla inanan hareketlerden çok daha fazla kullanmalarının nedeni budur. Fakat en ilerici siyasi hareketin bile, eğer bu hareketin rasyonel içeriği kör iktidara bir dönüşle dağılırsa, “yığın psikolojisi” ve yığınların manipülasyonu düzeyine gelerek yozlaşması da mümkündür.

Faşizmin psikolojisi olarak adlandırılan şey, büyük oranda manipülasyonla şekillendirilmiştir. Rasyonel bir biçimde hesaplanmış teknikler, naif bir biçimde kitlelerin ‘doğal’ irrasyonalitesi olarak adlandırılan şeye sebep olmaktadır. Bu görü, bir kitle fenomeni olarak faşizmin en nihayetinde psikolojik terimlerle açıklanıp açıklanamayacağı sorununun çözümünde bize yardım edebilir. Faşizmin kitleler üzerinde potansiyel bir çekim gücünün olduğu doğrudur; fakat aynı oranda doğru olan bir şey de bilinçdışının manipülasyonunun, yani Freud tarafından türeyimsel terimlerle açıklandığı şekliyle telkinin, bu potansiyelin açığa çıkması için vazgeçilemez olduğudur. Fakat bu, bu haliyle Faşizmin psikolojik bir mesele olmadığı ve onun köklerini ve tarihsel temellerini psikolojik terimlerle anlama girişimlerinin hâlâ ideolojiler –örneğin bizzat Faşizm tarafından beslenip büyütülen ‘irrasyonel kuvvetler’ ideolojisinin– düzeyinde kaldığı varsayımını doğrulamaktadır. Faşist ajitatör, elbette hitap ettiği kimseler arasında mevcut olan kimi belirli eğilimleri ele alır; fakat bunu güçlü ekonomik ve siyasi çıkarlara vekaleten yapar. Gerçekte Faşizme yol açan şey psikolojik vazedişler değildir; daha ziyade, Faşizm bir psikolojik alan belirler ki bu alan, kendisini bütünüyle öz-çıkarın psikolojik olmayan sebepleri için besleyip büyüten güçler tarafından kolaylıkla istismar edilebilir durumdadır. Kitleler Faşist propaganda tarafından kapıldıklarında olan şey, dürtülerin ve itkilerin anlık ilksel bir dışavurumu değildir; aksine, psikolojilerinin bilim benzeri bir biçimde yeniden canlandırılmasıdır – Freud’un örgütlü gruplara ilişkin tartışmasında tarif ettiği yapay gerileme. Kitlelerin psikolojisi, liderleri tarafından alınır ve onlara hükmetmenin aracı haline getirilir. Kendisini kitle hareketleri aracılığıyla doğrudan açığa vurmaz. Bu fenomen büsbütün yeni değildir; tarihin karşı devrimci hareketleri içerisinde önceden haberi verilmiştir. Psikoloji, Faşizmin bir kaynağı olmaktan uzaktır; kitle direnişi –kitlenin kendi rasyonalitesi– potansiyelinin gerektirdiği bütünlüğün üstüne binen bir sistem içindeki öğelerden bir tanesi haline gelmiştir. Freud’un teorisinin içeriği, bireysel narsisizmin yerini lider imgeleriyle bir özdeşleşmenin alması, kitle psikolojisinin baskıcılar tarafından benimsenmesi olarak adlandırılabilecek bir şeyin yönelimine işaret eder. Elbette bu sürecin psikolojik bir boyutu var, fakat aynı zamanda eski, liberal anlamda psikolojik motivasyonun iptaline doğru da gittikçe büyüyen bir eğilime de işaret ediyor. Bu türlü bir motivasyon, yukarıdan yönlendirilen toplumsal mekanizmalar tarafından kontrol edilir ve soğurulur. Liderler kitle psikolojisi konusunda bilinçli hale geldiklerinde ve bu durumun denetimini ellerine geçirdiklerinde, sözcüğün belirli bir anlamında var olmaktan kesilir. Bu potansiyellik, Freud psikoloji sözcüğüne olumsuz bir anlam yüklediği sürece psikanalizin temel inşasında içerilmiştir. Freud psikolojinin alanını bilinçdışının üstünlüğüyle tanımlar ve bu alanın ego olması gerektiğini ileri sürer. İnsanın kendi bilinçdışının yaderkliğinin hükmünden kurtulmasının, onun ‘psikolojisinin’ iptali ile eşanlamlı olduğunu belirtir. Faşizm, potansiyel özgürlüğün gerçekleştirilmesi yerine bağımlılığın süreklileştirilmesi yoluyla, özneyi kendi bilinçdışı konusunda bilinçli hale getirmek yerine bir toplumsal kontrol aracılığıyla bilinçdışını istimlak etmek suretiyle, bu iptali tam karşıt anlamında daha da ileriye götürmektedir. Çünkü psikoloji daima bireyin bir miktar bağımlılığına işaret ederken aynı zamanda öz-yeterlik ve bireyin özerkliği bağlamında özgürlüğü de varsaymaktadır. 19. yüzyılın aynı zamanda psikolojik düşüncenin en büyük yüzyılı olması elbette rastlantısal bir durum değildir. İnsanlar arasında doğrudan ilişkilerin nerdeyse hiç kalmamış olduğu ve her bir bireyin bir toplumsal atoma, kolektivitenin salt bir işlevine indirgenmiş olduğu tam anlamıyla şeyleşmiş bir toplumda, psikolojik süreçler de her bir bireydeki varlıklarını sürdürseler bile, toplumsal sürecin belirleyici kuvvetleri olmaktan çıkmış durumdadırlar. Böylelikle psikoloji, Hegel’in ‘onun özü’ olarak tarif edeceği şeyi kaybetmiş durumdadır. Freud, kendisini bireysel psikoloji alanıyla sınırlamış ve dışarıdan gelen sosyolojik etkenleri kuramına taşımaktan sakınmış olsa da, Freud’un kitabının belki de en büyük fazileti, psikolojinin tam da geri çekildiği noktanın ilerisine geçmiş olmasıdır. “Kendisinin en önemli öğesinin yerine ikame etmiş olduğu nesnesine teslim olmuş”[36] öznenin psikolojik zayıflığı, yani süperego, kehanetimsi bir biçimde, faşist kolektiviteleri oluşturan ve post-psikolojik bir şekilde birey-dışılaştırılmış toplumsal atomları öngören bir fikir olarak belirmektedir. Bu toplumsal atomlarda grup oluşumunun psikolojik dinamikleri kendilerinin ötesine geçer ve bir gerçeklik olmaktan çıkarlar. ‘Sahtelik’ kategorisi lidere olduğu kadar kitlelerdeki özdeşleşme edimine ve bu kitlelerin çılgınlığı ile histerisine de uymaktadır. Kalplerinin derinlerinde Yahudilerin gerçekten iblis olduğuna çok az insan inansa da liderlerine bütünüyle inanırlar. Onunla gerçekten özdeşleşmezler, fakat bu özdeşleşmeyi edimselleştirir, kendi heveslerini sergiler ve böylelikle de liderin performansına katılmış olurlar. Sürekli mobilize edilen dürtüsel itkileri ile ulaşmış oldukları ve keyfi bir biçimde geri alınamaz olan tarihsel aydınlanma aşaması arasındaki uzlaşmayı da bu performans aracılığıyla sağlarlar. Faşist yığınları böylesine acımasız ve yanına yaklaşılmaz kılan da muhtemelen bizzat kendi ‘grup psikolojilerinin’ uydurulmuşluğunun, hayali oluşunun yarattığı kuşkudur. Bir anlığına bile düşünmek için ara verseler, bütün performans paramparça olacak ve hepsi panikleyecektir.

Freud, bu ‘sahtelik’ öğesine beklenmedik bir bağlam içinde, yani bireylerin ilksel sürü ile ilksel baba arasındaki ilişkilere bir geri dönmesi olarak hipnozu tartıştığı sırada denk gelmiştir.

Diğer tepkiler sayesinde bildiğimiz gibi, bireyler, bu tür durumlar karşısında, eskinin olaylarının yeniden canlandırılması hususunda, kişisel kabiliyetlerini çeşitli düzeylerde muhafaza etmişlerdir. Her şeye karşın hipnozun bir oyun olması, bu eski izlenimlerin aldatıcı bir biçimde yenilenmesi olması nedeniyle geride bir miktar bilgi kalabilir ve hipnoz sırasında iradenin askıya alınmasının çok ciddi sonuçlarına karşı gelişen direnç konusunda da dikkatli olunmalıdır.[37]

Geçen süre zarfında bu oyun toplumsallaşmış ve sonuçlarının bir hayli ciddi olduğu kanıtlanmıştır. Freud, hipnozu yalnızca iki kişi arasında gerçekleşen bir şey olarak tanımlamak suretiyle, hipnoz ile grup psikolojisi arasında bir ayrıma gitmişti. Fakat liderin kitle psikolojisini benimsemesi ve bu bakımdan tekniklerini bir düzene sokması, hipnotik büyüyü kolektifleştirmelerine olanak tanımıştır. Nazilerin savaş çığlığı olan “Almanya uyan” ifadesi, tam da kendisinin karşıtının üzerini örtmektedir. Öbür yandan, büyünün kolektifleşmesi ve kurumsallaşması, aktarımı öylesine daha dolaysız ve kırılgan kılmıştır ki performansın yönü, çılgınca özdeşleşmenin ve grup psikolojisinin bütün geleneksel dinamiklerinin ‘sahteliği’ çok büyük bir biçimde çoğalmıştır. Bu artış, büyünün hakiki olmadığının aniden fark edilmesiyle ve büyünün dağılmasıyla son bulabilir pekâlâ. Toplumsallaşmış hipnoz, kendi içinde, uzaktan kontrol aracılığıyla gerilemenin hayaletini ortadan kaldıracak güçleri de yetiştirir ve sonunda, artık uykuda olmadıkları halde gözlerini kapalı tutanları uyandırabilir.

Çeviri: Abdurrahman AYDIN

DİPNOTLAR

[1] Harper Brothers, New York, 1949. Ayrıca bkz. Leo Löwenthal & Norbert Guterman, “Portrait of the American Agitator,” Public Opinion Quart., (Fall) 1948, s. 417.

[2] Bu konuyu biraz daha açmak gerekiyor. Geniş ölçekli ekonomik arka plan üzerine doğru ya da yanlış spekülasyonlarda bulunarak bir saygıdeğerlik havasını muhafaza edip de Yahudi aleyhtarlığına düşmeden önce Yahudi düşmanı olduklarını inkâr edenler ile kendi başına hareket etmek isteyen ya da en azından böyle olduğuna inanmak isteyen ve en şiddetli, en tiksindirici bir söyleme itibar eden aleni Naziler arasında belirli bir fark bulunuyor. Daha da ötesi, eski moda, basit, Hıristiyan muhafazakâr bir tipi oynayan ve işsizlik yardımı alanlara düşmanlıklarıyla kendilerini belli eden ajitatörler ile daha modern bir çerçeveyi izleyen, daha çok gençliğe seslenen ve hatta bazen devrimci olmaya eğilim gösteren ajitatörleri de birbirlerinden ayırmak mümkündür. Fakat bu farkları da çok da ciddiye almamak gerekir. Konuşmalarının içerimlerinde dikkatli bir biçimde örülmüş küçük ayrımlara rağmen, bu konuşmaların ve ajitatörlerin kullandığı diğer aygıtların temel yapısı birbirinin aynısıdır. Sahih ayrımlardan ziyade bir tür işbölümüdür söz konusu olan. Nasyonal Sosyalist Partinin benzerlik içindeki ayrımlaşmaları kurnazca muhafaza ettiği, fakat bu ayrımların Parti içinde ciddi bir siyasi fikir çatışmasına yol açabilecek düzeyde olmadığı da not edilmelidir. 30 Haziran 1934’ün kurbanlarının devrimciler olduğu fikri bir mitolojiden ibarettir. Burada gerçekleşen kan temizliği, çeşitli çeteciler arasındaki rekabetin bir sonucuydu ve hiçbir toplumsal çatışmaya dayanmıyordu.

[3] Kitap 1921’de Almancada Massenpsychologie und Ichanalyse adıyla yayınlandı. Metnin çevirmeni James Strachey, buradaki grup teriminin Le Bon’un foule’sine ve Almancadaki ‘Masse’ye karşılık geldiğini doğru bir biçimde vurgulamaktadır. Ayrıca bu kitaptaki ‘ego’ teriminin de Freud’un daha sonraki çalışmalarında id ve süperegoya karşıtlığı içerisinde tarif ettiği özgül psikolojik öznellik olarak ego’yla aynı anlama gelmediğini de belirtmek gerekiyor; ego, burada basitçe birey anlamına geliyor. Freud’un Grup Psikolojisi ile ilgili en önemli saklı anlamlardan bir tanesi, onun bağımsız, hipostazlaştırılmış bir ‘yığın mantalitesi’ fikrini tanımaması ve Le Bon ile McDougall gibi yazarlar tarafından gözlemlenen ve betimlenen fenomenleri, bir kalabalık oluşturan ve onun büyüsüne kapılan bireylerin her birinde meydana gelen gerilemelere indirgemesidir.

[4] S. Freud, Group Psychology and the Analysis of the Ego, London, 1922, p. 7

[5] A.g.y. s. 27.

[6] Freud’un kitabı sorunun bu düzeyini izlemez, fakat kitabın ek bölümündeki bir pasaj, bu sorunun pekala farkında olduğunu göstermektedir. “Aynı şekilde, kadınlara yönelik sevgi, ırkın, ulusal ayrımın ve toplumsal sınıf sisteminin grup bağlarına doğru bir ilerleme kaydeder ve böylelikle de uygarlık içerisinde bir etken olarak önemli etkiler üretir. Homoseksüel sevgi, engellenmemiş cinsel eğilimler şeklini aldığında bile, grup bağlarıyla daha uyumluymuş gibi görünmektedir” (s. 123). Bu, açık ve baskılanmış homoseksüellik arasındaki sınırların, tıpkı açık ya da baskılanmış sadizm gibi, liberal orta sınıf toplumunda olduğundan çok daha akışkan olduğu Alman Faşizmi döneminde doğrulanmıştır.

[7] Evvelce a.g.y. s. 9-10.

[8] “Sevgi ilişkileri … ayrıca grup zihninin özünü de oluşturur. Otoritelerin bu türlü ilişkilerin hiç sözünü etmeyişlerini hatırlayalım” (a.g.y. s. 40).

[9] Bu çarpıcı fenomenin bir nedeni de muhtemelen faşist ajitatörün –iktidarı ele geçirmeden önce– yüz yüze gelmek zorunda olduğu kitlelerin ilk başta örgütlenmemiş fakat büyük şehrin rasgele toplanmış kalabalıkları olmalarıdır. Çeşitli kısımlardan oluşmuş bu türlü gevşek örgülü kalabalıklar, merkezkaç nitelikli ve yönlendirilmemiş sevgi itkisi pahasına, disiplin ve tutarlılığın vurgulanmasına mecbur eder. Ajitatörün işinin bir kısmı kalabalığı, kendilerinin bir Ordu ya da Kilise gibi örgütlenmiş olduklarına inandırmaktır. Buradan da aşırı-örgütlenmeye dönük eğilim gelişir. Örgütlülük bir fetişe dönüştürülür; bir araç olmaktan çıkarak bir amaca dönüşür ve bu eğilim, ajitatörün konuşmalarında hüküm sürmeye devam eder.

[10] Evvelce a.g.y. s. 99-100. Freud’un grup psikolojisi teorisindeki bu kilit ifade, Faşist kişilik üzerine en kritik gözlemlerden birinin de muhasebesini oluşturmaktadır: Süperegonun dışsallaştırılması. ‘Ego ideali’ terimi, Freud’un sonradan süperego dediği şey için önceleri kullandığı ifadeydi. Onun yerini ‘grup egosu’nun alması, tam faşist kişiliğin başına gelen şeydir. Özerk bir vicdan geliştirmekte başarısız olurlar ve onun yerine, Freud’un tarif ettiği haliyle son derece irrasyonel, yaderkliğe gömülü, katı bir biçimde baskıcı, bireyin kendi düşünüşüne büyük oranda yabancı ve bu nedenle de yapısal katılığına rağmen kolaylıkla değiş tokuş edilebilir bir kolektif otoriteyle bir özdeşleşme halini ikame ederler. Bu fenomen, Alman halkına hizmet eden her şeyin iyi olduğu biçimindeki Nazi formülünde yeterince açıklanmaktadır. Kendi olası izleyicilerinin vicdanına seslenmeyen, bunun yerine durmaksızın dışsal, basmakalıp ve şablon değerlere –bunlar artık cepte görülmektedir ve yaşantılanan bir deneyim ya da söylemsel bir inceleme sürecine tabi tutulmaksızın geçerli kabul edilerek kendilerine otorite bahşedilmektedir–  başvuran faşist Amerikan demagoglarının konuşmalarında da yeniden belirmektedir bu örüntü. T. W. Adorno, Else Frenkel-Brunswik, Daniel J. Levinson ve R. Nevitt Sanford tarafından hazırlanan Otoritaryen Kişilik Üzerine’de (Harper Brothers, New York, 1950) detaylı bir biçimde gösterildiği gibi, önyargılı kişiler, genellikle, bizzat kendilerine ait ahlaki tercihler yapmak yerine geleneksel değerlere dönük bir inanç sergiler ve “yapılmakta olanı” doğru kabul ederler. Özdeşleşme yoluyla, fiili olarak dışsal değerlerle iç içe geçen ego idealini yitirmek pahasına grup egosuna teslim olurlar.

[11] Doğrusu, faşist izleyicinin mazoşizmine sadistik dürtülerin eşlik etmesinin kaçınılmazlığı, Freud’un, Oedipus karmaşasıyla bağlantılı olarak geliştirdiği genel müphemlik teorisiyle de uyum içerisindedir. Bireylerin faşist kitleler halinde bütünleşmeleri onları yalnızca dolaylı olarak tatmin ettiği; uygarlığın neden olduğu hayal kırıklıklarına karşı hınçları baki kalırken, bu hınçlar, liderin amaçlarıyla uyumlu olacak şekilde yönlendirildiği için, psikolojik olarak otoriteye itaatle iç içe geçmektedir. Her ne kadar Freud, sonradan sado-mazoşizm olarak adlandırılacak sorunu ortaya koymasa da sorunun farkındaydı. Bunun kanıtı da Le Bon’un fikrini şu ifadelerinde görüldüğü biçimiyle benimsemesidir: “Hiç kuşku yok ki bir grup hakikati ve yanlış olanı inşa eder; kendi gücünün büyüklüğünün bilincindedir ve otoriteye itaati oranında müsamahasızdır. Güce saygı duyar ve nezaket onu neredeyse hiç etkilemez, çünkü nezaketi zayıflık olarak görmektedir. Kendi kahramanlarından istediği şey de güçlü ve hatta şiddetli olmalarıdır. Grup yönetilmek, baskılanmak ve efendileri tarafından korkutulmak ister” (Freud, a.g.y. s. 17).

[12] A.g.y. 58 ve devamı.

[13] A.g.y. 61.

[14] A.g.y. 60.

[15] Cf. Max Horkheimer, “Authoritarianism and the Family Today”, The Family: Its Function and Destiny, ed., N. Anshen (Harper Brothers, New York, 1949).

[16] Freud, a.g.y. 74.

[17] Freud’un kitabının çevirisinde, onun kullandığı ‘Instanz’ terimi ‘yeti’ (faculty) olmuştur; fakat bu sözcük Almancadaki orijinal sözcüğün hiyerarşik yan anlamlarını taşımamaktadır. Bu nedenle ‘faillik’ (agency) daha uygun görünmektedir.

[18] Freud, a.g.y. 80.

[19] Nietzsche’nin üst-insanının, gelecekteki Faşizme ilişkin bir öngörüsü olarak bu arkaik imgesellikle çok az ortaklığının bulunduğunu vurgulamak gereksiz olacak. Freud’un iması, yalnızca, ucuz sloganlarda popüler kılındığı haliyle Süpermen için geçerlidir.

[20] A.g.y. 93.

[21] A.g.y. 102.

[22] Kişileştirme üzerine daha detaylı bilgi için bkz. Freud, a.g.y., s. 44, fikirleri ve lider kişilikleri tartıştığı dipnot ve s. 53, grupları bir arada tutan irrasyonel fikirler dolayımıyla ‘ikincil liderler’ tanımını geliştirdiği kısım.  Teknoloji uygarlığında, lider bilinmez ve mesafeli kaldığı için, ona yönelik olarak dolaysız bir aktarım mümkün değildir. Gerçekleşen şey daha ziyade kişisel olmayan, kopuk toplumsal güçlerin gerilemeci bir biçimde yeniden kişileştirilmesidir. Bu olasılık Freud tarafından açık bir biçimde tasavvur edilmiştir. “Bir dizi insanın bir paya sahip olabileceği, bir yedek olarak hizmet edebileceği genel bir eğilim, ortak bir arzu… Bu soyutlama, yine, ikincil lider olarak adlandırabileceğimiz figürde az ya da çok tecessüm eder.”

[23] A.g.y. s. 110.

[24] Alman folklorunda bu özellikle ilgili oldukça güçlü bir sembol vardır. Radfahrernaturen’den, bisikletçinin özelliklerinden söz eder. Yukarıya başlarıyla selam verir, aşağıyı tekmelerler.

[25] Freud, a.g.y. 16.

[26] A.g.y. 50-51.

[27] Faşist zihniyetin oluşumunda ‘nötrleştirilmiş’, etkisi azaltılmış dinin rolü hususunda bkz. Otoritaryen Kişilik Üzerine. Bütün bu sorunlar alanına ilişkin önemli psikanalitik katkılar, Theodor Reik’in Der Eigene und der Fremde Gott’unda ve Paul Federn’in Die vaterlose Gesellschaft’ında içerilmiştir.

[28] Freud’a göre, ırk ideolojisinin, kitle oluşumunda içerilen özgül bir gerileme aracılığıyla ilkel kardeşliğin diriltilmesi fikrini açık bir biçimde yansıttığını not etmek gerekir. Irk kavramı, kardeşlikle iki ortak niteliğe sahiptir: Doğal, kan yoluyla gelişmiş bir bağ olduğu varsayılır ve cinsiyetsizleştirilir. Faşizmde bu benzerlik bilinçdışı düzeyde kalır. Kardeşlikten göreli olarak daha az söz eder ve genellikle de Reich sınırları dışında yaşayan Almanlardan söz ederken kullanılır kardeşlik terimi (Bizim Sudeten kardeşlerimiz!). Hiç kuşku yok ki kardeşlik terimine çok az başvurulmasının bir nedeni de Naziler için tabu durumunda olan Fransız Devriminin fraternité (kardeşlik) idealidir.

[29] A.g.y. 53.

[30] A.g.y. 55-56.

[31] A.g.y. 56.

[32] A.g.y. 87-88.

[33] A.g.y. 114.

[34] A.g.y. 87.

[35] Bkz. Prophets of Deceit (‘Düzenbazlığın Peygamberleri’).

[36] A.g.y. 76.

[37] A.g.y. 99.