Geçtiğimiz günlerde Tunus ve Sicilya Adası arasındaki küçük bir ada olan Lampedusa’da geri gönderme merkezi olarak da işlev gören göçmen kabul merkezindeki göçmenlerin çırılçıplak soyularak soğuk havada hortumlarla yıkandığına ilişkin haberler ülkemiz medyasında da yer bulabildi. ‘Uyuz’ oldukları gerekçesiyle “dezenfekte” edilmek istenen göçmenlere bu muamelenin 3-4 günde bir, kadın-erkek karışık olarak uygulandığı ortaya çıktı. Göçmen karşılama merkezinin 250 yatak kapasiteli olduğu, ancak burada çoğunluğunu Eritre ve Suriyelilerin oluşturduğu 500 kişinin kaldığı belirtildi. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği İtalya’yı, söz konusu merkezdeki şartların iyileştirilmesi konusunda uyardı. Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü ve İngiltere merkezli çocuklara yardım kuruluşu (Save The Children) olayı kınadı[1].
Lampedusa göçmen kabul merkezi 2000’li yılların başından bu yana Afrikalı göçmenlerin Avrupa’ya girişte zorladıkları önemli kapılardan birisidir. 2004 yılında adadaki geçici barınma ve yardım merkezinden binden fazla göçmen Avrupa Parlamentosu’nun onayına başvurulmaksızın Libya’ya iade edildi. “Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK – UNHCR) verilerine göre, 2008 yılında İtalya’ya deniz yoluyla gelen 36.000 kişinin yaklaşık %75’i sığınma başvurusuna bulunmuş, bunların yaklaşık yarısı mülteci statüsü verilerek ya da başka biçimlerde zorla geri gönderilmekten korundu. Ocak ayında, İtalyan Hükümeti, Lampedusa’ya deniz yoluyla ulaşan bütün göçmenlerin kimlik belirleme ve sığınma başvuru süreçlerinin adada kurulan yeni bir gözetim ve kimlik belirleme merkezinde yürütülmesini öngören yeni bir politika benimsedi. Bu politikadan dolayı, mültecilerin adil değerlendirme ve yeterli yasal temsile ulaşamayacakları konusunda derin kaygılar oluştu.[2].
2009 yılında, maksimum 850 kişi kapasiteli olan merkezde 2000’e yakın göçmen yaşamaya çalışmaktaydı. 26 Ocak 2009’da “göçmen barınma merkezi”nin kapılarını zorlayarak kaçan 1500 göçmen, Lampedusa halkıyla birlikte, kasabanın merkezinde İçişleri Bakanı Roberto Maroni’nin önerisiyle açılacak olan “sınırdışı etme merkezi”ni protesto etti ve Berlusconi hükümetinin göçmen politikasını eleştirdi. İçişleri Bakanı Maroni, kaçak göçmenler konusunda izlediği politikadan vazgeçmeyeceğini vurgulayarak, Tunus’tan yola çıkan bir geminin birkaç gün içinde Lampedusa’ya geleceğini, 2 bin dolayındaki göçmeni Tunus’a götüreceğini, bundan böyle kaçak yollarla Lampedusa’ya gelen göçmenlerin yeni açılacak merkezde kimlik işlemleri yapıldıktan sonra hemen sınırdışı edileceğini söyledi. Berlusconi ise merkezin bir toplama kampı olmadığını söyleyerek göçmenlerin isterlerse kasabada dolaşıp bira içebileceklerini belirtti.
19 Şubat 2009’da bir grup göçmen tarafından barınma koşullarının oldukça kötü olması nedeniyle kamp ateşe verildi ve yangından sonra barınma olanağı daha da kötüleşti. Çoğunluğunu Gana, Mali ve Nijerya’dan gelen göçmenlerin büyük bir bölümü illegal olarak mevsimlik tarım işinde çalışıyorlardı. 2011 yılında Arap Baharı diye adlandırılan sürecin ardından Kuzey Afrika ülkelerinden 35.000 göçmen daha bu adaya ulaşabildi. Aynı yılın Ağustos ayında bu sayı 50.000’e dayandı.
Avrupa Komisyonu verilerine göre İtalya’ya, AB’nin göç meselesine ayırdığı fonların azımsanmayacak bir kısmı tahsis edilmektedir. 2007-2011 yılları arasında İtalya, Avrupa Sınır Fonu’ndan toplam kullanılabilir fonun %13’ü olan 112.757 milyon Euro, 2008-2011 yılları arasında Avrupa Geri İade Fonu’nun %8.1’i olan 25.587 milyon Euro, 2008-2011 yılları arasında Avrupa Mülteci Fonu’nun %6.52’si olan 22.236 milyon Euro ve 2007-2011 yılları arasında Avrupa Entegrasyon Fonu’nun %17.48’i olan 77.549 milyon Euro almıştır. Toplamda AB’nin 2007-2011 yılları arasında göç alanına ayırdığı bir fon olan SOLID (Dayanışma ve Göç Akışının Yönetimi) fonundan 238.130 milyon Euro İtalya’ya ayrılmıştır. Bu rakam AB’nin göç konusuna ayırdığı toplam fonun %12.12’sine denk gelmektedir ve İtalya İspanya’nın ardından 2. Büyük fon kullanıcısıdır. Bu rakamların yanına Avrupa Sosyal Fonu’ndan kullanılan 6.9 milyar Euroyu da eklemek gerekmektedir[3].
Sicilya’nın 200 km güneyinde ve Libya’nın 300 km kuzeyinde yer alan adaya genellikle botlarla ulaşabilen göçmenler buradaki merkezde 5 ile 45 gün arasında değişebilen yasal işlemlerden sonra İtalya’daki diğer merkezlere gönderilmekte ya da sınır dışı edilmektedir. Göç merkezindeki yetkililer, adaya ulaşan göçmenlerin çoğunun sığınma ihtiyacından daha çok ekonomik nedenlerle adaya geldiklerini belirterek son yıllarda Libya dışından gelen göçmen sayısında da bir artış olduğunu ifade etmektedirler. 2004’ten bu yana İtalya ve Libya arasında göçmen akışının durdurulması yönünde önemli ve terörizm soslu bir işbirliği mevcuttur.
Lampedusa’da tutulanlar, genel olarak, iltica taleplerinin inceleneceği adil bir süreçten geçmeden ve sınır dışı edilme kararına itiraz etme fırsatı bulamadan ülkelerine zorla geri gönderilmeye çalışılmaktadır. Yeterli sayıda çevirmenin olmadığı merkezde, yetkililer göçmenin tanımlanması işlemini genellikle deri rengi ve yüz hatları gibi gayet ırkçı ölçütlerle gerçekleştirmektedirler.
Avrupa’nın sınırları yeniden çizilirken…
Avrupa kamuoyunda istila, kriz gibi sözcükler etrafında örgütlenen göçmen meselesi göçmeni aynı anda hem kurbanlaştıran hem de canavarlaştıran bir çerçevede ele alınmakta ve göçmenlere yönelik hak ihlalleri bu çerçeveden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Giderek yoğunlaşan oranda teknolojinin de işbaşına koşulduğu yeni sınır rejiminin önemli mekanizmaları geri kabul anlaşmaları ve güvenli üçüncü ülke uygulamalarıdır.
Geri kabul anlaşmaları bir ülkede veya sınırları belirlenmiş bir grup ülkede yasadışı olarak bulunan kişilerin anlaşma yapılmış kaynak ülkeye veya en son transit geçiş yaptıkları ülkeye geri gönderilmesini düzenler.
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) Geri Kabul Anlaşması karşılıklılık temelinde, Türkiye’de veya AB’ye üye ülkelerden birinde, ülkeye giriş, ülkede bulunma veya ikamet etme koşullarını sağlamayan veya sağlayamaz duruma düşen kişilerin anlaşmada belirlenen şartlar ve kurallar çerçevesinde ilgili ülkeye geri gönderilmesini amaçlamaktadır.
Vize muafiyeti ile ilgili sürecin en önemli şartlarından biri de göç ve sınır yönetimi alanında AB müktesebatına uyum ve etkili uygulamadır. AB göç ve sınır yönetim anlayışının giderek çok daha yoğun biçimde paranoyaya dayanan bir anlayıştan beslendiğini biliyoruz. Bu nedenle AB’nin vize muafiyeti stratejisinin temel olarak doğuya doğru genişleyen sınırların güvenliği kapsamında ele alınması gerekmektedir.
AB ülkelerinin birbirleri arasındaki geri kabul şartları genel olarak Dublin Sözleşmesi ile düzenlenirken AB ve diğer ülkeler arasında ikili anlaşmalarla düzenlenmektedir. AB sınırlarına yasal olmayan girişlerin daha çok Yunanistan, İtalya gibi Güney Avrupa ülkeleri üzerinden yapıldığı herkesin malumudur. Bu ülkelerden giriş yaparak Kuzey Avrupa ülkelerinden herhangi birine ulaşmayı başarabilmiş göçmenler, yakalandıkları zaman bu sözleşme çerçevesinde ilk giriş yaptıkları Güney Avrupa ülkelerine iade ediliyorlar. Bu ülkelerde ise göçmenlerin barınma ve genel olarak yaşam koşullarının oldukça kötü olduğunu belirtelim. İtalya’nın Lampedusa Adası’ndaki karşılama merkezinde göçmenlerin önce zorla soyulup ardından hortumla yıkandıklarına ilişkin yakın tarihli haberlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi işkence görme ve kötü muameleye uğrama, göçmenlerin gündelik yaşam pratikleri arasına girmiştir. Geri kabulden sonra Güney Avrupa’ya yani AB’ye giriş yaptıkları ilk ülkeye geri gönderilen göçmenlerin de kaldığı “karşılama merkezleri”nin insan hakları açısından birer istisna alanına dönüştüğünü belirtmekte fayda var. Benzer biçimde Yunanistan’da da finansal krizin ardından en çok dışlanan ve faşistlerce en çok saldırıya uğrayan kesim yine göçmenler olmuştur.
Göçmenleri yoğun biçimde yasadışı bir hayata mahkum eden sınır güvenliği uygulamaları nedeniyle hayatta kalabilmek amacıyla oldukça kötü çalışma ve yaşam koşullarına razı olan göçmenler, işsizliğin giderek tırmandığı dönemlerin ilk ve en önemli günah keçileri olmaktadır. Dolayısıyla sınırın genellikle yasa dışı bir biçimde fiziksel olarak aşılmış olması beraberinde toplumsal sınır çizgilerinin giderek kalınlaşmasına neden olabilmektedir. Sınır güvenlik uygulamaları nedeniyle ‘yasadışılaştırılan’ göçmenler, içinde yaşadıkları toplumun yürüyen sınır çizgilerine dönüştürülmektedirler. Siyasal krizlerin eşlik ettiği ekonomik krizler göçmenlerin canavarlaştırılması yönündeki eğilimi tırmandırmaktadır. Suriye’de yaşanan siyasal krizin ardından Türkiye’ye gelen göçmenlerin azımsanmayacak bir kısmı yasa dışı ve güvencesiz işgücüne dahil olmuştur. Türkiye’deki genel yaşam koşullarının daha da zorlaşmasıyla birlikte bu kesimlere yönelik dışlayıcı mekanizmaların işbaşında olacağını tahmin etmek pek zor değildir.
AB içindeki geri kabul mekanizması, göçmenlerin içeriye daha fazla ‘sızmasını’ engelleyerek AB’nin çeperlerinde tutmak ve buralardaki kamplar üzerinden bu akışı kontrol etmek üzerinden şekillenmektedir. Geri gönderme ve karşılama merkezleri yani kamplar giderek daha çok cezaevi mantığıyla düzenlenmektedir. 16 Aralık 2013 tarihinde Türkiye ile AB arasında imzalanan geri kabul anlaşmasını da sınır güvenliği konusunda AB’nin yeni bir hamlesi olarak okumak gerekmektedir. Bu anlaşma Suriye’de yaşanan siyasal krizin ardından AB’nin sınır kontrol mekanizmalarını güçlendirme yönünde attığı önemli adımlardan biridir. Bu anlaşma sayesinde vatandaşlık, mültecilik gibi statülere sahip olmayan ve AB’ye Türkiye’den giren (Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden) göçmenlerin, 1951 Mültecilerin Hukuki Statülerine ilişkin Cenevre Sözleşmesi’ne büyük oranda çekince koyan ve göçmenlere tanınan hakları yok sayan Türkiye gibi bir ülkeye sorunsuz biçimde geri gönderilmesi mümkün olacaktır. Türkiye de önümüzdeki dönemde kendisine en çok göçmen gönderen ülkelerle ya da Türkiye’ye gelirken göçmenlerin en çok kullandığı ülkelerle benzer anlaşmaları imzalamaya çalışacaktır.
10 Eylül 2001 tarihinde Türkiye ile Suriye arasında da Geri Kabul Anlaşması imzalanmıştır. İçişleri Bakanlığı-Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bilgi edinme yasası kapsamında Mülteci Der’e verdiği 22 Ekim 2013 tarihli cevaba göre 2002-2013 yılları arasında 2.675 Suriyeli Suriye Devletine teslim edilmiştir. Bu insanların akıbetinin hiç de iyi olamadığını geri gönderilen bazı kişiler için uluslararası insan hakları örgütlerince düzenlenen kampanyalardan biliyoruz. Bugün Suriye rejiminin yıllardır kendi vatandaşlarına kök söktürdüğünü ve bir diktatörlük olduğunu söyleyen Türkiye hükümeti, kendisine sığınan 2675 Suriyeliyi bu rejime teslim etmekte bir sakınca görmemiştir. Güvenli ülkenin tam olarak ne olduğuna ilişkin kriterlerin, siyasi iktidarlar tarafından rahatlıkla suistimal edilen muğlak bir takım varsayımlara dayandığını belirtmeliyiz.
AB’nin göçmen akışını kesmesini sağlayan bir diğer yol da ‘Güvenli Üçüncü Ülke’ uygulamasıdır. Avrupa Birliği İltica Usulleri Yönergesi’ne göre AB sınırlarına güvenli olduğu varsayılan ülkelerden geçerek gelen sığınmacıların başvuruları hakkında esasa ilişkin bir değerlendirme yapılmadan, onları güvenli sayılan ülkelere göndermek mümkündür. 1951 Mültecilerin Hukuki Statülerine ilişkin Cenevre Sözleşmesi’nde düzenlenmeyen ‘güvenli üçüncü ülke’ uygulaması daha çok, AB üyesi devletlerin bu sözleşme ve onun türevi olan diğer sözleşmelerden doğan sorumluluklarını aşındırma çabasının sonucudur.
Uygulamadaki sorunları bir yana koyarsak…
Bu iki yöntem özü itibariyle devletler tarafından statü tanınmayan insanların yaşam koşullarına ilişkin standartların nasıl bir “minimum” etrafında belirlendiğini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. AB sınırlarını korumak konusunda paranoyak bir güvenlik ihtiyacının, örtük bir biçimde, AB sınırlarında biriken göçmenler için asgari düzeyde tutulan güvenlik “imkânı” ile mümkün olabileceği varsayılmaktadır. Dolayısıyla göçmenleri AB sınırlarına yaklaştığı her noktada geri fırlatma konusunda yeni ve daha etkili mekanizmalar iş başındadır.
Göçmenlere yönelik güvenlik eksenli bütün uygulamaların genel olarak sığınma hakkının “dışarı”da yani ülke ya da birlik çeperinde tutulması anlamına gelmekle birlikte asıl olarak bu hakkın çepere hatta mümkünse sınır dışına taşınarak ihlal edilmesi adına gerçekleştirilen faaliyetler olduğunu belirtmeliyiz. Bu faaliyetlerin Avrupa’ya yönelik göçmen akışının yasadışılaştırılması adına önemli bir işlev gördüğü ve özünde de insan kaçakçılığı ve kaçak çalıştırma üzerinden önemli bir ranta neden olduğu aşikârdır. Lampedusa ve sınırda konumlanan diğer merkezler göçün ve göçmenin yasadışılaşmasını sağlamakla kalmayıp belgesiz bir biçimde sınırdan içeriye adım atmaya çalışan göçmenleri yakalamak, alıkoymak ve geri göndermek üzerinden işleyen ve giderek büyüyen yeni ve ticari bir güvenlik piyasası oluşturmaktadır.
Bunun yanı sıra bu mekanizmaların, devletlerin göçmenlere yönelik sorumluluklarını zincirleme bir biçimde birbirine devretmeleri üzerinden işletildiğini ve göçmenlerin haklarının bu taşeron zinciri içerisinde giderek minimuma çekildiğine tanık olmaktayız. Bu anlamıyla neoliberal çerçeve içerisinde “göç yönetimi” meselesi “istihdam yönetimi” ile aynı varsayımlar etrafında örgütlenmektedir. Bunları kabaca; azınlığın güvenlik ve birikim “ihtiyacı”nın ancak çokluğun güvencesizliğe ve yoğun sömürüye maruz kalması ile elde edilebileceği, buna paralel olarak da çokluğun sürekli yeniden belirlenen bir minimum etrafında idare edilmesi gerekliliği olarak sıralayabiliriz.
Sınırda yoğunlaşan ancak sınırın her iki tarafına da taşan uygulamalarla genişleyen göç yönetimi, bir yandan genel bir yasadışılaştırmayla göçmenlerin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları adına hak arama faaliyetleri önüne sınır çekerek yoğun bir sermaye birikiminin önünü açmakta, öte yandan göçmenler ve vatandaşlar arasındaki farkların derinleştirilmesi üzerinden ayrımcı bir söylemi meşrulaştırarak bu sermaye birikiminin gerçekleşmesini garanti altına almaktadır.
Göçmenleri yasadışılaştıran düzenlemeler nedeniyle, göçmenler hayatlarının her alanında minimuma razı olmaya zorlanmaktadır. Fiziksel olarak içinde yaşadığı siyasal toplumun karar alma mekanizmalarının hepsinden dışlanan göçmenler için, kendilerini kuşatan yasallık içinde, kendilerine sunulan minimum ücret, minimum güvenlik, minimum sağlık ve diğer sosyal yardımlara itirazlarını dile getirmeleri imkansızdır. Zaten sömürü ve sermaye birikimi büyük oranda bu yasal “güvence” altında mümkün olabilmektedir. Vatandaş olan ve olmayan arasındaki kaba ayrımın giderek daha büyük oranda sermaye birikimini mümkün kılacak biçimde çatallandırıldığını belirtmekte fayda var. Göç kontrolü alanında giderek yaygınlık kazanan sayısal farklılaştırmayla etnisite, yaş, eğitim, yabancı dil bilgisi, engellilik vb. kriterler göçmenlerin ne türden bir yaşama razı edilmeye zorlanacağının önemli kriterleri haline dönüşmektedir. Etnik olarak en altta bulunan göçmenler genellikle yasadışılaştırma yoluyla gerçeklik kazanan bir minimuma mahkum edilirken, diğer göçmenler de niteliklerinin sayısallaştırılması ile işleyen bir puan sistemi üzerinden, ancak kendisi ile benzer niteliklere sahip bir vatandaş ile aynı koşullara asla sahip olamayacağının taahhüt edilmesi ile içeriye alınmaktadır.
Göçmenlere sunulan çalışma koşulları genel hatları ile böyle iken onlara sunulan güvenliğin ne olabileceğini tahmin etmek pek zor değildir. Giderek paranoyaklaşan sınır güvenliği rejimi temelde güvensiz hayatlar yaratılması ile işlemektedir. Artan kontroller ve giderek daha sık başvurulan sınır dışı uygulamaları göçmenler açısından alınan riskleri arttırmakta ve çok sayıda göçmenin kabul edilemez koşullarda hayatını kaybetmesine neden olmaktadır. Avrupa’nın güvenliği adına çok sayıda insan güvencesiz yaşam koşullarına mahkum edilmektedir. Bu bağlamda azınlığın güven içinde yaşamasının temel koşulunun milyonlarca insanı, başta can güvenliği olmak üzere güvenlikten oldukça uzak yaşamlara mahkum eden bir çerçevede ele alındığını söyleyebiliriz.
Bu bağlamda daha yoğun sermaye birikimini mümkün kılan çerçevenin bir benzeri ile göç yönetimi anlayışında da karşılaşmaktayız: azınlığın birikimi adına çokluğun çalışma ve yaşam koşullarının minimum standartlar çerçevesinde düzenlenmesi. Vatandaş statüsüne sahip olanların da olmayanların da hayatlarının genel olarak minimuma çekilmeye çalışılan standartlar etrafında organize edilmek istenmesi söz konusudur. Bunun yanı sıra bu minimum düzeyin altında bırakılanların sayıca çokluğunun, minimum düzeyi her an daha da geriye çektiğini hatta giderek bir azami sınır işlevi görmeye başladığına da dikkat çekmeliyiz. Dolayısıyla, gerek vatandaşlık statüsüne sahip olanlara yönelik asgari ücret uygulamalarında, gerek bu statüden yoksun olanlara yönelik güvenli üçüncü ülke uygulamalarında karşımıza çıktığı gibi, hayatlarımıza, ücretlerimize çekilen tüm sınırların işlevi iktidarın kontrol mekanizmalarının etkin bir biçimde işlemesini sağlamaktır. Sınıfların varlığı toplumsal yaşamın içinden çekilen sınırların varlığına işaret ederken, siyasal sınırların varlığı da sınırın içindeki alanda bulunan ayrımları giderek derinleştiren bir işlev görmeye başlamıştır.
DİPNOTLAR
[1] Göçmenlerin hortumla yıkanmasına ilişkin insanlık dışı uygulamadan iki hafta sonra Lampedusa’daki merkezin boşaltıldığı ve göçmenlerin İtalya’daki diğer merkezlere gönderilmeye başlandığına ilişkin haberler gelmeye başladı. Lampedusa’daki 219 kişiden 100 kişilik bir grup, Palermo kentine götürüldü. Göçmenlerin Sicilya’ya transferini Facebook’tan duyuran, iki gündür göçmen merkezinde barikat kurma eylemi yapan Demokrat Parti’nin Fas asıllı milletvekili Khalid Chaouki, ikinci grubun da Lampedusa’dan ayrılacağını duyurdu. İtalya’da, 3 Ekim’de yaşanan ve 366 kişinin öldüğü faciadan kurtulan yedi göçmen ile 11 Ekim’deki faciadan kurtulan 10 göçmenin de, tanık olmaları sebebiyle mahkemeden gelecek izne kadar adada kalacakları belirtildi.
[2] http://acileylem.amnesty.org.tr/eylem-detay.php?q=85
[3]http://ec.europa.eu/dgs/home-affairs/financing/fundings/pdf/allocations_eu_state_for_each_fund_en.pdf