Haklar ve İstisnalar: Kentsel Yurttaşlığı Derinleştirmek

‘Şehirde hak değil kazanç vardır, hala öğrenemedin mi a Mevlut,’ dedi Vediha gülümseyerek. ‘Kazandığın şey de on yıl sonra hakkın olur. İmzala şunu. Her istediğini aldın, naz yapma.’

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık, 2014: 441

Yurttaşlığın kentte doğduğu, kelimenin birçok Batı dilindeki etimolojik kökeninde kent kelimesinin yattığı malum. Keza kent ile yurttaşlık arasındaki kavramsal ve siyasal ilişkinin modernite ile gevşediği, yurttaşlığın  ulusallaştığı ve ulus-devlet ile özdeşleştiği de ortada. Kent her ne kadar bu yeni ulusal yurttaşlık pratiklerinin ve imgelerinin mekanı olarak önemli bir rol oynasa da yurttaşlık kentsel aidiyeti, kentte kazanılan ve/veya kente dair hakları ifade etmeyi ulus-devletin hegemonikleşme sürecinde büyük ölçüde bıraktı, kendi evrensel geçmişini unuttu ve unutturdu.[1]

Kent ile yurttaşlık arasındaki bu kavramsal ve siyasal kopuşu günümüzde artık sosyolojik olarak devam ettirmek mümkün olmadığı gibi, bu durum demokratik bir yurttaşlığın mücadelesini verenler için istenilebilir de değil. Bunun tek sebebi 21. yüzyılda yurttaşların çoğunluğunun irili ufaklı kentlerde yaşayacak olması değil şüphesiz. Bundan daha önemlisi bu yaşanan yerlerin neoliberal kapitalizm çağında aldığı nitelik. Heller ve Evans’ın vurguladığı üzere derin toplumsal eşitsizlik ve dışlanma süreçlerinin yaşandığı yerler olarak küresel mega kentler çağımızın en önemli toplumsal meselelerinden olmaya aday.[2] İstanbul ve diğer örneklerden bildiğimiz üzere sermaye birikiminin en başat araçları haline geldiği ölçüde kentlerin bu eşitsiz yapıları pekişiyor ve derinleşiyor. Kentler, demokratik yurttaşlığın da yitirildiği yerler haline geliyor.

Bu eşitsizliğin ve onu üreten otoriter yönetim pratiklerine karşı ortaya çıkan Gezi’den Sao Paulo’ya uzanan isyanlar ve onlar kadar görünür olmayan bir dizi başka eylemlilik biçimi günümüz kentlerinde yurttaşlığın sadece yitirilmediğini, aynı zaman siyasal katılım ve başkaldırı olarak tecrübe edildiğini de gösteriyor.[3] Ayrıntı Dergi’nin ‘Kent ve Direniş’ dosyasındaki birçok yazının gösterdiği üzere kent, bu başkaldıran yurttaşların mekanı olduğu kadar taleplerinin ve özlemlerinin de içeriği. İlk kuramsal ifadesini Henri Lefebvre’den bulan kent hakkı ise bunlara söylemsel birliktelik kazandıran gösterge.[4]

Bu yazıdaki niyetim Ayrıntı Dergi’nin önceki sayısında kentsel yurttaşlık üzerine başlayan teorik tartışmaları açmak, bu dosyanın demokratik yurttaşlığı yeniden düşünme çabasını kent ile ilişki içinde devam ettirmek. Bunu yaparken doktora tezim için esas teşkil eden İstanbul ve Buenos Aires’te devlet-gecekondu ilişkilerine dair örneklerden faydalanacağım. Yazı, yurttaşlık ve kentsel yurttaşlık üzerine kavramsal tartışmanın ardından özellikle iki iddiayı derinleştirmeyi hedefliyor. Kentsel yurttaşlığın direniş, talep ve kurucu irade boyutları kadar kurumsal hukuki boyutlarına da bakmamız gerektiğini; zira yurttaşlığın merkezinde toplumsal talepler yoluyla elde edilen haklar dizgesinin olduğunu iddia ediyorum. İkinci olarak, kentsel yurttaşlığın demokratik gelişim ve dönüşümünü anlamak istiyorsak, çoğu zaman devletin zor gücüne dayalı dışlanma ve ezilme pratikleri kadar yine siyasi iktidarın hukuki istisnalar ve diğer hukuk dışı araçlarla kent sakinlerini içerme stratejilerini de incelememiz gerektiğini öneriyorum. Zira çoğu zaman ezilme-başkaldırı diyalektiğini sekteye uğratan ve kentsel yurttaşlığı demokratikleştirecek olan yeni sosyal hak üretimlerinin önünü kesen tam da bu stratejiler.

Yurttaşlık

2012 yılının bir Mayıs sabahı, Buenos Aires’in Avenida de Mayo adlı caddesinde villa miseria (gecekondu) sakinleri ve onların sivil toplumdaki destekçilerinden oluşan bir korteje katıldım. Arjantin modernleşmesinin bu sembol caddesinde, caddenin birbirine bağladığı başkanlık sarayı ve ulusal meclise nazaran daha  mütevazi bir hedefe doğru yürüyorduk. Davul sesleri, konut hakkı ve kentleşme hakkı sloganlarıyla yerel idare mahkemesine vardığımızda Baş Hakim Liberatori kapıya çıktı, kalabalıktan alkışlar arasında recurso de amparo adı verilen özel prosedüre göre işleyen hak ihlali olduğunu dair dilekçeyi aldı. Dilekçe kent yönetimini, gecekonduluların kentin anayasasında ve yasalarında belirtilen haklarını ihlal etmekle suçluyor ve temel hizmetlerin tam olarak verilmesine ivedilikle başlanması başta olmak üzere buraların fiziki, sosyal ve hukuki koşullarını düzeltecek bir dizi önlemi almaya davet ediyordu. Bu önceden kurgulanmış kolektif eylem performansı on yıllardır süren toplumsal mücadelelerin son halkalarından biriydi. Fakat o günkü eylemin barışçıl ve kurumsal havasına  aldanmamalı. Mahallerden en meşhuru Villa 31’in sakinlerinin kentin en işlek caddelerinden birini kesmesinin üzerinden henüz birkaç yıl geçmişti.  “Hem yargıdaki hem yürütmedeki karar alma sürecini hızlandırmak için böyle kavgacı (contentious) eylemler lazım” diye açıklamıştı eylemi örgütleyenlerden birisi. İleriki dönemde gerekirse yine yaparlardı.

Çatışmalı veya kurumsal, Buenos Airesli gecekonduluların bu ve benzeri eylemlerinde yurttaşlık kavramının taşıdığı farklı anlamların izini sürmek mümkün. Ulusal siyasal topluluğa üyeliği imleyen bir hukuki statü olarak yurttaşlıktan bahsetmiyorum şüphesiz, zira eylemlere katılanların ve onlar tarafından temsil edilenlerin bir kısmı Arjantin devletinde böyle bir statüden yoksunlar. Fakat yurttaşlık da pasif bir hukuki statüden çok daha fazlasını ifade ettiği için kıymetli zaten. Yurttaşlığın neye tekabül ettiğine dair iki genel hattan söz edebiliriz. Bunlardan ilki yurttaşlığı en geniş anlamıyla aktif siyasal katılım ile özdeşleştiriyor. Bu hat içerisinde, yurttaşlık pratikleriyle kastedilen yerleşik siyasal kurumlara ve yönetişimin ehlileştirilmiş süreçlerine katılmak olabileceği gibi, çatışmacı demokrasi kuramlarının vurguladığı üzere yerleşik iktidar yapılarına karşı başkaldırı ve yeni bir düzen yaratma çabalarını da ifade edebilir.[5]  Her halükarda yurttaş, siyasal sürece katılarak kendi toplumsal gerçekliğinin oluşmasında iradesini tezahür ettiren ve bu sayede özgürlüğü de deneyimleyebilen bireylere deniyor. Buenos Aires’in gecekonduluları katılımcı vatandaşlık hattının iki ucu arasında bir yerlerde olsa gerek. Burada görünenler yeni bir düzen kurma iddiasındaki karşı-hegemonik özneler değiller, fakat elli yıllık bir mücadele geçmişini taşıyan bu insanların mevcut kurumsal süreçlere prosedürler veya çatışmacı yollarla dahil olabilmeleri kurumsal yapının işleyişinde dönüşüme yol açtıklarının göstergesi bir bakıma.

Eğer söz konusu olan yurttaşlıksa, meselemiz toplumsal aktörlerin pasiflikten aktifliğe geçişi kadar bunu hangi ilkeler çerçevesinde ve nasıl bir toplumsal tahayyül etrafında yaptıkları da olmalıdır. Türkiye’de AKP’de tezahür eden fakat Fransa’dan Hindistan’a günümüz siyasetini biçimlendiren sağ popülist akımların bize gösterdiklerinden biri mevcut düzenin kurumlarına karşı başkaldırının dışlayıcı ve yeni ayrıcalıklar yaratmaya yönelik bir gündemle de olabileceği. AKP örneğinde çok daha sınırlı olsa da ABD’nin Tea Party hareketinde görülebileceği gibi, sağ popülist hareketler geniş kitleleri hem kurumsal hem doğrudan katılım biçimleriyle seferber edebilir, siyasal özneler haline getirebilir. Yine Buenos Aires örneğinden devam edersek, 1992 yılında Villa 31’in bir kentsel dönüşüm projesi için yıkılıp, sakinlerinin kentin orta sınıf mahallelerine yapılacak toplu konutlara yerleştirilmesi önerisi görülmemiş bir orta sınıf seferberliğine yol açmıştı. Mahallelerinin güvensiz hale geleceğini, konutlarının değerinin düşeceğini söyleyen bu yurttaşlar grubu gecekonduluların mahallelerine yerleştirilmesine karşı çıktı. Bunu hem sokak mobilizasyonuyla hem de siyasi temsilcileri üzerinde baskı kurarak yaptı. Belki de Villa 31’in yerinde kalmasının altında oranın sakinlerinin mücadelesi kadar bu orta sınıf tepkisi de yatıyordu. Öyleyse soralım: Bu siyasal katılım sürecini demokratik yurttaşlığın tezahürü olarak görebilir miyiz? Ayrıcalıkların korunması veya yenilerinin yaratılmasını talep etmek yurttaşlığa tekabül eder mi?

Siyasal katılım ancak eşitlik ilkesinden yola çıktığında, onu tesis edecek siyasal ve toplumsal dönüşümleri talep ettiğinde yurttaşlık pratiğine dönüşür demeliyiz belki de. Çatışmacı demokrasi teorisinin vurguladığı demokratik moment olarak başkaldırı ve yeniden kurma anları ancak böyle bir amaca hizmet ettiği ölçüde demokratik yurttaşlık siyasetiyle kesişir. Eşitlik yönündeki taleplerin kendini kurumsallaştırma yollarından bir tanesi, mevcut siyasal düzenin içerisinde yeni hak tanımlarının yapılmasıdır. Yurttaşlık hakları hem bu bireysel ve kitlesel talepleri temellendirir, hem de onları düzen içerisinde kurumsallaştırır. Bu ise bizi yurttaşlığı kavramsallaştıran ikinci hat ile buluşturuyor.

Yurttaşlığı bir hak ve sorumluluklar manzumesi olarak gören bu ikinci hatta göre yurttaş olmak her şeyden evvel diğer yurttaşlarla eşitlik temelinde paylaşılan bir dizi hakkın  sahibi olmaktır. Hak sahibi olmak, içinde hukuki bir boyut barındırmakla birlikte yalnızca hukuksal bir bağlamda anlaşılamaz. Evet, bir şeye (sosyal hizmet, özgürce fikrini ifade edebilmek, siyasal sürece katılım vs.) erişim ancak diğer yurttaşlara için de mümkün kılınırsa ve hukuk tarafından korunursa yurttaşlık hakkı olur ya da yurttaşlık hakkı olarak kodlanması bu eşit dağılımı ve hukuk tarafından korunmayı imler. Bununla birlikte bir hakkın hukuk sistemince tanınması gerekli fakat yeterli değildir. Margaret Somers’ın dediği üzere hak sahibi olmak mevcut yasal kurumlar üzerinden hak talep etme süreciyle başlar, kağıt üzerinde kazanılan hakların gündelik hayatta uygulanması için mücadele etmekle devam eder.[6] Aynı Buenos Airesli villa sakinlerinin yapmaya çalıştığı gibi. gecekonduluların mülkiyet hakkına alternatif konut ve kentleşme haklarının kent yasalarına işlenmesi, diktatörlük döneminde 180 bine yakın gecekondulunun yerinden edilmesini de içeren uzun bir mücadele sürecinin sonucuydu. Yasalara kazınan yeni hakların pratikte uygulanması talebi ise hala devam eden ve eşitsiz güç ilişkileri sebebiyle ancak kısmi kazanımlar halinde kendini gösteren bir süreç.

Yurttaşlık haklarının gelişiminin, T. H. Marshall’ın anlattığı gibi lineer bir gelişim süreci izlemediğini artık gayet iyi biliyoruz.[7] Bonnie Honig’in dikkat çektiği üzere hakların zamansallığı da devamlılığı da siyasal olumsallığa tabi. Haklar yaratılır, genişletilir ve ortadan kaldırılabilir.[8] Dolayısıyla neyin yurttaşlık hakkı olarak kurumsallaşacağı siyaseten açık bir sorudur. Hannah Arendt’i takip etmek suretiyle, yurttaşlığı haklara sahip olma hakkı çerçevesinde tanımlarsak, bunun öncelikli sonucu yurttaşlığın yeni hak kazanımlarına açık bir alan olduğunu kabul etmek olacaktır.[9] Buradan hareketle, bugün toplumsal eşitlik ve siyasal özerklik meseleleri bağlamında kente dair haklarımızı dile getirmemiz; söz konusu açıklığın ufkuna kentsel yurttaşlığı koymamız son derece önemli.

Kentsel yurttaşlık

Yazının başındaki ifadeleri de anımsayarak belirtelim. Kentsel yurttaşlığın birbiriyle ilişkili fakat kavramsal olarak ayrıştırmamız gereken iki anlamı var: kentten aldığımız haklarımız (ve buna ilişkin siyasal katılım pratikleri) ve kente dair haklarımız (aynı şekilde bunlarla ilintili mücadeleler, pratikler). Bu anlamlardan ilki, esasında ulusal vatandaşlığın hegemonyasının kırılması veya zayıflamasıyla birlikte kentin ulustan ayrı (illa ona karşı değil) bir siyasal topluluk olarak haklara ve hak mücadelelerine ev sahipliği yapmasından kaynaklanıyor. Söz konusu olan sadece kentsel mekana yönelik haklar değil, ulusal vatandaşlığın yönettiği tüm alanlarda kent ölçeğinde hak ve sorumlulukların düzenlenmesi. Bunlar sosyal haklar olabileceği gibi medeni ve siyasal haklar da olabilirler. Örneğin Buenos Aires Özerk Kenti’nde yerel idari yargının bireysel hak ihlalleri için tanıdığı hakların kapsamı ulusal idari yargının tanıdıklarından daha geniş. Benzer şekilde kendi özerk yasa ve anayasalarına sahip Buenos Aires ve Mexico City gibi  kentlerde eşcinsel evliliğine dair haklar ulusal düzeyden önce tanındı. Tüm bu durumlarda kentin sakini olmak, aynı zamanda modernite öncesi dönemde olduğu gibi kentin sınırları içerisinde düzenlenen bir siyasal topluluğun da parçası olmak anlamına geliyor. Katılımcı bütçe deneyimlerinde olduğu gibi, kentin kendisini daha küçük birimlere bölmek ve bu birimler üzerinden yurttaş katılımını sağlamak da mümkün.[10] Dolayısıyla bu anlamıyla kentsel yurttaşlık kuvvetlendirilişmiş yerel yönetimler sisteminden Murray Bookchin’in belediyeler/kömünler konfederalizmine uzanan bir spektrumdaki farklı kurumsal-idari formlarla temellendirilebilir.

Kentsel yurttaşlığın bu boyutuna vurgu yapan düşünürler kentlerin bir yandan küreselleşmenin sosyo-ekonomik sonuçlarıyla, diğer yandan kimliksel farklılık talepleriyle demokratik ilkeler çerçevesinde daha iyi baş edebileceğini düşünüyor. Buna göre ulus devletin yurttaşı olmayan göçmenler kent sakinliği üzerinden hak ve sorumluluk sahibi olabilirler; özellikle küresel kentlerin yarattığı etkilere karşı kent düzeyinde yeni sosyal ve ekonomik haklar tanımlanabilir; birer kültürel farklılık mekanı olarak kentler ulus devletin kimlikleri homojenleştiren etkilerine panzehir olabilir.[11] Kent ve mahalle ölçeklerinin yurttaşlara yakınlığı daha aktif yurttaşlık pratiklerine de imkan verebilir. Kenti ulus ölçeğinin ötesinde çok ölçekli çoğulcu ve katılımcı bir yurttaşlık tahayyülünün parçası olarak gören bu yaklaşım, Türkiye’de Kürt meselesi etrafında tartışıla(maya)n ademimerkeziyetçilik, demokratik özerklik gibi kurumsal dönüşüm talepleriyle doğrudan ilintili olduğu kadar, Artvin halkının yaşam alanlarına, İzmir’deki velilerin laik eğitime yönelik mücadelelerinin merkeziyetçilik karşıtı muhtevasıyla da örtüşüyor.

Kentsel yurttaşlık, ikinci anlamıyla kentin yurttaşlığın mekanı olmanın ötesinde onun nesnesi/içeriği/konusu olmasını ifade ediyor. David Harvey’nin “kenti ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğümüz en değerli fakat en çok göz ardı ettiğimiz insan haklarımızdan biri olduğunu öne sürmek istiyorum” derken işaret ettiği gibi. Kentsel kaynakların nasıl bölüşüleceği, kentin fırsatlarına kimlerin ne kadar erişebileceği, kentle ilişkimizin nasıl, hangi toplumsal-mekansal formlar üzerinden örgütleneceği üzerinde kimin söz ve karar yetkisinin olduğu gibi sorular ve onlara verdiğimiz pratik cevaplarımız kentin yurttaşlığın meselesi olma süreci aynı zamanda. Bunun bir boyutu AyrıntıDergi’nin geçen sayısında birçok örnekte incelendiği üzere kente dair direniş, başkaldırı, hak talebinde bulunma ve talep ettiklerimizi prefiguratif yaratma pratiklerimiz. Buenos Aires’li villa sakinlerinin mahkeminin önünde ve çevre yolunu keserek yaptığı, Başıbüyüklülerin TOKİ tarafından hazırlanan kentsel dönüşüm projesine karşı çıktığı, Gülsuyu-Gülensuluların 12 yıldır kentsel planlama sürecine katılmak için mücadele verirken yaptığı gibi. Bu pratiklerin kenti eşitlikçi bir toplumsal mekânsal dönüşüme tabi tutmaya çalıştığı ölçüde demokratik kentsel yurttaşlık pratiklerinin tezahür ettiği alanlar olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan kentsel yurttaşlığı tartışırken taleplerimizi ne kadar kurumsallaştırabildiğimizi, bunların ne dereceye kadar uygulandığını, kente dair hangi hukuki haklarımızın olduğunu da konuşmalıyız. Bu kurumsallaşmanın mekânsal ölçeği kent olabileceği gibi ulus veya ulusötesi de olabilir. Örneğin Brezilya’nın ulusal anayasasında kentsel haklara dair maddeler ve ulusal ölçekte kabul edilen Kent Hakkı Şartı kentsel yurttaşlığın ulusal ölçekte örgütlenmesine dair örnekler. Kurumsallaşan kapitalist kentleşmenin sınırları içerisinde kalan fakat mülkiyet hakkını sınırlandıran kentsel sosyal haklar olabileceği gibi, henüz tecrübe edemediğimiz kolektif bir hak olarak kent hakkı da olabilir. Zira ilk kez Marksist düşünür Henri Lefebvre’nin kavramsallaştırdığı kent hakkı fikri, farklı kentsel talep ve mücadeleleri birbirine teyelleyen bir siyasal slogan olmanın ötesinde, kapitalist kentleşmeden radikal bir kopuşu içeren sosyalist/komünist bir kentleşme sürecinin kurumsallaşmasını ifade ediyor.[12] Kentsel hakların günümüzdeki en gelişkin kurumsallaşma örneklerinden biri olan Porto Allegre’deki katılımcı bütçe deneyiminde dahi Lefebvre’nin kent hakkı kavramının tahayyül ettiği radikallikte bir kentsel yurttaşlığa rastlayamayız. Bunlar olsa olsa kentsel yurttaşlığın demokratik dönüşümüne dair bireysel mülkiyet hakkıyla yer yer çatışan ve onu sınırlandıran yeni sosyal haklar üretimi ve mücadelesi olarak anlamlandırılabilir.

İşte tam da buradan hareketle mücadelelerle kurumsal dönüşümler, diğer bir deyişle başkaldırı pratiği olarak yurttaşlıkla haklar manzumesi olarak yurttaşlık arasındaki açıklığın nedenleri üzerine ciddiyetle düşünmek gerek. Başkaldırı, işgal ve benzer pratikler başka türlü bir kent yaşamının nüvelerini, mülkiyetçi vatandaşlık rejiminin zayıflatılmasının yollarını oluşturmakla birlikte yeni bir haklar rejiminin kurumsallaşmasına yol açmadıkları sürece demokratik yurttaşlık bakımından yetersiz ve tamamlanmamış kalırlar. Bu durumu Türkiye’ye bakarak da tartışmak mümkün.

AKP’nin neoliberal kentsel dönüşüm politikaları 2004’ten itibaren İstanbul tarihinde belki de görülmemiş ölçüde birçok kentsel direniş ve mücadele sürecini tetikledi. Bu yerel hareketler sokaklardan mahkeme salonlarına birçok mecrada hak taleplerinde bulundular, zaman zaman projeleri durdular, şartlarını değiştirdiler, yeni planlama süreçleri başlattılar hatta ilçe belediye yönetimlerinde siyasal değişimlere yol açtılar. Fakat bu son derece yerel ve parçalı kısmi kazanımların kentsel yurttaşlığın kurumsal düzleminde kapsamlı dönüşümlere yol açmadığını biliyoruz. Mülkiyetçi bir yurttaşlık rejimi ve ona eşlik eden neoliberal kentleşme politikaları, sözünü ettiğim ve önemi yadsınamayacak mücadele süreçlerine rağmen devam ediyor.

Bu kopukluğu anlamak için mücadelelerin kurumsal ve siyasal bağlamına ve iktidarın stratejilerine bakmalıyız. Bu türden bir analiz neoliberal kentleşmeye dair muhalif yazında egemen olan neoliberal dışlanma/eşitsizlik süreçleri ve ona karşı türeyen direniş/başkaldırı pratikleri diyalektiği üzerine kurulu anlatının ötesine geçmeli. Yukarıda bahsettiğim gibi bu dışlanma-direniş diyalektiği orada olsa da kentsel yurttaşlığın siyasetini bu süreçlerden ibaret görmek mümkün değil. Neoliberalizmin derinleştirdiği mülkiyetçi yurttaşlık rejimi sadece otoriter dışlama pratiklerine dayanmıyor, çeşitli içerilme stratejileri üzerinden de işliyor. Dolayısıyla kentsel yurttaşlığın sınırları, dışlanma süreçleriyle çizildiği gibi hak temelli olmayan içerilme stratejileriyle de çiziliyor. İstanbul örneği üzerinden istisnaların müzakeresi siyaseti dediğim bu pratiklere bakmak istiyorum.

Haklar ve İstisnalar

Siyasi iktidar, yeni hak ve kurallar tanımlayabildiği kadar hak ve kurallara hukuki istisnalar yapabilendir de. De facto veya de jure istisnalar, mevcut haklar manzumesini değiştirmeden onları belli toplumsal kesimler ve mekanlar için askıya alan uygulamalar… Giorgio Agamben’in çalışmaları üzerine kurulu tartışmalarda devletin birçoğu yasal işlemlere dayanan istisna pratikleri vurgulanıyor, yurttaşların ulusal ve uluslarası hukukta sahip oldukları hak ve korumaların askıya alınması, korumasız bedenlere dönüşmesine dikkat çekiliyor. Aynı bugünlerde Cizre’de, Sur’da en şiddetli örneklerine tanık olduğumuz gibi. İstanbul üzerine çalışan araştırmacılar benzer istisna stratejilerinin, şiddeti bakımından mukayese edilir olmasa da, kentsel dönüşüm süreçlerinde de bulunduğunu gözlemledi.[13] Fener, Balat, Ayvansaray, Tarlabaşı ve Sulukule gibi kent merkezindeki formel mülkiyetin olduğu tarihi mahallelerde bireysel mülkiye hakkı bile acele kamulaştırma tehditleriyle askıya alınırken, mülkiyet haklarının muğlak olduğu gecekondu mahallelerinde planlama sürecinin idari yargı denetimine tabi tutulması 2012 yılında çıkarılan ‘Afet Yasası’ ile engellenmeye çalışıldı. Birçok kent planlamacısının vurguladığı gibi 2004 yılından beri çıkarılan kentsel dönüşüm yasalarının projelerin içeriğine dair hiçbir kriter ve hak tanımı yapmaması, kentsel dönüşümün hem imar ve planlama hukukunda hem de daha geniş anlamıyla yurttaşlık hukukunda haklar rejiminden azade bir istisna alanı çizmeye çalıştığının göstergesi. Bunun tam da Agamben’in işaret ettiği gibi biyopolitik gerekçelerle meşrulaştırıldığına bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yöneticilerinden biriyle yaptığım bir mülakatta rastlamıştım. İdare mahkemesine başvuru hakkının kaldırılmasını nasıl gördüğünü sorduğum idareci, “Doktor nasıl anjiyo yapacağı zaman itiraz etmiyorsanız, biz de depremden can kurtarmaya çalışıyorken itiraz etmemelisiniz” cevabını vermişti.

Fakat istisna stratejilerini sadece dışlanma süreçleriyle ilişkili olarak görmek yeterli değil. Benzer pratikler devlet tarafından belli maddi ve sembolik kaynakları halk kitlelerine fayda sağlayacak şekilde dağıtma yoluyla da uygulanabilir. Örneğin vergi afları gibi istisna uygulamaları geniş kesimleri kanunların gerektirdiği maliyetli yükümlülüklerden kurtararak, bu vergi kurumlarının ekonomik bölüşüme dair etkilerini değiştirebiliyor. Bu gibi durumlarda yeni yurttaşlık haklarının tanınmasından söz edemeyiz. Aksine Partha Chatterjee’nin vurguladığı üzere söz konusu olan son derece esnek, kâr-zarar hesabına ve güç ilişkilerine göre işleyen idari düzenlemeler ve pratikler ve bunların devlet-yurttaş ilişkisinin dışında yarattığı ilişkiler yumağı.[14]

İstanbul’un kentleşmesinin II. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren bu tür uygulamalarla yönetildiğini biliyoruz. Gecekondulaşma, birçok yerde olduğu gibi, siyasi iktidarların mevcut mülkiyet ve planlama yasalarını pratikte uygulamamasıyla ve bu enformel yapılanmaları bir tür hukuki istisna uygulaması olan imar aflarıyla hukuk sisteminin içerisine almasıyla iç içedir. İstanbul örneğini Buenos Aires, Rio de Janerio gibi kentlerden ayıran devletin bu kentlerde rastlanan toplu gecekondu yıkım ve yerinden etme politikalarını uygulamaya kalkışmamış olması ve istisna siyasetini en baştan itibaren merkezi strateji olarak seçmesiydi. Bir bölüşüm aracı olarak imar afları sadece İmar Kanunu’nu askıya almadı, bireysel mülkiyet kurumunu da esnekleştirdi. Önceleri doğrudan tapu dağıtımları ve ardından gelen tapu tahsis belgeleri ve ıslah imar planları, kentin yoksul yurttaşlarına enformaliteden bireysel mülkiyet sahipliğine uzanan bir yolu açtı. Bu kesin olmamakla birlikte gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olan ve gerçekleşme sürecinde rant ve kazanç üreten bir yoldu. Fakat sadece gecekondulular için değil Ayşe Buğra’nın altını çizdiği gibi özellikle 1980 sonrasında orta ve üst sınıflar için de.[15] İmar aflarının İlhan Tekeli’nin dediği gibi kentsel planlamanın de fakto normu haline gelmesi biraz da geniş bir toplumsal koalisyonun desteğine sahip olmasından kaynaklanmıştı.[16]

Devletin ihlalleri göz ardı etmesi ve affetmesinin, kentsel içermeye tekabül etmekle birlikte kentsel yurttaşlığı demokratikleştiren sosyal hak üretimi süreçlerini tetiklediğini söylemek pek mümkün değil. Zira kazanımlar sağlamakla birlikte, hukuki statüleri itibariyle ne hak mefhumunun ima ettiği hukuki korumaya ne de eşitliğe sahipler. Başıbüyük sakinleri tapu tahsis belgelerine dayanarak kentsel dönüşüm projesine karşı idare mahkemelerine açtıkları davalarda mülkiyet sahibi olmadıkları gerekçesiyle ehliyetsizlik kararlarıyla karşılaştılar.[17] Avukatları Ziya Çelik’in dile getirdiği gibi, bu kararlar yerleşik içtihadı tekrarlıyordu. Keza gecekondulular kentsel dönüşüm protokollerinde yıllarca af kapsamına alınmış olmalarına rağmen işgalci olarak tanımlanmıştı. Konuştuğum birçok kent idarecisi de konuya benzer bir gözle bakıyorlardı. Söz konusu olan hak sahibi yurttaşlar değil zamanında göz yumulmuş, imtiyaz tanınmış kesimlerdi.

Kent sosyologlarının dikkat çektiği üzere aflarla yönetilen gecekondulaşma sürecinin sonuçlarından biri de yurttaşlık hukuku bakımından farklılaşmış ve parçalanmış mekanlar yaratmış olması. Yerleşik gecekondu mahallelerinden birine gittiğiniz de tapulu ve imarlı, tapulu ve imarsız, hisseli tapulu, tapu tahsis belgesi sahibi, belgesiz fakat emlak vergisi veren ve resmi fatura ödeyen, enformel olarak gecekondu kiralayan, kısacası devletle farklı farklı hukuki ilişkileri olan hanehalklarına rastlamanız muhtemel. Kentsel yurttaşlığın demokratikleşmesi kentsel mekana erişimde haklar çerçevesinde korunan eşitliğin sağlanmasını imliyorsa eğer, Türkiye’de istisnalara dayanan popülist kentleşmenin bunu yaratmadığı ortada. Aksine kente dair sosyal hak mücadelelerinin içinde bulunduğumuz döneme kadarki kısırlığını tam da bu istisnalara dayalı içerme stratejisine bağlamak mümkün. Bireysel mülkiyet hukukunu esnekleştiren istisnalar, mülk sahibi olmayanların konut ihtiyaçlarını gidererek ve bazılarını mülk sahibi yaparak alternatif sosyal hakların tanımlanmasına olan ihtiyacı azalttı. Bireysel mülkiyet hakkı ve talebi kente dair başat hak, siyasi iktidarlarla klientelistik müzakereler de bunun birincil yolu oldu.

Bu kentsel siyaset biçiminin etkilerini birçok kentsel dönüşüm mahallesinde bugün de gözlemlemek mümkün. Her ne kadar konut hakkı, kent hakkı gibi sosyal hak taleplerini dile getiren ve başkaldıran yurttaş etkinlikleri olsa da Başıbüyük’te ve Gülsuyu-Gülensu’da direniş süreçleri sırasında bireysel tapuların dağıtılmasını isteyen protestolar da düzenlendi. Keza bugün Gülsuyu-Gülensu’da devam eden katılımcı planlama süreci yine kooperatifleşme gibi alternatif mülkiyet mekanizmaları tesis etmeyi değil, bireysel mülk sahipliğinin tam olarak tesis edilmesini öngörüyor. Solun en kuvvetli olduğu gecekondu mahallelerinden birinde tanık olduğumuz bu süreç, kurumsal katılımcılık boyutuyla bir kopuşu simgelese de tesis edeceği mülkiyet düzeni bakımından kentsel siyasette devamlılığı gösteriyor. Şüphesiz AKP’nin öngördüğü kentsel dönüşüme nazaran daha az dışlayıcı, rantı sınırlandıran, bölüşümü daha eşitlikçi kılmayı hedefleyerek. Kısacası milyonlarca insanın hayatının kolaylaştırmış, kentin imkanlarına erişmelerine fırsat vermiş, bazılarının sınıf atlamasını ya da rant toplamasını sağlamış olsa da hukuki istisnaların mevcut kentsel yurttaşlığın haklar boyutunu demokratikleştirmek bir yana mülkiyetçiliğini kuvvetlendirdiğinin altını çizmek gerekir.

AKP’nin dönüşüm siyasetinin hedeflerinden biri tam da kentin bağrındaki tümör olarak niteledikleri bu düzeni kaldırmaktı. Devlet daha önce tanıdığı istisnaları planlama hukuku açısından yeni istisna araçları olan kentsel dönüşüm projeleriyle kaldırıp, artık kent merkezinde yer alan bu değerli mekanları sermaye sahiplerine aktaracaktı. Meşruiyetini halk desteğinden alan bir iktidar olarak AKP’nin sadece ve hatta birincil olarak devlet şiddetine dayalı bir dışlama sürecine başvurması söz konusu olamazdı. Sübvanse edilmiş uzun vadeli borçlanma ve AİHM kararları ve Dünya Bankası kriterleriyle uyumlu enkaz bedeli hakkıyla gecekonduluların en azından bir kısmını TOKİ tarafından kentin yeni çeperlerine yapılacak konutlarına taşıyarak bu süreç ‘gönüllülük’ üzerinden idare edilecekti. Bu Ayazma-Tepeüstü’nde idare açısından başarıyla gerçekleştirilmiş olsa da kaleleri olarak gördükleri Başıbüyük mahallesinde büyük bir dirençle karşılaştı. Başıbüyüklüler mahallerinden atılmaya, uzun vadeli borçlanmaya, söz hakkına sahip olmadıkları bir projenin parçası olmaya ve kendilerine yıllardır söz verilen tapulardan vazgeçmeye itiraz ettiler.

Daha önce detaylıca başka mecralarda anlatıldığı için bu önemli mücadele sürecinin detaylarını burada tekrarlamayacağım.[18] Onun yerine devletin bu mücadeleye karşı izlediği stratejiye bakmak istiyorum. Şüphesiz Başıbüyüklülerin Gazze ablukasına benzettikleri aylarca süren polis şiddeti bunlardan biriydi. Fakat buna paralel olarak idare yeni içerleyici istisna pratiklerini de devreye soktu. Enkaz bedellerinin mümkün olduğunca esnek hesaplanacağı söylendi; “fark bedeli” adı altında tapu tahsis belgesi sahipleri için ayrı bir bedel tanımlandı; birden fazla gecekondu birimi olanlar için TOKİ projesinden birden fazla konut edinme şartı muğlakça da olsa tanındı. Sosyolog Tuna Kuyucu’nun vurguladığı üzere, bu şartlar mahallede özellikle birden fazla konutu olanlar için kentsel dönüşümü ekonomik olarak daha cazip kıldı.[19] Başıbüyüklülerden biri, projenin ilk etabında birden fazla konut sahibi olduğunu; bunlardan oturmadığını kiraya vererek konutların aylık bedellerini ödediğini söylemişti. Başka biri Çinçin’deki akrabaları 6000 liralık bedel kazanırken, kendilerine 30000 lira teklif edildiğini, bundan iyisinin olamayacağını belirtmişti. Üstüne üstlük, projenin tüm etapları tamamlandığında konutların değerinin 120,000 lirayı aşacağı söylentisi de yayılmıştı. Kısacası bu uygulamalarla bir kez daha devlet mülkiyet sahipliğini bazı gecekondulular için mümkün kılmaya başlamış, onları bir bakıma neoliberal öznelliği de kuran “rasyonel” hesaplamalara doğru yönlendirmişti. Projenin ilk etabı Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonucunda mahallenin içindeki boş alana taşınmıştı. Görünürde ciddi bir yerinden edilme de yoktu. Bunun sonuçlarından biri mahalledeki direniş sürecindeki kırılma ve parçalanma oldu. 2011 yılında araştırma yaptığım dönemde muhalif dernek etkisiz hale gelmiş, eski başkanı belediye meclisinde CHP üyesi olarak yalnızlaşmış, CHP’li belediye ikinci etaba geçmek için kentsel dönüşüm yanlısı ve AKP’ye yakın mahalle örgütlenmesiyle örtülü işbirliği yapıyordu.

Başıbüyüklüler’in bazıları açısından proje şartlarındaki değişiklikler direnişlerinin ulaştığı kazanımlardı. Fakat bu koşullar altında yeni hak üretiminden söz etmek mümkün mü? Kazanımların hukuki kesinliği ve ileriki etaplarda uygulanıp uygulanmayacağı bir yana, Kuyucu’nun vurguladığı üzere mahalleliler arasında yeni farklılaşma, eşitsizlik ve parçalanma biçimleri ortaya çıkarıyor. Buna son derece yerelleşmiş idare mekanizmalarının mahalleler arasında yarattığı farklılaşma ve parçalanmayı da eklemeliyiz. Söz konusu durum TOKİ yetkilileri tarafından “projelerin kendi yolunu çizmesi”ve birer “demokratik esneklik ve katılımcılık örneği” olarak nitelense de her mahallenin kendi gücüne göre farklı kazanımlar elde edebildiği veya kaybedebildiği bir kentleşme süreciyle karşı karşıya olduğumuz açık. Dolayısıyla demokratik yurttaşlığa içkin eşit hak sahibi olma durumunun bir kez daha kaybedildiği bir süreçleyüzleşmek durumundayız. Başkaldırı süreçlerine karşı üretilen yeni de fakto ve de jure istisnalar yurttaşlık pratiklerinin müjdelediği eşitleyici ve özgürleştirici potansiyellerin birer birer yitirilmesine yol açıyor.

Kentin Özerkleşmesi ve Kentsel Yurttaşlık

İstanbul’da AKP döneminde ortaya çıkan kentsel yurttaşlık pratiklerinin kurumsal dönüşümlere yol açmamasını sadece eski ve yeni istisna stratejilerinin içerme kuvvetine bağlamak yeterli değil. Kurumsal imkanların son derece sınırlı olduğu bu döneminin en belirgin özelliği yeni bir merkezileşme sürecinin yaşanması. Üniter yapı içerisinde zaten çok sınırlı olan kentsel özerklik önce TOKİ, sonra Şehircilik Bakanlığı ile pratikte iyice sınırlandırıldı. Yürütmenin son derece güçlü olduğu mevcut belediye yapılanması zaten siyasal katılıma ve müzakereye pek izin vermiyordu. Dolayısıyla kent ölçeğinde hak ve sorumlulukları örgütleme kapasitemiz iyiden iyiye azaldı. Kentsel mücadeleyi mahalle ölçeğinde Orhan Pamuk’un Vediha karakterinin yaptığı gibi kazancın müzakeresine sıkıştıran, ölümü gösterip sıtmaya razı eden de biraz bu durum.

Buenos Aires örneği ademi merkeziyetçiliğin, yerelin siyasal özerkleşmesinin çok da abartmadan ciddiye alınması gereken kurumsal fırsatlar sunabileceğini gösteriyor. 1996 yılına kadar doğrudan federal hükümetin seçtiği belediye başkanı tarafından yönetilen Buenos Aires, 1994’te gerçekleşen anayasa değişikliğini takiben özerk kent yönetimine kavuştu. Özerkleşme ile kendi anayasasına ve siyasi kurumlarına sahip olan kent, hak ve sorumlulukların örgütlendiği bir ölçek haline geldi. Bunun sonuçlarından birisi, yıllardır süren mücadelelerin talep ettiği kentsel hakların önce kent anayasasına, sonra da kent yasalarına ve idari mahkeme kararlarına girmesi oldu. Bunlar yazının başındaki örnekte olduğu gibi yeni talepleri ve örgütlenme süreçlerini ortaya çıkardı. Bu kazanımları mümkün kılan sadece özerkleşme süreci değil, aynı zamanda sol siyasi güçlerin kent düzeyindeki görece kuvvetiydi de. Zira Arjantin üzerine başka araştırmalardan federalizmin Santiago del Estero gibi eyaletlerde yerel otoriter rejimleri de mümkün kıldığını biliyoruz.[20] Yerelin özerkleşmesi her zaman demokratikleşmeyi doğurmuyor.

Özerkleşme sonrasında hukuki alanda kazanılan hakları şüphesiz fetişleştirmemek lazım. Buenos Aires örneğinin gösterdiği üzere, bunlar en fazla yeni mücadele araçları; kentsel eşitsizlikleri ortadan kaldıran mucizevi değişiklikler değil. Yine de etkilerini küçümsememek gerek. Buenos Aires’in en değerli emlak bölgesi olan Puerto Madero’daki Rodrigo Bueno adlı villa miseria’nın çoğunluğu göçmen olan sakinleri 2003 yılından beri yaşadıkları yıkım ve yerinden edilme tehlikesini kent anayasası ve yasalarında tanınan haklara dayanarak açtıkları dava ile bertaraf ettiler. Villa 31 gibi mahalleler de kentteki yerlerini bu dönemde 2007’den beri iktidarda olan sağcı Macri yönetimine rağmen iyice konsolide etti.[21] Bu örnekten yola çıkarak şöyle sorabiliriz: Kentsel özerklik kente dair haklarımızın vesilesi olma ihtimalini taşıyorsa, acaba kentsel mücadelelerimizi de kentsel özerkliğin vesilesi yapabilir miyiz? Yurttaşlık doğrusal olmayan bir zamansallığa tabi ise eğer,[22] yerel özerklik/ademi merkeziyetçilik talebi Kürt sorununu içeren fakat onu aşarak eğitimden ekolojiye ve başka mücadelelerle teyelleyen bir siyasetin araçlarından ve orta vadeli kurumsal taleplerinden biri olabilir mi? Bu yolla konuşulamayanı konuşulabilir kılıp, yeni ortaklaşma ihtimalleri çıkarabilir miyiz?

En temel yurttaşlık haklarını yitirdiğimiz bu savaş günlerinde kentsel yurttaşlığın demokratikleşmesinden bahsetmek belki de abesle iştigal. Bu şüpheye iradenin iyimserliğini arkamıza alıp kuvvetli bir hayır demek de hiç kolay değil. Hele hele yukarıda anlattığım gibi yurttaşlığın sınırları sadece dışlanma süreçleriyle değil haklara dayanmayan içerme araçlarıyla da çizilirken ve bunların esnek kullanımında pek mahiyetli bir iktidar stratejisiyle karşı karşıya iken.  Kent tarihçisi Brodwyn Fischer’ın Brezilyalı favella sakinleri için söylediği belki de hepimiz için geçerli: “haklar ve yurttaşlık doğuştan bir bütün olarak elde edilen şeyler değil, aşamalı olarak somutlaşan bir ihtimaller seti”.[23] Eğer öyleyse yıkım, ölüm ve rantın çeşitli veçhelerinin iç içe geçtiği bu günlerden demokratik yurttaşlığa uzanabilecek başka bir yol için Amerikalı Marksist kent teorisyeni Mike Davis’in şu sözlerinden başka çıkar yol var mı?: “Umutla mücadele et, umut olmadan mücadele et ama mutlaka mücadele et.”[24]

 

DİPNOTLAR

[1] Benzer bir perspektif için bkz. Appadurai, A., & Holston, J. (1999). Introduction: Cities and Citizenship. In J. Holston (Ed.), Cities and citizenship (pp. 2-18). Durham, N.C.: Duke University Press.

[2] Heller, P., & Evans, P. (2010). Taking Tilly south: durable inequalities, democratic contestation, and citizenship in the Southern Metropolis. Theory and Society, 39(3-4), 433-450

[3] Bu perspektifin önde gelen çalışması için bkz. Holston, J. (2008). Insurgent citizenship: Disjunctions of democracy and modernity in Brazil: Princeton University Press.

[4] Lefebvre, H. (1996). Writings on cities. Malden Blackwell.

[5] Bu kuramlara dair güncel bir tartışma için bkz. Balibar, E. (2015). Citizenship. Cambridge: Polity Press.

[6] Somers, M. R. (1993). Citizenship and the place of the public sphere: law, community, and political culture in the transition to democracy. American Sociological Review, 587-620.

[7] Marshall, T. H., & Bottomore, T. B. (1992). Citizenship and social class (Vol. 2): Pluto Press London.

[8] Honig, B. (2009). Emergency politics: paradox, law, democracy. Princeton: Princeton University Press.

[9] Arendt, H. (1973). The origins of totalitarianism: Houghton Mifflin Harcourt; Somers, M. R. (2008). Genealogies of citizenship: Markets, Statelessness, and the Right to Have Rights. New York: Cambridge University.

[10] Baiocchi, G. (2005). Militants and citizens: the politics of participatory democracy in Porto Alegre. Standford: Stanford University Press.

[11] Bkz. Appadurai & Holston (1999).

[12]Bu radikal perspektif için ayrıca bkz. Purcell, M. (2003). Citizenship and the right to the global city: reimagining the capitalist world order. International Journal of Urban and Regional Research, 27(3), 564-590. Marcuse, P. (2009). From critical urban theory to the right to the city. City, 13(2-3), 185-197. Harvey, D. (2008). The Right to the City. New Left Review(53 ), 23-40.

[13] Çavdar, A. & Tan, P. (2013) İstanbul: Müstesna şehrin istisna hali. İstanbul: Sel Yayınları.

[14] Chatterjee, P. (2004). The politics of the governed: reflections on popular politics in most of the world. New York: Columbia University Press.

[15] Buğra, A. (1998). The immoral economy of housing in Turkey. International Journal of Urban and Regional Research, 22(2), 303-307.

[16] Tekeli, İ. (2013). İstanbul’un Planlanmasının ve Gelişmesinin Öyküsü. İstanbul Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

[17] Davalardan birinde İstanbul 5. İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Uzayan mahkeme sürecinin parçası olan keşif ve bilirkişi raporları dahi mahallelilerin elini bir nebze kuvvetlendirmişti. Durdurma kararı mahalle ile idare arasındaki müzakereler başladıktan sonra çıktı dolayısıyla sürece etkisi sınırlı oldu.

[18] Bkz. Şen, B., & Türkmen, H. (2014). Başıbüyük: Bir Kentsel Dönüşüm Sınaması. In A. Türkün (Ed.), Mülk, Mahal, İnsan: İstanbul’da Kentsel Dönüşüm (pp. 143-188). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları;  Kuyucu, T., & Unsal, O. (2010). ‘Urban Transformation’ as State-led Property Transfer: An Analysis of Two Cases of Urban Renewal in Istanbul. Urban Studies, 47(7), 1479-1499; Karaman, O. (2014). Resisting urban renewal in Istanbul. Urban Geography, 35(2), 290-310.

[19] Kuyucu, T. (2014). Law, Property and Ambiguity: The Uses and Abuses of Legal Ambiguity in Remaking Istanbul’s Informal Settlements. International Journal of Urban and Regional Research, 38(2), 609-627.

[20] Gibson, E. L. (2013). Boundary control: subnational authoritarianism in federal democracies. New York: Cambridge University Press.

[21] Şüphesiz, kazanılan sosyal hakların Macri’nin başkan seçilmesinin ardından ortaya çıkan iki siyasal ölçeğe de aynı partinin hakim olduğu yeni siyasal durumda gözlemlemek gerekiyor. Zira yazının başında da söylediğim üzere yurttaşlık hakları siyasal olarak olumsal dolayısıyla her daim kaybedilebilme ihtimali olan kazanımlar. Bu yargıya günümüz Türkiyesi’nden daha iyi bir örnek olabilir mi?

[22] Yurttaşlığın zamansallıkla ilişkisine dair daha kapsamlı bir tartışma için Arda Güçler’in Ayrıntı Dergi’nin elinizdeki sayısında bulunan makalesine bakabilirsiniz.

[23] Fischer, B. M. (2008). A poverty of rights: Citizenship and inequality in Twentieth-Century Rio de Janeiro: Stanford University Press, 312.

[24] ‘Fight with hope, fight without hope, but fight absolutely’: An interview with Mike Davis, LSE Researching Sociology Blog, http://blogs.lse.ac.uk/researchingsociology/2016/03/01/fight-with-hope-fight-without-hope-but-fight-absolutely-an-interview-with-mike-davis/