Türkiye’de 2013 yılında gerçekleşen Haziran İsyanı’nın, toplumun siyasi, iktisadi, hukuki ve kültürel istikameti için dönüştürücü kapasitesi yüksek bir imkânlar evreni yarattığı düşüncesindeyiz. Toplumsal yapının dönüşmesi gerektiği kabulü ile hareket eden her nevi aktörün söz konusu imkânları ne yönde kullanacağı bu yöndeki beklentilerin ne düzeyde gerçekleşeceğini de belirleyecektir. Dönüşüm talep eden aktörlerin bilhassa da örgütlü olanları ilk olarak olup bitenin ne olduğunun anlaşılması, daha sonra isyanın yarattığı imkânlardan dönüşüm yönünde yararlanılması gerektiğini öne sürmüşlerdir. İsyanın pasif unsurları, daha çok yorumlayıcıları olarak kalan siyasal ve toplumsal örgütlerin süreci kavramaya ve yönlendirmeye yönelik ilk manevrası isyankârları temsil etmesi için halk kavramına bir kez daha sarılmasıydı, üstelik dönemin şartlarının gerektirdiği hiçbir spesifikasyonu yapmadan. Böylelikle herkesi içerebilecek halkı kendi sancakları altında toplanmaya davet edebileceklerdi. Kaideyi bozmayan istisnalar bir yana bırakılırsa, herkes olduğu yerde durduğuna göre, yaklaşan yerel seçimlerin yeniden gündemlere taşıyacağı siyasal egemenlik ve temsil sorunu da gözetilerek, halk kavramının yeniden soruşturulması gerektiği kanaatine vardık. Takip eden üç soruyla çerçevelediğimiz soruşturmamıza Haziran İsyanı’nın ve yaklaşan yerel seçimlerin yarattığı imkânlar evrenini odağa alarak katkıda bulunmanızı rica ediyoruz. Peşinen teşekkür ediyoruz.
Halk nedir?
Nur Betül Çelik: Gezi eylemleri sırasında uzun zamandır unutmuş olduğumuz “halk”ı yeniden keşfettik. Haziran eylemlerinde bu keşfin izini sürdüğümde, “halk”, farklarına rağmen ve farklarıyla yan yana durabilmeyi başarabilen eylemci kitlenin birliğini inşa eden, E. Laclau’nun ifadesini kullanacak olursam, bu kitleyi oluşturan “toplumsal failler arasındaki gerçek bir ilişki”nin imi oldu diyebilirim. Haziran direnişi ile birlikte, sanki kuramı doğrular biçimde, çoğul popüler taleplerin (bir parkın korunmasından kentsel mekânın ve kent yaşamının hem ekolojik hem de insani bir tarzda yapılanması talebine ya da “yaşam biçimine müdahale edilmemesi” dileğinden daha geniş ve yaygın bir demokrasi talebine uzanan çeşitlilikte), halkı potansiyel bir tarihsel aktör olarak kurmaya başladığı bir sürece tanıklık etmiş olabiliriz. Hareketin kendiliğindenliği içinde kaldığı sürece “halk”, failler arasında birliği inşa eden gerçek bir ilişkiyi imledi. Ancak burada göz önüne alınması gereken, Türkiye’de hegemonik söylemlerin “halk”ı gerçek bir birliğin ifadesi olmaktan çıkaran varlığı. Özellikle, “birlik” vurgusunun, popüler taleplerle bağının zayıflamasıyla soyut bir bütünlük imgesine dönüşmesi ve böylece totaliterleşmesi, Türkiye bağlamında neredeyse sıradan bir olgu. Haziran direnişi içinde ve sonrasında da “halk”, Cumhuriyet ideolojisinin dışlayıcı diliyle, ırkçı-ayrımcı söylemlerle eklemlendiği her durumda, toplumsal faillerin talepleri üzerinden kurulan gerçek bir ilişkinin ve birliğin kurucusu olma özelliğini kaybetti ve “ulusal bütünlük” söylemlerine eklemlendi.
Halk egemenliği nedir?
NBÇ: Halkı iradi bir tamlık, kendiyle özdeş ve kendini temsil edebilir kabul ettiğimizde onun egemenliğinden söz edebilir oluyoruz. Oysa bu kabul, J. Rancière ile birlikte düşündüğümüzde, halk kavramını, kendisinin olmayan bir tamlığın adına dönüştürerek politikanın çatışmalı doğasını ihmal eder. Teklik ve bölünmezlik gibi kuramın kendisine atfettiği nitelemelerle egemenlik, halkın olduğunda halkı tek ve bölünemez bir tamlık saymayı gerektirir ki böylece halk, E. Laclau’nun ifadesiyle, “çoğul talepleri eklemleyici bir kerte” olmaktan çıkar. Bu ise olsa olsa egemenliği “halk adına”, “halk için” kullanan ayrıcalıklı bir kesimin tahakkümüdür ve ne yazık ki politikayı bir seçenek olmaktan çıkarır. O nedenle, Haziran direnişinin halk imlemesini, “halk egemenliği”ne hapsettiğimizde onun politik imkânlarını değerlendirmekten uzaklaştığımızı düşünüyorum.
Halk temsil edilebilir mi?
NBÇ: Soru, öncelikle politikayı temsil ilişkileri dışında düşünememe alışkanlığımızı düşündürtüyor. Halk temsil edilebiliyorsa, o zaman en aşırı biçimiyle onun adına temsilcilerin konuştuğu ve sandık mitine dayanan bir sisteme razı olmamız gerekiyor. Burada, daha temsilin sorunlarını tartışamadan halkın tarihsel değerini yitirmesiyle ve politik olanın bir imkânsızlık haline gelmesiyle karşılaşıyoruz. Yerel seçimler yaklaşırken bütün taleplerin sandığa havale edilmesi böyle bir kabul çerçevesinde hiç şaşırtıcı değil. Bu ortamda halk, ancak seçim günlerinde vücut bulabilen ama popüler talepleri eklemleyici pratikle bağı olmayan, varlığı şüpheli bir birliğe, belki de sadece bu birliğin imgesine indirgeniyor. Bu bağlamda Gezi ile başlayan süreci, halkın temsil edilebilirliğinin sınırlarını belirleme mücadelesi çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Sonuç olarak, halkı temsil girdabı dışında, “popüler talepleri eklemleyici bir kerte” olarak görebildiğimiz ölçüde, Haziran direnişinin halkının somut tarihsel bir aktöre dönüşme imkânından söz edebileceğimiz kanısındayım.
Halk nedir?
Aydın Çubukçu: Sosyalist terminolojide halk, yönetimden dışlanmış olan toplumsal sınıf ve tabakaları tanımlar. Bunlar genellikle işçi ve üretici sınıflardır. Her tarihsel dönemin ve her ülkenin kendine özgü koşulları bakımından, bugün bizde olduğu gibi “kamu emekçileri” diye adlandırdığımız devlet memurları, öğrenci gençlik, teknisyenler, hekim, avukat, mühendis gibi meslek sahipleri de halk kavramı tarafından kapsanırlar. Bir zamanlar Mao, halkı “emperyalizmle çelişkisi olan bütün sınıf ve tabakalar” biçiminde tanımlamıştı. O dönem koşullarında ve Çin’de bu tanım açıklayıcı ve yeterince kapsayıcıydı. Bunun içinde mülk sahibi sınıflar da (örneğin mili burjuvazi) bulunuyordu. Bugün yaşadığımız dünyanın siyasal ve toplumsal hareketlerine karakterini veren bölünme, esas olarak yönetenlerle yönetilenler arasındaki bölünme olarak görünüyor. Birinciler, devlet aygıtını ellerinde tutan, basın yayın araçlarını denetleyebilen ve yönlendiren, üretilen artı değere gerek ekonomik gerekse ekonomi dışı yollardan el koyabilen sınıf ve tabakalardır. Bunlardan yoksun olanlar, yani yönetilenler de halktır!
Halk egemenliği nedir?
AÇ: İdeal biçimiyle “doğrudan demokrasi”, yaşamın en temel ve en küçük birimlerine kadar inen bir karar ve yürütme mekanizmasının kurulmuş olduğunu varsayar. Karar alanlarla kararları uygulayanlar arasında hiyerarşik bir bölünme yoktur, bürokrasi yoktur. Bu türden bir siyasal rejim, toplumsal bakımdan da her türden sınıfsal egemenlik biçimlerinin kalkmış olmasına dayanabilir. Ancak sınıfsal ayrımın tam olarak sona ermediği (örneğin kafa ve kol emeği arasındaki ve kır ile kent arasındaki çelişkilerin henüz devam ettiği koşullarda), ama sınıf çelişkilerinin işçi ve üretici sınıflar lehine belli bir düzeyde çözüldüğü koşullarda bu egemenlik biçimine yaklaşılabilir.
Halk temsil edilebilir mi?
AÇ: Hayatın her alanında, üretimin her biçiminde ve her düzeyde işyerinde, eğitimde, sağlıkta vs. mahallede, sokakta, konutlarda örgütlenmiş bir halk, denetleyebildiği ve istediği zaman görevden alabildiği kişilerce temsil edilebilir. Denetleme, örgütlenmiş halk yığınlarının aldığı kararlar üzerinden ve bunların yerine getirilip getirilmediği ölçüsüne göre yapılır. Biz bunun küçük bir belirtisini, Gezi Direnişi sırasında ve sonrasındaki kısa bir dönemde park ve mahalle forumlarında yaşadık. Bunun sürekli bir hayat biçimi alması imkânsız bir hayal değildir.
Halk nedir?
Selahattin Demirtaş: Halk kavramını tanımlamak, etimolojik olarak kelimenin kökeninden başlanarak ya da kavramın modern öncesi ya da modernizm içerisindeki tarihsel ve siyasal izleri sürülerek yapılabilir. Fakat tüm bunlar pozitivist bir tarih okumasını aşar mı ya da kavramın bizim tahayyülümüzdeki politik önemini anlatır mı; şüpheliyim. Bu sebeple, ben “Halk nedir?” sorusuna yanıt ararken hem etimolojik yönün hem de olgusal-tarihsel çeşitli tanımların durabildiğim ölçüde dışında durmaya çalışacağım.
Birçok kavramda olduğu gibi halk kavramı da tarihsel-politik ihtiyaçların sonucu olarak çeşitli siyasal bağlamlarda ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, “Halk nedir?” sorusuna verilebilecek herhangi bir yanıtın, yapılacak herhangi bir tanım ya da kavramsallaştırmanın ancak tarihsel-politik bir bağlam içerisinde anlamlı olduğu kanaatindeyim. Bunun nedeni, kavramsallaştırma yapmanın kendisinin aynı zamanda hayli önemli politik bir mesele olmasıdır. Bu mesele, en özet ifadeyle halk kelimesine yüklenen siyasallığın niteliğinin ne olduğudur. Kavram tanımlanırken ezilenlerin tarafında mı durulacağının, yoksa egemen siyaset algısı içerisinde mi hareket edileceğinin belirlenmesidir.
Bizim siyasal bağlamımızda halk, bütün insanlık ile bir avuç devletçi küresel sermaye arasındaki çağın çelişkisinde, bir avuç devletçi küresel sermaye dışında kalan herkes; eşitlikçi komünal değerler ve kadın ile beş bin yıllık devlet geleneği arasındaki temel çelişkide ise, beş bin yıllık devlet geleneği dışında kalan tüm ezilenler, kimlikler, kadınlar ve sınıflar olarak ifade edilebilir. Bu çelişkilerdeki tarafların binlerce yıldır oluşturduğu kültürel birikim ve mekân ortaklığı ise halkları oluşturan çok boyutluluğun diğer belirleyicileridir. Özetle halk, binlerce yıllık kültürel, sosyal, mekânsal birikimin ve ortaklıkların devletsiz halidir.
Gezi Direnişi’ne yaptığınız vurgu, benim yukarıda yaptığım tanımlamaya kimi ekler yapmamı da gerektiriyor düşüncesindeyim. Bu bağlamda, her ne kadar kavramları tanımlama, onlara tarihsel-politik bir hattın sorumluluklarını yüklese de (örneğin yığınlar ya da kitleler kavramsallaştırmaları, ezilenlere dair –dışarıdan- modernist bir siyasal hattın diline aittir) mesele esasen yüklenilen tarihsel-politik sorumlulukların pratikte ne kadar yerine getirilip getirilmediğidir. Bir toplumsal hareketi, bir kalkışmayı tanımlamak, kalkışmanın öznelerine dair kavramsallaştırmalar yapmak, muhakkak önemlidir; çünkü tanımlar ve kavramsallaştırmalar bizlere hareketi anlama ve hareketle beraber politika üretme alanı açar. Bu çerçevede, kavramsallaştırmaların gereken siyasal ve örgütsel sorumluluğun üstlenilmesiyle, pratik içerisinde anlam kazandığını belirtebiliriz. Zaten toplumsal hareketlerin kendisine, öznesine ve tarihsel önemine dair hakikatler ve kavramlar, praksis süreçleri içerisinde kendilerini bulur. Bu bağlamda son bir ekle bitirmek gerekirse, Marx’ın 11. Tez’de ifade ettiği gibi, filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır oysa aslolan dünyayı değiştirmektir.
Halk egemenliği nedir?
SD: F. Braudel’e göre uygarlıkların temel dinamikleri mekânlar, toplumlar, ekonomiler, ortak zihniyetler ve sürekliliklerdir. Zira, uygarlıkların temeli insanın doğayla ilişkisi, üretim faaliyeti ve insanın insan tarafından üretilmesi ile oluşmuş ve dönüşmüştür. Kapitalist-modernite ise bu üretim sürecini sermayeye dönüştürmüş; binlerce yıllık devlet geleneği, sermaye ihtiyaçları doğrultusunda milliyetçilik virüsüyle ulus-devletler sistemini halklara dayatmıştır. Bu dayatmanın uluslararası düzeydeki öteki tarihi, kolonyalizm ve emperyalizm tarihi, sömürgeci devletler tarihidir. Birkaç istisna dışında bu sömürgeci egemenlik anlayışı, emek sürecinden, cinsiyete ve kimliklere, toplumsal yaşamın tüm alanlarında bir tahakküm ve sömürü ilişkisi içerisinde kendini yeniden ve yeniden üretmiştir. Tüm bunları yaparken, baskı ve zor mekanizmalarını sonuna dek kullanmıştır.
Bu sömürge egemenliğine karşı, yine yukarıda tarif edilen siyasal hat temelinde, halk egemenliği pek tabii tanımlanabilir. Halk egemenliği, komünalizmin ve eşitlikçi komünal değerlerin, tüm kurum ve kurumsallıklarıyla halk tarafından oluşturulması, örgütlenmesi ve yeniden üretilmesidir. Üretim ilişkilerinin ezilenler tarafından belirlendiği yeni bir toplumsal tahayyül, sömürgeci ilişkilerin olmadığı bir toplumsal sistemdir. Halk egemenliği, kapitalist-moderniteye karşı demokratik ulus temelinde şekillenen demokratik uygarlık sistemi demektir. Barış ve Demokrasi Partisi’nin belediyelerinde de kurmaya çalıştığı, yerel, yerinden ve demokratik yönetim mekanizmalarının mikro düzeylerde dahi iktidar üretmesini ve bunların birer tahakküm aracına dönüşmesini engelleyecek yapıların halk tarafından oluşturulması demektir. Kapitalist-modernist sistemin temel çelişkileri ve dünyanın yaklaşık kırk yıldır içerisinde bulunduğu yönetim krizine binaen, halk egemenliği sadece bir ütopya değil, bir hakikattir; çünkü halk egemenliği Rojava demektir.
Halk temsil edilebilir mi?
SD: Merkeziyetçi, tekçi ve ulus-devlete dayalı egemenlik anlayışı, kendi egemenliğini muhafaza etmek amacıyla birçok siyasal temsil mekanizması geliştirdi. Bu mekanizmaların evrimler geçirdiğini, uluslara göre yeniden düzenlendiğini ve dinamik yapılar olduğunu biliyoruz; bunların oluşma, düzenlenme ve yeniden düzenlenme tarihi aynı zamanda hak mücadeleleri ve sınıf mücadelelerinin de tarihidir. Fakat neoliberal dönemle birlikte bu temsil mekanizmalarının ciddi bir kriz hali içerisinde olduğunu söylemek, daha doğrusu, modern devlet ve onun temsil mekanizmalarının zaten sürekli içerisinde bulunduğu kriz halinin dünya ölçeğinde derinleştiğini söylemek yanlış olmaz. Bu derinleşme yıllar yılı devam etmiştir ve özellikle 2008 Finansal Krizi’nin ardından gerçekleştirilen Occupy Wall Street eylemleriyle kriz ve kırılganlık iyice görünür olmuştur. A. Negri ve M. Hardt’ın Occupy eylemlerine dair yaptığı, artık siyasal temsil mekanizmalarının iflas ettiği değerlendirmesine katıldığımı belirtmeliyim.
Siyasal temsil mekanizmalarının iflası mekânlara göre çeşitlilik gösterdi. Örneğin, Batı demokrasilerinde bu, Occupy eylemleriyle daha görünür oldu; Türkiye’de ise Gezi Parkı eylemlerinin benzer bir sonucu olduğunu düşünüyorum. İnsanlar orada bir ay boyunca ‘devletsiz’ bir alanda direniş ve ortak yaşam olanağı yarattı. Karar alma süreçlerinde, gerek Gezi sırasında, gerek Gezi sonrası forumlarda yeni siyasal katılım mekanizmalarını deneyimledi. Gezi’yi ortaya çıkaran motivasyon, Arap Baharı’nın başlarında Ortadoğu halklarında da kendisini göstermişti. Suriye’deki savaş ve büyük mücadelelerle gerçekleştirilen Rojava Devrimi, tüm bu pratikleri bence bir adım öteye taşıdı. Orada tartışılan ve deneyimlenen tüm pratikler, Ortadoğu halklarının kendilerinin yürüttükleri süreçle yeni bir egemenlik ve siyasal temsil biçimi önerdi. Biliyorsunuz, en son özerklik ilanıyla birlikte kantonlar oluşturuldu ve şu an orada halkların doğrudan demokratik katılımıyla ilerleyen bir süreç var. Rojava’nın en temel önemlerinden biri de Rojava’nın yeni bir siyasal egemenlik ve siyasal katılım biçimi önermesidir ve Rojava Devrimi’nden çıkarılması gereken ilk sonuç belki de şudur: Mevcut egemenlik anlayışlarını temel alan, kapitalist-modernist uygarlık içerisinde halkların temsili mümkün değildir. Bu bağlamda halk temsil edilemez; çünkü halklar kendi siyasal taleplerini doğrudan örgütleyecek ve gündemleştirecek güce kendileri muktedirlerdir. Paris Komünü’nden Gezi’ye, Zapatistalar’dan Rojava Devrimi’ne halklar kendilerini yönetmeye devam edeceklerdir.
Halk nedir?
Ertuğrul Kürkçü: Eskiler bu zor soruya yanıt olsun diye kolay bir formüle müracaat ederdi: Halk=Millet-burjuvazi. Zaman ulus-devletin zamanıydı –her devlete bir millet, her millete bir ulus, her ulusa bir halk. Ne var ki ilk bakışta –ama sadece ilk bakışta- bir ayırt etme imkânı sağlar gibi görünen bu eşitliğin devletsiz milletler, milletsiz halklar, toplumların göçlerle başkalaşan demografik bileşimleri, Avrupa Birliği, SSCB sonrası Rusya Federasyonu gibi ulus-aşırı yeni yönetme-yönetilme ilişkilerinin ortaya çıkardığı zor soruları karşılamak için pek az imkân sunduğunu idrak etmek güç değil. Gene de eskilerin bu formüle ulaşırken yaslandıkları politik paradigmayı hiçe saymamalı. Sınıf mücadelesi bağlamında halkı, burjuvazinin karşısında proletaryanın yanında konumlandırmayı bir sosyolojik ilkeye bağlayarak, mücadeleye mantıklı bir karakter kazandırma ihtiyacını yansıtıyordu bu kurgu. O kadar öyleydi ki 1960’ların Türkiye’sinde bu sınıf mücadelesine burjuvazi namına yön veren Başbakan Süleyman Demirel’in bu formülün ima ettiği patlayıcılığı genel söylemden uzak tutmak, akla başka fikirler getirmemek, karşıtının dilini yeniden üretmemek için bir kez olsun halka “halk” dediğini duymazdınız. En çoğundan “ahali” idi, milletin çoğunluğunun adı. Ahali: Yani bir özne oluşturmaktan uzak, amorf ama seçkinleri içermeyen bir kitle –avam! Demek ki sınıf mücadelesinde karşı karşıya gelenler, açık ya da örtük, “halk”ın bir politik yükleme sahip olduğunda birleşiyorlardı. Herhalde halkın o günden bugüne değişmeden gelen bir temel karakteristiği bu olmalı: Halk, sosyolojik olmaktan çok politik bir kategori.
Bu durumda bir egemenlikte rıza ile ya da zorla boyun eğdirilerek yönetilen herkestir halk; hegemonyanın sahipleri ve temsilcileri dışında kalanlardır. Daha genel tanımlayacak olursak, dünya ekonomi ve politiğine hükmeden tekeller ve ona hizmet için yapılanan devlet karşısında sömürüye, baskıya ve eziyete maruz kalanların toplamıdır halk. Günümüzde bu insan topluluğunun sınırları daha da genişlemiştir. Bu devlet sisteminin baskı altına aldığı, dil, inanç, cinsiyet ve yaşam kültürü, vb. kişinin varlık haklarına aykırı olduğunu bilip karşı duranlar ile sesini bile çıkaramadan yaşayan bütün mağdurlar ve “madunlar”dır halk.
Kapitalizm, toplumların eşitsiz gelişme yasasının eşitsizlik boyutunu azdırmış bir sistemdir. Tekelci kapitalizmin dünyaya hükmettiği ve “yeni dünya düzeni”ne dönüştüğü bu çağda, ABD’deki direnişçilerin deyimiyle egemen % 1’in dışında kalan dünya nüfusunun % 99’u halktır.
Bu tür tanımların kavramsal kıymeti Aydınlanma düşüncesi yıprandıkça değersizleşti ama şu özelliği önemini koruyor: “İnsan” merkezli halk, ulus ve devlet anlayışı o meşhur burjuva devrimini yaratmıştı. Burjuva devriminin zaferi, kapitalizmin zaferine dönüştü tez zamanda; teolojinin dayattıkları karşısında insan merkezli olmaktan çıkıp yalnızca burjuva merkezli bir anlama büründü. Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik kavramlarına yaşamsal ihtiyaç duyan halk kitleleri sayesinde doğmuştu burjuva devrimleri. Zamanla bu kavramların içi boşalmış, kapitalist mülkiyet ilişkileri öncelikle Batı’da feodalizmin tasfiyesiyle yeni bir halk tipi yaratmıştı. Dinsel düşünceden güç alan hanedanlıklar, yerini, tümüyle kurgulardan ibaret olan ulusal egemenliklere bıraktı. Aslında, yapısal manada tıpkı köleler çağındaki gibi bir demokrasiydi kurulan. Atina’da dillendirilen demokrasi, tiranlara karşı orta sınıf köle sahiplerini, o zamanın deyişiyle “özgür yurttaş”ları kapsıyor, geriye kalan her insan zümresini dışta bırakıyordu. Dahası tıpkı iç savaştan önce ABD’de yaşandığı gibi, “köleliğin yararlı bir kurum olduğu”nu inandırmaya çalışıyordu. Köleliğin ya da tebaa düzeninin… Bu anlayışın seküler biçimini ulus kavramıyla kurgulayıp ortaya çıkan burjuva devrimlerimin çürüdüğü, 21 Şubat 1848’de yeni bir devrimci sınıfın doğduğu ilan edilmişti Komünist Manifesto’da.
O günden bu yana Marksistler için halk kavramı da değişti. Proletarya ile egemen sınıfa karşı bir çıkar birliği taşıyabilecek, antik toplumdan kalma ya da modern kapitalizmin var ettiği bütün toplum kitlelerini kapsar oldu halk kavramı. Halk, mülksüzleşmiş olan, buna karşılık emeğiyle bütün modern değerleri yaratan, tarihsel konumuyla en ileride olan sınıfa, proletaryaya yakınlığı ve uzaklığı oranında kapitalizme karşı konumlanan bütün güçleri kapsayarak tanımlanmıştı. Bu demek, modern üretim ilişkileri ve üretim araçları karşısındaki konumlarına göre toplumsal sınıfların birbirine yakınlığı ve uzaklığıyla belirleniyordu halk adlı son derece karmaşık toplum dilimi.
Piramidin başında sahipleri ve temsil adları değişse de daima o hâkim-i mutlak var kaldı bugüne. Bu mutlak hâkimiyete karşı duranların direnişleriyle, isyanlarıyla açıldı toplumun yasal cendereleri. Bugüne dek egemen sınıf, A. Gramsci’nin gösterdiği gibi, halk üzerindeki muktedirliğini “herkesin ortak düşüncesi” aldatmacasına dönüştüren üstyapı kurumlarıyla massetti, massetmeye de devam ediyor. Biz ise bu ideolojik yalanı yıkmaya çalışan halk kavramının bir parçasıyız.
Halk egemenliği nedir ve halk temsil edilebilir mi?
EK: Halk egemenliği, ‘domuz topu’ gibi örgütlü olan söz konusu % 1’in karşısında kararlılıkla örgütlenmiş bir toplumun var olmasıyla mümkündür. “Örgütsüz halk köledir” sözü, bu çağda da bütün yakıcılığıyla geçerlidir. Kendiliğinden değil, kendisi için olan halk, tam da Arapça’dan gelmiş olan kökeniyle “yaratan” demek olur. Örgütlenmek ise özgürlük arayışının bir çekirdeği, bir modeli olmadıkça hangi vaadi taşırsa taşısın, doğacak olan yeni bir tiran hegemonyanın simgesel temsili de olabilir. ‘Reel sosyalizm’in ya da ‘halk cumhuriyetleri’nin temel zaafı bu hakikatte gizliydi. Halk kitlelerinin kendi aralarında eşitlik temelli anlaşması kurulmamışsa, 80 yıl süren yanlış egemenlik bir gün gelir çöker. Bu deneylerin bize gösterdiği şudur: Hangi biçimde olursa olsun “devlet” egemenliği, halk kitleleri arasında eşitsizliğin kaynağı olarak kalacak, yeni tiranlık biçimleri yaratacaktır. Ama bir yandan da hangi niyetle olursa olsun “bastırılan geri döner”. Halk zümreleri arasında çıkarların farklılığı, egemenlik biçimlerinin yeniden ve yeniden biçimlenmesiyle giderilir ve gün gelir devlet bir mum gibi söner, cehennemin karanlığına gömülür.
Bu nedenlerle halkın temsili, hiç bir istismara yer bırakmayacak olan, her bir kurumsal yapısı açıklık içinde tanımlanmış olan, K. Marx’ın Abraham Lincoln’e yazdığı mektuptaki (29 Kasım 1865) o vazgeçilmez kavramla, “demokratik cumhuriyet”le mümkün olabilir. Halkların ve bireylerin her türden kendisini tanımlayış biçimi baskılanmadan, doğrudan demokrasinin öngördüğü “geri çağırma hakkı”, en yerelden en tepeye kadar (ki bunlar da iç içedir) birbirini ezmeyen, yok saymayan, ayağını çelmeyen örgütlü bir toplumla, yani aynı amaca yönelmiş “kamusal insan” ile gerçekleşir.
Bu yoldayız; amacın uzağında mıyız, yakınında mı, bilemeyiz; ama mesafeler birbirine inanmış halkların ve bireylerin kitleselleşmiş iradesine bağlıdır.
İlginiz için çok teşekkür ederim.
Halk nedir?
Alev Özkazanç: “Halk”, hem Antik hem de modern dönemde bir yönetim biçimi olarak demokrasiye temel oluşturan bir söylemsel inşadır. Demokrasi, “halk”ı yönetimin ilkesi olarak öne çıkaran yönetim tarzıdır. Demokrasi fikrinde öne çıkarılan temel ilke eşitlik olmuştur. Bu, “herkesin”, bir tek sayılarak yönetime katılmak açısından eşitlenmesi demektir ve bu niteliğiyle halk yönetimi, daima tek bir kişinin ya da belirli bir azınlığın yönetimine karşı herkesin ya da çoğunluğun yönetimi anlamına gelmiştir. Eşitliğin yanı sıra demokraside öne çıkan diğer temel ilke (ne yazık ki çoğu zaman geri planda kalır) özgürlüktür. Burada gözetilen, kimsenin bir başkasının yönetimi altında olmaması, kendi kendini yönetme ilkesidir. Baştan itibaren demokrasi fikrinin muğlaklığı kafa karıştırıcı olmuştur. Çünkü burada hem yönetimin çok güçlü bir şekilde meşrulaştırılması ve doğallaştırılması eğilimi hem de istikrarsızlaşma ve kaos riski görülmüştür. Halk kurgusunu bu ikisini bir arada ele alarak değerlendirmek gerekir. E. Laclau’un önerdiği gibi, “halk” inşasındaki asıl sorun tam da hegemonya sorunudur, yani tekil iradelerden kolektif özne oluşumu sorunudur. Bu ikisi arasındaki gerilim hiçbir zaman giderilemez, tersine halk inşası tam da bu gerilim çerçevesinde şekillenir. Halk kavramı ile modern egemenlik arasındaki güçlü bağlantı açık olmakla birlikte “halk” daha çok, modern dönemde temsil fikriyle de birleşerek iktidarın yerini boşaltan, nesnel bir egemenlik algısını sarsan, politikayı hegemonik bir zemine taşıyan dinamiğin bir parçasıdır. Ya da şöyle diyebiliriz: Halk fikri modern dönemde toplumsalın heterojenliğinden ve çoğulculuğundan türemiştir ve hem bu soruna bir yanıt hem de sorunun cisimleşmesi olmuştur. Hegemonya, demokratik talepler çoğulluğundan popüler bir kimlik inşası sürecidir. Bu çerçevede halk, içinde farklı, tekil taleplerin birbirine eklemlendiği bir kolektif kimliğin adıdır, bu kimlik toplumu kendi içinde iki kampa bölen, iktidara karşı halkı çıkaran antagonistik bir inşadır. Halk oluşumunda, kendini bütünün yerine koyan bir parça, yani evrenseli temsil iddiasında olan bir tikellik söz konusudur. Burada iktidara karşı olmak açısından aralarında eşdeğerlik kurulan “halk” güçleri, kendilerini toplumun bütünü olarak sunarlar. Farklı halk oluşumu biçimleri olabilir; modern dönemde çoğu zaman ulusal ve etnik ve ırksal içerikli halk oluşumları öne çıkmışsa da demokratik halk oluşumları da mümkün olmuştur.
Bugün Türkiye’de demokratik halk oluşumu dinamiklerine dair şunlar söylenebilir. İktidardaki güç, uzun bir dönem boyunca belirli toplumsal talepleri muhafazakâr bir ulusal-popüler söylem içinde eklemlemeyi ve böylece kendi egemenlik kurgusuna dayanak yapmayı başarmıştır. Ancak iktidarın çoğunlukçu, tekçi ve son yıllarda giderek otoriterleşen “halk” kurgusunun dışında kaldığı için onu bozan iki temel dinamik vardır: Bunlardan ilki Kürt hareketinin ürettiği ulusal-popüler halk oluşumudur. Bu halk oluşumu, bugün Türkiye’deki en güçlü karşı-hegemonik popüler kimlik olarak öne çıkmakta ve hem iktidarın hem de AKP karşıtı cephenin muhtemel “halk” kurgularının tutarlılığını bozmaktadır. İktidarın halk kurgusunu bozan ikinci güç ise kurulu düzenle bütünleşmeyen ve giderek artan demokratik talepler çoğulluğudur. Bu demokratik talepler çoğulluğu, Gezi direnişinden itibaren alternatif bir popüler eklemlenme sürecine girebilirmiş gibi görünüyor. Ancak bence Gezi’de henüz AKP karşıtlığının ötesine geçmeyen geçici bir dayanışma söz konusu olmuştur ve bunun ötesinde bir popüler kimlik oluşumu için temel bazı engeller söz konusudur. Belirli bir toplumda popüler bir çağrının ortaya çıkması için kurulu düzen dışında, düzenle bütünleşemeyen ve bir eşdeğerlik zinciri içinde birbirine eklemlenebilecek önemli sayıda heterojenlik ve çoğulluğun ortaya çıkmış olması gerekir. Türkiye’de bu şekilde çok sayıda demokratik talebin ortaya çıktığı açıktır ancak bunların güçlü bir yeni popüler kimlik oluşturacak şekilde eşdeğerlik zinciri içinde eklemlenmeleri önünde bir dizi ciddi engel vardır. İlkin Kürt ulusal-popüler halk oluşumu çok güçlüdür ve bu durum, Türkiye bazında yeni bir demokratik halk oluşumu açısından hem bulunmaz bir olanak hem de ciddi bir sorun yaratmaktadır. Sorun yaratmaktadır çünkü Kürt halk oluşumu, ister istemez kendi yanında ya da karşısında kendisine denk, muadil başka bir halk oluşumunu teşvik etmektedir. Bu ya Kürt halkına karşı ulusal bir Türk halk inşasıdır (neyse ki burada bir demokratik talepler çoğulluğu değil de sadece milliyetçi tepkiler biriktiği için buradan güçlü bir popüler kimlik oluşumu çıkmamaktadır) ya da Kürt halkıyla dayanışma içinde olacak “halklar” inşasıdır (ki burada da “halklar”ı asıl olarak ulusal-etnik kimlik temelinde kurma çağrısı olduğu için bence pek bir şansı yoktur). Öte yandan Türkiye’de Kürt halk oluşumunu göz ardı eden demokratik bir halk inşası da mümkün değildir. O halde son ve bence doğru seçenek şudur: Son derece güçlü ve sahici olmakla birlikte yine de tekil bir halk oluşumu olan Kürt halk inşası, ulusal “halk” oluşumu karakterini dönüştürerek, Türkiye’deki başkaca öne çıkan demokratik taleplerle birlikte eşdeğerlik ilişkisi içinde eklemlenmelidir. Ancak böylece ulusal-etnik içeriğin gerilediği, ne tekçi ne ikici olan ama çoğulcu ve demokratik bir birlik inşası mümkün olabilir. Bu yol en doğrusu olmakla birlikte çok zor bir yol olarak görünüyor çünkü bugün ülkede farklı yönlere giden iki gerilim hattını buluşturmayı gerektiriyor. Bu, hem Kürt halk oluşumu içinde hem onun dışında hem de her ikisi arasında geçerli olmak üzere, popüler-demokratik halk oluşumu dinamikleri (eşitlik, hak egemenliği, özdeşlik ilkesi) ile liberal-demokratik kurumsallaşma taleplerinin (hukuk, özgürlük ve bireysellik, tekillik, çoğulluk) güçlü biçimde eklemlenmesini gerektirir. Ne yazık ki Türkiye henüz böyle bir eklemlenme icat etmekten uzak görünüyor. Çünkü böyle bir popüler oluşumun eklemleyici ilkesinin ne olacağı ve “dışarısının” nasıl kurulacağı, “düşmanın” ne olacağı çok belirsizdir. Bu ne Türkiye’de şimdiye kadar alışageldiğimiz sol söylemlerdeki “faşizme karşı halk cephesi” anlayışıyla ne de liberal-demokratik taleplerde öne çıkan “farklılıklara saygılı hukuk devleti” talebiyle kurulabilir. Günümüzde radikal demokrasinin kurulabilmesi ve işleyebilmesi için çoğulcu ve demokratik bir kolektif özne inşası zorunludur.
Halk egemenliği nedir?
AÖ: Halk ile egemenlik kavramları ulus-devlette bir araya geldiler; bu olumsal bir birleşmeydi ama oldukça güçlü bir biçimde içice geçtiler. Sonuçta halk da egemenlik fikrini pekiştiren bir kurgu olmuştur. Öte yandan halk kurgusunu sadece egemenlik üzerinden anlayamayız çünkü bu kurgu aynı zamanda modern demokrasi ile de kaynaşmıştır. Modern demokrasi, halk egemenliği ilkesi ile liberal ilkenin (bireysel özgürlükler, hukuk devleti, insan hakları) birleşmesini zorladı ama elbette bu iki gelenek arasındaki gerilim asla sona ermedi ve etkili olmaya devam ediyor. Özellikle de temsili demokrasilerde halk ile egemenlik arasındaki ilişki karmaşıklaşmıştır. Çünkü egemenliğin herkesin eşit ve tek sayıldığı bir sayısal çoğunluk üzerinde temellendirilmesi aslında egemenliğin özsel bir temelinin mevcut olmadığını, iktidarın yerinin boşaltıldığını ve periyodik seçimlerin bu gerçeğe işaret ettiğini gösterir. Halk kurgusu ile egemenlik arasındaki bağlantı olumsal ve gerilimli olsa da yine de bugün daha da ciddi bir soruyla karşı karşıyayız. Acaba ne kadar heterojen, çoğulcu ve hegemonik bir mantığa dayanıyor olsa da halk inşası egemenlik mantığına karşı çıkmak için yine de uygun mudur? Bugün demokrasi fikrinin eriştiği noktada, siyasal birimin temeli olarak ne birey ne de halk olan ama her ikisinden gelen farklı güçleri kaynaştıran “çokluk” gibi başka kavramları da öne sürülebiliriz. Hatta belki de günümüzde tekçi ve doğalcı egemenlik mantıklarının altını oymak için (ulusal ve ırksal etnik içerikle fazlaca eklemlenmiş bir ad olarak) “halk”a değil de “çokluk” oluşumuna güvenmeliyiz. Yine de burada hegemonik sorunun varlığı devam edecektir: Tekil iradelerden kolektif bir irade oluşumu sorusu.
Halk temsil edilebilir mi?
AÖ: Buradaki öncelikli soru halkın temsili değil, “halk”ın neyi temsil ettiği sorusudur. “Halk”, bir birliği, tamlığı, aslında namevcut olan bir tamlığı temsil eder. Temsil, popüler iradenin kuruluşunun öncülüdür. “Halk” temsil sırasında ve sayesinde kurulur. Temsilci ile temsil edilen arasında gerilimli ve ikili bir ilişki vardır. Bir yandan bir boş gösteren, bir “ad” olarak “halk”, temsil ettiğini iddia ettiği şeyleri kurar, onlara birlik sağlar. Öte yandan halk hiçbir zaman temsil edilen tikel taleplerden tamamen bağımsız oluşamaz, tamamen özerkleşemez. Sonraki soru, halkın temsili sorusudur ki buna siyasal düşünceler tarihinde iki farklı yanıt verilmiştir. Radikal halk egemenliği kuramlarında halk temsil edilemez, temsili demokrasi fikrinde ise halk ancak temsilcileri yoluyla egemenliğini kullanabilir. Belirli periyotlarla yapılan seçimler yoluyla halk iradesinin belirmesi ve temsilciler aracılığıyla egemenliğin kullanılması hususlarındaki modern kurguya dair pek çok soruna işaret edilmiştir. Elbette verilen mücadeleler sonucunda bugün demokrasi kavrayışımız, yönetilenlerin yöneticilerini seçmeleri şeklindeki dar temsili kavrayıştan çok ötelere geçti. Günümüzde yöneten-yönetilen ayrımını sorgulayan katılımcı, âdem-i merkeziyetçi, doğrudan demokratik ve özerklikçi mantıklar öne çıkıyor. Artık kimse özgürlük ve eşitlik sorununun, sadece seçimler ve temsil mekanizmaları üzerinden çözülebileceğine inanmıyor. Ayrıca egemenlik mantıklarını sınırlamaya çalışan insan hakları merkezli bir hukuk devleti anlayışı da demokrasinin olmazsa olmazı olarak savunuluyor. İletişim, aleniyet, azınlık hakları ve demokratik kamusal tartışmaya dayalı çoğulculuk ve hukuk devleti anlayışları yeni demokrasi kuramlarına yön veriyor. Ancak tüm bu bireysel hak ve özgürlükler, çoğulculuk ve hukuk devleti savunusu arasında geri plana itilen şey, böylesi bir demokratik işleyişi kuracak ya da savunacak olan bir popüler kolektif öznelliğin mevcut olup olmadığı sorunudur. Bireyler, gruplar ve cemaatler, onların hakları ve bu hakları koruyacak olan hukuk devleti çerçevesinden oluşan kurumsal ve klasik bir liberal çerçevenin, demokrasinin kurulması ve yaşaması için yeterli olmadığı açıktır ve demokrasinin radikalleşmesi için demokratik talepler çoğulluğunun eşdeğerlik mantığı çerçevesinde eklemlenmesiyle oluşacak bir kolektif iradenin oluşumu esastır. Bu çerçevede günümüzde Türkiye’de halk, egemenlik, temsil ve demokrasi sorunlarına dair çok şey söylenebilir. Türkiye hem egemenlik hem de muhalif mantıklar açısından uzun süredir eski ile yeni arasında bocalayıp duruyor. Türkiye’nin sorunu, çıkmazı ve şansı eşitsiz gelişme dinamikleri ışığında eski ile yeninin taleplerinin üst üste binmesi, birbirine karışması ve bulaşmasıdır. Bu hem kafa karıştırıyor hem de hegemonik siyaset için olanak yaratıyor. Böyle bir hegemonik siyaset için Türkiye’de geçmişten günümüze seçimlerin siyasi öneminin tekrar tartışılmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Özellikle geleneksel olarak seçime ve seçimlerdeki çoğunluğa yaslanmış olan muhafazakâr-otoriter sağ yönetim zihniyetlerine karşı ve şimdi son çare olarak seçim sandığına işaret eden AKP’ye karşı, seçimin önemsenmesini ve seçim barajının düşürülmesinin temel bir talep olarak yükseltilmesini çok önemli görüyorum.
Halk nedir?
Murat Sevinç: 1982 Anayasası halkoylamasında % 90’ın üzerinde ‘evet’ oyu ile kabul edildi. 1987’deki halkoylamasında, 1982 Anayasası’nın geçici maddesiyle on yıl siyaset yasağı bulunan siyasetçilerin yasaklarının kalkıp kalkmaması gerektiği sorulduğunda, % 50’nin pek az üzerinde bir oy ile siyaset yasaklarının kaldırılması gerektiğine karar verildi. 2007’deki halkoylamasında devlet başkanının halk tarafından seçilmemesine ilişkin değişiklik, % 70 civarında ‘evet’ oyu ile kabul edildi. 2010 halkoylamasında –ki Cumhuriyet tarihimizin en dalavereci anayasa değişiklikleriydi- % 58 ‘evet’ oyu çıktı. Söz konusu oylamaların tümü, 1982’nin plebisiter niteliğini (Evren’in Cumhurbaşkanı seçilmiş sayılması) bir yana bırakırsak, halkoylaması olarak adlandırıldı. Bu halkoylamalarında verilen ‘evet’ oyları, ilerici ve demokratik/özgürlükçü anayasacılık ve anayasal düzen açılarından, bir geriye gidişi temsil eder. Burada ‘2010 da mı geriye gidiş?’ sorusu yöneltilebilir. 2010 değişiklikleri tek tek ele alındığında olumlu yanları var elbette. Ancak burada tek tek anayasa hükümlerinden değil, anayasacılık/anayasal düzen kavramlarından söz ediliyor. Bu gerekçeyle, 2010 değişiklikleri de demokratik anayasacılık ve anayasa yapıcılığı açılarından bir geriye gidiştir. 1987’de de yasakların kalkması için ‘evet’ oyu verilmiştir. Ancak o oylamada da seçmenin yaklaşık yarısının ‘Hayır, siyasi yasaklar kalmasın’ demiş olması, ‘evet’ oylarından çok daha manidardır. Bugün, ‘İdam cezası geri gelsin mi?’ ya da ‘Öcalan idam edilsin mi?’ sorularını içeren bir halkoylaması yapılsa, ‘evet’ sonucu çıkması olasılığı çok büyüktür. Gerek Türkiye gerekse Batı demokrasileri tarihi (özellikle Fransa), sonucu demokrasi açısından olumsuz sonuçlar vermiş halkoylamalarıyla maluldür.
Buna mukabil özellikle genel seçim sonuçlarına bakıldığında, insanların çoklukla ‘hak edene/söz olana’ iltifat ettiğini görürüz. İnsanların seçmen olan kesimi daha rasyoneldir, çıkarına uygun davranabilmektedir. Bu nedenle de ne yazık ki ‘aptallıkla’ ya da ‘kömür karşılığı oy satmakla’ itham edilmektedir. Bu değerlendirmeleri kaçınılmaz şekilde, verilen oydan memnun olmayanlar yapmaktadır ve kabul edilmelidir ki böylesi bir değerlendirme ancak en doğruyu bilme ve görme iddiasıyla yapılabilir. Bir başka deyişle ‘aptallık’ ithamı, ‘akıllılık’ varsayımıyla olanaklıdır. Oysa bir siyasi ‘arza’ yönelik ‘iltifat’ çoğu zaman akıl ile değil, başta çıkar olmak üzere başkaca saiklerle açıklanabilir. Diğeri gayri bilimsel bir hezeyandan ibarettir.
Bu satıra dek, ‘halk’ kavramını kullanmadım. Dilerseniz yukarıdaki oylamaların başrolünde olan insanlara halk diyelim. İnsan, yurttaş, seçmen, akıllı, aptal, çıkarları doğrultusunda hareket eden, doğru olanı bilen ya da sezebilen, eğer doğru yön demokrasi ise sıklıkla yanlış tercihlerde bulunabilen birileri. Halk çok daha genel bir kavram gibi görünmekle birlikte ‘birileri’ ifadesini kullanmamın nedeni, halkın aslında birilerinden oluşmasıdır. Anayasa derslerinde, halk ile ulus gibi soyut kavramlar arasındaki farkı anlatabilmek için 1789’un da verdiği ilhamla, halkın görülebilir, dokunulabilir, somut, yani hâlihazırda yaşayanlardan oluşan bir yurttaş topluluğu; ulusun ise Fransız devrimcileri tarafından, egemenliğin kaynağı olarak aynen Tanrı gibi, dokunulamayan, görülemeyen, halkın öncesini ve geleceğini de kapsayan soyut bir kavram olduğunu anlatıyoruz. Dolayısıyla halk, birilerinden, somut insanlardan oluşuyor. Ancak halkların, onları tanımlarken kullanışlı olabilen bazı ortak özellikleri varsa da (birinin dakikliği, diğerinin disiplini, berikinin saygısı gibi) o birileri birbirinden farklı insanlar. Her birinin başkaca kaygıları, beğenileri, talepleri olabileceği gibi ortaklıkları da olabilir. Hâl böyleyken ‘halk’ ifadesi ile başlayan genellemeci yaklaşımlardan kaçınmak gerekir. Ancak her insan topluluğunun hemen her zaman egemen ideoloji ve hâkim doğrular peşinden gittiği ve dolayısıyla çoğu zaman özellikle iktisadi anlamda liberallerin varsaydığı gibi her durumda ve doğal olarak rasyonel kararlar vermediği (ya da veremeyeceği) de tarihsel bir veridir. Dolayısıyla bir halktan söz ederken, o halkın nasıl bir dünyada var olduğu, hangi toplumsal ve iktisadi ilişkiler içinde yoğrulduğu göz önünde bulundurulmalı ve halk, mütemadiyen iltifat edilmesi gereken soyut ve muteber bir özne durumundan çıkarılmalıdır. 1930’ların Alman halkı Yahudi ve komünist düşmanlığına savrulurken, İspanyol halkının bir kısmı, diğer kısmına karşı kaybedeceği bir yaşam ve özgürlük mücadelesi veriyordu.
Demek ki ‘Halk nedir?’ sorusu yanıtlaması hem çok basit hem çok güç bir sorudur.
Halk egemenliği nedir?
MS: Yine birden çok boyutuyla düşünülmeli. Hangi halkın egemenliği? Sosyalist rejim halkının mı, Nasyonal Sosyalist rejimdeki halkın mı, diktatörlere karşı savaşım veren Latin Amerika halklarının mı, klasik liberal demokrasilerdeki halkın mı?
Eğer soyutluk düzeyinde ele alırsak, artık ulus egemenliği ile özdeş kullanılan bir kavram, halk egemenliği. Ancak köken itibariyle ulus egemenliği, ilk soruda da vurgulanmaya çalışıldığı gibi 18. yüzyıl devrimcilerinin marifeti. Fransız devrimcilerin, egemenliğin kaynağını dayandıracakları bir varlığa gereksinimleri vardı. Mutlak monarşi döneminde, aynı Osmanlı’da olduğu gibi egemenliğin kaynağını açıklamak kolaydı. Kaynak, Tanrı’ydı. Böyle olunca bir uyruk, egemene gidip ‘Senin egemenliğini Tanrı’dan aldığın ne malum?’ sorusunu yöneltemiyordu tabii. Çünkü soyuttu. Ulus ile Tanrı arasındaki özdeşlik de bu soyutluk düzeyiyle ilgilidir. Ulus, halktan farklı olarak, dokunulamayan, görünmeyen ve halkın öncesi ve geleceğini anlatan bir kavram olduğu için soyutluk düzeyinde burjuvazinin ‘kaynak’ arayışında hayli yardımcıydı. Nitekim 1921 Teşkilat-ı Esasiye’de de Türkiye devrimcileri, ‘egemenliği’ kayıtsız ve şartsız ‘millete’ bırakmıştır. Tabii işin doğrusu, egemenliğin kaynağıyla ilgili ve tümüyle burjuvazinin kurgusundan ibaret ‘ulus egemenliğinin’ mucitleri, bugünün Türkiye siyasetindeki millet egemenliğini/kullanımını bilselerdi eğer, mezarlarında dört dönerlerdi! Tarihsel süreçte, işte bu soyut ulus egemenliği ile somut halk egemenliği birleşmiştir. Bugün artık aynı olguyu anlatmak için kullanıldıklarına tanık olunuyor.
Tarihsel açıklaması böyle olmakla birlikte ‘Nedir?’ sorusunun yanıtı bana kalırsa, ilk cümledeki soruların yanıtlanmasına bağlı. Hangi siyasal rejimde (anayasal düzende) yaşanıldığı, halk egemenliğinin ne olduğu sorusunu doğru yanıtlamamızı sağlayacaktır. Bir komünist için halkın egemen olması, üretim araçlarının kamunun yani halkın sahipliğinde oluşuna bağlıyken, klasik liberal demokrasinin yurttaşı böylesi bir düşünceyi halk egemenliğinin sona ermesi olarak değerlendirir çünkü halkın egemenliği, yurttaşın mülk sahibi olabilmesinden bağımsız düşünülemez.
Temel mesele, diğer tüm soyut kavramlarda olduğu gibi, soyutluktan somut duruma nasıl ve hangi araçlarla geçildiğidir. Halkın egemenliği, gerçek dünyada nasıl ete kemiğe bürünür? Yani somut kişilerden oluşan halk eğer egemen ise bu egemenliği nasıl gerçekleştirir? Yanıt için üçüncü sorunun yanıtlanması uygun olur sanırım.
Halk temsil edilebilir mi?
MS: ‘Demokratik rejimlerde halk ne kadar egemendir?’ ya da ‘Egemen midir?’ soruları, ‘Halk temsil edilebilir mi?’ sorusunun yanıtlanmasıyla anlaşılabilir. Bir başka söyleyişle, egemenlik ile temsil ilişkisi bir arada ele alınmalıdır. Bir tarihten sonra, temsili demokrasilerde halkın/ulusun kendisini temsilcileri eliyle yönettiği, yönetebileceği düşüncesi ve sonrasında ilkesi/kuralı kabul edilmiştir. Temsil edilebilme, ilkin yalnızca uyruğun bir kısmının ayrıcalığıyken, 19. yüzyıldan itibaren ‘tebaa’, süreç içinde ‘yurttaş’ haline gelmiş ve 20. yüzyılda tüm Batı demokrasileri genel oy ile yurttaşını seçmen haline getirmiştir. Günümüzde söz konusu seçmen, demokratik kurallar içinde oy verir, temsilcisini seçer ve parlamentoda temsil edilir. Kendi görüşünü temsil edenlerin parlamentodaki varlığı, yurttaşın temsil edildiği düşüncesine dayanır. Ancak ‘Halk temsil edilebilir mi?’ sorusunun yanıtı, klasik temsili demokrasinin bu basit işleyiş mantığı dışında olan daha karmaşık bir süreç üzerine düşünmeyi gerektirmektedir. Bu düşünme çabası, egemenlik meselesine dair yanıtları da kolaylaştırılabilir.
Temsil edilmeyi, yalnızca genel ya da yerel seçimlerde oy verme eyleminden ibaret görürsek, yani temsili demokrasinin en saf haliyle yetinirsek, temsilcilerin yurttaşı temsil ettiği sonucuna varırız. Bu durumda, ‘Evet, halk temsil edilebilir’ ve üstelik çok da başarıyla temsil edilebilir. Ancak buradaki halk, örneğin Tapu ve Kadastro Müdürü’nün konuşurken ‘halkımız’ diyerek temsil ettiği iddiasında olduğu halktır. Buna mukabil, temsil edilen ve temsil eden ilişkisini, ilk soruda anlatılmaya çalışılan ‘halkın birilerinden oluştuğu ve halk kavramının karmaşıklığı’ üzerinden anlamaya çalışırsak, halkın, arada bir oy veren homojen bir kitle olmadığını ve temsilcinin yalnızca bu kitlenin yönetimde vücut bulmuş hali olmadığını kavramak kolaylaşır. Bu kavrama çabası, bizleri ister istemez temsil yöntemleri ve çeşitliliği üzerine düşünmeye sevk edecektir. Batı demokrasileri yalnızca temsili demokrasiyi icat etmemiş, sonrasında, temsilin çeşitlenmesi ve yurttaşın farklı düzeylerde yönetime katılabilmesi için çeşitli araçlar geliştirmeye çalışmıştır. Çaba, son on yıllarda artarak sürmektedir üstelik.
Çok uzattığımın farkındayım. Bu nedenle hayli karmaşık temsil konusunu bir iki satırda tüketmenin olanaksızlığının farkında olarak, kısaca şunu vurgulamak isterim: Evet, halk temsil edilebilir. Ancak bu temsil, Gezi sonrasında deneyimlediğimiz ve ne yazık ki, yerellik talep eden Kürt siyasetinin büyük basiretsizlikle es geçtiği, ‘park forumları’ türü yeni yönetim biçimleriyle mümkündür. Gezi’ye pek çok açıdan bakılabilir. Benim açımdan, geleceğe ilişkin en değerli niteliği forumlardı. Herkesin konuşmak, sesini duyurmak istediği forumlar. Bütün ülke forum ve Gezi olursa, temsil de gerçek bir temsil olur. Olmazsa, % 10 barajla dört yılda bir sandığa gidilip adına demokrasi denilen kocaman bir soytarılığın içinde yaşamayı sürdürürüz.
Halk nedir?
Alper Taş: Halk kavramı, işçi sınıfı/proletarya ve bağlaşıklarının tümünü kapsayıcı bir bütünlük yaklaşımının ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Halk, emekçi halk, emekçi sınıflar, ezilen halk, devrimci halk, “burjuvazi ile halk arasındaki antagonizma” (K. Marx), halk devrimi, halkçı devrimler, vb. bizzat K. Marx, F. Engels, V. I. Lenin tarafından birçok kez dile getirilmiştir.
Halk, işçi sınıfının merkezinde olduğu, yarı proleterleri, küçük burjuvazinin, küçük üreticiliğin proletaryaya doğru evrilen kesimlerini, mülksüzleşme, yoksullaşma süreçlerini yaşayan herkesi, sömürü ve ezilme ilişkilerinin belirlediği bir sınıfsal-toplumsal çıkar birliğini ifade eder. Halk hareketi, emekçi halk hareketi, o çıkar birliğinin, başlangıç olarak da çıkarlar yakınlaşması ve çakışmasının bir ifadesidir, hareketidir. Bu birlik veya çakışmanın bazı özgül durumlarda çelişkili birlik, çelişkili çakışma olması da çok doğaldır. Sınıf ve bağlaşıkları diyalektiği, ana toplumsal sınıflar ve ara katmanlar diyalektiği, sınıfsallık-toplumsallık diyalektiği, sömürü ve baskı süreçleri ile siyasal tepki biçimleri arasındaki gerilim ve kaynaşma diyalektiği, sınıf-halk-ulus-uluslar-insanlık diyalektiği, bütünsel toplumsal kurtuluş diyalektiği… Bütün bu ilişkisellikler bizi dar anlamda bir “sınıfçılık” veya tersi olan “sınıftan kaçışçılık”tan koruyucu yöntemsel bir öneme sahiptir.
Halk egemenliği nedir?
AT: Burjuva anlamlarını ve içinin boşaltılması çabalarını bir yana koyarsak, konunun, devlet, devrim, iktidar, demokrasi, temsil, katılım, yönetim biçimi, yönetim anlayışı, devletin sönümlenmesi, siyasal ve toplumsal devrim vb. konularla birçok bağıntısı bulunuyor. Halk egemenliği, V. I. Lenin’in dile getirdiği gibi, “halk kitlelerinin, sınırsız bir demokraside, engelsiz ve çok etkin bir katılımı” temelinde oluşan devrimci bir iktidardır. En yalın haliyle halk egemenliği, söz, yetki ve kararın halkın elinde toplandığı bir egemenlik biçimidir.
Paris Komünü emekçi halkın, halk egemenliğinin ilk iktidar girişimi, deneyimi oldu. K. Marx ve F. Engels onu geleceğin iktidarının nüvesi olarak selamladılar. Rusya’da 1905 pratiği, Sovyetler’i (meclisleri, şuraları) grevler içinde kendiliğinden bir biçimde üretti ve 1917’de “Bütün iktidar Sovyetler’e!” dendi. Üstelik işçi, asker, köylü, sanatçı, vb. toplumsal yaşamın her alanında Sovyetler oluştu ve Lenin, halkın (evet, halkın) devlet yönetimine katılımını çok önemsedi. Biz de “Söz, yetki, iktidar halka!” dedik. ‘80 öncesinde direniş komitelerini halk iktidar organlarının nüveleri olarak kabul ettik. Fatsa’da yerel iktidar organları olan halk komitelerine dayalı bir yerel yönetim anlayışı geliştirildi. ÖDP’ye de “halk sarmaşığı” örgütlenme modeli ve anlayışı içerisinde can verdik. Merkezi ve yerel hükümet memurlarının seçilmiş yerel yönetim organları üzerindeki üstünlüğüne son verilerek genel ve yerel meclislerin iktidarın kaynağı haline getirilmesini savunduk, savunuyoruz. “Siyasal ve toplumsal alanda devrimci bir değişimin emekçilerin partisinin herhangi bir biçimde hükümet olmasıyla değil, bizzat işçilerin ve emekçilerin kendilerini yönetmesiyle gerçekleşeceğini” bir an bile gözden uzak tutmuyoruz. Bu manada, Haziran Direnişi ile halkın kendi sözü ve eylemiyle ayağa kalkması ve bugün Haziran Direnişi ile birlikte oluşan park forumları, halk komiteleri, halk meclisleri ve genel olarak halk deyişi çok anlamlıdır.
Halk temsil edilebilir mi?
AT: Evet ama kim, nasıl temsil edecek? Halkı, kendisi mi yoksa sömürücüler veya onların çıkarlarına hizmet eden temsilciler mi temsil edecek? Ayrıca tek biçim, temsil mi olmalı? Dolaysızlık, katılım, yönetme, belirleme vb. ne olacak? Bunlar çok daha önemli. Bu noktada temsilden öteye geçmek gerekiyor. Biliyoruz, burjuva demokrasisi de denilen sermayenin sınıf egemenliği, bir sınıf demokrasisidir. Bu sınıf demokrasisi, örtük veya açık biçimlerde diktatörlükleri içerir ve sermayenin emek üzerindeki egemenliğini çeşitli biçimlerde tesis eder. Sermaye egemenliğinin bulduğu en demokratik temsil biçimi, parlamenter temsili demokrasidir. Ve biliyoruz ki parlamenter temsili içeren faşizmler de mevcuttur. Ama Marksizm’in, emeğin bütünsel toplumsal kurtuluşu yönündeki arayışı, bu esnada yaşanan Paris Komünü pratiği ve özellikle Ekim Devrimi’nden bu yana, dolaysız, doğrudan demokrasi yaklaşımı, demokrasi, temsil, egemenlik konularına nüfuz etmiştir. Konu, V. I. Lenin’in Marksizm, Paris Komünü ve Sovyet pratiğinden hareketle ürettiği yaklaşımla yeni bir boyut kazanmıştır. V. I. Lenin’in yaklaşımı, Sovyetler’in, yani halk meclislerinin, temsili parlamentarizm ile doğrudan demokrasinin ileri öğelerinin tek bir katılım ve yönetme pratiği içinde kaynaşmasına yöneliktir. V. I. Lenin’in bu yönde yaptığı sayısız açıklama, temsil konusunu artık tek başınalıktan ve halka karşı dönebilir olmaktan teorik olarak kurtarmıştır. K. Marx’ın Paris Komünü’nde geri çağırma konusunu önemsemesi aynı nedenledir, yöneten konumundaki işçilerin temsili seçimleri, temsili konumları, eğer geri çağırma olmazsa yozlaşmaya dönüşebilecektir. Demek ki temsili demokrasi ile doğrudan demokrasinin, dolaysız, sınırsız, yaygın biçimde kitle pratikleri içinde kaynaşması ve geri dönüşün önünün, dünya-tarihsel ölçekte kapatılması gerekmektedir. Sorun bunun pratiğinin devrimci süreçlerde, sosyalizmi inşa ve sınıfsız topluma geçiş süreçlerinde örgütlenmesi, herkesin özne haline gelmesidir.
O yüzden “emekçilerin daha bugünden toplumsal yarar doğrultusundaki faaliyetlerini geliştirecekleri, eşitlikçi, dayanışmacı ve demokratik ilişkileri yaşamın her alanına yayacakları, siyasetin toplumsallaşması yönünde çaba ve girişimlerini sürdürecekleri, yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir mücadele hattına ve siyaset tarzına sahip olması” vazgeçilmezdir (ÖDP Programı).
Türkiye 30 Mart’ta bir yerel yönetim seçimine girerken, bu manada bir devrimci, halkçı yerel yönetim anlayışının olmazsa olmaz kriterleri i) halkın yönetime doğrudan katılacağı örgütlenmeleri esas almak ve onlarla yönetime talip olmak, halkın onaylamadığı hiçbir şeyin yapılmamasını esas almak; ii) katılımcı bütçe anlayışını savunmak, yerel yönetimlerde bütçenin bizzat halk tarafından yapılması ve bizzat denetlenmesini savunmak; iii) geri çağırma hakkını savunmak, beş yılı beklemeden halk-mahalle meclislerinin seçilmişleri geri çağırma hakkını kullanabilmesini sağlamaktır.