Kamu yönetiminin farklı kaynaklarda, birbirleriyle uyuşmayan tanımları vardır. Kimisi devlete ve kamu örgütlenmesine atıf yaparken kimisi sadece örgütlerin verimli işlemesini ele alır. Türkçe yazın da bu kapsamın dışına çıkamaz. Sonuç olarak kamu yönetiminin farklı tanımları varlığını korur, Kamu Yönetimi öğrencilerinden başka hocalarının kafası da netleşemez. Hemen herkes işletme temelli olan kavrayışla devlet/siyasal iktidar temelli kavrayışı bir arada ve aynı anlamda kullanmaktadır. Varılan noktada kamunun, kamu yönetiminin, kamu hizmetinin, kamu personelinin, kamu yararının ve benzer başka kavramların farklı farklı tanımları olduğu öğrenilir ve öğretilir. Bu bulanıklık içinde çoğu zaman kamu yönetiminin toplumsal yanı da ihmal edilir. Bu bulanıklığın üzerine bir de kamu yönetiminin 1) kamu örgütü veya idare, 2) disiplin/bilimsel faaliyet alanı olmak üzere karşıladığı iki anlamdan doğan karmaşa eklenir. Öğrencilere kamu yönetimi nedir diye sorduğunuzda kaçamak yanıtlar alırsınız. Hocalarına sorduğunuzda ise “kimin tanımını soruyorsun?” veya “nereden baktığına göre değişir” deme ihtimalleri yüksektir.
Kavram kargaşasının eğitimle alakalı kısmını ele aldığımızda farklı nedenler tespit edilebilir. Kavramın ithali, zaman içinde değişen anlamına rağmen eski versiyonların kullanılması, Osmanlı’dan günümüze kadar devlete ve yönetime dair tarihsel eşikler/kırılmalar gibi nedenler ilk akla gelenlerdir. Yine de bunlar içinde bize göre başat olan iki temel nedeni ayırt edebiliriz. Nedenlerden ilki kavramın çok boyutlu olmasına rağmen eğitim politikası nedeniyle bu boyutların ihmal edilmesidir. Diğer neden ise tarihsel gelişimi itibariyle kamu yönetimine/yönetime/idareye yüklenen anlamın farklılaşması, bu bağlamda birbirinden ayırabileceğiniz ekollerin ortaya çıkması ama bu değişik anlamların ve içeriğin de göz ardı edilmesidir. İncelemeye ilkinden başlayabiliriz.
Kavramın Çok Boyutluluğu
Yönetim kavramından bahsetmeye başlandığında, Kamu Yönetimi ile bir şekilde yolları kesişmiş olanlar iki kişinin bir amaç için bir araya geldiğinde yönetimin ortaya çıkmış olduğunu söyleyecektir. “Aynı amaç için bir araya gelenlerin ortak faaliyetleri” gibi bir tanım çıkarabileceğimiz bu ifadeyle yönetim tarihsiz, toplum-dışı, siyasetsiz bir biçimde tanımlanır; yönetim ne bundan ibarettir ne de bu sınırlılıkla kavranmaya müsaittir. Siyaset-Dışı (apolitik) olan bu tanımı dikkate almazsak, yönetimin toplumsal ve politik yönünü görebileceğimiz bir yöne doğru sapmış oluruz. Bu yöne girdiğimizde yönetimin toplumla veya ilgili toplulukla sınırlı olan insanlar ile ilişkili olduğunu görürüz. İnsanlar arasında, karar verme ve uygulamaya dönük birtakım mekanizmalar geliştirileceği, bu ilişki içinde mekanizmalara herkesin katılımı sağlanamıyorsa belli oranda bir temsil, diğer deyişle birilerinin diğerleri adına karar verme veya icra hakkını ellerinde bulunduracakları gibi mantıksal sonuçlara varırız. Takdir hakkını kullananların veya bu “görev”i üstlenenlerin, diğerlerinden daha fazla “yetki”ye sahip olmaları, dolayısıyla karar vermede (ortak kararlar olarak kodlarsak belki bu kararların siyasal niteliğine işaret edilmiş olacaktır), diğerlerinin üzerinde konumlandıkları görülecektir. Bu konumlanma bir tür toplumsal veya “topluluksal” hiyerarşi yaratacak ve hiyerarşiye göre birtakım davranış kalıpları geliştirilecektir.
Saptığımız bu yolda, “idealist” bir yönetim kavrayışı olarak, içinde eşitsizlik ve hiyerarşi barındıran, davranış kalıpları ve bunların meşrulaştırılmasını içeren (ideoloji?) bir ilişkiler ağını kurgulamış olduk. Peki, söz konusu kanlı canlı insanlar topluluğu ve toplumsal formasyonlar olduğunda durum ne olacak? Eğer kurguladığımız bu ilişkiler ağında politik ve ideolojik düzeyleri işaret veya ima edebiliyorsak somut toplumsal yapılarda bunları açıkça gösterebiliriz.
İlgilendiğimiz toplumsal formasyon bize, yönetim olgusunu merkezde tutuyorsak (tarihin herhangi bir devrindeki insan toplumu/topluluğu olabilir) ekonomik, siyasal ve ideolojik-kültürel ilişkiler barındıran bir görüntü sunacaktır.[1] Bunu dar bir ölçekte (örneğin bir işletme için) veya bir kıta gibi büyük bir coğrafyada analiz etmek mümkündür. Unutulmaması gereken şey, “son tahlilde” ilgilenilen toplumsal formasyondaki üretim tarafından “üstbelirlenen” siyasal ve kültürel ilişkileri de analize dâhil etmek, analiz geliştirirken bu boyutu incelemesek bile akılda tutmak gerektiğidir.
Kamu Yönetimi eğitimine bakıldığında, yönetimin toplumsal veya siyasal tarafının neredeyse “tamamen” ihmal edildiğini görmekteyiz. İncelenen kamu örgütü olsa bile analizler genellikle örgütün daha verimli işlemesine odaklanmaktan öteye gitmez. Bunun nedeni, alandaki Weberyen yaklaşımın ve disiplinin kuruluşundaki siyaset-yönetim ayrımı tabusunun tahakkümüdür.[2] Her ne kadar bu Weberyen yaklaşım ve siyaset-yönetim ayrımının eleştirisi bulunsa da, bunlar alanda çok da kabul görmüş değildir.
Weber’in toplum analizi çok boyutlu olmasına rağmen, kamu yönetimi ile ilgisi kurulan temel başlık bürokrasidir. Bürokrasinin yasal-ussal otorite tipinin en gelişmiş örgütlenme tarzı olduğunu iddia eden Weber (Weber, 1995, 2008), bürokrasiyi en verimli örgüt tipi olarak kabul eder. Bürokrasiyi toplumsal ilişkilerin bir parçası olarak ele alsa da alanda dikkat çekilen, bürokrasinin bürokratik örgütlerin işleyişine dair, yazılılık, gayri-şahsilik, arşivleme-dosyalama gibi özelliklerdir. Kurumlara ve kurumların işleyişine odaklanan bu yaklaşımın yaygınlaşması, Kamu Yönetimi incelemelerinde örgütü ve örgütün işleyişini (üretkenliğini ve/veya verimliliğini) merkezde tutma eğilimini güçlendirmektedir.
Disiplinin ortaya çıkışında inşa edilip korunan siyaset-yönetim ayrımı ise Wilson’ın, dönem şartlarında, iyi işleyen bir idari yapı kurulmasına dönük arzusunu içeren konuşmasından ve uygulamalarından türemiştir (Wilson, 1961). Alan üzerinde hâlâ etkisi olan ve tartışılan bu karşıtlık, Kamu Yönetimi/Yönetim Bilimi – Siyaset Bilimi ayrımı olarak da alana yansır. Kamu Yönetimi çalışan pek çok akademisyen kendini Siyaset Bilimi ile ilişkili bir alanda çalışan biri olarak görmeyebilir, kadrosu Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde olsa da. Bunun sonucu ise Yönetim Bilimi’nin/Kamu Yönetimi’nin “kendine has” sınırlarının çizilmesi ve o alana hapsedilmesidir. Örneğin tezinde Siyaset Bilimi’nden, siyasal kuram, iktidar analizi, Türk siyasal hayatı gibi alt-alanlardan yararlanan bir öğrenciye, alandaki pek çok tez danışmanının “bu Yönetim Bilimi/Kamu Yönetimi tezi olmamış, bu Siyaset Bilimi, bu tezi yazacaksan diğer anabilim dalında yaz” mealinde tepki göstermesi olasıdır. Benzer tepkinin gösterilmesi, tarih veya sosyoloji gibi bilimlerden yararlanıldığında da muhtemeldir. Hatta ilginçtir; örneğin konu İdare Tarihi ile ilgili ise sorun edilmez ama Siyasi Tarih veya Türk Siyasal Yaşamı alanlarıyla temastaysa sorunludur.
Weber ve Wilson’ın alanda “apolitik”leşen bir öze sahip biçimde kavranmalarına, yönetimin apolitik algılanışına ve analizine destek sağlayan iki etken olarak, devletin, (1) genel olarak plüralist bir çerçeveden ve (2) hukuk temelli incelenmesi eklenebilir. Plüralist yaklaşım çok kaba haliyle devletin, farklı çıkar gruplarının taleplerini aşağı yukarı uzlaştıran bir kurum olması inancına dayanır. Nihayetinde devlet, hem taraflara eşit uzaklıktadır hem de taraflar kendi aralarında eşit güçtedir. Karikatürize edildiğinde ciddiyetten uzaklaşılan bu durum, örtük olarak Kamu Yönetimi alanında çalışanların, özellikle personel ve kurumlara dair analizlerinde arka planda işler.[3] Bunun bir diğer yansıması devletin düşünen, karar veren, kimi tepkiler geliştiren, önlemler alan ve tüm bunları kendiliğinden yapan bağımsız bir özne veya akıl olarak kavranmasıdır. Devlete kendiliğinden veya bağımsız bir öznelik atfetmek, tüm idari etkinlikleri devletin, toplumdan bağımsız bir biçimde tasarlayıp uyguladığını kabul etmek anlamına gelmekte, devletin ve idarenin toplumsal öznelerle ilişkisini koparmaktadır.
Kamu yönetiminin siyasallığına dair değinilebilecek son eğilim ise hukuk merkezliliktir. Kamu yönetimi çalışmalarına bakıldığında, doğal olarak, kamu yönetiminin temel araçlarından ve bilgi kaynaklarından olan hukuk ve mevzuatın ön planda olduğunu görürüz. Bunda, yani Hukuk temelli bir analizde, herhangi bir sorun olmadığını söylemek gerekir. Ancak bir kamu yönetimci, analizini, sadece mevzuattaki değişikliklere dayandırmaya meylediyorsa, sorunun orada başladığının da altı çizilmelidir. Hukuk da toplumsal ilişkilerden doğan bir “türev” kaynaktır, statiktir ve uygulamada farklılaşabilir. Bunların ihmali ve mevzuatın tek gerçeklik olarak ele alınması, gerçekte vuku bulan yönetsel ilişkinin gizlenmesi anlamına gelebilir. Bir kamu yöneticisinin mevzuatla ilgili konuşurken, “o madde pek uygulanmıyor zaten” dediği anda, tek kaynak “sahih” kaynak olarak mevzuata dayanarak yaptığınız analiz boşa düşmüş demektir.
Bu kuramsal pozisyonların ve gerçeklikteki yönetsel ilişkilerden “sapma”ların taraflarına veya örneklerine, bu kısa yorum yazısında girecek değiliz. Bu nedenle bu kısmı burada sonlandırıp, Türkiye’de Kamu Yönetimi eğitimindeki biri büyüyüp serpilmiş, diğeri cılız iki ekolden söz edebiliriz.
Kamu Yönetimi Eğitiminde Birkaç Ekol
Türkiye’de Kamu Yönetimi disiplinin ortaya çıkışı iki ana kısma ayrılabilir. Osmanlı dönemini saymazsak kabaca 1950’li yıllara kadar disipline, hukukçuların yönetime dair görüşleri egemendir. Özellikle kamu hukuku hocalarının yönetimi kavrama çabaları, sadece mevzuat üzerinden değil, devlet ve hukuk kuramlarını da içerecek genişliktedir. 1950’li yıllara gelindiğinde ise dönemin konjonktürü ile koşut bir biçimde ABD kamu yönetimi tartışmaları ülkeye girecektir. Bu haliyle örgütlere yüzünü dönecek olan kamu yönetimi çalışmaları, eğitim açısından da örgüt temelli hale gelecektir. Mülkiye’de kurulan Amme İdaresi kürsüsü ile aynı yıllarda ortaya çıkan Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü, başta ABD’li eğitmenler, sonra onların yetiştirdikleri hocalar eliyle ülkede bu ekolün çalışmalarını yaygınlaştıracaktır. 1950’li yılların sonu, hem yabancı hocaların eserlerinin Türkçe’ye çevrilmesine hem de çevirilerde de rol alan araştırma görevlilerinin ABD’ye Kamu Yönetimi eğitimi almak üzere gönderilmelerine şahitlik edecektir. Böylece kuruluşu tamamlanan bu ekol Türkiye’deki Kamu Yönetimi eğitiminin ikinci aşamasını oluşturacaktır (bkz. Güler, 2008).
Bu yaklaşımın sembol ismi Cemal Mıhçıoğlu’dur dersek yanılmayız. Mıhçıoğlu, disiplinin Türkiye’deki akademik kuruluşundaki temel isimlerden biridir Aynı zamanda dönemin temel çalışma başlıklarını, neredeyse tek başına belirleyen isimdir de. Mıhçıoğlu’nun çok sayıdaki eserleri arasından ilk çalışmaları incelendiğinde aynı başlıkların bugün hâlâ tartışılmakta olduğu hayretle görülecektir. Özellikle personel yönetimine dair SBF Dergisi’nde yazdıkları (örneğin Mıhçıoğlu, 1957, 1958, 1959), alanın temel başlıkları olan liyakat, kadro ve kariyer sistemi, kamu personelinin hak ve yetkileri, liderlik gibi konulardır. Mıhçıoğlu üretkenliğinin de etkisiyle yeni kurulmakta olan alanın temel konularına dair otorite olmuştur.
Örgüt temelli olarak nitelediğimiz bu yeni doğan yaklaşımın izleri günümüze kadar takip edilebilmektedir. Ekol içinde nüanslar bulunmakla beraber, genel olarak kamu yönetiminde örgüt merkezli bir verimlilik arayışı hâkimdir. Bu, başlangıçta hizmetin örgütlenmesi veya personelin motivasyonu gibi konular eliyle çalışılacak; 1980 sonrasında devletin küçültülmesi bağlamına oturacak, 2000’li yıllarla beraber ise katılım, demokratiklik, yönetişim temaları, verimlilik tartışmalarına eşlik edecektir.
Bu geleneğin karşısında değil ama yanında, Metin Heper gibi hocaların başını çektiği, “Weberyen” diyebileceğimiz bir ekolün varlığından da söz edilebilir.[4] Bürokrasi incelemeleri, kamu yönetiminin bürokrasi boyutu, bürokratik gelenek ve refleksler, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bürokratik bir yönetim geleneği iddiası, bu ekolün elinde, merkez-çevre yaklaşımının veya seçkinci yaklaşımların temalarıyla iç içe tartışılacaktır (Heper, 1973, 1974, 2012; Mardin, 2008). Merkez-çevre tartışmaları bağlamına oturan devlet-yönetim ve idare ilişkisinde bürokratlar sürekli merkezde kalmayı becerebilen bir toplumsal özne olarak kurgulanmaktadır. Yönetim tartışmasını doğrudan yürütmese bile, bu yaklaşım bağlamında merkezdeki elitlerin çevredeki elit-olmayanlarla olan mücadelesi konu edinilir. Bu çerçevenin sağladığı imkânlardan biri, dönüşümü dikkate alsak bile aynı sona bağlanması, merkezdekilerin, ellerindeki imkânları çevreyle paylaşmamalarıdır. Böylece geçmişten günümüze kadar kanun mertebesinde seyreden bir toplumsal mücadele hattı çizilebilir. Yine bu yolla, siyasal tarih (ve devlete dönük reformlar, idari dönüşümler vb. yönetsel olaylar), aynı ikilik üzerinden analiz edilebilir.
Bu yaklaşımın açık veya örtük olarak kabulü ve savunulması, yönetimin, merkezde duran bir avuç bürokrat veya “yönetici sınıf”ın idari yapıdaki faaliyetleri olarak kavranmasına imkân tanır. Tartışmanın bir diğer ucu da her şeyi yapmaya muktedir ceberut bir devlet anlayışına çıkmaktadır. Bu yaklaşıma yönetim bağlamıyla bakıldığında ise politik bir mücadele analizi görüntüsü çizilse de temel mücadele alanı merkez ve çevre ikiliğine indirgendiğinden yine bir tür apolitikleştirme söz konusudur. Dahası dönemlerin özgül çelişkileri de ihmal edildiğinden, yönetim bir biçimde tarihsizleşmekte, yönetim işlevi veya idarenin dönüşümü Osmanlı’dan bugüne neredeyse kesintisiz bir kurgu olarak inşa edilmektedir. Tartışmanın bir diğer ucu da Türkiye Cumhuriyeti (özellikle planlı dönem ve sonrası için) merkezi tutan seçkin, halktan kopuk, Mülkiyeli bürokratlarla çevrede kalan halk (ve halktan gelen bürokratlar) çelişkisine indirgenebilmektedir. Heper veya Mardin’in yürüttüğü tartışmalara yaslanarak incelenen yönetim, tüm alt dönemleri ve çelişkileri ikilikler üzerinden kavramanın kolaylığına meyletme olarak yorumlanabilir. Bu tartışmaları hakkı ile yapan yazarlar müstesna, ekolün indirgemecilikle “suçlanması” mümkündür. Bu geleneğin etkileri de bugün hâlâ takip edilebilir niteliktedir. Yukarıda andığımız yönetişim veya demokrasi tartışmalarına idarecilerin siyasal ve demokratik denetimi, bürokratların halkın karşısında konumlanması ve kendi çıkarlarını kollaması gibi temalar, bugün de rastladığımız tartışmaların bu ekolle kaynaşan unsurlarıdır diyebiliriz.
Bu iki ekolün kenarında kıyısında kalmış bir diğer ekolden bahsetmek gerekir. Çoğu zaman belli belirsiz olsa da etkileri hissedilen bu yaklaşımın kurucusu Kurthan Fişek’tir demek yanlış olmayacaktır. Fişek’in ABD kökenli Kamu Yönetimi ekolünün doğup yayıldığı dönemde hem de Mıhçıoğlu danışmanlığında yürüttüğü tez, bu yaklaşımın ilk eseri olarak görülebilir. Devlete Karşı Grevlerin Kritik Tahlili ismiyle kitaplaşan bu eserde Fişek (1969), devletin, toplumsal ilişkilerde soyut bir kapitalist olarak nasıl yer tuttuğunu ve ABD Kamu Yönetimi disiplinin temel argümanı olan çalışan-işveren ortaklığı kurgusunun nasıl baş aşağı durduğunu gösterir. Kamu yöneticileri için de Fişek, kamu işletmelerinde patlayan grevlerde kamu yöneticilerinin aldıkları tutumu inceler. Bulduğu sonuç iki kesim arasındaki işbirliği değil çıkar karşıtlığıdır. İster özel ister kamu sektöründe olsun işçilerle yöneticiler arasında bir çıkar karşıtlığı söz konusudur. Öyleyse Fişek’in bu eserine ABD kökenli egemen yaklaşımın temel savına ilk karşı çıkıştır diyebiliriz.
Kurthan Fişek’in bir diğer önemli katkısı, Yönetim kitabında (2005) yaptığı çözümlemedir. Yönetim olgusunu tarihsiz bir olgu olarak değil, maddi koşullardan doğmuş bir toplumsal olgu olarak ele almakta, sınıflı toplumlara özgülemekte ve tarihin belli dönemlerinde belli formlara büründüğünü iddia etmektedir. Hâlâ ders kitabı olarak pek çok bölümde okutulan bu kaynak, Fişek’in alandaki etkisini göstermektedir.[5] Fişek’in bunlardan başka, bürokrasiyi incelediği tamamlanan ama bir kitaba dönüşemeyen akademik veya TİP’in yayımladığı Emek Dergisi’nde yer alan politik makaleleri söz konusudur. Bu çalışmalar, mülki idare araştırmasından spor yönetimine kadar, yönetimin pek çok alanındaki çalışmaları yine Marksist/eleştirel bir analiz çerçevesinden yararlanılarak geliştirilmiştir.[6]
Fişek’in Türkiye İşçi Partisi ile olan teması, ona Marksist bir yönetim kavrayışını geliştirmesinde şüphesiz yardımcı olmuştur. Bunun yanında Marksizmin temel tartışmalarını Kamu Yönetimi teorisini eleştirmekte ve yeniden kurgulamakta kullanması, bu ekolün Marksist olarak nitelenmesine elverebilir. Kaynağını Fişek’te bulan bu yaklaşım sonraları odağını kaybetmekle birlikte eleştirel bir ekol olarak varlığını sürdürmektedir. Kökenini Mülkiye’den alan yaklaşımın izleri, yönetim olgusunu, işletme veya örgüt temelli değil, emek-değer teorisi, siyasal iktidar, toplumsal sınıflar bağlamında incelemekte, bunu kimi zaman diyalektik materyalizmin araçlarından iyi ya da kötü yararlanarak yapmakta kimi zaman ise başka araç ve yöntemler kullanarak kurgulamaktadır. Siyasal pozisyonların etkili olduğu bu ekol açısından yönetimin tarafsızlığı tartışmasını yapmak anlamsızdır ve devlet apolitik bir özne değildir. Bu ekol tam da bu nedenle yönetimi devleti ve iktidar ilişkilerini merkezde tutarak incelemeyi önermektedir. Dediğimiz üzere, bu ekolün, siyasal yaklaşımları odakta tutması, farklı siyasal pozisyonlardan gelen farklı dönem araştırmacıları olsa da, ekolün genel eleştirel tavrını zenginleştirmektedir. Her şeye rağmen bu yaklaşımın, anaakım içinde kendine yer bulamadığını ve cılızlığına ilaveten son zamanlarda güç kaybetmekte olduğunu da belirtmek gerekir.
Sonuç Yerine
Baştaki tartışmalar akılda tutulduğunda bahsi geçen son ekolün araçlarının geliştirilmesinin önerileceği tahmin edilebilir. Doğru olmakla birlikte yönetim olgusunun hangi boyutlarının dikkate alınması gerektiği üzerine daha uzun boylu akıl yürütmek gerekmektedir.
Kamu yönetiminin veya yönetim olgusunun en başta tarihsel bir olgu olduğu, tarihin belli bir döneminde belli toplumsal yapılarda ortaya çıktığını tespit etmek neyi değiştirir, zaten açık bir bilgi olarak öylece gözümüzün önünde durmakta değil midir? Kamu yönetiminin ve geçirdiği sürekli dönüşümün analizinde toplumsal dinamiklerin etkisini aramayan, bunun yerine teşkilat analizi veya mevzuat incelemesi yapan çalışmaların çokluğu bunu yanlışlar. Benzer biçimde, Kamu Politikası Analizini sadece veriye indirgeyip, veriler içinde bağlantı kurmak ve onları kıyaslamakla kendini sınırlayan çalışma sayısı pek çoktur. Demek ki toplumsal dinamik meselesi, her ne kadar göz önünde olsa da, analize dâhil edilmemektedir. Zaten bu durum, insanların kamu yönetimini toplumsal bir olgu olarak incelemekten uzaklaştırmakta, kamu yönetiminin tarihsizleşmesine ve apolitikleşmesine neden olmaktadır. Naçizane öneride bulunmak gerekirse, yapmaya çalıştığımız üzere, yönetsel gelişmeleri ve yönetim tarihini Türk Siyasal Hayatı tartışmaları, Politik Ekonomi gibi alanların katkısıyla birlikte okumak, kurulan analiz çerçevelerinde farklı toplumsal aktörlerin tavırlarını ve bu pozisyonların etkilerini görmezden gelmemek, tersine öne çıkarmak gerekmektedir. Akademik bir faaliyet olarak yapmadığınızda, örneğin, bir otobüse binildiğinde veya en basitinden bir hastanede sıra beklerken dahi aklımızda tutabileceğimiz bu toplumsal yan, kamu yönetimiyle kurduğumuz her temasta gözümüzün önündedir. Genellikle ihmal etsek de bir kere toplumsal sınıflar ve çelişkiler açısından olaya bakmaya başladığımızda gördüklerimiz çeşitlenecektir. Hastanede sıra beklerken görüp üzerine düşünmediğimiz ilaç mümessilleri veya büyük büyük hastane inşaatlarında yazan yüklenici firma isimleri bile bu toplumsal ilişkiler ağının bir yansıması olarak kavranabilir. Kamu Yönetimi alanında bir öğrenciyseniz, bu basit gözlem ve kavrayışın size katacağı çok şey olacaktır, bunu öneririz. Bu alanda öğrenci yetiştiriyorsanız ise en azından bu ekollerin varlıklarını ihmal etmeden ders anlatmanızı, yönetimin toplumsal yanı üzerine düşünmenizi ve düşündürtmenizi rica etmeliyiz.
DİPNOTLAR
[1] Kamu yönetimi kavramını kullandığımızda ise kapitalist bir toplumsal formasyonla kendimizi sınırladığımızı, kamu yönetiminin kapitalist toplumlara has bir örgütlenme biçimi olduğunu ve disiplininin de o toplumları ele aldığını ima, hem idarenin hem de yönetim düşüncesinin bu bağlamda şekillendiğini ifade etmiş oluruz.
[2] Bahsettiğimiz tabu, yönetimi siyasetten ayrı bir alan olarak kavramayı ve siyasal reflekslerle değil yönetimin kendine has kuralları ve mantığıyla hareket etmeyi şart koşar. Kanımızca uzunca süre yönetimin siyasetten ayrı bir alan olarak kavranması yönündeki ısrarın nedeni bu tabudur.
[3] Belki bu noktada kamu politikası analizi çalışanları kısmen ayrı tutmak gerekebilir. Kamu Yönetimi/Yönetim Bilimleri alanıyla iç içe gelişen bu “disiplin”, plüralizm içinden olsa da farklı toplumsal öznelerin, politika süreçlerine farklı düzeylerde etki ettiklerini kabul eder ve analizi ona göre geliştirir, en azından geliştirme potansiyeline sahiptir.
[4] “Dünyada Max Weber, Türkiye’de Metin Heper” biçimindeki vecizeyi anmadan geçmeyelim.
[5] Aynı eleştirel ekolün devamı olarak görebileceğimiz iki ismin, Ahmet Alpay Dikmen’in ve Birgül Ayman Güler’in de kitaplarının ders kitabı olarak sıkça başvurulan temel kitaplardan olması (Dikmen, 2013; Güler, 2010), ekolün gücünü göstermektedir. Birgül Ayman Güler’in Türkiye’nin Yönetimi: Yapı veya Kamu Personel Yönetimi kitapları ise güncelliğini yitirmiş olmasına rağmen kullanılmaktadır. Ekolün uzantısı olarak görebileceğimiz ama hepsini anamayacağımız farklı üniversitelerde başka isimlerin de bulunduğunu yani ekolün sadece Mülkiye çevresiyle veya Marksistlerle sınırlı kalmadığını söylemeliyiz.
[6] Lenin ve Bürokrasi, Bürokrasi Üzerine, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Bürokrasinin Doğuşu, (100 Soruda) Sosyalist Devlet, Paris Komünü’nün 100.Yılı Üzerine, Türkiye’de Spor Yönetimi: Tarih, Yapı ve Sorunlar, Çok Uluslu Şirketler ve Yönetsel Örgütlenme, Türkiye’de Merkezi ve Mülki Devlet Yönetimin Bonapartist Kökenleri ve Başarısızlıkları: Bir Yönetsel Transfer Örneği, Asya Feodalitesi ve Emperyalizm (Anadolu Toplumlarının Evrimi Üzerine Düşünceler) gibi farklı alanlarda yazıları incelemeye değerdir (bkz. Fişek, 2016). Günlük gazetelerdeki yazıları bu çalışma kapsamında ihmal edilse de hazırda tuttuğu akademik altyapıyı köşe yazılarında da kullandığını söylemeliyiz.
Kaynaklar
Dikmen, A. A. (2013). Makine, İş, Kapitalizm ve İnsan (2. Baskı). Ankara: Pratika.
Fişek, K. (1969). Türkiye’de Devlet-İşçi İlişkileri Açısından Devlete Karşı Grevlerin Kritik Tahlili. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Fişek, K. (2005). Yönetim. Ankara: Paragraf.
Fişek, K. (2016). Das Yönetim:Devlet, İktidar ve Bürokrasinin Marksist Analizi., L. Demirelli, & R. Aydın (Ed.), Ankara: NotaBene.
Güler, B. A. (2008). 1950’li Yıllarda Kamu Yönetimi Disiplini: Disiplinin Kuruluşu Nasıl Gerçekleştirilmiştir? Memleket Siyaset Yönetim, 3(7).
Güler, B. A. (2010). Türkiye’nin Yönetimi: Yapı (2. Basım). Ankara: İmge.
Heper, M. (1973). Modernleşme ve Bürokrasi: Karşılaştırmalı Kamu Yönetimine Giriş. Ankara: Sevinç.
Heper, M. (1974). Bürokratik Yönetim Geleneği. Ankara: Orta Doğu Teknik Üniversitesi.
Heper, M. (2012). Türkiye’de Devlet Geleneği (N. Soyarık, Çev. 4. Basım). Ankara: Doğu Batı.
Mardin, Ş. (2008). Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri (Ş. Gören, Çev.). İçinde M. E. Türköne & T. Önder (Ed.), Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makaleler 1 (s. 34-77). İstanbul: İletişim.
Mıhçıoğlu, C. (1957). Personel İdaresi ve İdarede Beşeri Münasebetler. SBF Dergisi, 12(4), 200-210.
Mıhçıoğlu, C. (1958). Türkiye’de Memuriyete Girişte Liyakat Prensibi. SBF Dergisi, 13(1), 109-116.
Mıhçıoğlu, C. (1959). Türk Devlet Teşkilatında Verimi Arttırmak Maksadıyla Personele Sağlanan Maddi Menfaatler. SBF Dergisi, 14(4), 137-143.
Weber, M. (1995). Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı (Ö. Ozankaya, Çev.). Ankara: İmge.
Weber, M. (2008). Bürokrasi (T. Parla, Çev.). İçinde H. H. Gerth & C. W. Mills (Ed.), Sosyoloji Yazıları (12. Baskı, s. 300-347). İstanbul: Deniz Yayınları.
Wilson, W. (1961). İdarenin İncelenmesi (N. Abadan, Çev.). İçinde T. S. İ. Derneği (Ed.), Woodrow Wilson: Seçme Parçalar (s. 53-74). İstanbul: Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları.