“Hayattaki zayıflığım, edebiyattaki gücümdür!”

Sürgün edebiyatı. Böyle söyleyince, yerinden yurdundan sürgün edilmişlerin hikâyelerinden oluşan, dar çerçeveli bir edebiyat türü olarak geliyor kulağa, biliyorum. Ancak değil, öyle ki, bugün artık çağdaş edebiyatı kapsayan majör bir duruma işaret ediyor sürgünlük kavramı. Bir insanlık trajedisi olduğu kadar, Fethi Naci’nin de dediği gibi ‘insanlığın trajik serüveni’ olduğu kadar bir yanıyla edebiyatın, edebiyatçının da ta kendisi çünkü. Sadece Türkçe edebiyatta sürgün edilmiş yazarların dökümünü yapmaya kalksam, bu derginin tamamını doldurmak bile yetmeyecektir. Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Refik Halid Karay, Nazım Hikmet, Halide Edip Adıvar, Halikarnas Balıkçısı ve daha nicesi. Edebiyatımızı edebiyat yapan isimlerdir hepsi… Edward Said, sürgünlük kavramını edebiyat eleştirisine getirirken, bunu sürgünü, sürgün olma durumunu ideal entelektüelin, ideal aydının tanımı içine koyarak yapar. Böylelikle de sürgünün tanımını genişletir, sürgün yaşadığı toplumun dışına itilen kişi haline gelir, genel anlamıyla. Bu hale devlet eliyle, zorla da gelmiş olabilir, gönüllü olarak da. Her türlü dışlanmayı içerir birey için sürgünlük, dolayısıyla da kendiliğinden politik, kendiliğinden muhalif ve kendiliğinden trajiktir. Tıpkı edebiyatın kendisi, edebiyata ucundan kıyısından bulaşan bireyin kendisi gibi…

Bana bütün bunları söyleten Özcan Alper, çokça konuşulan ve daha çok tartışılacağa benzeyen “Rüzgârın Hatıraları”yla edebiyata ve hikâyesinin merkez karakteri Aram’la sürgünlüğe değiyor. Dolayısıyla da yönetmen, sözünü ettiğimiz insanlık trajedisinin peşine düşüyor. Ama film üzerine tartışmalar, 1915 Ermeni soykırımı, sinemasal anlatım teknikleri, toplumsal hafıza gibi çeşitli konular üzerinden sürüp giderken, iki ana konuyu elimizden kaçırıyoruz: Aydının sürgünlük durumu ve politik bir hikâyenin nasıl anlatılacağı sorusu… Politik anlatım meselesini yazımın sonuna saklayarak en başta aydının, yazarın, entelektüelin sürgünlük durumunu, kendi edebiyatımızdan yola çıkarak düşünmeye başlıyorum.

İktidarlar, yönetim şekilleri, güç dengeleri sürekli değişir ama yazan, düşünen, söyleyen, en önemlisi de hayatta olup bitenleri hikâye eden kişinin kaderi pek değişmez. Hikâyeler acıyı, acılar hikâyeleri doğurur, zaman geçip gider.  Bu bizim edebiyatımızda da böyle. Namık Kemal’le başlayalım. Hani bugün modern edebiyatımızın başını tutan yazarlardan biri olarak kabul ettiğimiz, modern anlamda ilk tiyatro oyununu yazan, vatanseverlik, milliyetçilik kavramlarını ortaya atan ilk aydın, hani vatan şairi Namık Kemal. Tam beş kere sürgün edilmiş. Evet, hayatının yazıyla ilişkiye geçtikten sonraki her anında iktidarla başı derde girmiş, bugün kıymet verdiğimiz hemen tüm eserlerini sürgünlerde kaleme almış ve tabii ki yine sürgünde ölmüş. Tam bu noktada durup kendi kendimize sorarız, Namık Kemal eğer sürgünlere gönderilmeseydi, Vatan Yahut Silistre gibi başyapıtlarını kaleme alabilir miydi? Buna tek başına cevap vermek anlamsızdır çünkü sorumuzun alanını daha da genişletmek gerekir: Sürgün olan edebiyatçının edebiyatını sürgünlükten ayırmak, sürgünlükten ayrı düşünmek artık mümkün müdür?

Edebiyat tarihine baktığımızda, sürgün edildiği, hapislere konduğu için artık yazamayan edebiyatçılar muhakkak buluruz. Ama edebiyat tarihi dediğimiz şeyin çoğu, tüm bu dışlanmışlıklar karşısında durabilen edebiyatçıların tarihidir. Sistem, dayatır, susturmaya çalışır, sürer, hapseder, gerekirse öldürür, edebiyatsa doğası gereği bütün bunlara direnir, yazmaya, söylemeye devam eder. Ama ne pahasına?

Kendi yaşadığı toplum içinde içinde zor durur zaten aydın. Yaşadığı toplumdan uzaklaştırılmaksa, hasret ve isyan duygusunun yanı sıra, bir kırıklık, bir tutukluk getirir yazarların hayatına. Hani bir tür çocuksu kırılganlık. Hayat kısmı zorlaştırıldıkça, en basit gündelik işlerin bile üstesinden gelememeye başlar yazar. Ama edebiyata baktığımızda işlerin değiştiğini, tarafların sanki yer değiştirdiğini görürüz: “Benim hayattaki zayıflığım, edebiyattaki gücümdür”, diye yazar Mehmed Uzun. Aynı anda hem kahredici hem umut verici olmayı başararak… Yasaklı bir dilin yasaklı yazarıdır o da, tam otuz yılını doğup büyüdüğü topraklardan uzakta, başka bir ülkenin himayesinde geçirmiş, eserlerinin çoğunu da orada kaleme almıştır. Orada güç bela yaşarken, sesi buraya doğru güçlenir. 

Akıllanan birisi…

Peki uzlaşanlar, iktidarın diliyle söyleyecek olsak, akıllananlar yok mudur? Onlardan da var elbet. Ahmet Mithat, bir tür küçültme seslenişi olan Efendi’yi, işte bu yüzden almıştır mesela adının yanına. Hemen her Tanzimat aydını gibi kendini yazdıklarıyla halkı eğitmeye adamış olan Ahmet Mithat’ın 1873 yılında Namık Kemaller’le birlikte muzır neşriyattan dolayı sürgün edilince, çok bozulduğu söylenir. Üstelik bu muzır neşriyata ek olarak, insanların maymundan geldiğini söylediği için bir de kâfirlikle suçlanmıştır. 1876 yılında afla geri döner İstanbul’a. Ve bundan sonraki hayatını, halka ne kadar muhafazakâr ve İslamcı olduğunu kanıtlamaya çalışarak geçirir. Kendini gülünç duruma düşürmüştür. Edeb itibarını kaybetmiştir adeta. Aydın çevreler için bu nedenle yok sayılır, adının sonuna Efendi eklenir ve küçümsenir. Oysa diğer yandan baktığımızda, sürgünde ilk romanlarını kaleme aldığını görürüz yazarın. Edebiyat tarihimizi etkileyecek Hasan Mellah, Felatun Bey ile Rakım Efendi, hep sürgünlüğünün ürünleridir. Edebiyat çevreleri onun için edebiyatçı demeye gönül indirmez, “halkın yazarı” derler. Ve bir yandan iktidarla barışmak için uğraşırken diğer yandan da halkın yazarı olarak kalmak, bu ilgiyi ayakta tutmak için çok çaba gösterir Ahmet Mithat. Roman, tiyatro, anı, hikâye, seyahatname, mektup, monografi… liste uzayıp gider, hemen her türlü yazın türünde ürünler verir. İlklerin adamı olur, ilk roman, ilk köy hikâyesi, ilk cinayet romanı, ilk monografi, hep onun kaleminden çıkar. Ve son bir şey daha; kadın sorununa edebi anlamda ilk eğilen yazar olacaktır. Fatma Aliye’yi de Türkçe edebiyata o kazandıracaktır.

Dönemin saikleri içinde belki bizim de hiç sevmeyeceğimiz Ahmet Mithat’ı bugün kuşkusuz sempatiyle anıyoruz. Biliyoruz ki bugün hâlâ edebiyatımızda onun kadar ürün veren başka bir yazar yok. Ve belki de iktidarla, halkla uzlaşısını hep yazmak, daha çok yazmak arzusuyla, yaratma iştahıyla kurduğunu düşünüp, affedebiliyoruz. Üstelik bir yanıyla da görüyoruz ki, Ahmet Mithat, Rodos’tan döndükten sonra bu defa başka bir sürgünlüğe sürükleniyor, aslında ait olduğu çevrenin dışlanan yazarına dönüşüyor. Uzlaşmanın bile, edebi sürgünün kaderini değiştiremediğini tam 140 yıl öteden bize kanıtlıyor.

Yatık Emine benim!

Sürgün sebebiyle siyasi anlamda yalpalayan yazarlarımızdan biri de Türkçenin en güzel örneklerini edebiyatımıza kazandıran Refik Halid Karay’dır. Hem Osmanlı’nın hem Cumhuriyet’in sürdüğü bir yazardır o, aslına bakarsak kendi içinde siyasi dalgalanmalardan çok, içindeki muhalifi susturamamasından başı derde girmiştir hep. Bugün, Türkçesinin tadına doyamadığımız Memleket Hikâyeleri’ni sürgünde yazmıştır. Ve kitapta yer alan hikâyelerden birinde unutulmaz bir sürgün kahraman yaratmıştır: Yatık Emine. Şimdi sorsak, Flaubert’in Madam Bovary’si gibi “Yatık Emine benim” diyecekmiş gibi gelir Refik Halid. Oradan oraya sürülen, sürüklenen gariban bir fahişedir Emine. Onu görmemeye, onu duymamaya çalışır insanlar; aslında çaresi olsa, hani birinden biri el uzatsa kaderi değişecek, yaptıklarından vazgeçecek gibi görünür, içimizi yakar. Ama Karay’ın ona biçtiği son, kendininkinden farklı değildir. Toplumun çarkları döner döner, Emine uslansa da, elinden tutan bulunsa da, kader değişmez, “öteki” olan “öteki” olarak ölecektir. Çaresiz bir hastalıktır bu, bir kere tutulmaya görsün…

Sürgün, bir edebiyatçı için aynı anda hem dil hem de bir coğrafya meselesidir. İnsan nasıl ki anadilini değiştirmeye muktedir değilse, doğup büyüdüğü toprakları, coğrafyayı da değiştirmeye muktedir değildir. Belki dünyanın en güzel yeri değildir doğduğu topraklar ama zorla gönderildiği yer ister, Mehmed Uzun gibi, Nazım Hikmet gibi dünyanın bugünkü anlamıyla en bayındır, en medeni yerleri olsun, ister diğer birçok edebiyatçımızın gönderildiği gibi tozlu topraklı bir Anadolu kasabası olsun, ruh hali değişmez. Gördüğü değişmez. Karay’ın Yatık Emine’yi gönderdiği yer gibidir hep sürgünlüğün yurdu: “Burası Ankara’ya iki gün ötede, ana yollardan aykırı küçük bir kasabaydı. İki gün bitmez tükenmez yokuşlar çıkılarak bin zahmetle takati tükenmiş bir halde gelindiği halde orada oturulacak bir kahve, yatacak bir han bulunmaz; şu çıplak, kuru memlekete varmak için neden bu kadar yollar aşıp zahmetler çekildiğini insan bir türlü anlamazdı. Soğuk, barınılmaz bir kışı; susuz, dayanılmaz bir yazı vardı. Civara nispetle o kadar yolsuz ve yüksekti ki, sanki buraya insanlar yokuşları tırmana tırmana değil, gökten serpilerek gelmişler ve inmeğe iz bulamayarak öyle, dünyadan alakasız bir küme halinde kalmışlardı. Haymana Ovası’nın ortasında, en yüksek bir yerde gözcü gibi bekleyen kasaba, kerpiç evleri ve ağaçsız sokaklarıyla ne kadar zevksiz, kasvetliydi. Bütün ömürlerini netice vermeyen davalar arkasında büyük ümitlerle koşa didişe geçirip nihayet umduklarını bulamadan yıkılıp ölen adamlar gibi buraya nihayet tırmananlar da hiç şüphesiz arayıp beklediklerini bulamamaktan ileri gelme bir kederle düşüp kalmışlardı.” Sürgün, buraya zorunlu olarak gönderilmiştir ve burada kendisi dışında yaşayanların, neden burada yaşadıklarını bir türlü anlayamaz.  Belki de ilk kopuş, tam bu noktada, mekânsal olarak yaşanır.

Hayattan, olan bitenlerden, hayatın şimdisinden uzak olma, bir şeyleri sürekli kaçırıyor olma endişesinin de taştığını görürüz Karay’ın bu satırlarında. Sürgün olma duygusu, bir yanıyla söz konusu hayatı kaçırma endişesinin etkisiyle de çokça yazma, çokça üretme arzusu verir gibidir edebiyatçılara.

Sürgünü masala çevirmek

Sürgünde değişmek var, evet, bir de sürgünde doğmak. Bunun en iyi örneği Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın hayatıdır belki de. O, Cevat Şakir Kabaağaçlı olarak gittiği sürgünde ölmüş, Halikarnas Balıkçısı olarak yeniden doğmuştur çünkü. Ve İstanbul’dan çıkıp ancak dört ayda varabildiği, köy bile sayılamayacak, adı sanı olmayan küçücük balıkçı koyundan, tarihiyle, coğrafyasıyla bir yeryüzü cenneti yaratmıştır. Sürgünlüğünü masalsı bir cennete çeviren nadir yazarlardan biridir Halikarnas Balıkçısı. Bir Osmanlı burjuva çocuğu, orada Türkçenin büyük yazarı, balıkçı, botanikçi, karikatürist olarak yeniden hayata gelmiş, kendini ve sürgün edildiği yeri masalsı bir kahramanlık hikâyesine çevirmiştir. Cezası bittikten sonra bile İstanbul’da duramamış, Bodrum’a geri dönmüş ve orada hayata veda etmiştir. Masalı bugün hala Bodrum’da ve edebiyatımızda devam eder.

Halikarnas Balıkçısı’nın insanı hem hayrete düşüren hem de büyüleyen yaşama ve yaratma iştahını onu baskılamak üzere harekete geçmiş olan sürgünlüğü yenme çabasından ayırmak, yine mümkün değildir. En başta sürgün için, kendiliğinden politik, kendiliğinden muhalif, kendiliğinden trajik, demiştim. Kafamızı çevirip hangi döneme, hangi edebiyatçıya bakarsak bakalım, çareyi yazmakta arayıp bulmaktan başka bir şey göremeyiz. Bu giderek edebiyatçı için toplumsal bir paradoksa dönüşür. Hikâye ettiği için sürülmek, sürüldüğü için hikâye etmek.

Hikâyeleri birbirinden ayıran…

Söz konusu paradoks, sanatın içinde, politik bir eser nasıl yaratılmalıdır sorusunun kendisinde de bulunur. Sürgünlüğün edebiyatı kapsayan majör bir hâl olduğundan söz etmiştim, ama elbette minör hikâyelerden yola çıkan bir majör hâl… Bugün sinemamızda ve edebiyatta yeniden yükselişe geçen ve yeni bir tür toplumcu gerçekçiliğe yaklaşan politik-edebi eğilim, bize bir kere daha politik bir hikâye, toplumsal bir travma nasıl anlatılır sorusunu sorduruyor. Bu sorunun cevabının, durmadan yazılan işte o küçük hikâyelerde saklı olduğunu düşünüyorum. Başta da vaat ettiğim gibi bana aslında bu yazıyı yazdıran, sürgünlük üzerine bir kez daha ayrıntılı düşünmemi sağlayan Özcan Alper’in “Rüzgârın Hatıraları” adlı filminin kahramanı Aram, kendi varlığıyla aydının ve toplumsal travmanın kanlı canlı bir temsilini oluşturuyor. Binlerle sürülen insanların, açlığın, sefaletin, toplu ölümlerin gösterimi yok hikâyenin içinde. Sadece bu katliamdan bir şekilde kaçmış çocuğun anıları var. Bir yandan da toplumsal bir travmanın içinden çıkıp kendine o toplum içinde yer bulmuş bir aydının yeniden sürgüne, yeniden kaçışa sürüklenişinin hikâyesi var.

Aram’ın alelade bir fahişe olan Yatık Emine’den ne farkı var? Nereye kaçsa, o ya da bu sebeple ‘öteki’…Nereye gitse insanlar ve tabiat onun ölümünü hazırlıyor, onun ölümünü kolluyor. Kasabanın dışında, insani hiçbir konfora sahip olmayan Emine’nin perişan viranesiyle Aram’ın gitmek ve kalmak, ölmek ve yaşamak arasında tutulduğu vahşi orman kulübesi ev olmaktan, onları yaşatabilmekten çok uzaklar. İnsanlık trajedisi serüvenini yazmaya devam ediyor. Ve nasıl ki Yatık Emine Refik Halid’i, söz gelimi Peyami Safa’nın kadınların zaafları yüzünden içine düştükleri ahlak bataklığını bize göstere göstere anlattığı Sözde Kızlar’ından keskin bir çizgiyle ayırıyorsa; Rüzgârın Hatıraları, Özcan Alper’i, göstere göstere toplumsal travmaları, insanlık dramlarını anlatan sinemacılardan ayırıyor. Aram’ın çocukluğunda yaşadığı vahşet, 1915’te Anadolu’da da yaşanmış olabilir, dünyanın herhangi başka bir yerinde, iktidarların toplumlara kim bilir hangi ekonomik-politik sebeple yönelttiği başka bir vahşet de olabilir. Gerçek, en etkileyici, en can alıcı şekliyle, insanın, bireyin ruhuna değince açığa çıkıyor.

Politik bir hikayenin nasıl anlatılacağı, toplumsal acıların, yaşanan travların gelecek kuşaklara aktarımının nasıl olacağı, kuşkusuz hacimli ve içinde pek çok cevabı aynı anda barındıran bir soru. Hatta belki de özellikle edebiyatın başlıca sorunlarından, eğer kabul ederse de başlıca sorumluluklarından birisi. Rüzgarın Hatıraları’nda ya da, yukarıda örnek verdiğim için, Yatık Emine gibi hikayelerde, olan biteni daha küçük, kişisel, minör bir tavırla anlatma eğilimi, bugünün insanına destansı anlatımlardan, kalabalık karakterlerden, uzun zamana yayılan aile hikayelerinden daha etkileyici geliyor belli ki. Edebiyatın ve sanatın toplumu, insan ruhuna değerek anlatmaktan başka başka çaresi yok. Sürgünlüğü, nasıl ki sürgün bir edebiyatçının içinden cımbızla çekip ayıramıyorsak, iktidarların yarattığı dehşeti de insan ruhunun bütününden ayrı değerlendirmemiz mümkün değil. Bunu çok iyi biliyoruz artık. Sevindirici olan, kendi kuşağımızın da politik bir estetik bulma çabasında oluşu. Sevindirici olan sinemanın ve edebiyatın artık yavaş yavaş sessizlerin payından pay çalmaya başlaması. Acılar değişmiyor, ama biz onları anlatma şeklimizi değiştirdikçe, çıkışa yaklaşıyoruzdur belki de. Neden olmasın?