Hepimiz Oldukça Sıkıntılıyız

Sıkıntı (Anksiyete) ve Sıkıntının Neden Mücadeleyi Etkin Biçimde Engellediğine Dair Altı Tez ve Bununla Başa Çıkmanın Olası Bir Yöntemi[1]

1) Kapitalizmin her evresinin kendine özgü egemen bir tepkisel duygulanımı vardır.

Kapitalizmin her evresinin, onu ayakta tutan özgün bir duygulanımı vardır. Bu sabit bir durum değildir. Özgün duygulanımın hâkimiyeti ancak direniş stratejileri bu özgün duygulanımı çökertinceye kadar ve/veya bunun sosyal kaynakları kesin ve açık bir şekilde belirleninceye kadar sürdürülebilir. Bu yüzden, kapitalizm sürekli bir kriz yaşar ve kendini yeni bir başat duygulanım aracılığıyla örgütler.

Her dönemin başat duygulanımının bir yönü, bunun kamusal gizliliğidir ki, bunu herkes bilir, fakat kimse itiraf etmez veya hakkında konuşmaz. Başat duygulanım[2] kamusal bir sır olarak kaldığı müddetçe etkinliğini devam ettirecek ve buna karşı stratejiler ortaya çıkamayacaktır.

Kamusal sırlar tipik olarak kişiselleştirilmiştir. Sorun sadece bireysel, psikolojik düzeyde gözle görülür; sorunun sosyal sebepleri gizlenmiştir. Her evre, sistemin yol açtığı cefalar (suffering) için sistemin kurbanlarını suçlar. Ve işlevsel aklının temel bir kısmını tesadüfi ve yerel bir sorun olarak tanımlar.

Modern çağda (savaş sonrası uzlaşıya kadar), başat duygulanım sefaletti. 19. yüzyılda egemen anlatı kapitalizmin bir genel zenginleşmeye yol açtığıydı. Bu anlatının kamusal sırrı isçi sınıfının sefaletiydi. Bu sefaletin afişe edilmesi devrimciler tarafından gerçekleştirildi. 19. yüzyılda modern sosyal hareketlerin ilk dalgası sefalete karşı bir savaş makinesiydi. Grev, ücret mücadelesi, siyasal örgütlenme, karşılıklı yardım, kooperatifler ve grev fonu gibi taktikler belirli bir sosyal asgari geliri sağlayarak, sefaletin gücünü alaşağı etmekte etkindiler. Bu stratejilerin bazıları sefaletle savaşta hala işe yaramaktadır.

Sefalet kontrol stratejisi olarak işlevini kaybettiğinde, kapitalizm can sıkıntısına doğru bir dönüş yaptı. 20. yüzyılın ortalarında başat kamusal anlatı, yaşam standartlarının – tüketim, sağlık hizmetleri ve eğitime ulaşımı kolaylaştırarak – arttığı yönündeydi. Zengin ülkelerde herkes mutluydu ve yoksul ülkeler de gelişim yolundaydılar. Kamusal sır, herkesin canının sıkıldığıydı. Bu 1980’lere kadar hüküm süren fordist sistemin bir sonucuydu – ömür boyu tamgün iş, refah garantisi, kitlesel tüketim, kitlesel kültür ve sefaletle mücadele için kurulmuş emek hareketinin sisteme içerilmesine dayanan bir mekanizma. İş güvenliği ve refah yardımları sıkıntı ve sefaleti azalttı, fakat iş can sıkıcıydı, basit, sürekli tekrarlanan edimlerden oluşuyordu. 20. yüzyılın ortalarındaki kapitalizm hayatta kalabilmek için gerekli her şeyi sunuyordu, ama yaşam için gerekli fırsatları veremiyordu; zorla besleyerek doyum noktasına kadar hayatta kalmaya dayalı bir sistemdi.

Elbette, Fordizmde tüm işçilerin gerçekte istikrarlı bir işi veya güvenliği yoktu – fakat bu, etrafında genel sistemin düzenlendiği işin çekirdek modeliydi. Bu dönemde gerçekte üç tür anlaşma vardı, Fordist-can sıkıntısı konjonktürünün en tipik olanı B-isçi anlaşmasıydı – güvenlik karşılığında can sıkıntısı–. Günümüzde, B-isçi anlaşması A- ile C- isçileri (tüketim toplumunun üyeleri ile en marjinallerin otonomisi ve güvensizliği) arasında derin bir girdap bırakarak büyük ölçüde ortadan kalktı.

2) Çağdaş direniş, 1960’ların dalgasından başat duygulanım olan can sıkıntısına cevap olarak ortaya çıktı.

Hâkim sistemin her evresinin başat bir duygulanımı varsa, direnişin her evresinin de bu duygulanımı mağlup etmek veya yok etmek için stratejilere ihtiyacı vardır. Eğer sosyal hareketlerin ilk dalgası sefalete karşı mücadele makinesiydi ise, ikinci dalga (1960-70’lerin, veya daha genel kapsamıyla (ve daha zayıf olarak) 1960-90’ların) can sıkıntısına karşı mücadele makinesiydi. Bu, bizim kendi hareketimizin doğduğu dalgadır ki bizim teori ve pratiklerimize en çok biçim veren de budur.

Bu dönemin pek çok taktiği iş-tüketim-ölüm döngüsünden kaçış taktikleriydi/halen öyledir. Sitüasyonistler, “Açlıktan ölmek istemiyoruz garantisinin, can sıkıntısından öleceğiz rizikosunu kabul ederek sağlanacağı bir dünya istemiyoruz” diyerek, can sıkıntısına karşı bir dizi taktiğe öncülük ettiler. Otonomlar, işi reddederek can sıkıntısıyla mücadele ettiler: hem iş içerisinde (sabotaj ve iş yavaşlatmayı kullanarak) hem de işe karşı (işten kaytararak ve işten ayrılarak). Bu protesto biçimleri egemen sıkıcı iş ve sıkıcı sosyal rol biçimlerinden geniş bir karşı-kültürel kaçış sosyal süreci ile ilişkilenmiştir.

Feminist harekette “Ev hanımı keyifsizliği” 1960’larda sisteme özgü olarak kuramlaştırılmıştı. Sonra daha başka memnuniyetsizlikler bilinç arttırma ve buradan doğan metin ve aksiyon (“The Myth of the Vaginal Orgasm’”dan Readstocking kürtaj serbest konuşmalarına kadar) yollarıyla ifşa edildi. Benzer eğilimler, Ezilenlerin Tiyatrosu, eleştirel pedagoji, temel direkt-eylem biçimleri (karnaval, militan, pasifist) ve özgür parti hareketi, sokakları geri al, DIY (Türkçesi Kendin yap) kültürü ve hacker kültürü gibi geç 1990’larda türeyen hareketlerde görülür.

Çağ ortasındaki sefaletten can sıkıntısına yeniden yönelme, yeni bir isyan dalgasının ortaya çıkmasında kritikti. Biz bu dalganın son noktasındayız. Nasıl ki, birinci dalganın taktikleri sefaletle mücadelede hâlâ işe yarıyorsa, can sıkıntısıyla savaşta da ikinci dalganın taktikleri hâlâ işe yarıyor. Zorluk şu ki, biz can sıkıntısıyla asıl düşman olarak daha az karşılaşmaya başladık. İşte bu, militan bir direnişin neden çıkmaza girdiğini açıklıyor.

3) Kapitalizm can sıkıntısına karşı mücadeleyi büyük ölçüde absorbe etti.

Can sıkıntısına karşı mücadelenin kısmen sisteme absorbe edilmesi gerçekleşti. Kapitalizm kaçışı iş ötesi mekânlara, sosyal fabrikayı yaratarak izledi – içinde tüm toplumun bir işyeri gibi örgütlendiği bir alan. Prekarite, insanları şimdi tüm sosyal fabrikayı kapsayan emeğin genişleyen alanında tekrar işe zorlamakta.

Bu işlevin pek çok örneği sıralanabilir. Firmalar, çalışanları işlerini sadece yönetmek değil, ruhlarını işe vermelerini teşvik eden düzleştirilmiş yönetim modellerini (flattened management models) benimsemeye başladılar. Tüketim toplumu artık daha geniş bir spektrumda niş ürünleri[3] ve sürekli eğlence sunar ki bunlar eskiden olduğu gibi geniş kitle beğenisi tarafından belirlenmez. Video oyunları ve sosyal medya gibi yeni ürünler artan bireysel katılım ve desosyalize olmuş dürtü düzeylerini içerir. İşyeri deneyimleri mikro-farklılaşmalar ve performans yönetiminin yanı sıra, kapitalizmin kıyısındaki gündelik iş ve yarı-serbest çalışma durumları ile çeşitlendi. Kapitalizm saplantılı bir şekilde korunan aracılaştırılmış (mediatised) ikincil kimliklerin – sosyal medya, görünür tüketim ve ömür boyu öğrenim aracılığıyla öz portreler – büyümesini teşvik etti. Geçen dönemin bir çok direniş yöntemi ehlîleştirildi[4] veya özü feshedilerek iğdiş şekilde yeniden canlandırıldı: örneğin şirket gece kulübü ve müzik festivalleri, rave’in[5] yerini aldı.

4) Günümüz kapitalizminde başat tepkisel duygulanım sıkıntıdır.

Bugünün kamusal sırrı herkesin sıkıntılı olduğudur. Sıkıntı, önceki (cinsellik gibi) lokalize olduğu yerlerden sosyal alanın bütününe yayıldı. Yoğunluk, kendini ifade, duygusal bağlantı, yakınlık ve zevkin tüm formları artık sıkıntı ile örülüdür. Bu itaatin temel taşı haline gelmiştir

Sıkıntının en temel sosyal destekleyicilerinden biri, her yerde ve her daim hazır gözetim ağıdır.

NSA, CCTV, performans yönetim raporları, iş bulma kurumu, hapishanedeki ayrıcalık sistemi, küçük okul öğrencilerinin sürekli sınavı ve sınıflandırılması. Fakat bu apaçık ağ sadece dış kabuktur. Başarının neoliberal düşüncesinin bu gözetim mekanizmalarını, öznelere ve nüfusun çoğunun hayat hikâyesine nasıl aşılandığına dair yollar üzerine kafa yormalıyız.

İnsanların, sosyal medya, gözle görülür tüketim ve düşünceler sahasında mevki seçimi yoluyla kesin ve zahiri kendini bozlamalarının (self-exposure) aynı zamanda sanal ötekilerin ebedi bakışları (gaze) alanında nasıl bir performans üstlendiklerini anlamamız gerekir. Bu bakışın sonsuz izlenilen sürekli bir performansında eş-aktörler olarak birbirimizi nasıl bulduğumuz, ölçtüğümüz ve tanıdığımızın biçimlendiği yollar hakkında düşünmeliyiz. Bu etkinlikteki başarımız, öte yandan sadece ücret biçiminde değil, ayrıca güven biçiminde de beşeri sıcaklıktan varlığın anlamına ulaşmaya kadar kapasitemizi etkileyecektir. Kamusal alanlar bürokratikleştirildi ve özelleştirildi, aracılaştırılmış gözetleme dışındaki alanlar giderek yok oldu, insani faaliyetlerin pek çok alanı risk, güvenlik, bela, hayat kalitesi veya anti sosyal davranış temelinde kriminalize edildi.

Bu artan güvenleştirilmiş (securitised) ve görünür kılınmış alanda, iletişim kurmaya zorlanıyoruz. İletişime dahil olmayan dışlanıyor. Herkes kullanılıp atılabilir olduğu için, sistem, alternatiflerin peşinen kapalı olduğu bir bağlamda, herkesi zorunlu iletişimden koparma (delink) tehdidini her daim elinde bulunduruyor ki zorunlu delink desosyalizasyonu içeriyor – bu da desosyalizasyonal bir içerme ile desosyalizasyonal bir dışlama arasında absürt bir olmayan-seçime yol açıyor. Tehlike bugünün disiplin pratiklerinin – „time-out“lar ve internet yasaklarında, işten çıkarmalarda ve yardım müeyyidelerine kadar – hapishanelerdeki acımasız yalnızlığa mahkumiyet yöntemlerinde açıkça ortaya konmuştur. Bu rejimler, sıkıntı aracılığıyla kontrolün sıfır noktasıdır: benliğin çöküşünü yaratmak için, ilişkiselliğin koordinatlarının sürekli bir tehdit ortamında kırılmasıdır.

Sıkıntının mevcut başat duygulanımı prekarite olarak da adlandırılmaktadır. Prekarite, insanların üzerinde kontrol kurabilmek için onlara kullanılıp atılabilir şeyler olarak davranan bir güvensizlik şeklidir. Prekaritede sefaletten farklı olarak yaşam için gerekli ihtiyaçlar yok değildir. Bunlar mevcuttur, fakat koşullara bağlı olarak saklanırlar.

Prekarite genelleşen bir umutsuzluğa yol açar; kurtuluşu olmayan daimi bir bedensel uyarım. Genç insanların büyük bir kısmı ailelerinin evinde yaşıyor. Nüfusun önemli bir bölümü – İngiltere’de %10’un üzerinde – antidepresan kullanıyor. Güvensizlik insanların aile kurma isteklerini azalttığı gibi, doğum oranları da azalmakta. Japonya’da milyonlarca genç insan asla evlerinden ayrılamıyor (hikikomori), diğerleri ise tam anlamıyla bir salgın düzeyinde kendilerini çalışarak öldürüyorlar. Anketler İngiltere nüfusunun yarısının gelir güvensizliği yaşadığını ortaya koymakta. Ekonomik olarak, sıkıntı sistemi düşük maliyetli üretim, finansallaşma ve bunun sonucu borç köleliği, hızlı iletişim ve finansal dışarı akım ve üretimin küreselleşmesini içerir. Herkesin birbirini gözetlediği, istenen “hizmet yönetimi”ni sürdürdüğü, ve yeniden test ve potansiyel hataların çağrı sayısı ile ölçüldüğü prosedürlere maruz kaldığı ve pek çok emekçiye istikrarlı bir işin reddedildiği bir süreçle karekterize olan çağrı merkezleri gibi işyerleri giderek yaygınlaşmakta (öğrenme yerinin aksine, bir işe girebilmek için dahi altı ay çalışmak gerekiyor). Görüntü yönetimi, resmi kurallar ve gerçekten yaşananlar arasındaki uçurumun her zamankinden daha derin olduğu anlamına geliyor. Ve 11 Eylül sonrası iklimi bu yaygın sıkıntıyı küresel siyasetin içine kanalize etti.

5) Korku kamusal bir sırdır.

Aşırı korku ve stres kamusal bir sırdır. Tartışıldığında dahi, genellikle hatalı düşünce kalıpları veya kötü adaptasyon olarak suçlanan bireysel psikolojik sorunlar olarak anlaşılmaktadır.

Aslında, hakim kamusal anlatı bizim (güvenleştirme aracılığıyla) “emniyette” ve (performans yönetimi aracılığıyla) “rekabetçi” kalabilmemiz için daha fazla strese ihtiyacımız olduğunu iddia etmekte. Her moral panik, her yeni kısıtlama veya yeni baskıcı yasa, hayatın her alanının düzenlenmesi (overregulation)’den kaynaklanan korkunun ve stresin kümülatif ağırlığının artmasına katkıda bulunuyor. Hakiki insan güvensizliği güvenlileştirmeye kanalize ediliyor. Bu bir kısır döngüdür, zira güvenlileştirme başlangıçtaki korkuya yol açan nedenleri (ıskartaya çıkarma, gözetim, yoğun düzenleme) arttırıyor. Aslında, ülkenin güvenliği öz benliğin güvenliği için vekaleten kullanılan bir yedektir. Yine, bunun emsalleri vardır: ulusal büyüklüğün vekaleten sefaletin tazmini için kullanımı ve küresel savaşın, can sıkıntısından kaynaklanan hayal kırıklığının bir kanal olarak kullanımı.

Korku ayrıca aşağıya doğru yönlendirilir. İnsanların kendi yaşamları üzerinde kontrol eksikliği kimin kontrol edeceği hiç fark etmeksizin mikro yönetim aracılığıyla obsesif bir kontrol elde etme mücadelesine yol açıyor. Ebeveyn yönetim teknikleri, örneğin, onların takip edebilecekleri kesin bir taslak (script) sağlayarak ebeveynlerin korkularını azaltan yollar olarak ilan ediliyor. Daha geniş bir sosyal düzeyde prekariteden kaynaklanan gizli kaygılar sosyal düzenleme ve sosyal kontrole dair obsesif projeleri harekete geçirmekte. Bu gizli korku giderek azınlıklara yansıtılıyor.

Sıkıntı bir dizi yolla kişiselleştiriliyor – yoksulluk için yoksulları suçlayan yeni sağ söylemlerden, korkuyu nörolojik dengesizlik ya da işlevsiz düşünce tarzı olarak ele alan günümüz terapilerine kadar –. Yüzlerce “yönetim” söylemi şekli – zaman yönetimi, öfke yönetimi, ebeveyn yönetimi, kendini-markalaştırma, oyunlaştırma[6] – korkulu öznelere, öznelliğin kapitalist modeline daha muazzam uyum karşılığında kontrol yanılsamasını vaat etmekte. Ve daha pek çok günah keçisi ve kriminalize eden söylem, prekariteyi kişisel sapma, sorumsuzluk veya patolojik bir kendini dışlama sorunu olarak ele almakta. Bu söylemlerin pek çoğu Fordizmin üstyapısını (milliyetçilik, sosyal uyum) altyapısı (ulusal bir ekonomi, refah, herkes için iş) olmadan korumaya çalışmakta. Kişisel sorumluluk doktrinleri bu geri tepkide merkezi bir konumdadır ve incinebilirliği ve kullanılıp atılabilirliği pekiştiriyorlar. Sonra (böylece) bir kendine-saygı sanayi var, medyanın, insanlara pozitif düşünme yoluyla başarıya nasıl ulaşacaklarına dair muazzam bir telkin kampanyası var – sanki korku ve hayal kırıklığı sadece basit bir yanılsamaymış gibi –. Bunlar sorunların kişiselleştirilmesine yönelik eğilimlerin göstergesidir. Hem işle hem de psikolojiyle ilgilidirler.

Daha evvel, insanların çalışmak için kamu sırrı olarak sosyal izole edilmesi gerektiğini iddia ettik. Bu otantik iletişimin giderek daha nadir olarak gerçekleştiği güncel durum için geçerlidir. İletişim her zamankinden daha yaygındır, ama giderek, sistem aracılığıyla belirlenen patikalarda gerçekleşir. Bu nedenle insanlar birçok yönden, tam da sistem herkesin iletişim halinde ve iletişime açık halde olmasını isterken dahi, gerçek bir iletişimden alıkonulur. İnsanlar kendilerini ifade etmek yerine hem iletişim talebine uyarlar hem de aracılı mekânlar içerisinde kendilerine sansür uygularlar. Benzer şekilde, duygulanımsal emek sıkıntıyı azaltmaz; sadece tüketicilerin dikkatini dağıtarak emekçilerin acılarını vahimleştirir (araştırmacılar işçilere yönelik mutluluk taklidinin aslında ciddi sağlık sorunlarına neden olduğunu tespit ettiler).

İletişim hacmi önemsizdir. Özgürlükçü toplumsal güçlerin yeniden bileşimi – yeniden bağlanımı – kamu sırrının kendisinin konuşulduğu kanallar olmadığı müddetçe gerçekleşemeyecektir. Bu anlamda, insanlar temelde her zamankinden daha yalnız. (Pek çok radikal dahil) çoğu insan için, yaşadıkları ve hissettikleri şeylerin gerçekliğini kabul etmek zordur. Bir şeyin gerçek olarak doğrulanması için, ölçülebilir veya aracılı (virtuel neşredilmiş) olması veya bizim için hâlihazırda siyasal olarak tanınmış olması gerekir. Kamu sırrı bu kriterlere uymaz ve bu nedenle görünmez kalır.

6) Yürürlükteki taktikler ve teoriler işlemiyor. Sıkıntıyla savaşmak için yeni taktikler ve teorilere ihtiyacımız var.

Mobilizasyon ve etkili sosyal dönüşüm dönemlerinde, insanlar bir güçlenme duygusu, kendilerini ifade yeteneği, bir özgünlük duygusu ve baskının geriletilmesi veya yabancılaşmanın ortadan kalkmasını hisseder ki bunlar psikolojik sorunlar ve depresyon için etkili bir tedavi işlevi görür: bir tür zirve deneyimi. Bu, siyasi faaliyet sürdürmektir.

Bu tür arayışlar son yıllarda çok nadir hale gelmiştir.

Burada ilgili iki gelişmeye odaklanacağız: önleme ve yasal cezalandırma. Önleyici taktikler, eylem başlamadan veya eylemler herhangi bir başarıya ulaşamadan önce onu durdurur. (Eylemcileri) çembere almak, toplu gözaltılar, durdurma-aramalar, tecritler, ev baskınları ve önleyici tutuklamalar bu tür taktiklere örnektir.

Ceza, başka amaçlar için tasarlanmış prosedürleri kötüye kullanarak insanları korku, acı veya incinebilirlik durumu içinde bırakır – insanları bir tür ön suçlama veya duruşma öncesi kefalet koşulları içerisinde tutarak onların günlük edimlerini engelleyerek, uçuşa yasaklı ve sınır kontrolü listelerini kullanarak bilinen muhalifleri tutuklayarak, zorba gece baskınları yaparak, gereksiz yere insanların fotoğraflarını basına vererek, insanları şüphe üzerine tutuklayarak (bazen kota doldurmak için), işkence yaparak, ya da birinin gözetim altında olduğunu sessizce ilan ederek.- Bir kez devlet müdahalesi korkusu telkin olduktan sonra, bu kamusal alanda örülen, travma ve sıkıntıyı tetiklemek için stratejik olarak yerleştirilen görünür denetim ağı ile pekiştirilir.

Anekdot kanıtlar bu tür taktiklerin etkileri hakkında pek çok korku hikâyesi sunmakta – insanlar yıllarca yargılanmayı bekleyip beraat ettikleri davalardan sonra geride sinirli bir enkaz bırakıyor, aileleri ve arkadaşlarıyla herhangi bir iletişim olmadan geçen aylar sonunda intihar ediyor veya cinsel istismar olaylarından sonra dışarı çıkmaya korkuyor. Etkileri, devletin insanları öldürmesi veya gözaltında kaybetmesi kadar gerçektir, fakat bunlar büyük oranda görünmez hale getirilir. Buna ek olarak, pek çok radikal preker istihdam ve cezai yardım rejiminin (mali yardım) alıcısı konumunda bulunuyor. Sıkıntının genelleştirilmiş üretiminden kaçmakta başarısız oluyoruz.

Eğer ilk dalga sefaletle savaş için bir makine sağladıysa ve ikinci dalga da can sıkıntısıyla mücadele için bir makine idiyse, şimdi ihtiyacımız olan şey, sıkıntıya karşı bir mücadele makinesidir – ve bu henüz bizde olmayan bir şeydir. Eğer sıkıntının içinden bakarsak, Sitüasyonistlerin sözünü ettiği “perspektifi tersine çevirme”yi henüz gerçekleştiremedik – iktidarın bakış açısı yerine arzunun bakış açısından. Günümüzde en temel direniş biçimleri can sıkıntısına karşı mücadeleden ortaya çıkıyor ve fakat can sıkıntısı, sıkıntı tarafından yerinden edildiğinden, etkin olmaktan uzaklaşıyor.

Güncel militan direniş sıkıntıyla mücadele etmiyor ve edemez. Bu genellikle yüksek sıkıntı durumlarına planlı bir maruziyeti içerir. İsyanlar korkuyla negatif duygulanımları öfkeye dönüştürerek başa çıkıyor ve bu öfkeye saldırının fırlatıcı hamlesiyle müdahale ediyorlar. Pek çok yönden bu, korkuya bir alternatif oluşturuyor. Fakat insanlar için korkudan öfkeye geçmek oldukça zor ve insanlar bu duruma travma nedeniyle geri itiliyorlar. İsyancıların militan bir eylem önündeki psikolojik bariyerlerin varlığını ciddiye alma eğilimlerinin düşük olduğunu görüyoruz. Onların tepkisi “Hadi yap!” eğilimindedir. Fakat sıkıntı gerçek, materyal bir güçtür- basitçe bir hayalet değildir. Şüphesiz, bunların kaynakları çoğu zaman hayaletlerdir, fakat hayalet kavramının üstesinden gelme sorunu nadiren onu basitçe bilinçli olarak reddetmedir. Esasında reaktif duygulanımların bir sonucu olan hayaletin hayali gücünün temelini oluşturan bir dizi psikolojik barikat vardır. “Hadi yap” demek, kırık bacaklı birine “Hadi yürü” demek gibi bir şeydir.

Durum umutsuz ve kaçınılmaz gibi hissediliyor, fakat öyle değil. Prekaritenin etkilerinden dolayı böyle hissediliyor – daimi bir aşırı stres, zamanın sonsuz şimdiye daralması, her ayrışmış (ya da sistemik olarak aracılı) bireyin incinebilirliği, sistemin sosyal alanın tüm yönlerinin üzerindeki hâkimiyeti. Yapısal olarak, sistem savunmasızdır. Korku üzerine dayanmak, uyumluluğun güçlü formlarının yokluğunda kullanılan umutsuz bir tedbirdir. Sistemin kendi devamını insanların kendilerini güçsüz hissederek sağlama çabası, onu ani kopuşlara, isyanlara ve başkaldırılara açık hale getirir. Peki, kendimizi güçsüz hissetmeyi durduracağımız noktaya nasıl gelebiliriz?

7) Yeni bir prekarite-odaklı bilinç yükseltme tarzı gereklidir.

Sıkıntıya yeni yanıtlar formüle etmek için, çıkış noktamıza geri dönmek gerekir. Dipten gelen yeni bir bilgi ve teori seti inşa etmeliyiz. Bu amaçla, mevcut durumun deneyimleri ile dönüşüm teorileri arasında yoğun kesişimler üreten tartışmaların çokça oluşmasını sağlamalıyız. Bu süreci, dışlanan ve ezilen katmanların dolayımıyla başlatmalıyız – ama kendimizle başlamamak için de herhangi bir neden yok.

Böyle bir uygulama için olanakları keşfetmek adına, Enstitü (Prekar Bilinç Enstitüsü) benzer pratiklerin daha önceki durumlarını inceliyor. 1960/70’lerde yükselen feminist bilinç incelenmesinden, biz şu merkezi sonuçları özetleyebiliriz:

  • Deneyime ilişkin yeni tabana dayalı teori (grounded) üretmek. Şimdiki deneyimlerimize yeniden bağlanmalıyız – geçmiş evrelerin teorilerinden ziyade. Buradaki fikir, kendi durumlarımız hakkındaki algımız baskın varsayımlar tarafından bloke edilmiş veya engellenmiştir ve açık hale getirilmesi gerekmektedir. Odak noktası, kamu sırrı ile ilgili deneyimler olmalıdır. Bu deneyimler yeniden anlatılmalı ve bir araya getirilmelidir – önce gruplar içerisinde, sonra kamuoyunda.
  • Deneyimlerimizin gerçekliğini ve sistemik doğasını tanımak. Deneyimlerimizin bizim deneyimlerin gerçekliği olduğunu doğrulama bu işin önemli bir parçasıdır. Acımızın gerçekten acı, gördüklerimiz ve yaşadıklarımızın gerçek ve sorunlarımızın kişisel olmadığını olumlamamız gerekir. Bu bazen önemsemediğimiz veya bastırdığımız deneyimleri geri getirmeyi gerektirir. Bazen sorunların kişiselleştirilmesine meydan okumak gerekir.
  • Hislerin dönüşümü. İnsanlar isimlendirilemez duygularla ve genel anlamda bok gibi bir hisle felç edilmiştir. Bu duyguların adaletsizlik duygusuna, bir tür daha az kırgın ve daha odaklanmış kızgınlığa, kendini ifadeye doğru bir hareket ve direniş reaktivasyonuna dönüştürülmesi gerekir.
  • Ses (voice) oluşturma veya ses çıkarma Kamu gizini çevreleyen sessizlik kültürü yıkılmalı. Mevcut varsayımlar doğallığından çıkarılmalı ve bunlara meydan okunmalıdır. Ayrıca kafalardaki polis uzaklaştırılmalıdır. Ses edimi, hakikat ve gerçekliğin referansını sistemden konuşmacıya çevirir, perspektifin tersine dönmesine katkıda bulunur – dünyayı sistemden ziyade birinin kendi bakış açısı ve arzuları ile görmesidir. Farklı deneyimleri ve hikâyeleri birbirlerine dokumak sesin tekrar ele geçirilmesinde önemli bir yoldur. Bu süreç hem eklemlenme hem de ifade etmedir.
  • Yabancılaşmanın ortadan kalktığı bir alan oluşturmak. Sosyal ayrım bu alanın varlığı sayesinde azalacaktır. Bu alan insanın hayatına eleştirel bir mesafe sunacak ve korkuları azaltarak dönüşümleri deneyebilmek için bir tür duygusal güvenlik ağı sağlayacaktır. Bu mevcut faaliyetleri devam ettirebilmek için kullanılan basit bir kendi kendine yardım tedbiri değildir, aksine radikal bir bakış açısını yeniden yaratabilecek bir mekândır.
  • Yapısal kaynakları deneyim benzerliklerine dayalı olarak analiz ve teorize etmek. Önemli olan nokta, bu tecrübeleri sadece anlatmak değildir, aksine bunları teorize ederek dönüştürmek ve yeniden kurmaktır. Katılımcılar kendi deneyimlerinin başat anlamını, farklı varsayımlarla eşleştirerek değiştirir. Bu genellikle söz konusu deneyimlerin içerisinde, özgürlükçü teoriyle ilişkilenen desenler bularak ve kişisel problemleri ve küçük adaletsizlikleri daha geniş yapısal problemlerin belirtileri olarak kavrayarak gerçekleşir. Bu yeni bir bakış açısına, motiflerin kelime haznesine götürür; bir anti-anti-politik ufuk.

Hedef clicki (Ing. butona basış/tıklayış) üretmektir – sorunların yapısal kaynağının deneyimlerle ilişkili olarak aniden bir anlam kazandığı an. Bu click öfkeye odaklanır ve öfkeyi dönüştürür. Daha kapsamlı bir kavrayış karşılığında psikolojik baskıları azaltır ve depresyon veya korkudan ziyade öfke ile yanıt vermeyi kolaylaştırır. Hatta insanları onlara kendine-yardım biçiminde destek olarak, bu gruplar içine girmeye teşvik etmek mümkün olabilir – onlar tedavi ve benlik saygısı inşa süreçlerinin ayar yönünü reddetseler bile.

Sonuç, eylemden ziyade, bakış açılarına ve analizlere yönelen bir benzeşikler ilişkisidir. Ancak, bu yeni farkındalığın bir çeşit eyleme dönüşmesi gerektiği iyice bilinmelidir; aksi takdirde, bu hayal kırıklığına uğratan basit bir iç gözlem olur.

Bu strateji pratiklerimize pek çok yoldan yardım edecektir. İlk olarak, bu gruplar bize potansiyel müşterek özneler kaynağı sağlayabilir. İkincisi, bu stratejiler insanları isyanın gelecek anları için hazırlayabilir. Üçüncüsü, eylem için daha kolay bir bağlam yaratacak şekilde, sözde kamuoyunun genel alanın değiştirilmesi için potansiyel yaratabilirler. Gruplar ayrıca bir yaşam destek sistemi olarak ve tutulmadan (immersion) şimdiye geri adım atmak için bir mekân olarak işlev görecektir. Bunlar çoğu kişinin bugün yoksun olduğu radikal ve muhalif kavramlarda bir tür akıcılık sağlayacaktır.

Sıkıntı, piyasanın bizden tam olarak ne istediğinin belirsizliği sebebiyle pekişir, zira bu uygunluk talebi öncesinden belirlenemeyen bir kriterler setine bağlanmaktadır. En konformist insanlar dahil, yeni yönetim veya üretim teknolojilerinin hayata dahil olmasıyla günümüzde ıskartaya çıkarılabilir. Küçük gurup tartışmalarının ve bilinç yükseltmenin işlevlerinden biri, genel durumu analiz edebilecek bir bakış açısı oluşturmaktır.

Çok önemli bir sorun sabit zaman ve incelikli bir baskı ortamında düzenli bir bağlılığın korunmasıdır. Sürecin daha yavaş bir hızı ve bugün kültürel olarak kabul edilebilir olandan daha insani bir ölçeği var. Ancak, grupların günlük mücadeleden bir dinlenme sağlaması ve belki de, incelikli baskıyı dindirecek bir etkileşimin ve dinlemenin daha sakin bir şeklini sunuyor olması gerçeği aynı zamanda çekici olabilir. Katılımcıların (sıradan bilgiyi paylaşmak için zordan türetilmiş bir neo-liberal performans yerine) kendi kendilerini ifade edebilen bir dille konuşabilmeyi, dinlemeyi ve analiz etmeyi öğrenmesi gerekiyor.

Diğer bir sorun deneyimlerin karmaşıklığıdır. Kişisel deneyimler yarı-kapitalist kodlar içerisinde gelişen incelikli ayrımcılıklar yoluyla yoğun bir şekilde farklılaştırılır. Bu, sürecin analitik kısmını özellikle önemli kılmaktadır.

Her şeyden önce, süreç sıkıntının kaynakları hakkında yeni önermeler getirmelidir. Bu önermeler, yeni mücadele biçimlerinin, yeni taktiklerin ve bugünkü baskıya karşı aktif bir gücün canlanması için bir temel oluşturabilir: sıkıntıya karşı bir mücadele makinesi.

 

Not: Preker Bilinç Enstitüsü (Institute for Precarious Consciousness) tarafından hazırlanan yazının orjinali için bkz. http://www.weareplanc.org/we-are-all-very-anxious/#.VLgXzcYebnj

 

DİPNOTLAR

[1]     Buradaki tartışma aslında küresel güney için çok geçerli değil. Güneyin kendine özgün durumu, egemen kapitalist toplumsal biçimlerin kapitalizmin ön aşamaları veya pre-kapitalist sistemi tamamen yerinden etmesiyle değil, bunların üzerine katmanlaşmasıyla tarif edilebilir. Sefalet ve can sıkıntısı eksenleri boyunca yapılan mücadeleler Güneyde bu yüzden daha etkilidir. Güney eski dönemlerden farklı özel bir prekarite varyasyonu deneyimlemiştir: Devasa alanların ve insanların küresel kapitalizmden zorunlu olarak koparılması (özellikle Afrika’da) ve buna paralel, neredeyse her yerde enformel sektörün formel sektörü gölgede bırakacak bir şekilde devasa artışı. Enformel sektör otonom politika için verimli alanlar sağlamakta. Bunun örnekleri Ela Alto (Bolivya toplumsal hareketlerinin merkezi olan gecekondu mahallelerinden oluşan kendi kendine organize şehir), Zapatista ayaklanması (Chiapas’ta yerlilerin otonom yönetim) ve Abahlali baseMjondolo (Güney Afrika’da enformel yerleşimcilerin oluşturduğu otonom hareket) gibi sosyal hareketlerde görülür. Fakat bu enformel sektör genelde kolektifleştirilmiş bir prekariteye maruz kalır: devlet (örneğin) gecekondu mahallelerini buldozerlerle yıkabilir, sokak satıcılarını mülksüzleştirebilir, yasadışı faaliyetlere müsamaha etmeyebilir – ki belirli aralıklarla bunu yapar. Hakikaten, Sidi Bouzid’deki isyanı ki bu isyan sonra Arap Baharına evrilmiştir, tetikleyen de bu tür devletin mülksüzleştirmesine maruz kalan bir sokak satıcısının kendini yakmasıdır. Benzer nedenlerle çıkan pek çok isyan Çin’de yaygınlaşmaktadır. Hiyerarşik çetelerin veya (Müslüman Kardeşler gibi) otoriter partilerin ağ kanatlarının enformel sektöre hakim olması da çokça karşılaşılan bir durumdur.

[2]     Baskın duygulanım terimini kullanırken, bu, yürürlükteki tek tepkisel duygulanım anlamına gelmez. Yeni başat duygulanım diğer duygulanımlara dinamik bir şekilde ilişkilenebilir: Çağrı merkezi çalışanı hem sefilce bir maaşa sahip olup hem de canı sıkılmaktadır, ama sıkıntıdır onu bu durumda tutan, sendikalaşma, sabotaj ve işi bırakma gibi eski stratejilerin kullanılmasını engelleyen.

[3]    Ç.N: Niş ürünü, tüketicinin ihtiyacı olan, ancak bir şekilde bu ihtiyacın bir firma tarafından karşılanmadığı veya yeterince karşılanmadığı ürünlerin oluşturduğu pazardır.

[4]    Ç.N. Ehlîleştirme (Rekuperation): Sosyolojik anlamda, radikal politik fikirlerin ve imajların burjuva toplumu ve medya kültürü içinde eğilmesi, ayar verilmesi, absorbe edilmesi, etkisizleştirilmesi, içerilmesi, sisteme eklenmesi ve metalaştırılması ve böylece nötralize edilmiş, zararsız veya sosyal olarak geleneksel bakış açısıyla değerlendirilir hale gelmesi sürecine verilen isimdir.

[5]    Ç.N.: İngilizce “hayal, heyecan, çılgınlık, öfke” gibi anlamlara gelen kavram 1980’li yılların sonunda elektronik müzikle yapılan dans partilerine verilen isimdir. Bu partilerde ilk defa kavramsal ağırlık, esrik dansa verilmiştir. Rave partilerin merkezinde DJ vardır. Buna benzer bir konsept Diskotek formunda da vardı, fakat yeni olan şey, „tek bir olay şeklinde“ konser salonları, depolar, terk edilmiş binalar ve benzeri gibi özel olarak hazırlanmış yerlerde yapılmış olmasıdır.

[6]    C.N. Gamification, oyuna ait tipik unsurların veya süreçlerin oyun dışı alanlarda kullanılmasına verilen isimdir. Bu oyunsal unsurlarının entegre edilmesi özü itibariyle aksi takdirde daha az zorlayıcı, monoton veya daha karmaşık işlerle uğraşan insanların motivasyonunu artırmak için kullanılır.

 

Çeviri ve Katkı: Çağrı KAHVECİ