Hepsi de Klasik

2015’in son dönemi ve 2016 yılının ilk dört ayında çok sayıda roman yayımlandı. Sayının artması Türkiye’dekinden kat be kat büyük yayın hacmine sahip dünya edebiyatından haberdar olmak açısından elbette olumlu bir durum. Ne var ki iyisi kötüsü, eskisi yenisi, yerlisi yabancısı ile binlerce kitap arasından seçim yapmanın giderek zorlaştığı da çok açık. Profilinin değişmesinin de etkisiyle, okuyucunun kitap tercihlerinde sektör içi kitap ekleri ve dergilerden ziyade sektör dışı alanlar -bilboardlar, magazinel neşriyatlar- daha etkili olurken pek çok iyi kitabın farkına bile varılmıyor.

Böyle bir tespitten hareketle, bu yazı çerçevesinde son aylarda göze çarpan kitapları hatırlatmaya çalışacağım. Yazıya başladığımda kitapları -klasikler, çağdaş romanlar, polisiyeler tarzında- belli bölüm başlıkları altında toplamayı düşünmüştüm. Ancak son aylarda yayımlanan romanlar arasından beğendiklerimin neredeyse tamamının 19. ve 20.yüzyıl klasikleri olduğunu gördüm. Kitapevi raflarına ya da İnternet sayfalarına dikkat edenlerdenseniz, yeniler kadar -belki yenilerden fazla- eski kitap yayımlandığını fark etmişsinizdir. Eski derken telif hakkı süresini dolduranları kast ediyorum; yani yazarının ölümü üzerinden yetmiş yıl geçmiş olanları. Sektördeki daralma hemen her yayınevini telifi kalkmış kitaplara yöneltiyor ve neredeyse her yayınevi bir  “klasikler” dizisi hazırlıyor. Özenli çeviriler ve sunumlarla hazırlanan klasik dizilerinin uzun vadede -tıpkı 1940’lı yılların MEB Klasikleri gibi- olumlu sonuçlar doğuracağını düşünüyorum.

Tarih Sırasıyla

Geçtiğimiz günlerde “Asabiyeci” adıyla yayımlanan novellası sayesinde bir kez daha andığımız Machado de Assis -ya da tam adıyla Joaquim Maria Machado de Assis (1839-1908)- Latin Amerika romanın öncü ve en büyük yazarları arasındadır.  Türkçeye daha önce “Deli Doktoru” adıyla çevrilen bu kısa romanda kendini bilimsel çalışmalara adamış Dr. Simon Bacamarte’nin traji-komik maceraları anlatılır.  “Asabiyeci”nin deliliği değil, iktidarının delilik tarifini ve deliliğin toplumsal işlevini mizah yoluyla açığa çıkaran hikâyesi Foucoult’un “Deliliğin Tarihi” incelemesini akla getiriyor. Ama asıl akla gelen kendimizin nicedir Yeşil Ev’de yaşadığımız olacak. Bu hiciv dolu hikâyeyi yazarken sanki yakın zaman Türkiye’sinden esinlenmiş Machado de Assis. Hazır Türkiye demişken deliliği benzer bir tarzda kullanan Aziz Nesin’i de anmadan geçmeyelim. “Asabiyeci”de 1800’lü yıllar Brezilyasına gerçekçi ve eleştirel yaklaşım öne çıkıyor. Hikâyedeki mizahın tonundaki acılık eleştirinin şiddetini arttırmakla kalmıyor, Machado de Assis’in karamsar bakışını da ortaya koyuyor. “Asabiyeci”nin pek çok üçüncü dünya ülkesini temsil ettiği söylenebilir. Ancak Machado’nun önemi anlattığı hikayelerin içeriğinden ziyade benzersiz üslubundadır. Anlatıcı ile okuyucu arasındaki duvarı ortadan kaldıran şeffaf anlatımıyla okuyucusuna -neredeyse- doğrudan seslenen Machado, Philip Roth’un değerlendirmesi ile “Büyük bir ironi sanatçısı ve trajik bir komedyen… Kitaplarındaki en komik anlarda, acıyı, bizi güldürerek vurgulamıştır. Beckett gibi, acı çekmenin ironisini yapmıştır.”

Miguel Unamuno’nun (1964-1936) 1914 yılında yazdığı “Sis”ine özellikle dikkat çekmek isterim. Yeni bir edisyonu dolayısıyla bir kez daha elime aldığımda -70’li yıllarda okuduğum- romanın o yıllarda -gerek edebi gerek felsefi anlamda- farkına varamadığım farklı yönlerini keşfettiğimi itiraf etmeliyim. Günümüz post-modern romanlarında sıklıkla rastladığımız üst-kurmaca tekniğinin erken dönem bir örneği diyebiliriz “Sis” için. Roman kahramanı ve yazar arasındaki -kurmaca ve gerçeklik ilişkisini tartışıldığı- diyaloglar post-modern edebiyat için güzel bir örnek teşkil ediyor. Ancak söz konusu tartışma basitçe metinsel oyuna indirgenmemeli. Unamuno’nun kurmaca ve gerçeklik, dil ve yalan tartışmaları genel olarak felsefi ve edebi meselelere açılıyor. Sisler içinde yolunu bulmaya çalışan Augusto, atıldığı dünyada varoluşunu anlamlandırmaya çalışan bireyin temsilidir. Bu roman kahramanı üzerinden Unamuno ile Machado de Asis, Svevo, Walser, Kafka, Musil -bizde Yusuf Atılgan- arasında bir soy ağacı kurulabilir.

20.yüzyıl Alman edebiyatının en büyük isimlerinden Kurt Tucholsky (1890-1935), parlak edebiyat kariyerinin yegane romanı “Gripsholm Şatosu – Bir Yaz Hikâyesi”nde çocuksu heyecanlar barındıran bir aşk hikayesi anlatıyor. “Gripsholm Şatosu”nu Almanya’nın dar kafalı, gerici, baskıcı, kaotik ortamından bunalmış bir ruh haliyle yazmıştı Tucholsky. Romanın sevgi, mutluluk, aşk dolu atmosferi ve iyimser, coşkulu, sevecen, açık fikirli karakterleri -bir anlamda- yazarın ütopyasını temsil ediyor.  İki savaş arasında yaşayan bir çok yazar tanıklık ettikleri dünyayı, bu dünyanın zihinlerindeki yansımasını kimi zaman bunaltıyla, kimi zaman absürdle, kimi zaman distopik hikayelerle yansıtmışlardı. Tucholsky pek az rastlanan bir yol seçmiş; bunaltısını, umutsuzluğunu, öfkesini pastoral bir masala dökmüş. Ne var ki masalın her yerinde alaycı bir tonlama var. Öyle ki, yarattıkları cennetin geçici bir hayalin ötesine geçemeyeceğini anlıyoruz. Hele ki o cennetin kıyısında Alman ruhunu temsil eden birisi varsa gerçeğin soğuk yüzünden kaçmak imkânsızlaşıyor, sorumluluktan kaçılamıyor.  “Gripsholm Şatosu”nun daha dikkat çekici yanı ise dili ve tekniği. Güzellik, kötülük, doğa, masumiyet gibi kavramları coşkulu ve şiirsel bir dille anlatırken Tucholsky, zamanlar arasında gidip gelen modern bir anlatım tekniği kullanmış .

Anna Kavan (1901-1968), “Kartal Yuvası”nda modern toplumun sahteliğine, acımasız kurallarına, anlamsız kurumlarına ayak uyduramayan çaresiz ve şaşkın bireyi anlatıyor. “Kartal Yuvası” Kafka’nın “Şato”sundan esinlenerek yazıldığını gizlemeyen bir roman. Yegâne fark şatoyu birisinin dışarıdan diğerinin içeriden anlatması. Kafka’nın tapu kadastro memuru K., şatoya bir türlü ayak basamamıştı. Kavan’ın isimsiz kütüphane memuru şatoyu andıran Kartal Yuvası malikânesine girme şansı buluyor. Ne var ki içeride olmanın dışarıda kalmaktan hiç bir farkı yok; birey ikisinde de aynı anlamsızlık, aynı hiçlik duygusuyla kuşatılıyor.  “Şato”dan yaklaşık kırk yıl sonra, kapitalizmin ve bürokrasinin çok daha örgütlü ve boğucu olduğu bir dönemde yazılmıştı “Kartal Yuvası”. Avrupa’da gençlerin özgürlük ve isyan talepleri yükseliyordu. Yaşadığı çağı her zaman ruhunda hissetmiş bir yazar olarak Anna Kavan da, bireyin varoluşsal sorunlarıyla sistem arasındaki ilişkiyi, sömürüyü, elbette çok daha açık ifadelerle dile getirecekti. Roman boyunca gerçeküstü bir dünyada dolaştığımızı bilmemize rağmen gerçeklik duygusunu hiç yitirmiyoruz. Tıpkı “Buz”daki gibi, hikâyenin hafife alınmasına öncelikle dili ve üslubuyla izin vermiyor Kavan. Kafka esinlenmesiyle geliştirdiği -boşluklar, belirsizlikler, ani çakışlarla dolu-  diliyle bireyin hayal ve hezeyanlarını, zihinsel tıkanıklarını ve yabancılaşmasını sergiliyor.  Kişi, ülke, şehir, yol, dağ, deniz isimleri belirsiz, aslında romanın bütününe yayılan bir belirsizlikten söz edebilirim.  Belirsizlik romanın son bölümündeki açıklamalarla çözülecek. Gerçekliğin zihinde yarattığı hayal ve canavarlar arasındaki ilişki çıkacak ortaya. Söz konusu ilişki Anna Kavan’ın kurmaca dünyasının ipuçlarını barındırması açısından önemlidir. Tıpkı “Kartal Yuvası”ndaki roman kahramanı gibi, Kavan da gördüklerini, hissettiklerini, korku ve hezeyanlarını yansıttı kurmaca dünyasına. Lawrence Durrel’in ifadesiyle “Kavan, bizlere kadın sanatçı evreninin şiirsel anlatımını vermeyi amaç edinen o büyük öznel-kadınsı geleneğe aitti”.”

Latin Amerika edebiyatına gösterilen büyük sevgi ve ilgiye rağmen, o edebiyatın en büyük isimlerinden kabul edilen Juan Carlos Onetti (1909-1994), bugüne dek Türkçeye hiç çevrilmemişti. “Tersane”(1961) sayesinde, ilk yayımlanışından yaklaşık yarım asır sonra, nihayet bir Onetti romanı okuma fırsatı bulduk. “Tersane”de, yarattığı hayali şehir Santa Maria’yı, siyasi ve ekonomik karmaşa içinde yitip giden umutları, masumiyetin bitimini, toplumun çözülmesini ve çöküşün kaçınılmazlığını anlatıyor Onetti. Ancak bu meseleler bireylerin hayatları üzerinden görünürlük kazanıyor. Onetti’nin üzerinde durduğu konu insandır ve insana dair karamsar ve acımasızdır. Şöyle der bir kitabının kapak yazısında; “Güney Amerika’nın, genç Amerika’nın en önemli ülkesinde ahlaki bakımdan kaygısız bir insan tipi yükselmektedir, bu insanın yazgısına inancı yoktur, en ufak bir ilgisi de. Bu insan tipini, benzer bir kaygısızlıkla resmeden romancıyı da ayıplamayın.” Tarihsel iyimserlikten, insanlığın umut dolu bir yazgısı olacağı düşüncesinden radikal bir şekilde ayrılan aşkın duruşuyla Onetti, Uruguay edebiyatında “45 kuşağı” olarak bilinen yazarları etkilemiştir. Gerek tarihi süreç gerek sürecin edebiyata yansıması açısından Uruguay ile Türkiye arasındaki benzerliklerin dikkat çekici ve karşılaştırmalı edebiyat okumaları için verimli bir alan olduğunu söyleyebilirim. Benzersiz anlatısıyla insanı içerden ve dışarıdan kuşatarak bireyden genele ulaşıyor Onetti.

Polisiyeler de Klasik

Meksikalı yazar Rafael Bernal’ın 1969 yılında yazdığı “Moğol Komplosu” Güney Amerika edebiyatında öncü bir rol oynamasına rağmen yakın zamana kadar Avrupa dillerine -muhtemelen soğuk savaşın da etkisiyle- tercüme edilmemiş ve yeterince tanınmamıştı. Bir tetikçinin gözünden ülkenin politik ordusunun ve oligarşik sınıflarının Meksika Devrimi’ne ihanetini anlatan “Moğol Komplosu”, Meksikalı tarihinin kritik bir anında yayımlanmıştı. Ekim 1968’de, ülkeyi yöneten Kurumsal Devrimci Parti (PRI) komutası altındaki asker ve polisler ülkenin başkentinde barışçıl bir protesto gösterisi yapan dört yüz öğrenciyi katletmişlerdi. Bu PRI’nın halka karşı işlediği ilk büyük ihanetti ve kalabalığa ateş emri verenler ve edenler de hiç kuşkusuz “Moğol Komplosu” romanındaki general, albay ve tetikçi Garcia gibi karakterlerdi. Angaje bir yazar olmamasına rağmen Rafael Bernal, bu ulusal travmanın ertesinde büyük bir cesaretle kaleme almıştı “Moğol Komplosu”nu. “Veteran” bir tetikçinin bilinçakışı eşliğinde ilerleyen hızlı, sert ve ironik hikayesiyle “Moğol Komplosu”, bugün siyasi polisiye türünün başyapıtları arasında gösteriliyor. Fransız Kara Roman geleneğinin önemli isimlerinden ve “Keskin Nişancı” romanında bir başka devlet tetikçisinin hikâyesini anlatan Manchette’in de ifade ettiği gibi- “iyi kara roman toplumsal bir romandır, toplumsal eleştiriye dair bir romandır, suç hikâyelerini konu eder, ama toplumun —veya toplumun bir bölümünün— belli bir yerdeki, belli bir andaki portresini yansıtma­ya çalışır.” “Moğol Komplosu” romanında tam da bunu yapmış Rafael Bernal; tarihin en kritik anlarından birinde Meksika siyasetinin, egemen güçlerinin ve toplumun portresini yansıtıyor. Sadece kendi ülkesinin kirli politikalarının teşhirinin ötesine geçerek Soğuk Savaş döneminin uluslararası politikalarını da bütün gülünçlüğü ve absürdlüğü ile ortaya koymuş.

İspanyol yazar Jorge Semprun’un 1986 yılında yayımlanan “Netchaiev est de retour” romanı 1988 yılında “Neçayev Dönüyor” adıyla Türkçeye çevrilmişti. Manuel Vasquez Montalban’ın “Merkez Komitesindeki Cinayet”i ile birlikte siyasi polisiye türünün Türkiye’de tanınmasını sağlayan “Neçayev Dönüyor”, yıllar sonra yapılan yeni edisyonunda -konusu öne çıkarılarak- “Hesaplaşma” adını almış. Gerçekten de -kendi deneyimlerinden yola çıkarak- büyük bir hesaplaşmanın romanın yazmış Jorge Semprun. İlk bölümünün girişinde Paul Nizan’ın “Fesat”ı ve Dostoyevski’nin “Ecinniler”inden yapılan birer alıntı yer alıyor. Sadece bu bölümde anlatılanlarla ilgili oldukları için değil; Semprun, “Hesaplaşma”yı bu iki romandan esinlenerek yazmış. Esinlenmekle de kalmamış, onları kurgu ve temalar açısından da takip etmiş.   İhanet teması romanın merkezinde. Neçayev’in polis işbirlikçiliği ile suçlanması, arkadaşlarının Neçayev’i cezalandırmaları, Neçayev’in on iki yıl boyunca sürdürdüğü aktif devrimciliği terk ederken bir kez daha işbirlikçiliğe düşmesi siyasetin konusu. Ama ihanet teması bu kadarla sınırlı kalmıyor. “Hesaplaşma”da kadın erkek ilişkilerine, aşka ve cinselliğe de yer veren Semprun, ihaneti insani bir mesele olarak daha genel anlamda ele almış. İhanet ile ilişkilendirilebilecek bir başka izlek, -ki bize hiç yabancı sayılmaz- sistemi devirmek adına yola çıkan örgüt üyelerinin yıllar içinde sistemle içli dışlı olmaları. Fransız direniş hareketinden Cezayir Savaşı’na, 68 Baharı’na, 70’lerdeki paradigma değişikliğine ve 80’lere uzanan, Batı Avrupa Solu’nun politik/ teorik tarihini kucaklayan hikayesini -pek çok görüşünü paylaşmamakla birlikte- önemli buluyorum. Siyasi meselelere girmek sayfalar alır. Semprun’un Emmanuel Levinas’tan yapılan şu alıntısıyla yetineceğim; “Silaha sarılan el, bu hareketin şiddetinden de acı çekmelidir. Bu acının uyuşturulması devrimciyi faşizmin sınırlarına götürür.”

Polisiye edebiyatın en özgün yazarlarını sıralandığı bir listede Jim Thompson’un -hem de ayrıcalıklı- bir yeri vardır. Güvenilmez anlatıcıları, sıradışı kurgusu, ölü karakterlerin iç monologlarıyla sağlanan yarı-gerçeküstü anlatımıyla polisiye türe edebiyat ve sanatsal bir derinlik katmayı başarmıştı.  Öyle ki Fyodor Dostoyevski hayranlığı bilinen Jim Thompson, yazar Geoffrey O’Brien tarafından “Ucuzcu Dükkanların Dostoyevski’si” olarak adlandırılacaktı. “Öldür Gitsin”in genelde polisiye edebiyat, özelde Jim Thompson romanları arasında özel bir yeri olmalı. Dili, kurgusu, kişileri ve yavaş yavaş genişleyen tek bir olaya odaklanışıyla polisiye ile edebiyatın parlak bir sentezini yapmış Thompson. Aslında pek çok romanında suç kurgusu kadar edebiyatı önemsediğini kanıtlamıştı. Ancak maddi sıkıntılar nedeniyle romanlarını hızlı tamamlamak zorunda kalması (birçok romanını bir ayda yazmıştı) nedeniyle kimi zaman istediklerini gerçekleştirememişti. Neyse ki “Öldür Gitsin”, yeterince zaman ayırdığı romanlarından biri. Ekonomik sıkıntılar ve toplumsal çerçeve Thompson romanlarında, kişilerin kaderlerini etkileyecek bir derinlikte, daima işin içindedir. Kaybedenlerin, çaresizlerin, alkol ya da uyuşturucu bağımlılarının, toplumun kıyısında kalanların, bunların yanı sıra sosyopat ve psikopatların hikâyelerini anlatır. Elbette bir kaç da iyi adam yer almıştır şahıslar portföyünde. Kötülüğü deşmeyi iş edinmiş bir yazar olarak roman kişilerini suç işlemeye iten dürtü ve fırsatları didikleyip durur.

Patricia Highsmith, hiç şüphe yok ki polisiye edebiyat tarihinin en önemli ve özgün yazarlarından birisidir ve kariyerinde Ripley serisinin özel bir yeri vardır. Türkiye’de geç de olsa karşılığını bulan Ripley’in maceralarındaki eksikler, yeni edisyona eklenen “Ripley ve Peşindeki Çocuk” ile giderildi.  Klasik polisiyeler bir detektifin karanlıkta kalmış suçları aydınlatması etrafında kurgulanır. Ripley serisinde ise tam tersini yapar Higsmith. Katil -Ripley- apaçık ortadadır, cinayeti nasıl işlediğini, delilleri nasıl yok ettiğini daha baştan biliriz. Yazar, gerilimi Ripley ile polisler arasındaki kovalamacaya yükler ve elbette Ripley’in psikolojisine. Tom Ripley, olumlayamayacağımız ama olumsuzlamaya da gönlümüzün elvermediği bir kahraman tipi. Yani bir anti-kahraman. Eğitimli, güzel sanatlara yatkın, taklit yeteneğine sahip, kendini sürekli geliştirmek isteyen, karizmatik, kibar bir adam. Ama aynı zamanda soğukkanlı ve bencil. Bu kişilik özelliklerine sinmiş incelikli bir kötülüğü var Ripley’in. Ancak söz konusu kötülüğü kışkırtan, onu çalmaya, öldürmeye, ahlaki sınırları çiğneyip geçmeye iten neden sahip olma arzusudur ki bu arzu içinde yaşadığımız sistemim doğal sonucudur. Kısacası Tom Ripley çağımıza uygun, sahici bir roman kahramanıdır ve elbette içimizdeki kötülüğü kışkırtacaktır…

Yerimiz bu kadarına yetiyor. Gelecek sayıda 2016’nın güncel yerli ve yabancı edebiyatına ağırlık vererek bu yazıdaki eksiklikleri gidermeyi umuyorum.

 

KİTAPLAR:

ASABİYECİ, Machado De Assis, Çeviri: Elvan Kıvılcım, Encore Yayınları, 2016.

SİS, Miguel de Unamuno, Çeviri: Behçet Necatigil, Can Yayınları, 2016.

GRİPSHOLM ŞATOSU – BİR YAZ HİKÂYESİ, Kurt Tucholsky, Çeviri: Yağmur Sefa, Mephisto Kitaplığı, 2016.

KARTAL YUVASI, Anna Kavan, Çeviri: Roza Hakmen, Everest Yayınları, 2016.

TERSANE, Juan Carlos Onetti, Çeviri: Suna Kılıç, Alef Yayınları, 2016.

MOĞOL KOMPLOSU, Rafael Bernal, Çeviri: Özgül Erman, Ayrıntı Yayınları, 2015.

HESAPLAŞMA, Jorge Semprun, Çeviri: Mustafa Balel, Ayrıntı Yayınları, 2016.

ÖLDÜR GİTSİN, Jim Thompson, Çeviri: Sunay Hamitovalı, Mephisto Kitaplığı, 2016.

RİPLEY VE PEŞİNDEKİ ÇOCUK, Patricia Highsmith, Çeviri: Tülin Cansunar, Can Yayınları, 2016.