Irkçılığın Askerileşmesi ve Neoliberal Şiddet

18 yaşında bir Afrikalı-Amerikalı olan Michael Brown’un, silahsız bir halde, Missouri, Ferguson’da beyaz bir polis tarafından öldürülmesi, Amerikan yaşamına günümüzde ne türde bir ırkçı ve askeri metafiziğin egemen olduğunu iyice görünür kılmıştır. Medya tarafından müteakip bir biçimde şeytanlaştırılması, yalnızca, bunun, kamu bilincine habis bir gösteri biçiminde girişini teyit etmektedir. Polisler, yörelerini, savaş bölgesiymiş de orada operasyon yapıyorlarmış gibi algılayan askerlere dönüştüler. Tam ayaklanma teçhizatıyla, hafif makineli silahlarla, zırhlı araçlarla ve Irak ile Afganistan’daki savaş alanlarından getirtilmiş diğer ölümcül silahlarla donatılmış bu polislerin misyonu, savaşa hazır bir davranışı üstlenmeleridir. Özenin, semt devriyesi biçimindeki polislik işinin, sosyal yardımların ve sorumlulukların yerine, şiddetin sözüm ona ‘suçlularla’ mücadelede norm halini almasında -özellikle de gittikçe daha çok davranışın kriminalize edildiği bir zamanda- şaşılacak bir şey var mıdır?

Fakat bir uyarıda bulunmak istiyorum. Michael Brown’un katlini ele alırken, basitçe, polisin askeri bir nitelik edinmesine ve polislerin ırkçı edimlerine odaklanmanın yanlış olacağı kanısındayım. Bu vahşi cinayette ve devlet şiddetinin harekete geçirilişinde tanıklık ettiğimiz şey, bütün dünyada sudur etmekte olan neoliberal, ırkçı, cezalandırıcı devletin; toplumsal ölümü gasp edici sisteminin semptomlarıdır. Neoliberal öldürme makinesi küresel bir ilerleyiş içindedir. Neoliberal sefalet manzarası, denetimi şirketlerin elinde bulunan toplumların, geriye kalmış yegâne denetim tarzının şiddet olduğunun inkâr edilmesine olanak vermeyecek kadar büyüktür; fakat bu, göçmen çocukları, protestocu gençler, işsizler, yeni güvencesizler ve siyahi gençler gibi en kolay harcanabilir kesimlere karşı uygulanan bir şiddettir. Neoliberal devletler, zalim iktidar uygulamalarını ve bu uygulamaların etkilerini, artık kumarhane kapitalizmi altında ne haklılaştırabilirler, ne de meşrulaştırabilirler. Şirket iktidarı, artık ulusal sınırların altında veya üstünde süzülmektedir ve finans elitleri, kendi zehirli gündemlerini sürdürebilmek için kimi siyasi imtiyazlardan vazgeçebilirler. Daha da ötesi, Slavoj Žižek’in ileri sürdüğü üzere, “dünya kapitalizmi, artık küresel eşitliği sürdüremeyeceği gibi buna müsamaha da gösteremez. Bu kadarı da fazladır.”[1] Daha da ötesi, devasa eşitsizliklerle, gittikçe artan yoksullukla, cezalandırıcı devletin yükselişiyle ve kamusal alanların her türlüsüne yönelik saldırılarla yüz yüzeyken, neoliberalizm, artık kendisinin demokrasiyle eşanlamlı olduğunu ileri sürebilecek durumda da değildir. İster serbest yatırım fonlarının yöneticileri olsunlar, ister Silicon Vadisinin yeni milyarderleri, isterse de bankaların ya da büyük şirketlerin başkanları olsunlar, kapitalist elitler, artık başlıca meşrulaştırma tarzı olarak ideolojiyle pek de ilgilenmiyorlar. İktidarlarının ve Amerikan toplumunun hükmedici kurumları üzerindeki denetimi sürdürme kabiliyetlerinin belirleyicisi artık zor halini almıştır. Son olarak, halkın hisleri konusunda da son derece kibirli ve ilgisiz olduklarını söylemek haksızlık olmayacaktır.

Neoliberal kapitalizmin demokrasiyle yapacak bir şeyi yoktur ve bu, dünya boyunca, insanlar, özellikle de gençler arasında her geçen gün açıklık kazanmaktadır. Žižek’in gözlemlediği gibi, “demokrasi ile kapitalizm arasındaki bağ kopmuştur.”[2] Son derece büyük bir önem taşıyan adalet sorunu, akıl dışı bir şiddete, sosyal harcamalarla bağını koparan bir piyasa mantığına ve kârdan başka hiçbir şeye sadakati olmayan ve kendi çıkarlarını korumak için her şeyi yapmaya hazır bir yönetici elitler grubuna tabi kılınmıştır. “Savaş bölgesi” metaforunun, içerisinde sosyal devletin ve kamusal alanların yerini finans makinesinin, yalnızca polisin değil bütün bir toplumun askerileşmesinin ve hapishaneden okullara ve sokağa uzanan geniş bir cezalandırma kullanımının aldığı bir küresel siyasete işaret ettiğini hesaba katmadan, yalnızca yerel polis güçlerinin askerileşmesinden söz etmenin son derece yanlış olduğunu düşünmemin nedeni budur. Kimileri haklı olarak, bu taktiklerin, siyah topluluk için uzun zamandır geçerli olduğunu ve yeni olmadığını ileri sürdüler. Polis şiddeti, elbette bir süredir vuku buluyor, fakat yeni olan, şiddetin yoğunluğudur ve ölümün askeri bir tarzda makineleşmesi, çok daha sofistike ve ölümcül bir hal almasıdır. Örneğin Kevin Zeese ve Margaret Flowers, Birleşik Devletler’de polisin askerileşmesini 1971’e tarihlenen yakın dönemli bir fenomen olduğuna işaret ediyor. Şöyle yazıyorlar:

Polisin askerileşmesi yeni bir fenomendir ve ordudaki özel operasyon timlerini müteakiben biçimlendirilen Paramiliter Polis Birimlerinin (PPB’ler ya da resmi adıyla SWAT timleri) hızlı yükselişine işaret eder. PPB’ler, kötü şöhretli emniyet müdürü Daryl Gates’in öncülüğünde, 1971’te Los Angeles’ta ilk birim kurulana ve bu birim, koçbaşlarıyla donatılmış tanklarla evleri yıkmak için kullanılana kadar hiçbir yerde mevcut değildi. 2000’lere doğru polis SWAT timi sayısı 30.000’i bulmuştu ve 1990’ların sonlarında 50.000’den fazla nüfusa sahip şehirlerdeki polis departmanlarının % 89’unda PPB’ler bulunuyordu ki bu, 1980’lerin ortasındaki sayının yaklaşık iki katıydı; 2007’de 25.000 ile 50.000 arası nüfusa sahip daha küçük şehirlerin % 80’i PPB barındırıyordu ki bu 1980’lerin ortasındaki oranın dört katıydı. Daha da ötesi, SWAT timleri, 2007’de 45.000 kişi olarak sahada konum almıştı ki bu sayı 1980’lerin başında 3.000 idi. En yaygın kullanım, arama izinleriyle yapılan uyuşturucu arama ve baskınlarıydı ki bu o zamanki kullanımların % 80’ini oluşturuyordu, fakat gittikçe artan bir biçimde devriyelerde de kullanılmaya başlandılar.[3]

Eşzamanlı olarak, yerel polis güçlerinin hızla askerileşmesinin yoksul siyahi topluluklar üzerindeki etkisinin, geçmişinde soykırımlar bulunan gelişmiş devletlerde vuku bulan şiddetin semptomlarından ve dehşetinden geri kalır yanı yoktur. Örneğin, yakınlarda Malcolm X Taban Hareketi tarafından yayınlanan ‘Getto Fırtınası Operasyonu’ başlıklı bir raporda şunlar yazıyordu: “Polis memurları, güvenlik görevlileri ya da yasal yetkisi bulunmayan kendinden menkul kimseler 2012 yılında en az 313 Afrikalı-Amerikalıyı hukuk dışı bir biçimde katletmişlerdir. … Bu, her 28 saatte 1 kişinin bir güvenlik görevlisi tarafından öldürüldüğü anlamına gelmektedir.” Rapor, “gerçek sayının çok daha fazla olabileceğini”[4] ileri sürüyordu.

Savaşçı polisin ortaya çıkışı ile gözetleyici devlet el ele gitmektedir ve bu ikisi, yalnızca devlet tarafından kutsanan ırkçılığa işaret etmekle kalmamakta, aynı zamanda otoriter bir toplumun yükselişine ve kişisel özgürlüklerin dağılmasına da işaret etmektedir. Barışçıl protestolara yönelik özgürlük karşıtı saldırılara eşlik eden canavarlık, Latin Amerika’nın 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki diktatörlükleri gibi vahşi rejimlerin hatıralarını canlandırmaktadır. Ferguson’daki olaylar, hem Birleşik Devletlerde, hem de dışarıda, Amerikalıların kendilerini tehlikeye atmak pahasına unutmayı tercih ettikleri bir temsil tarihine değgindir. Genel olarak sağda duran siyasi görüşlerine karşın Rand Paul, şunları ileri sürerken meseleyi doğru yakalamış durumdadır: “Hukukun icrasını kişisel özgürlüklerdeki bir erozyonla ve polisin hem yargıç hem de jüri olmasına izin veren bir yargı süreciyle -ulusal güvenlik bildirileri, ani baskınlar, isimler zikredilmeksizin suç ortakları hakkındaki tutuklama müzekkerelerinin yaygınlık kazanması, önceki mahkûmiyetler nedeniyle hakların kaybedilmiş olması- bitiştirdiğinizde, kendimizi, çok ciddi bir sorunla karşı karşıya bulmaya başlarız.” Paul’un adlandırmadığı şey sorunun kendisidir ki bu da, Danielle LaSusa’nın gözlemlediği üzere, otoriteryanizm uçurumunun kıyısında duran değil, eşikten düşmüş bir toplumdur. Gerçekten de Hannah Arendt’in işaret ettiği ‘karanlık zamanlar’da yaşıyoruz.

Neoliberalizm rejimi altında, harcanabilir görülüp de devlet şiddetinin nesnesi durumunda olanları içeren çember genişlemektedir. Devletin ağır eli yalnızca ırkçı olmakla kalmamaktadır; o, aynı zamanda neoliberal kapitalizmi, beyaz Hıristiyan fundamentalizmini ve askeri-endüstriyel-akademik-gözetleme toplumunu tehdit eden herkese şiddetle mukabele etme arzusundaki otoriter bir yönetim tarzının da bir parçasıdır. Birleşik Devletlerin, dışarıdaki düşmanlarına karşı kullanageldiği ölümcül silahlar konusundaki tutumu yeni bir dönemece girmiştir ve bu silahlar, artık yurtiçinde harcanabilir görülenlere karşı kullanılacaktır. Polis gittikçe daha fazla askeri nitelik edindikçe, ölüm silahları daha sofistike bir hal almakta ve sivilleri öldürmenin mirası, hem iç politikanın hem de dış politikanın bir öğesi haline gelmektedir. Devlet terörizminin gittikçe artan yoğunluğunun ortasında, şiddet, zenginlik ve iktidarın dağılımındaki devasa eşitsizlikler, hiçbir pişmanlık duymadan zenginlerin ve güçlü şirketlerin çıkarlarına hizmet eden ve şiddeti, yönetimin örgütleyici ilkesine dönüştüren bir yönetim gibi daha büyük yapısal konularla ilgilenmeyi reddeden bir toplumun DNA’sı halini almaktadır.[5]

Ferguson’da olup bitenlere dünya genelinde verilen tepkiler, Amerikan toplumunun demokrasi iddiasının ikiyüzlü ve siyasal bakımdan da yavan olduğunu gösterir bir biçimde, bu toplumun ırkçı ve askerileşmiş doğasını aydınlatmaktadır. Aynı zamanda bu türlü protestolar, sanatçı Francisco Goya’nın aklın uykusu, tanıklık ve nezaketteki bir kaçamak ve vicdanın çöküşü olarak adlandırdığı bir durumu görünür kılmaktadır ki bu sayılanlar, neoliberallerin Amerikan halkını depolitize etmeye dönük süregiden girişimlerinin tam kalbinde yer almaktadır. Birleşik Devletler’de, siyasal yaşam, tüketici fantezilerine ve özelleştirilmiş saplantılarına doğru geri çekilmişliğinden uzaklaşarak yeniden canlılık kazanmaktadır. Ferguson vakasının, yalnızca şiddetle ve beyaz iktidar ile ya da ırkçılığın yalnızca bir şehirdeki konsolidasyonuyla ilgili olmadığını görmenin zamanı gelmiştir; bu vaka, piyasa fundamentalizminin, militarizmin ve harcanabilirliğin yoğun siyaseti altında Birleşik Devletler’in dönüşmüş olduğu şeyle el ele giden beyaz iktidar ile bir bütün olarak ülkede derinlere kök salmış bulunan ırkçılık mirası konularında semptomatik bir niteliğe sahiptir.

Ferguson, bizleri, siyasetin anlamını yeniden düşünmeye ve bir reform hakkında değil de gerçek bir demokrasinin nasıl olması gerektiği hususunda değerlerimizin, kurumlarımızın ve kavramlarımızın büyük ölçüde yeniden yapılandırılması hakkında düşünmeye teşvik etmektedir. Şiddet tarafından oyalandığımız değil, alarma geçirildiğimiz bir ülkede yaşamaya ihtiyacımız var. Amerika halkı için, ortak korkularımız ve devlet terörü ile gündelik şiddetin zehirli tutkalı etrafında değil, radikal bir paydaşlar demokrasisi olan kaderimiz etrafında birleşme zamanıdır. Ferguson geçmişimiz ve şimdiki zamanımızla ilgili kimi menfur hakikatlere işaret etmektedir. Fakat halkın buna verdiği tepki, daha umutlu bir başka doğrultuya işaret ediyor. Ferguson, bize, siyasal ve ahlaki imgelemin hâlâ canlı olduğunu, adalete susamış olduğunu ve otoriteryanizmin kara bulutlarının iyinin ışıklarını söndürmeye istekli olmadığını söylüyor. Fakat bunun olabilmesi için, ahlaki öfkeden kitlesel hapis toplumunu, gözetleyici devleti ve askeri-endüstriyel-akademik tesisi dağıtmayı hedefleyen daha geniş bir çabanın bir parçası olarak kolektif mücadelelere kaymamız gerekiyor. Mücadele derinleşmeden önce daha kaç tane çocuğun, siyahi gencin, göçmenin ve diğerlerinin ölmesi gerekiyor?

 

Çeviri: Abdurrahman AYDIN

Not: Yazının orijinali için bkz. http://truth-out.org/opinion/item/25660-the-militarization-of-racism-and-neoliberal-violence

 

DİPNOTLAR

[1] Slavoj Žižek, Demanding the Impossible (İmkânsızı İstemek), ed. Yong-June Park, Polity Press, Cambridge, 2013, s. 58

[2] A.g.y. s. 68.

[3] Kevin Zeese & Margaret Flowers, “Ferguson Exposes the Reality of Militarized, Racist Policing,” (“Ferguson Askerileşmiş ve Irkçı Polis Uygulamalarının Gerçekliğini Açığa Çıkarıyor”), http://truth-out.org/news/item/25645-ferguson-exposes-the-reality-of-militarized-racist-policing, erişim tarihi 18 Ağustos 2014.

[4] Adam Hudson, “1 Black Man is Killed Every 28 Hours by Police or Vigilantes: America is Perpetually at War with its Own People” (“Her 28 Saatte 1 Siyah, Polis ya da Yasal Yetkisi Bulunmayanlar Tarafından Öldürülüyor: Amerika Kendi Halkıyla Sürekli Bir Savaş İçinde”), www.alternet.org/news-amp-politics/1-back-man-killed-every-28-hours-police-or-vigilantes-america-perpetually-war-its, 28 Mart 2013; Getto Fırtınası Operasyonu için bkz. www.mxgm.org/wp-content/uploads/2013/04/Operation-Ghetto-Storm.pdf.

[5] Özellike bkz. Radley Balko, Rise of the Warrior Cop: The Militarization of America’s Police Forces (Savaşçı Polisin Yükselişi: Amerika Polis Güçlerinin Askerileşmesi), Public Affairs, New York, 2013, ayrıca bkz. Michelle Alexander, The New Jim Crow (Yeni Ayrım Yasaları), The New Press, New York, 2010 ve Police Brutality (Polis Vahşeti), ed. Jill Nelson, Norton, New York, 2000.