İşçi Sınıfı Çalışmaları ve Muhtelif Araştırma Gündemleri

ABD kapitalizmi uzunca bir süredir, yaşadığı krizleri aşmak için mütemadiyen kamu harcamalarında kesintiye gitmek zorunda kalmaktadır. Zorunlu olarak kamu harcamalarının kısılması giderek derinleşen yapısal finansal krizlerle birlikte “ekonomik olan”ın yeniden problematik bir alan olarak su yüzüne çıkmasına neden olmuştur. Politik düzlemde cereyan eden “Occupy Wall Street” eylemleri, toplumsal hareketlerin kimlikler zemininden üretim ilişkileri zeminine meyletmesinin semptomik bir ifadesi olsa gerektir. Bunun arkasında yatan temel saik ise hiç kuşkusuz neo-liberal birikim rejimi ve onun kamu harcamaları politikalarıdır. Nitekim sosyal politika rejimlerinin önümüzdeki politik sürecin en temel konularından biri hâline geleceği öngörülebilir ve sosyal politika alanının siyasal olanın örüldüğü bir mecra olarak öne çıkması, uzun yıllardır kaçılan klasik bir kavramın –sosyal sınıfın– sosyal bilim diline yeniden dönmesine vesile olacaktır. Zira bölüşüm alanındaki aleni eşitsizliklerin üretim alanındaki konumlanmaları eninde sonunda sorunsallaştırması gerekir.

Bu noktada, ekonomik indirgemecilik eleştirisinin artık maksadını aşmış bir eleştiri hâline geldiğini görmek oldukça önemlidir. Uzunca bir zamandır alanımızda, iktidar analizlerinin ve kültür incelemelerinin pseudo-paradigmatik etkisi sonucu, sınıfsal içeriği nedensel bir güç olarak devreden çıkarma, bunun becerilemediği noktada da folklorik bir kategoriye indirgeme eğilimi sözkonusu olmuştu. Ancak sözünü ettiğimiz sosyo-ekonomik gelişmeler sonucu, bu stratejinin artık sürdürülebilirliği kalmamıştır: “Ekonomiye indirgeme”ye karşı olmanın “ekonomiyi indirgeme”ye vardığı bu teorik ahval artık sürdürülebilir değildir.

Öyleyse alanımızdaki kadim davetsiz misafir kapıyı bile çalmadan bir kez daha huzurlarımızdadır ya da belki de, hiç gitmemiş olan “odadaki fil” bir kez daha huysuzlanıp ortalığı kırıp dökmeye başladı. Karl Marx’ın sermayenin mantığını analiz ettiği “Kapital”inin ve Max Weber’in “Ekonomi ve Toplum” adlı çalışmasının yeniden gündeme gelmesi hemen görülebilecek ilk belirtilerdendir. Öte yandan, Amerikan sosyal bilim geleneğinin pragmatist ve bireyci karakteri göz önüne alınıp, buna soğuk savaş döneminin anti-sosyalist iklimi eklendiğinde, Amerikan sosyal biliminde sınıf analizlerinin önem kazanması kayda değerdir. Nitekim H2O Yayınları tarafından dilimize kazandırılan “İşçi Sınıfı Kimlikler Arasında” isimli derleme tam da sözünü ettiğimiz gelişmenin bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışma sınıf, ırk, cinsiyet ilişkilerine, küresel ekonomide sınıfın yeri ve işleyişine, sınıf ve sosyal politika ve sınıf ve gençlik ilişkilerine odaklanan dört bölümden oluşmaktadır.

Amerikan emek piyasasında yaşanan işten çıkarmalar, güvencesiz çalıştırma gibi uygulamalar ve alt sınıflar açısından daha önemlisi burjuva sınıfına uygulanan vergi indirimlerinin kendi üzerlerine binmesi hem gündelik pratikler içerisinde sınıfsal ayrışmanın görünürlüğünü hem de “tüketim toplumu”, “tarihin sonu” gibi temalar etrafında örülü teorik çerçevelere dönük kuşkuları gitgide artırmaktadır. Birey kişiler, sınıf mekanizmasının zorlayıcı karakterini bedenlerinde bir ağrı gibi hissetmeye başlamıştır. Dikkat çektiğimiz çalışmanın derleyeni Michael Zweig’ın da ifade ettiği gibi sınıf, basitçe sosyal bilimcinin analitik bir inşası olmayıp, sosyal bir “gerçek”tir. Soyutlamayla yakalanabilen “şey”ler olarak sosyal mekanizmalar etten kemikten bireylerin somut hayatlarından uzaklaştıkça algıda gerçeklik statüsünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Oysa (sosyal) bilimler açısından “gerçek/var olmak”, çoğu zaman “algılanabilir olmak” değil “gerçek etkilerde bulunabiliyor olmak” demektir. Dolayısıyla nasıl ki gündelik hayatın kendisinde erkek ve kadınlar arasındaki farkı duyumsayabiliyor ancak “toplumsal cinsiyet” kategorisi olmaksızın eril tahakküm yapıları hakkında çok az şey biliyorsak, benzer biçimde insanlar arasındaki gelir ve statü farklarını gündelik hayat içerisinde duyumsayabilmemize rağmen, bir soyutlama olarak sınıf kavramının yokluğunda görünürdeki farklar hakkında çok az bilgiye sahip olmaktayız. Nitekim sosyal bilimlerde soyutlamalar gerçekliğin derin katmanlarına nüfuz edebilmenin en temel araçlarıdır.

Sınıf kavramının belirleyeninin ne olduğu konusunda ise sosyal bilim sahasında ciddi bir literatür gelişmiştir. Erik Olin Wright’ın “dereceli sınıf kuramları” taksonomisiyle işaret ettiği yaklaşımlar sınıfları “gelir”, “statü”, “servet” gibi niceliksel kriterler üzerinden tanımlamaktadır. Empirik realizme gömülü bu türden sınıf kavrayışları Marksçı sınıf külliyatının kavrama kattığı özgünlükten yalıtık olarak gündeme gelmektedir. Bu özgül içeriğin aşındırılması, sınıf tanımlamalarının üretim alanından dolaşım ve tüketim alanlarına kaydırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Elbette sorun sadece meta-teorik düzeyden kaynaklanmıyor. Bunun yanında üretim alanının aldığı yeni biçimler de kavramları zorlamaktadır. Kavramsal belirsizlik yeni olguların kavramsallaştırılmasında gündeme gelerek sınıf teorisini yeni arayışlara itmektedir. Örneğin, 1980 sonrasında üretim alanında yaşanan çeşitlenme, yani “hizmet sektörü” olgusunun kapsamının genişlemesi, sınıf kavramının “üretim” ve “üretkenlik” üzerinden tanımlanmasını güçleştirmektedir. Bir de bu tartışmalara “kimlikler” sorunu eklendiğinde mesele iyice dallanıp budaklanmaktadır. Marksizmin sınıf teorisinin özgül içeriği ise sınıfı dolaşım ve tüketim alanından ziyade maddi zemini oluşturan üretim alanı içindeki konumlanmalar üzerinden tanımlamasıdır.

Bu noktadan bakıldığında, işçi sınıfı çalışmaları için başvuru kaynağı olması gayesiyle derlenen kitabın “sınıf” kavrayışının kısmen bulanık bir karakter sergilediği görülmektedir; etnik köken, ırk ve cinsiyetten bütünüyle bağımsız bir sınıfın bir anlamının olmadığı iddiasında veyahut sınıf çözümlemesinin basitçe saf kategorilerin (alt-orta ve üst sınıf kutucuklarının) içine yerleştirilmesini ve bunun da basitçe “gelir” üzerinden yapılmasını eleştirmek için “iktidar” nosyonuna yapılan vurguda olduğu gibi. Sınıfların somut tezahürlerinin kimlik ve iktidar meseleleriyle içiçe geçerek karmaşık bir ağ görüntüsü çizdiği kuşkusuz doğrudur. Nitekim derlemenin yazarları da, Amerikan akademi sahasında sınıfı ya gelirle ya da gelirin satın alabileceği bir yaşam tarzıyla tanımlama eğilimine karşı sınıfı ekonomik ve siyasal güç ilişkileri açısından tanımlamak istemektedir. Yazarlar bu hamleleriyle sınıf ilişkilerini işçi sınıfı ve burjuvazi açısından ekonomik ve siyasal iktidar çözümlemesine dönüştürmekte ve bunu yaparak, “sınıf”ı kimlikler kıskacından kurtardıklarını düşünmektedir. Ancak politik mücadele süreçlerine yapılan vurgu işçi sınıfı tanımında sorunlar çıkarmaktadır. Örneğin: “işçi sınıfı, gerek işyerinde gerekse de yurttaş olarak görece çok sınırlı güç ve yetkeye sahip insanlardan oluşur. İşlerini yaparken az ya da çok yakın bir gözetim ve idare altında bulunan ve kimsenin patronu olmayan insanlardır” (s. 19). Bu tanımda toplum, yöneten ve yönetilen olarak ikiye bölünür ve işçi sınıfı “yönetilenler” olarak damgalanır. Bu, işçi sınıfının “sömürü” üzerinden değil de “tahakküm” üzerinden tanımlanmasıdır. Sınıfı mübadele ve iktidar ilişkileri bağlamında tanımlamanın Weberci tınıları aşikârdır. Nitekim Weber sınıfları piyasa çıkarları ve statü bağlantıları temelinde açıklar. Sınıflar ya teknik bir işbölümü kapsamında “mesleğe” göre ya da diğerlerini yönetmek olarak “otoriteye” göre tanımlanır. Dereceli sınıf teorilerine karşı Marx’tan mülhem ilişkisel sınıf teorileri ise sınıfları, işçi sınıfı ile sermaye arasında nesnel olarak gerçekleşen artı değere el konulma sürecine atıfla “sömürü ilişkisi” olarak tanımlar. Sınıfları özne kategorisine indirgeme eğilimine karşı, sınıfların nesnel karakterine yapılacak vurguda bu ilişkisel kavrayışın son derece önemli ve gerekli olduğunu düşünmekteyiz. Dolayısıyla yazarların kimliklere yaptıkları sistematik atıf, politik düzeyde anlamlı olmakta birlikte, sınıfsal ilişkinin nesnelliğinin karartılması endişesi doğurmaktadır. Bir bütün olarak bakıldığında, “sömürü” dolayımıyla varlığını kaim kılan bir reel sosyal mekanizma olarak “sınıf”ın hem (a) ırk, etnisite, dinsellik, cinsiyet gibi “kimlikler” üzerinden hem (b) tahakküm ilişkileri üzerinden hem de (c) dolaşım ve tüketim pratikleri üzerinden tanımlanması ciddi karışıklıklar yaratmaktadır.

Bununla birlikte, çalışmanın “orta sınıf” ve “yoksulluk” mefhumlarına karşı eleştirel duruşu oldukça dikkate değer. Nitekim çalışma içerisinde, “zengin” ile “kapitalist” ve bunun karşısında “yoksul” ile “işçi sınıfı” kavramları arasındaki hayati farka dikkat çekilmektedir. Kapitalist zengindir ve yoksul da aktif ya da pasif işçi sınıfının üyesidir. Ancak, ne kapitalist zengine indirgenebilirdir ne de işçi sınıfı yoksula. İşçi sınıfının her üyesi “yardıma muhtaçlar” anlamında “yoksul” değildir. İşçi ile yoksul arasındaki ayrım, sosyal bilim literatüründe son dönemde artmakta olan yoksulluk çalışmalarını işçi sınıfı çalışmalarına bükmek gibi hayırlı bir işe vesile olacaktır. Buna ek olarak, varlığıyla/varlığında yorucu/ısrarlı bir burjuvazi ile işçi sınıfının ara katmanı tartışması vardır. Bunların arasında gelir dağılımında ortada yer alanlar için “orta sınıf” kavramını kullanmak âdettendir. Hâlbuki sınıf “gelir” ve “yaşam tarzı” üzerinden kavranıldığında pek çok sektörde elverişli şartlarda çalışan işçiler orta sınıf kategorisine çekilecek ve bu da başka bir mistifikasyona yol açacaktır. Zweig’in söylediği gibi “‘zengin, orta ve yoksul’ kavramlarıyla düşündüğümüzde eninde sonunda herkes ‘orta’ya girer” (s. 21). Bu bakımdan işçi sınıfı bir yanda üstten bir baskıyla “orta”ya çekilmekte, diğer yandan ise “yoksul”a çekilerek alta itilmekte, yani işçi sınıfı her halükarda gözden kaybolmaktadır. Analitik içeriksizliğinden dolayı rahatsız edici olan “orta sınıf” başlığı altında yapılan sosyolojik çalışmaların yine de gerçek bir “şey” üzerine olduğunu teslim etmekle birlikte, terimin pek çok sınıf fraksiyonunu yutan ve kolaycılığa teşvik eden renksiz/uçucu yapısı karşısında ısrarlı bir eleştiri hattını tesis etmek bir gerekliliktir. Derlemede bu eleştirinin sistematik bir biçimde işlenmesi ise, çalışmanın işçi sınıfı çalışmaları açısından değerini arttırmaktadır.

Yaşayan en önemli sınıf araştırmacılarından Erik Olin Wright, yine bir ABD’li olarak, yakın zamanda önemli bir soru sormuştu: “Sınıf” cevapsa, o hâlde soru nedir? Altı sorunun cevabında “sınıf”ın merkezî bir konumu vardı Wright’a göre (Approaches to Class Analysis, s. 180 vd.): (1) İnsanlar, maddî eşitsizliğin dağılımında nesnel olarak nasıl konumlanırlar? (2) İnsanların, hem kişisel hem de kolektif olarak, kendilerini ve başkalarını bir eşitsizlik yapısı içerisine öznel olarak yerleştirme biçimlerini açıklayan nedir? (3) Yaşam şansları ve maddî yaşam standartlarındaki eşitsizlikleri açıklayan nedir? (4) Aleni çatışmaları sistematik olarak şekillendiren sosyal yarıklar nelerdir? (5) Eşitsizliklerin toplumsal örgütlenmesinde tarih boyunca kendisini gösteren değişimleri nasıl nitelememiz ve açıklamamız gerekir? (6) Kapitalist toplumlardaki baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için ne tür dönüşümlere ihtiyaç vardır?

Kanımızca bu altı soru (ki kuşkusuz daha da çoğaltılabilir) hem sosyalbilimsel hem de felsefî birçok araştırma gündemine işaret etmektedir ve derlemenin yazarlarından Leo Panitch’in belirttiği gibi “sınıf herşey demek olmasa da hiçbir şey demek de değildir” (s. 107).

 

Michael Zweig, İşçi Sınıfı Kimlikler Arasında (ABD’de Sivil Haklar Mücadelesi ve Toplumsal Hareketler), H2O Kitap, 2013