Türkiye’de ve dünyada laiklik tartışmalarının yoğunlaşmasının önemli nedenlerinden biri de, özellikle son yıllarda İslam’a yapılan referanslarla üretilen şiddet sarmalı ve toplumu dinsel baskı altına alma çabaları. İslam ve laiklik üzerinden yaşanan tartışmaları, HDP Kars Milletvekili Ayhan Bilgen ile konuştuk. Bilgen, bu coğrafyada dogmaya, dayatmaya karşı bir özgürlük teolojisinin gelişmesi gerektiğini ifade ediyor. İslam ülkelerindeki genel fotoğrafa bakıldığında korkunç bir içe kapanma olduğunu belirten Bilgen, bunun tartışmayı zorlaştıran ve gittikçe fanatize olma potansiyeli taşıyan bir düşünce sistemi ürettiğini vurguluyor. Diğer yandan Bilgen’e göre, bu coğrafyanın kendi referanslarını kullanarak, en azından inkar etmeyerek, yok saymayarak bir çoğulculuk, bir demokratik, özgürlükçü laiklik konsepti kurmak gerekiyor. AKP döneminde ihalelerde en hırslı olanların geçmişte İslami çevrenin en radikal kesimi olduğunu belirten Bilgen, bu kesime ve iç savaş tehlikesine karşı, inanç ve etnik tartışmaları aşan, sınıfsal mücadeleyi temel alan, ötekiye ulaşabilecek bir fay kırığı yaratmak gerektiğine dikkat çekiyor.
Bülent Özçelik: İslam ve laiklik ilişkisi üzerinden düşünürsek, laikliği din karşıtlığı değil de, kamusal alanın dinsel referanslarla belirlenmemesi bu anlamda farklı inanç grupları, ya da inançsız gruplar arasında bir eşitlik alanı olarak alırsak, İslami düşünce ile laiklik arasında nasıl bir ilişki var?
Ayhan Bilgen: İki ana yorum yapmak mümkün bence. Birincisi dinin de bütün hayatı düzenleme iddiası var sonuçta. Bütün dinler, inançlar ve hatta ideolojiler bir yerden sonra kıskançtır, bütün her şeyi ayrıntılarına kadar dizayn etme iddiasındadır. Dolayısıyla da böyle bir okuma yaptığınızda, yani hayatın sabah çıktığınızdan geceyarısına kadar, doğumdan ölüme kadar bütün kurallarını dizayn eden bir sistematiğin, kamusal alan, özel alan gibi bir ayrıma kapı aralamayacağını düşünürsünüz. Yani felsefi boyutuyla söylüyorum. Ama bence bunun içerisinde, bir tarafı çoğulculuk olabilecek, başka bir felsefi yorum çıkarmak da mümkün, o da şu: sonuçta İslam’ın kendi içindeki çok ciddi tartışmalardan birisi de, iradeye yüklediğiniz anlam üzerinden bir şey geliştirebilmeniz. Yani toplumsal hayatın tümüyle dizaynı zaten bir yaratıcı ile yapılıyorsa, o zaman bireysel iradenin ne anlamı var, ne değeri var, ne belirleyiciliği var diye bakabilirsiniz ve buradan daha özgürlükçü bir yorum çıkartabilirsiniz. Bu yorumda da şöyle bir kapı aralanabilir, daha çok Sufi gelenek, yani daha politik iktidarcı din söylemi değil de daha bireysel bir tercihe bırakan, daha toplumsal hayatın devlet eliyle dizayn edilmesi değil, herkesin iç dünyası, iç olgunlaşması, kendi ahlaki rolü ama her yeri düzenleme iddiasında bulunmayan bir din algısı. Yani “zaten isteseydi tanrı herkesi Müslüman yapardı, herkesin hayat biçimine, diline, kıyafetine karar verirdi. Demek ki sınav var ve bu sınav da herkesin kendi iradesine bırakılmış” diyen okumayı merkeze alırsanız, o zaman özgürlükçü bir şey çıkartabilirsiniz buradan. Dolayısıyla bir başkasına bir inanç dayatmak, bir başkasının yaşam biçimine, tercihlerine müdahale etmek, doğru değildir. Herkes kendi tercihlerini yapar ve sonuçlarına katlanır gibi bir algı. Burada fıkıhın kendi içinde bir tartışması var. Yani bu iki felsefi farklı yorum, hani daha kelami yorum dışında, şöyle bir tartışma o da: “Müslüman olup olmamak konusunda herkes tercih sahibidir, ama Müslüman olduktan sonra onları bağlayan kurallar var. Orada artık dinin kurallarına uygun yaşamak zorunda” diyen bir yaklaşım var bu sefer. Böyle baktığınızda kısmen şöyle bir kabul ile demokratik bir laik teori içerisinde şöyle diyebilirsiniz: tamam dinden çıkma hakkınız varsa, tercih bireyselse siz o sistematiğin dışına çıkıyorsanız beni bağlamaz o biçimiyle bile koyduğunuz kurallar diyip kurtarabilirsiniz. Yani bir cemaatin kendi içinde kurallarının olması tartışmalı bir alan. Diyelim ki ben bu alanın içindeysem bu kurallara uyacağım. Hıristiyan da olsanız, başka bir inanç grubundan da olsanız diyen yorumlar da yapılıyor. Burada işte hem laikliğin, hem birey özgürlüğü ile topluluk hakları arasındaki dengenin nerede olacağı gibi tartışmalar başlıyor. Ben şunun çok pratik olmadığı kanaatindeyim: İslam dünyasında, eğer faydacı bakıyorsanız, negatif anlam yüklemeden söylüyorum, özgürlüğe ihtiyacı var bu coğrafyanın, dayatmaya, dogmaya karşı bir şeyin olması lazım, bir özgürlük teolojisinin gelişmesi lazım. Bunun da yolu dinin kendi içinden de bir yorumun yapılmasını gerektiriyor. Yani siz kalkıp da, batının yürüttüğü toplumsal mücadele, sınıf mücadelesi ve oradaki kazanımları, topyekun kurallar transferi biçiminde Ortadoğu’ya taşıyarak bir demokratikleşme, sekülerleşme mümkün görmüyorsanız, bu çok kolay görünmüyorsa, o zaman buranın kendi referanslarını kullanarak, en azından inkar etmeyerek, yok saymayarak bir çoğulculuk, bir demokratik, özgürlükçü laiklik konsepti kurmanın yolunu aramak gerektiği kanaatindeyim. Ben orada şeyi önemsiyorum: Yani “bu doğru mu değil mi, tutarlı mı bilimsel mi”den çok faydalı mı değil mi, Ortadoğu halklarının lehine mi değil mi? İnsanlığın lehine mi değil mi? Gibi bakmak gerektiğini düşünüyorum ve şundan yanayım: içerisinde bir kırıntı bile varsa, dini önemseyenler açısından onu baskıcı ve otoriter eğilimlerden alıkoyacak bir yasak varsa, tamam yasak kelimesinin kendisi irrite edici ama o yasaklarla ancak kendini şey yapacağını düşünüyor. Yani cehennem korkusuyla, cennet arzusuyla sadece, ahlak, toplumsal duyarlılık, dayanışma, özgürlük, saygı falan gibi şey yapıyorsa, onun düşünce dünyasının içerisinden, onun tutarlılığı içerisinden bir söz söylemekte bence bir beis yok. Bence bu tartışmayı böyle yaptığınızda, “ya biz de dini referanslarla mı tartışıyoruz” demek, bence tartışmayı daraltan, güdükleştiren bir şey. Bunu bütün toplumsal alana yayalım anlamında söylemiyorum. Yani bütün toplum ancak Kuran böyle diyor, peygamber böyle diyor üzerinden bir yol haritası çıkartsın, bu değil kastettiğim ama beni peygamber bağlar, peygamber nasıl yaşamışsa ben de öyle yaşarım ya da Kuran’da varsa benim için bağlayıcı, onun dışında hiçbir şey beni bağlamıyor diyen bir getto var şu anda.
Durdu Baran Çiftci: Çok büyük bir kitle hocam, bu kitle İslam’ın okumasını dünyaya bakışını da belirleyen bir kitle. Etkili bir kitle. Yorumlama olanaklarını da ortadan kaldıran bir kitle. Önde olan yorum dediniz, önde olan yorum üzerinden hareket eden bir İslami bakışla laikliği kullanan ama sanırım şu anki zamanı düşünürsek o seküler okuma mümkün değil ve sizin bahsettiğiniz gettonun okuması daha fazla ağırlık taşıyor. “Ben hayat ve gündelik pratiklerimin tamamını işte Hz. Muhammed üzerinden, onun hayatı üzerinden yürütürüm, ya da orada ifade edilen şeyler üzerinden yürütürüm” diyen etkili bir kitle var.
Ayhan Bilgen: Orada ben şeyi önemsiyorum. Mesela Fazlür Rahman, Ankara İlahiyat’ta yaygın olan bir ekol ve bir yorumu var. Ya da mesela daha uç, selefi yorumlar var, İbni Teymiye geleneği, Ahmed Hanbel geleneği, yani işte o hattan gelen bir şey var. Ama bütün bunlar bağlayıcı değil, fakat sizin söylediğiniz ana gövdenin geleneksel alan diyebileceğimiz gövdenin kendisi sorunlu. Kendisi sorunlu derken şey anlamda söylüyorum bunu, şimdi diyelim hani bir 12. yüzyıl tartışmalarına baksanız, geriye gitseniz biraz, İbni Sina’nın Farabi’nin çok ciddi tartışmalar açtığı, hani cehennem var mı, mahşer gibi çok itikadi tartışmaları cesaretle açtığı dönemin İslam dünyası, hani bu işte İskenderiye Mektebinin etkisi, Eski Yunanın çevrildiği son derece özgür, cesur tartışmaların yapıldığı bir dönemi yaşıyor olsanız belki o geleneksel kitle üzerinden değil, kendi iç tartışmalarının ne kadar yaygınlığı üzerinden tartışmaları okursunuz. Heteredoksi yorumlar çıkar. Ama şimdi genel fotoğrafa baktığınızda korkunç bir içe kapanma var. Özellikle 20. yüzyılın refleksi olarak ülkeler işgal edilmiş, manda yönetimler kurulmuş, dolayısıyla bu coğrafyada İslam bir sığınma, savunma refleksine dönüşmüş. Yani “Haçlılar var, Sanayi Devrimi sonrası sömürgeler, dolayısıyla da bu sığınmacı ve savunmacı refleks içerisinden, içeride demokratik bir tartışma yapmak çok kolay değil. Çünkü şöyle bakıyor: “Biz Müslüman olduğumuz için öldürülüyoruz. Petrolümüz elimizden alınıyor. Dolayısıyla bizim kurtuluşumuz da ancak Kuranı, bayraklaştırarak, sloganlaştırarak batıya dünyaya karşı bir silaha çevirerek olur” gibi bir bakış var. IŞİD’i doğuran da bu zihin dünyası. Ama camiye giden normal yaşlı amca da buna benzer bir şey düşünüyor aslında. Çok bundan farklı düşünmüyor. Ya Kuran’ın bütününe inanırsın ya da inanmazsın diye bakıyor. Bütününe inanırım dediğinde, yani oradaki tarihsel yorumu falan tartışacak hali yok. “Bu hüküm acaba İslam’dan önce de Araplar arasında zaten vardı, bu kıyafet zaten vardı, peygamber onun şu kadarını değiştirebildi. On yılda o kadar değiştirebildi. Hedefi kadınla ilgili bakışı tümden değiştirmekti. Yani köleliği tümden kaldırmaktı o toplumun gerçekliği içerisinde ancak buraya kadar getirebildi. Kölelere yediğinizden yedirin, azad edin özgürleştirin falan dedi ama köleliği tümden kaldıracak bir devrimsel şeyi de yapamadı. Ona da ya gücü yetmedi ya toplumsal algı onu kabul etmedi.” Böyle okuma yapmıyor. Diyor ki Kuran’da cariyeye dair fetva var, varsa bitmiştir bu iş. Bunu doğru mu değil mi, insani mi, akli mi ahlaki mi kabul edilebilir mi diye bir tartışmaya girmiyorsa siz o toplumsal gerçekliği, düşünsel zeminde sorgulayabilirsiniz. Her tarafından tartışmaya açabilirsiniz ama bu oryantalist bir algı oluşturduğu anda karşı taraf “bunlar cihadı da kabul etmiyorlar oysa cihat çok haklı bir şeydir” diyor. “Savunma hakkı, fetih hakkı, bütün dünya bu bayrağın bu sancağın altında toplanmalı.” Bu algılar, doğal olarak anında tartışmayı zorlaştıran ve kendi içine kapanan ve gittikçe fanatize olma potansiyeli taşıyan bir düşünce sistematiğini üretiyor. Buradan çıkartmanın yolu içeride sorgulatmayı sağlayabilecek referanslarla, örneklerle, belki pratikler, belki öyle yorumlanabilecek ayetlerle, hadislerle bir dil kurmayı gerektiriyor.
Durdu Baran Çiftci: İslam tarihi açısından klasik bir tartışmadır; İbn Rüşdi’ye, İmam Gazali’ye, onların oluşturduğu hatta dönmek gerekiyor belki de, yani aklî olana geri dönme…
Ayhan Bilgen: Kesinlikle, eğer aklî olana dönemezse doğruya ulaşılabileceği bir mekanizma bulamayacak, hâlbuki çorap söküğü gibi gelebilecek bir yön var, “hiç akletmez misiniz” diye bir sürü ayet var. Buradan tutup, akıl da doğruya ulaşmanın bir aracı olabilir. Ancak onun da önünü kesen bir sürü şey, örneğin mezheplerin farklı yorumları var, içtihatlar var. Yani “akıl ancak ayetlerde ihtilaf olduğunda kullanılabilir.” Yani iki ayet arasında çelişkiye düşersen tercih yapabilirsin. En esnek yorum mesela böyle diyor, ama şunu söylemiyor; “sen insansın ve senin sorumlu olman misal halife olman yeryüzünde, sınava tabi olman, değerli olman, aklınla ilgilidir.” Dolayısıyla akıl sadece şu metni okumak için değil hayatı okumak için de, dünyadaki olayları okumak için de kullanılabilir. Bazı ayetler şunu diyor mesela; “yeryüzünü dolaşmıyor musun”, böyle baktığınızda gayet pozitif bilimlere açık rasyonel düşünmeye açık bir sistematik bulunabilir. Ama açıkça söylersek faydacı bakıp bakmama meselesi öne çıkıyor. Bu noktada bu sistematiğin kendisi çok zorlama bir yorumdur denilebilir. Bunu ben de kabul ediyorum. Çünkü topluma, genel tarihselliğe bakıldığında böyle yorumlayanlar hep istisna kalmış, fitneyle, sapkınlıkla suçlanmıştır. Fakat dert üzüm yemekse buradan bir şeyler sökme imkânı var gibi gözüküyor. Bir tuğla çekildiğinde arkasından başka şeyler de dökülecektir.
Bülent Özçelik: İslam toplumları laikliği batı referanslı olarak görüp, kendi içinde bir çözüm üretmeyi istiyorsa, İslam’da başkalarıyla bir arada yaşama felsefesinin gelişmesi gerekiyor. Buna yönelik bir çabada da siyasal İslam’ın kendini belirleyen olarak dayatması söz konusu oluyor. Özellikle günümüzde, göç olgusunu da düşünürsek, başkalarıyla bir arada yaşamanın öne çıktığını söyleyebilir miyiz? Başka toplumlarla nasıl bir arada yaşayacağız?
Ayhan Bilgen: Şöyle düşünüyorum; Batı referanslı bakma konusunda bir direnç var; şu şekilde okunmuyor: İnsanlık iyi bir yere ulaşmışsa, örneğin demokrasiye bedeller ödeyerek ulaşmışsa, yine laiklik konusunda da Kilise’yle çatışma içinde ulaşmışsa bu yere, “dünyanın neresinde iyi bir şey bulunmuşsa o bize aittir.” Bu bakış doğru olurdu. Ancak bu şekilde okunamıyorsa Batı merkezli okumanın kendisinin de dışına taşmak gerekir bence; misal, Çin’in de kendine göre bir kazanım süreci var, klasik Avrupa tarihinden başka bir rotada kendine özgü bir çoğulculuk üretmeyi başarabilmiş. Sonuçta son iki üç yüzyıla damgasını vuran Batı olduğu için biz de oradan tartışıyoruz ama Buda’nın Konfüçyüs’ün fikirlerinden de başka bir çoğulculuk anlayışı çıkarılabilir. Batı ve İslam ikiliği ister istemez siyah-beyaz bir bakış üretiyor. Uzak Asya’daki inanç çeşitliliğine bakılması iyi sonuçlar üretebilir. Şuna inanıyorum, toplumsal koşullar, yaşanılan zorluklar kitlesel öğretici bir rol oynuyor. Anadolu’ya İslam’ın ilk gelişinde, gelen Arap aklı, İslam’ı buradaki Rum çoğulculuğuyla ya da kriz veya savaşla karşılaştı. Sarı Saltuk’un Balkanlara götürdüğü İslam’ın daha özgürlükçü olması, daha çoğunlukçu olması, onların dillerine, kültürlerine müdahale etmeyen bir hattın açılması da buradan okunabilir. Eğer toplumu kılıç zoruyla İslamlaştırmayacaksa bunun yolu topluluğun mevcut yaşam öğelerine meşruiyet tanıyan, misal topluluğun alkol tüketimini sorun etmeyen bir yorum geliştiriyor, ya da kadının toplumsal konumunu Araplarda olduğu gibi daha tecrit edilmiş bir yere itmiyor. Dolayısıyla orada geldiği koşulların öğreticiliğinin tarihsel arkaplanı da var. Avrupa’ya dair 70’li ve 80’li yıllardaki özellikle Seyyid Kutub’ların asılmasından sonra, yani Mısır’daki darbenin faturası çıktıktan sonra Avrupa’ya gidenlere baktığımızda İhvan kökenlilerin hepsinde daha toplumsal ilişkilere liberal, demokrat, batı referanslarıyla bakan bir kuşak görüyorsunuz. Ama son dalga, Irak’a müdahale, Ebu Gureyb, Guantanamo süreçleriyle 11 Eylüle giden bir hat ortaya çıkardı. Daha radikal bir İslam yorumunda bulunan özellikle gettolarda gelişen örgütlenmeler vardı, ama 11 Eylül sonrası, İslamofobinin, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının gelişmesi, karşı tarafta da otoriter rejimlerden kaçan ve kaçtığı yerlerde toplumsal uyuma yönelen bir bakış yerine, kendimizi korumak için savaşmasak bile cihat organizasyonlarına en azından zekat vermeliyiz düşüncesi yerleşti. Bu tarzda cihatçılığa destek olan iyi eğitimli bir kitle bile oluştu süreçte. Bu karşılaşmaların, kutuplaşmaya dönüşmemesi adına toplulukların birbirlerini tolere eden mekanizmalarının sınırları nelerdir? Bence üzerinde önemle durulması gereken husus budur. Örneğin New York’ta Londra’da çok yaygın olan gettolaşmada, birbirleriyle apayrı dünyalara sahip olan Cezayirlilerin mahallesiyle lgbtlerin eğlence merkezi birbirine bitişik var olabiliyordu. Anglosakson dünyada böyle bir gettolaşma anlaşılabiliyordu. Ancak son dönemde özellikle Kıta Avrupası’nda yükselen dalganın böyle bir şeye tahammülünün olmadığını görüyoruz. Bir taraf bütün kara çarşaflıların intihar bombacısı olabileceğini veya oradaki yaşam tarzının kendisine müdahale edeceğini düşünürken diğer taraf da benzer bir şekilde karşıdakini tehdit olarak görüyor.
Bülent Özçelik: Türkiye’de laiklik tarihsel olarak devlet üzerinden, devletin dini araçsal olarak kullanması üzerinden gelişmekte, bu durum geçmişte Müslüman insanların da belli sıkıntılar yaşamasına sebep oldu, AKP dönemine baktığımızda da kamusal yaşamın, toplumsal yaşamın pek çok yönden dinselleştirilmesine şahit olmaktayız. Bu süreçte, örneğin bir yandan uyuşturucu bağımlılığı çok ciddi bir şekilde artıyor. Ancak diğer bir taraftan da eğitimde çok ciddi dinselleştirme çabaları var, kreşlerden başlayarak diğer tüm toplumsal kesimleri bir din anlayışı üzerinden şekillendirme uğraşı var. Dolayısıyla zaten sınırlı olan laikliği biraz daha geriletme çabaları, dini baskı aracı haline getirme ve bu yolla kendi kitlesini de memnun etme çabası var. Bütün bu duruma muhalif Müslümanlardan sesler çıktığını görüyoruz ama sanki toplumda fazla bir etki yaratmıyor, siz ne dersiniz bu duruma?
Ayhan Bilgen: Benim tehlikeli sekülerleşme dediğim bir şey söz konusu, korkunç ikiyüzlü bir muhafazakârlaşma bundan kastım (Sekülerleşmeyi negatif anlam yükleyerek söylüyorum burada). Haksız kazanç konusunda sınırsız bir esnekliğe sahip, çünkü kafir, Kemalist devlet yıllarca bize zulmetti, batılılar da sömürdü, biz Anadolu’daki Müslümanlar hep haksızlığa uğradık şeklinde yerleşik bir bakış açısı var. İhalede haksız kazanmak işçi sömürmek gibi şeyler anlamsızlaşıyor, çünkü şimdi kazandığımız paranın önemli kısmını TÜRGEV benzeri çeşitli kuruluşlara bağışlıyoruz diyerek meşrulaştırıyorlar bu haksız kazancı. Bu belki de en tehlikelisi; az önce de değindiğim dini kendi içerisinden bir sorgulatmanın geliştirilmesinin önünde ciddi bir engeldir bu durum. İşçinin alın teri benim için daha önemli bunu bağışlama hakkım yok ya da başkasının vergisiyle, örneğin Alevilerin vergisiyle cami yapmaya hakkım yok gibi bir okuma yapmadıkça bu durum çok daha tehlikeli bir noktaya gitme potansiyeli taşıyor. Çünkü dinin kendi mantığı içerisinde baktığınızda, lüks yaşam vb. vicdanen rahatsızlığa yol açıyor, kendinizi rahatlatmak için dinin en marjinal yerlerine kadar gidiyorsunuz. Yozlaşma büyüdükçe, yapılan caminin boyutu da büyüyor! Cihad edene para verme başlıyor, çünkü onlar en zoru yapıp ölümü göze alanlar. AKP döneminde ihalelerde vb. en hırslı olanların geçmişte İslami çevrenin en radikal kesimi olması bunu gösteriyor. Milli görüş geleneğinin rutin bir ilerleyişi vardır mesela, kendi içinde fren mekanizmalarına sahiptir. Buna sahip olmasını sağlayan Anadolu’da din adamı, din öğretmeni, müftü vb. profilde bir ortalamanın yaşam biçimi ve standartlarına sahip olmasıdır. Bir de devlet memuru olmayı bile caiz görmeyen, vergi mükellefi olmayı caiz görmeyen, hem devrimci İslam’a inanan hem Kemalizme karşı çıkan kişi vardır. Bu kişi siyasete girdiğinde, il başkanı olduğunda vs. kendi rutin geleneksel denetim ve değişim mekanizması bile işlemez hale geliyor. Onun için her şey caiz ve muhtemelen pozisyonu ne kadar hızlı yükseliyorsa, içinde bulunduğu radikal ortamla ilişkisini ancak bu şekilde dengeleyebiliyor. Kendi içinde hiçbir tutarlılığı olmayan iki hayatı, iki dünyayı eklemliyor ve birlikte yürütmeye uğraşıyor. Ranttan vazgeçilemeyince, çürümeyi meşrulaştıracak bir iş yapılması gerekiyor. Bağış sistemi bunu sağlıyor. Bu tarz bir muhafazakârlığın -sonuçları yobazlığa, bağnazlığa varabilecek- en tehlikeli olanı olduğunu düşünüyorum, çünkü kendi iç denetim mekanizmalarından tamamen yoksun durumdadır. Aynı zamanda bu çöküşle yüzleşilemiyor da. Örneğin, İslam tarihinde Emevi döneminden sonra bir yüzleşme dönemi yaşanıyor, saray, saltanat, ordu ve savaşla ve Sufi gelenek buradan doğuyor. Bu kadar şatafat olmaz diyen bir hırka bir lokma geleneği buradan doğuyor ve devam ediyor. Burada ise böyle bir tutarlılık yok, çünkü tarikatların hepsi iktidara eklemlenmiştir. Bir tarikat külliye ya da yurt yapmak istiyorsa belediye ile iyi geçinmek zorunda, iktidarla iyi geçinmek zorunda; onun varlık sebebi olan mütevazı yaşam ve lüksten kaçınma vb. öğretisini, mantığını öyle bir yere bağlamışsın ki, işte sekülerleşme bu noktada başlıyor. İktidarın yaptığı kötülükleri görmezden gelip ve kendi tarikatında kendi yaptığıyla ilgilenmeye başlayınca bence bu durum entegrist yorumdan daha kötü sonuçlara yol açıyor. Entegrist yorumun problemi bütün dünyaya nizam vermeye çalışmasıdır ama o nizamın kendisi kendi içinde biraz özgürlükçü, çoğunlukçu olabilir, bu tonları verebilirsin, burada böyle bir ihtimal de yok. Çünkü burada kendi hayatıyla ilgili olanı değiştirmekten vazgeçmiş, çevresine, örneğin laiklere ve yaşam tarzlarına karışmıyor ama kendi için mücadeleden de vazgeçmiş aslında. Bu tarz, ilk bakışta Batı sekülerizmine daha uygun gözüküyor ama daha yakından bakıldığında aslında barındırdığı tehdit çok daha yüksek durumdadır. Bir de Gezi ile gelen yeni bir dalga söz konusu. İslamcı kuşak 2000’li yıllardan itibaren iktidarın sahibi oldukça bu sefer onların çocuklarında bu yozlaşmayı sorgulayan bir damar ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Babasından öğrendiği değerlerle yine babasının bir parçası olduğu düzenin çeliştiğini görmeye başlıyorlar. Gezi’nin ilk günlerinde Bakanların çocuklarını karakollardan gizlice çıkardığına dair söylentiler bu anlamda sahicidir. Babası AKP’li olup da HDP’ye oy vermiş bir sürü insan var. Elbette Sosyal medyada bilgiye ulaşabilmenin de bunda etkisi olduğunu düşünüyorum, bu gençler çevreleriyle, sosyal medyayla birlikte babasının belki de hiç tanımadan düşmanlaştırdığı sosyalistle, Aleviyle temasa giriyor. Örneğin müzik konusunda babasının dogmatik tavrının babasının hayatında bile pek bir yere oturmadığını farkediyor. Tatil vb. pek çok insani şeyde aynı durum görülebilir. Önümüzdeki dönem için bir alternatif, muhalif bir hat gelişecekse bence Gezi sembolik bir anlam ifade ediyor. Emek ve Adalet’ten başlayan hattın, hatta ve hatta genç sivillerden başlayan hattın (bu hat fiilen iktidarın içinde erise de en azından söylem düzeyinde) hala bir geçerliliği var bu kuşak içinde. Önümüzdeki dönemde kalıcı bir hesaplaşma ve yüzleşme yaşanacaksa demokrat bir hat buradan doğabilir. Aklın yerini anlayan, özgürlük kavramının içeriğini bilen bir anlayış ortaya çıkacaksa bu ancak bu yeni kuşak üzerinden gerçekleşebilir. Eski kuşak içerisindeki tartışmanın son derece kötü olduğunu söyleyebiliriz. Neresinden tutarsanız tutun ciddi bir düşünürün olmadığı da görülüyor. Sayılacak insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.
Bülent Özçelik: Yine de bu yeni genç kuşakta ayrımcı bir eğilim de güçlü bir şekilde ortaya çıkıyor gibi görünüyor.
Ayhan Bilgen: Evet, iktidara eklemlenmiş bir gençlik yetişiyor. O kısma katılıyorum. Parti gençlik kolları tümüyle böyle odaklanmış durumda. Çünkü zaten oraya gelen inanç motivasyonundan ziyade erken zengin olmanın, hızlı yükselmenin, atama, tayin vb. mekanizmalardan yararlanmanın peşinde. Tamamen iktidarcı ve rantçı bir motivasyonla geliyor. 28 Şubat sonrası zaten İslamcı hareketin başındaki en büyük bela zaten iktidarla bu kadar hızlı bir bağ kurmuş olmasıdır. Neredeyse hiç muhalefette kalınmadı. Şimdi bir genç hayata başladığında şu şekilde bakıyor: benim düzenimi kurmamın, ihale almamın, iş bulmamın, ev, araba almamın tek yolu iktidara yakın durmam. Bu kadar keskinleşmiş durumda vaziyet. Bu durum herhangi bir düşünme ihtiyacını da ortadan kaldırıyor. Siyaset biz ve onlar sistematiğine iniyor.
Durdu Baran Çiftci: Böyle bir neslin varlığı açık, ancak bu bağımlı neslin varlığı sürdürülebilir bir şey midir? Zamanın şimdisinde yaşayan ancak geçmişle gelecek arasındaki bağları doğru ve düzgün kuramayan travmatik bir genç nesil var gibi geliyor bana; iktidarın sürekli bir bilgi bombardımanına maruz kalmış, sorgulama ve düşünmeden uzaklaşmış bir nesil. Şimdinin baskısından kurtulamayınca gelecek de kurulamıyor. Düşünme fiili etkisizleşiyor.
Ayhan Bilgen: Katılıyorum ama bence orada şöyle bir kırılma noktası da var; iktidar odağına yakın durarak hızla elde ettiği şeyler var, ama bu pastanın paylaşımının kendisinin sınırları var, yani kaynaklar sınırlı. Örneğin yeni bir gazeteci grubu oluştu, geçmişinde hiçbir fikri birikimi olmayan bir isim bir anda devletin kayyum atadığı bir gazeteye köşe yazarı olabiliyor. On bin yirmi bin lira maaşlar almaya başlıyor, televizyonda yorumcu oluyor vs. buna göre hayat standartlarını değiştiriyorlar. Ancak iş tersine dönebiliyor; örneğin Karar gazetesinde, Yeniyüzyıl gazetesinde yazanlar ne yapacaklar? Geri dönüp tekrardan biat etseler kabul olacak mı? Olmayacak muhtemelen. Çünkü onların köşeleri kapmış olanlar, Davutoğlu’nun yanında duran o isimlere vefayla, işte “Mustafa Karaalioğlu hepimizin üstadıdır. Başından beri bu işleri ilk yapandır” demeyecekler. Ben Karaalioğlu’ndan daha iyiyim diyecekler. Zaten ihanet etti, onun burada yeri yok diyecekler. Belki bunları görmek, bunlarla yüzleşmek içeride başka kırılmalar doğurabilir diye düşünüyorum. Çünkü burada nihai, sınırsız bir şeyden bahsetmiyoruz. Devlet adına dağıtmanın da bir sonu var, ekonomik kriz var, cari açık riski var, bütün bu riskler sistem patlamasına dönüşmedikçe büyük bir hesaplaşma zor, olduğunda da ne kadar sağlıklı olur, tartışma konusu, ama anlaşılan duvara çarpılmadıkça da olmayacak. Kaynaklar bitecek ve sistemde yaşanan krizin hesabını halk İslamcılığa kesecek, iktidarda siz vardınız diyecek. Uzun süredir bürokratik oligarşi, paralel, Ergenekon vs. iş görüyordu, ancak artık canı ne isterse yapabilen bir muktedir olduğu artık tescilli, genelkurmay başkanını tutuklayabildiği gibi, başbakanı da pat diye alabiliyor görevinden. Her şeye gücü yetenin mazereti olmaz.
Durdu Baran Çiftci: O zaman iktidarın “kutsal mazlumluğu” üretemeyeceği bir durum söz konusu. Peki, hocam, muhalefetin de bu anlamıyla kendisini sorgulaması, yükselen bu vahim tablo karşısında alternatif bir siyaset alanı yaratamaması, AKP’nin içinden bir kırılma beklemesi üzücü bir şey değil midir?
Ayhan Bilgen: Şüphesiz, şöyle bir durum var bence, beklemenin de ötesinde oraya hitap edebilecek dili kuramamak sorun zaten. Örneğin yardım üzerinden ciddi bir oy ilişkisi oluştu Türkiye’de, sosyal yardım rakamlarına bakıldığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Yardım kavramıyla ifade edilemeyecek bir şey, bir güç, karar süreçlerinin bir öznesi söz konusu. Seçme davranışı tartışılırken, diyelim ki büyük firmaları tartışır gibi, memur ya da orta sınıfları tartışır gibi bir sınıf tartışması yapacaksın artık. Ancak bunu biraz aşağılayan bir dille, makarnacılık vb. ile suçlayarak tarif ettiğinde, bu mahallelerde eskiden solcular, muhalifler, devrimciler vardı, bu evleri de devrimci gençler yapmıştı demenin bir anlamı kalmıyor. Oysa sen onunla empati yapmayı başaran, dayanışma içinde olan, onla birlikte, onun yaşama koşulları içerisinde duran bir şeyi geliştirebilirsen, ancak o zaman onlara hitap edebilirsin. Onun inancıyla kavga etmek yerine, “bu inanç böyle kullanılıyor, istismar ediliyor, bizim derdimiz senin inancınla değil ekonomik sömürülmenle” diyen bir yer inşa edilebilir. Yani aydınlanmacı bir siyaset dili değil, tam tersine onun asıl sorununa odaklanmasını, kendisini sömürenle hesaplaşmasını sağlayacak bir dil kurmak bence önemli. Yoksa şuna katılıyorum; kendine bir ders çıkartmayıp, karşı tarafın içinden bir çözülme beklemek muhalefet için ciddi bir çaresizlik halidir.
Bu noktada bence solun dini çevrelerle ilişki kurması konusunda da ciddi bir handikap olduğunu düşünüyorum. Ben de onun gibi dindar gözükürsem ondan oy alırım gibi bir bakış var, oysa bence geniş kitlelerin beklediği, AKP’ye oy verme sebebi dindarlık değil, sadece saygısızlık yapılmamasını, inancıyla dalga geçilmemesini bekler. Bu kitle, elit bir yerde durulmamasını ister, evine girildiğinde ayakkabını çıkarmanı bekler, allahaısmarladık, selamın aleyküm demeni ister. Senin illa getirip dindar aday koymanı beklemez. Zorlama hareket ve söylemler olumsuz etkiler, diğer tabanda da bıkkınlık yaratır bu sahte dindarlık. Dinin baskısını ailede, yurtta vs. her yerde üzerinde hisseden yeni kuşaklar muhtemelen bu durumdan sıkılacaktır. Sol burada kendi referansları üzerinden bir ötekine de özgürlükçü yaklaşabilecek, o kitlenin onları sömürenlerle arasındaki mesafeyi açmaya odaklanan bir söylem, bir tarz kurmayı başarabilse olumlu sonuçları olacaktır.
Bülent Özçelik: Son dönemde Meclis Başkanı’nın Anayasa’da laikliğin yer almamasına, dindar bir anayasa olması gerektiğine dair söyledikleri bir tartışma yarattı, sizce iktidar bu tartışmayı neden açtı?
Ayhan Bilgen: Bir kere şöyle bir karşılaştırmanın yapılması yanlış olur. Evet, Avrupa’da çoğu ülkenin anayasasında laiklik yazılı halde yer almıyor, ancak buralarda öyle bir gelenek, teamül oluşmuş ki anayasada yazmıyor diye o ülke İncil’e göre yönetilir demiyor kimse. Kilisenin rolü, sınırı, sosyal hayatta üstlenebileceği işlev, kreş açmak veya yaşlı bakımevi açmak gibi, nereye kadar toplumsal hayata değeceği, örneğin mültecilerle ilgili kampları organize etmek, entegrasyon çalışmaları vs. sınırları bellidir. Yani onun tehdit kapasitesi bellidir. Dolayısıyla onun bir normla, kurulla, mevzuatla sağlama alınması ihtiyacı yoktur. Ancak durum burada böyle değil, sen kalkıp Amerika’daki gibi anayasana dini referans koyduğunda üç gün sonra bir hâkimin kalkıp bu referansa dayanarak kendi yorumunu geliştirmesinin önünde hiçbir engel yok. Çünkü onu durdurabilecek bir akıl ya da bir iç denetim mekanizması yok. Anayasa başkanlık motivasyonunu artırmak için laikliği kaldırmayacak ama dini referanslar da koyacaklarını düşünüyorum -ki Kıta Avrupası’nda olmasa da Anglosakson geleneğinde buna bir yatkınlık da söz konusu, dünyada örnekleri de bulunuyor.
Durdu Baran Çiftci: Burada yine bu “kutsal mazlumluk” devreye girecekmiş gibi gözüküyor. “Biz dinimizi anayasamıza yerleştirmeye çalışıyoruz ama bunun karşısında duruluyor” üzerinden söylem kurulacak gibi gözüküyor.
Ayhan Bilgen: Son MYK toplantımızda Nimetullah Erdoğmuş şöyle bir şey aktardı; Cuma vaazı sırasında hoca vaazdan inerken size iki duyurum var diyor; ilkini hatırlayamıyorum şu an ama ikincisi, “inşallah anayasamızda İslami referansların olduğu bir döneme gideceğiz buna sahip çıkalım.” Yerelde kürsüye çıkan kişi bunun çok önemli bir şey olduğunu sahip çıkılması gerektiğini söylüyor. Bu yerele kadar böyle yayılmışsa bunun başkanlığı kurtarmak için bir motivasyon olarak kullanılacağını çok rahat söyleyebiliriz. “70 yıl boyunca laikçi rejim bizi kesti öldürdü, anayasaya bir kelime bile sokulursa bu önemlidir” üzerinden motivasyon oluşturulacaktır. Başkanlıkla ilgili otoriterliğe dönük kaygıların üzeri bu şekilde örtülecektir. Dolayısıyla bu yoklamanın da bilinçli yapıldığını ileri sürebiliriz. Öyle çok inkar eden reddeden bir tepki de ortaya konmadı, zamanı değil dendi ya da biz laiklikten vazgeçmiyoruz dendi, ki zaten bu öbürüyle çelişen bir şey değildi. Bu yolla tepki ölçüldü, ölüm gösterildi sıtmaya razı edilecek. Burada belki daha radikal tartışmaların yolunu açmak lazım, en başta konuştuğumuz şeye din devlet ilişkisini esastan sorgulayan işleri denemeye dönüyoruz. Mesela şu anda sol ve Alevi kitlede tarikattan korkulması, Osmanlı döneminden devralınan hafıza etkilidir. Diyanet dursun sendromu bu nedenle hala geçerlidir, CHP’yi de etkiliyor bu sendrom. Bir taraftan deniyor ki 70 bin kadro, şu kadar para, bütçede bu kadar pay, ama öbür taraftan da diyanet olmasa tarikatlar, İŞİD’ciler vs. camileri, bütün hayatı dizayn edecekler. Bence durum hiç böyle değil, iktidarla dinin göbek bağı kesilse, bu iş sivilleşse, toplumsallaşsa daha olumlu olacaktır. Kaldı ki şu andaki düzenleme de pek bir işe yaramıyor bu noktada, bütün tarikatların kendi camileri, evleri, yurtları var zaten; sadece üstü örtülü yapılmış oluyor, dernek, vakıf gibi pek çok araçla yürütülüyor işler. Ya da mesela diyanetin camisi gibi gözüküyor ama herkes o camide vaaz verenin de giden cemaatin de A tarikatının mensubu olduğunu biliyor. Burada bence bir noktayı açmak çok önemli, devlet Cumhuriyetin kuruluşunda bu din kurumlarını niye kurdu? Bir taraftan batılılaşma iddiası taşırken niye alelacele Diyanet’i kurdu, İmam Hatip’leri kurdu, Kur’an Kursu vb.lerini açtı? Dini kontrol altına almak için yaptı bunu. Tartışmayı böyle açtığınızda hem gerçekten bağımsız, özgür bir din alanı arzulayan muhalif bir hat varsa, “devlet niye hem milli piyango, kumar oynatıyor, oradan gelen parayla da benim camimin imamının maaşını veriyor, bu benim inancıma ters” diyen bir hat varsa bunu tartışmaya açmış olursunuz. Bu yolla hem içerden bir kırılmayla özgürlükçü bir hat gelişir hem de daha önemlisi Alevi kitledeki tarikatlar kavgası korkusunu aşmayı sağlayabilir. Tarikatlar birbirine girebilir, yani girerse de girer, bu şu andaki durumdan daha kötü değil ki, bu verili durumu savunmaya kalkmak aslında fiili duruma sonsuza kadar katlanmaktır. Güç içeriden evriliyor şu anda, Başkanlıkta olduğu gibi ileride bunun adını koyacaklar, tamamlandıktan sonra da artık laikliğin bir anlamı yok diyecekler. Laiklik sembolik olduğu için sembolle kavga etmiyorlar, içeriden temel parametreleri değiştiriyorlar, ilişkileri değiştiriyorlar. Örneğin önce Diyanete kadro alıyorlar, oradan bütün bakanlıklara kaydırıyorlar, şu anda Diyanet başka kurumlara geçiş yeri olarak kullanılıyor. İlahiyat mezunuysa kişi bırakın öyle kalsın, niye buradan Sağlık Bakanlığı’na geçiş oluyor. Dolayısıyla bu noktada daha demokrat bir yerden bakanların yapması gereken bütün bu temel parametrelerin kendisini tartışmaya açmaktır. İmam Hatip’ler özel açılıyorsa açılsın, devlet dini öğretme yetkinliğinde değildir, diye düşünülebilir. Bir yere kadar dini öğrenmek isteyenlerle ilgili, çocuk haklarıyla ilgili, insan hakları belgelerinde de birtakım haklar var; ders seçmeli olur, seçmek isteyen seçer, bundan daha ötesi olmaz. Burada dindarlarla devlet arasındaki ilişkinin önüne esastan geçilemezse, bence toplumsal zemin üzerinde geçmenin imkânı da yok, doğru bir yol haritası da değil. Bu bir süre sonra Alevi–Sünni çatışmasını, laik-İslamcı çatışmasını doğurur ancak. Daha özgürlükçü bir alan açmaz. Onun için bir an önce devletle olan hesaplaşmaya odaklanmak lazım.
Bülent Özçelik: HDP üzerinden de düşünürsek, AKP döneminde Kürt sorununun çözümünde, çözüm sürecinde İslam kardeşliği üzerinden bir vurgu yapılmaya çalışıldı. Şimdi de bir savaş dönemindeyiz ve İslam üzerinden karşı tarafı dinsiz, heretik, sapkın gösterme durumu var. İslam, bu savaşın bir unsuru gibi kullanılıyor AKP tarafından, bu eğilim hakkında ne söylemek istersiniz? HDP olarak bu durumu nasıl görüyorsunuz? Bir de son olarak bütün bu konuştuklarımızla bağlantılı olarak HDP nasıl bir laiklik modeli öneriyor?
Ayhan Bilgen: Tam da bu noktada belki iki ucu, dengeyi birlikte görmek lazım; bir tarafı HDP’nin geleneksel Kürt siyasetinin dışındaki ittifakları, sol, sosyalist hareketler gibi. Bu hareketler her hâlükârda onu daha çoğulcu, laiklik konusunda duyarlı olmaya çeken bir hattır. Diğer bir tarafta, legal ve illegal yapılarıyla Kürt hareketi bulunuyor. Savaşın bir argümanı olarak din konusunda, “bu argüman bize karşı kullanılıyor, bu argümanı bize karşı kullanan hasmımız yani devlet, bu dili kullandıkça biz de buradan bir savunma üretmek zorundayız” diyen bir bakış var. Örneğin büyüyeceğiniz genişleyeceğiniz esas alan AKP’deki Kürt muhafazakârlar ise oraya hitap eden bir dil kurmak zorundasınız. Bu iki taraf arasındaki denge nasıl kurulacak esas sorun bu. HDP bu dengeyi kurmak zorunda. HDP’nin kemik tabanının dışında çözüm süreci için yeni muhataplar, aktörler, kanaat önderleri üretiliyor, daha çok İslami vakıf vb.lerini muhatap haline getirmeye dair bir çaba sarf ediliyor. Böyle bir vaziyet içinde batıdaki bir seküler hareket gibi siyaset kurma lüksü bulunmuyor, ancak bunun dönüp içeride kendine özgü bir muhafazakârlığa da dönüşmemesi gerekiyor. Bu alanda alınan mesafe de bence önemli bir teminat. Örneğin kadın konusunda koyduğu kurallar, siyasete yerleştirdiği, toplumsal alanda kabul gören kurallar ciddi bir teminat oluşturuyor. Buradan bir kötü AKP taklidinin çıkmasının imkanı yok. İkinci teminat ise hareketin kurucu iradesinin halen iş başında olması; bu kurucu irade, kadrolarıyla vs. politik olarak çok net. İdeolojide bu bağlamda bir kırılma yaşanmayacaktır. En fazla olabilecek şey, radikal demokrasi bağlamında din devlet ilişkilerine birtakım yeni yorumlar olabilir. Sekülerlikten vazgeçip dindarlaşma diyebileceğimiz bir yere kayma ihtimali yok. Dolayısıyla HDP hem bir taraftan karşısındakilerin dini bir koz olarak kullanmasını dikkate alan bir yerde durmak zorundayken, bir taraftan da yaşama biçimine yönelik tehdit hisseden Türkiye’nin batısındaki kitleyle de empati yapabilen bir dil de kurabilmelidir. Burada bence CHP’nin klasik (şu anda durdukları yeri kastetmiyorum, haksızlık etmeyelim, ki AKP’nin tezgahını gördükleri ve buna karşı hamleler yapmaya çalıştıkları kanaatindeyim. Örneğin milletvekillerinin başörtüsü meselesinde AKP’nin elinde bu kozu alacak şeyleri yaptı, hala karşı dirençler olsa bile karşı tarafın sürekli din üzerinden kutuplaştırmasının önüne geçebilecek şeyler yapılabiliyor) konumlanmasıyla, din üzerinden siyaset yapan sağ muhafazakâr algı arasında HDP daha demokrasiyi önceleyen bir yerde duruyor. Tartışmayı laiklik üzerinden götürmeyen ama onun vazgeçilmezliğinin de farkında olan, demokrasiden ayrılmazlığının da farkında olan bir yerde duruyor. Fakat tabi Diyanet tartışmasının ne kadar zorladığını da gördük pratik olarak. Aleyhinizde kullanmak isteyenler tarafından nasıl kolayca araçsallaştırıldığını, bunun karşısında savunmaya düşüldüğünü gördük. Belki HDP tek başına bunu göğüsleyemeyebilir, ama başka dinamiklerle birlikte bunu yürütmesi anlamlı olur; mesela İslami çevrelerden yazarlarla kimi zaman parti yönetimini buluşturuyoruz, tartışma yapılıyor, onlar eleştirilerini yapıyor, HDP de onlara dair beklentisini tarif ediyor. Bu değmeler, bu tanışmalar bence hem İslami çevrede bir muhalefet dinamiği varsa orayı cesaretlendiren, umutlandıran bir işlev görebilir, hem de bir taraftan HDP’nin marjinalize edilme riskini kısmen azaltır. Mesela bizdeki zor tartışmalardan biri LGBT konusu. Elbette bunu İstanbul’da tartıştığınızda belki başka bir şey -ki aslında İstanbul’un bile varoşlarında tartışmak kolay değil, geleneksel göç etmiş bir Mardinli ailenin içerisinde belki tartışmak kolay değil) ama bir etkinlik koyulduğunda şu refleksi hemen anında hissediyorsunuz; “şehirler yakılıyor, yıkılıyor; sizin bu konudaki bir etkinliğe iki tane milletvekiliniz gidiyor.” Bu cümle bir tarafıyla belki işin esasına dair bir anti tutum, bir tepki değil; başka bir gerekçe gösteriliyor. “Bunu Diyarbakır’da yapmayın, şu an Diyarbakır yakılmış, yıkılmış; böyle bir etkinlik olur mu?” deniyor. Ama, sonuçta o tabanın kendi doğal seyrini bozacak, erken doğuma yol açacak şeylerden kaçınmak gerekiyor. Sonuçta partili Kürt gençlerinin bile büyük bir kısmı ya da aileleri tarafında Kur’an kursuna gönderilmiştir ya bir dönem aile yoksul olduğu için bir medrese de kalmış, okula öyle gidip gelmiştir. Böyle bir arkaplandan gelen bir kuşağa, bir anda bambaşka bir ilişkinin içerisinde, örneğin Amsterdam’daki ilişki, oradaki hayat ve arkadaşlık biçimi içerisinde doğmuş gibi davranmanız hata olur. Buradaki geçiş dönemini sağlıklı yönetmeniz gerekiyor.
Bülent Özçelik: Son olarak, İslam ve laiklik ilişkisi üzerine ne söylemek istersiniz?
Ayhan Bilgen: Bu tartışmaya bir şeyi katma düşüncesindeyim. Bir fay hattı ve bir kırılma yaratılacaksa bence bunun en sağlıklı yolu başka fay hatları inşa etmekten geçiyor. Yani Türkiye’de asıl tehlike şu anda iç savaşsa, bunu bence bastırabilecek, yeni saflaşmalara sokabilecek şey bence tam da yeniden daha güncellenmiş bir sınıf yorumu yapabilmekten geçiyor. İşi etnik ve inançsal çatışmadan çıkarmanın yolu zaten paradigmada başında böyleydi. Sol açısından hikâye böyleydi ancak film koptu. 80’li yıllardaki iktidarın muhafazakârlaşması, muhalefetin içe kapanması, kayırmacılık, dışlanma, ayrımcılık vs. ister istemez tartışmaları etnik ve inançsal zemine kaydırdı. Bu noktada siz dönüp bu kamplaşmada pozisyon mu alacaksınız (tabii ki Kürdü, Aleviyi savunacaksınız, bunu reddeden bir sınıfçılığı, ekonomik indirgemeci bir sınıfçılığı, “bu Alevilik de en az Sünnilik kadar gerici ritüeller içeriyor” diyen elitist bir Aydınlanmacı tavrı kastetmiyorum), yoksa topluma senin asıl sorunun Sünni doğman, Alevi olman ile ilgili değil (yine eşitlemeyi kastetmediğimi söylemeliyim, Kürdü Aleviyi hep savunmak lazım bu net; çünkü asıl tehlike çoğunlukla, yani toplumsal baskıyla devlet gücünün buluşmasındadır) diyen bir politika mı üreteceksin. Azınlık olanı savunurken bir yandan onun duygu dünyasını dikkate almak zorundasın, ona özel muamele var çünkü, onunla empati yapacaksın, öncelikle onunla buluşacaksın, bir taraftan da ana gövdede kırılma yaratacak bir çıkış yakalayacaksın. Yani Sünnileri kendi içlerinde yüzleşmeye zorlayacak, Türkleri kendi içlerinde yüzleşmeye zorlayacak bir şey yakalayacaksın. Bence bu yakalanabilecek şey ekonomik politikadır. Ekonomik politika üzerinden bir şey söylemedikçe tartışmada durduğun saf ahlaki olabilir, mağdurun yanında olabilir ama seni başarıya götürecek bir pratik strateji çıkarmaz. Ben işin bam telinin burası olduğu kanaatindeyim. Öteki’ye ulaşabilecek bir fay kırığı yaratmak.•