Özellikle 70’li yıllardan itibaren hukuk alanını da etkilemeye başlayan kadın hareketinin mücadelesi sonucunda kadın-erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla dünyada normatif ve kurumsal alanda önemli düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. 1979 yılında Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi(CEDAW) bu alanda çıkarılan en önemli yasal düzenlemelerin ilkidir. CEDAW’in kabulü ile dünya genelinde[1] kadının insan haklarını tanımak ve korumak taraf ülkeler bakımından yasal bir zorunluluk haline gelmiştir.
Türkiye CEDAW’a 1986 yılında taraf olmuştur ve iç hukuku Sözleşmeye uygun hale getirmek için 90’lı yılların sonundan itibaren çeşitli düzenlemeler yapmaya başlamıştır. Kadının insan hakları mücadelesindeki taleplerinin devlet tarafından yasal düzeyle sınırlı da olsa kabul edilip desteklenmeye başladığı bu dönemde temel yasalarda önemli değişiklikler yapılmaya başlanmıştır.
2002 yılında özgürlükçü söylemleri ve AB’ye tam üyelik hedefi ile iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti Medeni Yasa ve Ceza Yasasındaki eşitliğe aykırı hükümlerin değiştirilmesini kabul etmiş, 2002 yılında yeni Medeni Yasa ve 2005 yılında da yeni Ceza Yasası yürürlüğe girmiştir. 2004 ve 2010 yıllarında Anayasanın 10. maddesinde yapılan değişikliklerle de kadın-erkek eşitliği ilkesine ve devletin bu eşitliği yaşama geçirme yükümlülüğüne açıkça yer verilmiştir. 2009 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye aleyhine verdiği, devletlerin kadına yönelik şiddetin önlenmesindeki pozitif yükümlülüğüne dikkat çeken Opuz -Türkiye kararı[2] ise hem Türkiye açısından hem de Avrupa açısından bir dönüm noktası olmuştur. Avrupa Konseyi (AK) tarafından 2010 yılında kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında hukuksal bağlayıcılığı olacak standartları barındıran bir sözleşme taslağı hazırlanmıştır. “Avrupa Konseyi (AK) ile olan ilişkilerin en ileri noktasına ulaştığı[3]” bu dönemde feministlerin kadına yönelik şiddetle mücadelesinin de etkisiyle hazırlanmış olan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin (İstanbul Sözleşmesi) 2011 yılında imzalanmasına kadar devam etmiştir.
Türkiye’nin ev sahipliği yapıp çekince koymaksızın ilk imzacısı olduğu bu Sözleşme’ye taraf olmasının üzerinden sadece 9 yıl geçmişken ülke tarihinde ilk defa hem de siyasi iktidar değişmemişken bir insan hakları sözleşmesinden geri dönülmesinin konuşulduğu bir döneme girdik.[4] Cumhurbaşkanı’nın “İstanbul Sözleşmesi nas değildir”[5] sözlerinden sonra AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un “Sözleşmeden çekilme ile ilgili hazırlık yapılıyor. İstanbul Sözleşmesi, imzalanması yanlıştı. O zaman hangi usul ile yürürlüğe girdiyse aynı şekilde kaldırılacak”[6] açıklaması gelmiştir. En son Cumhurbaşkanı Sözleşme ile ilgi olarak tekrar “Çalışıp gözden geçirin. Halk istiyorsa kaldırın”[7] talimatı vermiştir.
Peki nedir bu Sözleşme, nasıl imzalanmıştır ve ne gibi etkileri olmuştur?
Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’nin (AK) kurucu üyelerinden olup TBMM üyeleri de kurulduğu günden bu yana Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) yer alarak Konseyin tüm yasal düzenlemelerinin hazırlık ve oluşturulma süreçlerine doğrudan katılmışlardır. Türkiye bugün en fazla sayıda AK Sözleşmesi’ne taraf olan ülkeler arasında yer almaktadır. 2000’li yıllardan itibaren artan ilişkiler sonucu Türkiye Kasım 2010- Mayıs 2011 arası dönemde AK Bakanlar Komitesi Dönem Başkanlığı’nı üstlenmiştir. Tarihte ilk kez bir Türk vatandaşı Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 2010-2012 yılları arasında AKPM Başkanlığı’nı yürütmüştür ve halen Konsey’in onursal başkanlarındandır. Türkiye AK dönem başkanlığı esnasında 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi’nin imzaya açılmasına ev sahipliği yaparak Sözleşme’nin kısa adının İstanbul Sözleşmesi olmasını sağlamıştır. Türkiye Sözleşme’nin ilk imzacısı olduğu gibi Sözleşme’yi çekincesiz imzalamıştır. Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasını AK başkanlık dönemindeki en önemli başarısı olarak görmüştür.[8]Sözleşme’nin hazırlık çalışmalarına Türkiye adına 2006 yılından itibaren AK Avrupa Konseyi Kadınlara Karşı Şiddetle Mücadele Görev Gücü’nde görev yapan Prof. Feride Acar katılmıştır.[9]
Sözleşme’nin imzalanması için yapılan liderlik ve kadına yönelik şiddetle mücadele taahhüdü Sözleşme’nin Resmi Gazete’de yayım tarihi için 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün seçilmesi ile iyice pekiştirilmiştir. Dolayısıyla bu Sözleşme herkesten çok Türkiye’nin sözleşmesi olup bu düzenleme karşıtlarının söylediği gibi ne olduğu farkına varılmadan imzalanmış ve “dış güçler” eliyle aile yapısını bozmak için dayatılmış bir belge değildir.
Amacı kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadele etmek olan İstanbul Sözleşmesi’nin 2014 Ağustos’unda yürürlüğe girmesi ile iç hukukta[10] toplumsal cinsiyet terimi de ilk defa bir yasal düzenlemede yer almış oldu.
Sözleşme’nin girişinde kadına karşı şiddetin, “kadınlarla erkekler arasında tarihten gelen eşitsiz güç ilişkilerinin bir tezahürü olduğunu ve bu eşitsiz güç ilişkilerinin, erkeklerin kadınlara üstünlüğüne, kadınlara karşı ayrımcılık yapmalarına ve kadınların tam anlamıyla ilerlemelerinin engellenmesine yol açtığının ve kadına karşı şiddetin yapısal özelliğinin toplumsal cinsiyete dayandığını ve kadına karşı şiddetin, kadınların erkeklere nazaran daha ast bir konuma zorlandıkları en önemli sosyal mekanizmalardan biri olduğunun bilincinde olunduğu” belirtilmiştir.
Sözleşmenin 3/c maddesinde toplumsal cinsiyetin, toplum tarafında kadın ve erkeğe yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler anlamına geleceği belirtilmiştir.
Toplumsal cinsiyet kavramının ve kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığının nihayet bir yasal düzenlemede belirtilmesi hukuk pratiğinde ve kamuoyunda çeşitli etkiler yaratmıştır.
Sözleşmenin olumlu etkileri kuşkusuz ilk olarak şiddete maruz kalan kadınların ve onları temsil etmeye çalışan feminist avukatların adalete erişim mücadelesinde görülmüştür. Uzun yıllardır nesnellik ve tarafsızlık iddiası ile toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görmeyen hukuk düzeni ve mahkemelere hem içerik hem yöntem bakımından yapılan eleştirilerin haklılığı yasal düzeyde de tescil edilmiştir ve hukuk pratiğinde sistematik bir şekilde olmasa da kimi değişiklikler olmuştur.
İstanbul Sözleşmenin Resmi Gazetede yayımlandığı 8 Mart 2012 günü Sözleşme’deki acil durumlarda kadınları şiddetten koruyucu ve şiddeti önleyici tedbirler alma yükümlülüğünün bir gereği olarak 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un (6284 sayılı Yasa) da çıkarılmıştır. İstanbul Sözleşmesi karşıtları tarafından hedefe konulan bir başka düzenleme olan 6284 sayılı Yasanın ilk maddesinde özellikle İstanbul Sözleşmesinin esas alındığı belirtilmiştir. Bu Yasa tüm eksikliklerin[11] rağmen 2000’lerin sonundan itibaren örgütlülüğünü ve gücünü arttıran kadın hareketinin hazırlıklarına ve yazımına bizzat katıldığı önemli bir şiddetle mücadele aracı olmuştur. Bu Yasa ile medeni durumları, yaşları, cinsel yönelimleri, toplumsal cinsiyet kimlikleri ve/veya maruz kaldıkları şiddet türü ne olursa olsun şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile üyelerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin alınacak tedbirler düzenlenmiştir. Yasa ile şiddete maruz kaldığını söyleyen kadının beyanını esas alarak derhal gerekli koruyucu ve önleyici tedbirleri almak zorunda kalan hukuk düzeni bakımından ailenin korunması bahanesi ile ev içinde kadına karşı şiddeti görmezden gelmek iyice zorlaşmıştır. Kadın örgütlerinin, feminist avukatların, Baroların kadın hakları komisyonlarının bilgilendirici ve destekleyici faaliyetlerinin artması ile de 6284 sayılı Yasa hem içeriğindeki hem de uygulanması için kurulması gereken mekanizmaların eksikliğine rağmen kadın örgütlerinin gücü ve çabası ile şiddete maruz kalan kadınlar bakımından önemli bir destek mekanizması olmuştur.
6284 sayılı Yasa’nın uygulanmasında başlangıçta hukuk düzenin geleneksel ataerkil kodları ve pratiğinden ve gerekli idari mekanizmaların oluşturulmamış olmasından kaynaklı sorunlar yaşansa da 2016 yılına kadar uygulamada bir iyileşme çabasından söz etmek mümkündür.
6284 sayılı Yasa’nın yayımı sonrasında da olsa ŞÖNİM (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) açılmış ve yönetmeliği çıkarılmıştır. Aile içi şiddet suçları için uzman savcıların görev yapacağı soruşturma büroları açılmış, yasayı uygulamakla görevli kolluk içinde aile içi şiddet büroları gibi çeşitli mekanizmalar kurulmuş ve eğitimler verilmiştir.
İstanbul Sözleşmesi’nin hızlandırıcı etkisi ile de yasal alanda ve uygulamada yaşanan bu gelişmeler ile giderek artan sayıda feminist avukatın ve hak savunucusu kadınların yargılama faaliyetine toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifini yerleştirme çabaları pek çok kesimi rahatsız etmiştir. Kadınların ve LGBTİ’lerin suçtan zarar gördükleri davalarda statüleri ne olursa olsun cinsel geçmişleri nedeniyle yargılanmayacaklarından, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği nedeniyle kimseye ayrımcılık yapılamayacağına, şiddetten kurtulmak için failini öldürmek zorunda kalan kadınlara meşru müdafaa hükümlerinin uygulanması talebinden kadın cinayetlerinin faillerine sözde namus bahanesi ile haksız tahrik ve iyi hal indirimi yapılmamasına kadar feminist hukuk çerçevesinde geliştirilen çeşitli itiraz ve talepler hukuk uygulaması içinde daha fazla artmış ve görünür olmuştur. Artan kadın cinayetlerine karşı yükselen kamuoyu tepkisi ve medya önünde takip edilen davalarda verilen ağır cezalar da kadınların seslerinin daha çok duyulmasına ve taleplerinin daha çok tartışılmasına vesile olmuştur.
Kadınların adalete erişimleri için başta kadın örgütleri olmak üzere Baroların adli yardım ve gönüllü kadın komisyonlarının faaliyetleri ve etkinlikleri artmış, kadınların sadece ceza yargılamalarında değil hukuk yargılamalarında maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddet daha çok görünür olmuş, kadınların boşanma, nafaka ve mal rejimi düzenlemelerinden kaynaklı haklarını daha çok kullanmaları desteklenmiş ve geliştirilmeye çalışılmıştır.
Bir yandan İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan hükümet bir yandan da 2011 yılındaki genel seçimlerden hemen önce dönemin başbakanın yaptığı “bizim için aile önemli”[12] şeklindeki açıklamanın ardından Kadın Bakanlığı’nı kaldırıp yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nı kurmuştur. Bu adım ile aile eksenli politikalara geri dönüş sinyali verilmiş, 2016 yılına gelindiğinde ise ailenin korunması politikası tekrar merkeze alınarak toplumsal cinsiyet eşitliğinden İstanbul Sözleşmesi’ne, 6284 sayılı Yasa’dan kadınların yoksulluk nafakasına kadar kadın haklarını koruyan kavramlara ve kurallara karşı yeni bir kampanya dönemine girilmiştir. Kadın örgütleri ile uzlaşma çabaları yerini kadın hakları aleyhine yapılmak istenen değişiklikler için kamuoyu oluşturma faaliyetlerine bırakmıştır.
2016 yılında “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu”nun Raporu (Boşanma Komisyonu Raporu)[13] bu geri dönüşün yol haritasıdır.
Rapor ile toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesinin karşısına toplumsal cinsiyet adaleti kavramı getirilmiş, toplumsal cinsiyetin sadece şiddetin yapısal/toplumsal niteliğini ele aldığını ve “kadın erkek ilişkilerindeki sorunlar veya erkeğin bireysel psikopatolojisi ile ilişkili olan şiddeti genellikle görmezden geldiği” iddia edilmiştir.
2013 yılında hükümet destekli olarak kurulan Kadın ve Demokrasi Derneği(KADEM) tarafından Türkiye’ye tanıtılan toplumsal cinsiyet adaleti yaklaşımı ise “… kadınları çağdaşlık-uygarlık perspektifinde tek tipleştiren söylemlere karşı kadının kimlik, kişilik, özgürlük ve varoluş mücadelesini destekleyen, farklılıkların kadını ve demokrasiyi zenginleştirdiğini benimseyen, kadın ve erkeğin mevcut fırsatlara ve olanaklara erişiminde şans ve fırsat eşitliğini destekleyen, demokratik mekanizmaları kullanarak, siyasal, sosyal, ekonomik sürdürülebilir kalkınmada kadının temsil oranını arttırmayı hedefleme şeklinde” ifade edilmiştir.
Toplumsal cinsiyet adaleti kavramının öne çıkarılmasını kadına karşı şiddetin önlenmesi yerine “ailenin korunması hakkı”nın öne çıkarılması takip etmiştir.
Mevcut hukuk uygulayıcılarının çoğunluğunun sahip olduğu aileyi koruma ve kadına karşı şiddet meselesini “abartmama” yaklaşımı 2016 yılında adına “Eşitlik” ibaresi eklenen Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun (TİHEK) 2019 yılında düzenlediği ailenin korunması sempozyumu sonuç bildirgesinde[14] İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Yasa’ya ayrılan özel bölümle veciz şekilde ifade edilmiştir. Buna göre”…Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddette esas alınan İstanbul Sözleşmesi’nin sadece kadını öncelemesi, farklı kültürlerde farklı şekilde yaşanılan aile hayatını ve aile içerisindeki diğer bireyleri dikkate almaması, sözleşmenin diğer uluslararası temel belgelerle ve düzenlemelerle çelişmesi, Türkiye gibi sözleşmeyi onaylayan ve uygulayan ülkelerde, uygulamada çok ciddi sorunlara yol açmaktadır. Sözleşme’de cinsiyet, şiddet ve aile kavramları ile ilgili tanımların yeterli olmaması, bu tanımların temel insan hakları belgeleriyle çelişir olması, sözleşmenin uygulanmasını sorunlu hale getirmektedir.”
TİHEK’e göre 6284 sayılı Yasa da başlığıyla uyumlu değildir. “…Kanun, aile kurumunun, ailenin mutluluk ve huzurunun korunmasına yönelik düzenlemeleri içermemektedir. Var olan düzenlemeler ailenin mutluluğunun korunmasına değil, çatırdamaya başlayan ailede aile bireylerinin şiddetten korunmasına ilişkindir. Bahse konu Kanunun da, eksik ve kötü düzenlemeler ve uygulamalar içermesinden dolayı beklenenin aksine kadın cinayetlerini arttırdığı araştırmalarla ortaya konulmuştur…”
6284 sayılı Yasa çıkarılırken kadın örgütlerinin en büyük itirazlarından[15] birisi Yasa’nın adının sadece kadına yönelik şiddet yasası olması idi. Önce çok da büyük bir anlamı olmadığı söylenen yasanın adının (feministlerin abarttığı iddia ediliyordu o dönem) şimdi doğrudan sözleşmenin yansıması olması gereken bir iç hukuk düzenlemesinin içeriğini belirlemek için kullanılması ve bunun da yine devlet tarafından kurulan bir insan hakları kurumunca açıklanması kadınların yasanın adı konusundaki kaygı ve itirazlarının ne kadar haklı olduğunu ortaya koymuştur.
Öte yandan 2012 yılında 6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile aile arabuluculuğu gündeme getirilmiştir. Arabuluculuğun zorunlu hale getirilmesi kadınlar bakımından ciddi tehdit niteliği taşıdığı ortada iken ceza yargılamalarındaki arabuluculuğun adı olan uzlaştırma sistemi özellikle 2017’den sonra kadınlara karşı işlenen pek çok suç için de uygulamaya konulmuştur. İstanbul Sözleşmesi’ndeki zorunlu arabuluculuk (alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri) yasağına rağmen kadınlar şiddet failleri ile bir araya getirilmeye ve uzlaştırmaya çalışılmakta ve Aile Hukukunda da arabuluculuk sistemi hazırlıkları yapılmaktadır.
2016 yılında Boşanma Komisyonu Raporu ile hızlanan toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı bu karşı söylemler 2020 ye geldiğimizde 2002 yılında kadın-erkek eşitliği bakımından önemli değişiklikler yapılan Medeni Yasa’nın eleştirilmesine kadar varmıştır. Medeni Yasa’daki evlenme yaşı, kadının soyadı, edinilmiş mallara katılma rejimi gibi temel konulardan yoksulluk nafakası[16] gibi daha önce tartışma konusu yapılmamış hükümlere kadar kadına karşı şiddetle mücadelede önemli olan düzenlemeler ailenin korunması bahanesi ile gündeme getirilmiştir. Ailenin korunması söylemi ile tekrar tekrar gündeme getirilen bir diğer konu ise Ceza Yasasındaki çocuğun cinsel istismarı suçunun(TCK md.103) cezasının affıdır. Çoğunlukla infaz indirimi adı altında hazırlanan tasarılarla 15 yaş altı çocukların cinsel istismarı ve tecavüzü toplum ve yargı nezdinde meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. [17]
İstanbul Sözleşmesi aleyhinde sürdürülen yoğun kampanya son olarak Türkiye’nin 34 yıldır tarafı olduğu CEDAW’a kadar uzanmıştır. Bu kesime göre asıl ailenin altına dinamiti koyan CEDAW dır.[18] Belli ki bu kesimler için sadece İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması da yeterli olmayacaktır.
Gerçekten CEDAW ile İstanbul Sözleşmesi arasında sıkı bir bağ vardır. Kadının insan hakları mücadelesi ile kurulmuş felsefi ve normatif bu bağ kolayca kopartılamayacak kadar sağlamdır. Kadının insan hakları sistemi bakımından BM CEDAW Sözleşmesi ile AK İstanbul Sözleşmesi bir bütünün parçalarıdır. İstanbul Sözleşmesinin Giriş kısmında diğer önemli uluslararası standartlarla beraber CEDAW’ın, İhtiyari Protokol’ünün ve CEDAW Komitesi’nin 19 no’lu Tavsiye Kararının göz önüne alındığı özellikle belirtilir. CEDAW Komitesinin 19 sayılı tavsiye kararını güncellediği ve 2017 yılında çıkardığı 35 no’lu tavsiye kararı[19] ile de güçlendirilen bu bağ karşısında İstanbul Sözleşmesinden çıkmanın CEDAW Sisteminden de çıkmak anlamına geleceği söylenebilir.
Sözleşmelere ilişkin tartışmaların arttığı bu dönemde baş gösteren Covid-19 salgın hastalığı ile toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve kadına yönelik şiddet daha da artmıştır. Pandemi, kadınların yeniden “özel alan”a ve geleneksel rollerine hapsedilebilmesini mümkün kılmıştır. Aslında, savaş, kıtlık, salgın hastalık gibi olağanüstü durumlarda kökleşmiş cinsiyetçi pratiklerin devreye girmesi yeni bir olgu değildir. Her olağan üstü durumda cinsiyetçi pratiklerin hızla geri dönmektedir. Çünkü “Kadın haklarında elde edilen kazanımlara karşın, cinsiyete dayalı iş bölümünde köklü bir dönüşüm olmamıştır.”[20] Pandemi öncesinde de bu iş bölümünden kaynaklı olarak toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin en yaygın görüldüğü alan olan ev içi şiddet de bu geri dönüşe paralel olarak tüm dünyada artmıştır. [21] Bu durumu hemen “farkeden” kurumlardan biri de Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) olmuş, 30 Mart 2020 tarihli ve “COVID-19 Kapsamında İlave Tedbirler” başlıklı genelgesinin 10. maddesinde “6284 Sayılı Kanun kapsamında verilen tedbir kararlarının yükümlülerin korona virüs kapsamında sağlığını tehdit etmeyecek şekilde değerlendirilmesi”[22] gerektiğini belirtmiştir. HSK’nın açıkça hukuka aykırı olan bu talimatı ile hakimlere tedbir kararlarının yükümlüleri olan şiddet uygulayan faillere yönelik örneğin evden uzaklaştırmaya ilişkin tedbir kararlarını korona virüs bahanesi vermeyebileceklerini söylemektedir. Pandemi tedbirleri kapsamında zaten durma noktasına gelen ve kamuda ilk ve en uzun tatil edilen yerlerden biri de adliyeler olmuştur. En az Covid-19 virüsü kadar kadınların sağlığını tehdit eden kadına yönelik şiddet konusunda kadınların çoğu zaten başvurabilecek bir yer de bulamamıştır. Bu süreçte, HSK gibi yasaları uygulaması gereken savcılar, mahkemeler ve kolluk görevlilerinin de çoğu zaman kadınlara yanıltıcı ve/veya eksik bilgi vererek şiddetten uzaklaşabilmek için sahip oldukları haklara erişimlerini engellemeleri ile sıkça karşılaşılmıştır. [23]
En son Baroların “ıslahı” için Mecliste görüşmelerine başlanan Avukatlık Yasası değişikliklerinin de kadınların kazanılmış hakları için pek de olumlu sonuçlar doğurmayacağını kestirmek mümkün. Barolar özellikle İstanbul Sözleşmesinin imzası sonrasında şiddete maruz kalan kadınlar için feminist avukatların çalışmalarının da etkisiyle kurumsal kapasitelerini geliştirmeye başlamışlar, adli yardım hizmetlerini ve kadın hakları merkezleri ile komisyonlarının çalışmalarını geliştirmişlerdir. Islah edilecek Baroların kadın hakları alanındaki faaliyetlerinin de kadının insan haklarından ailenin korunmasına kayması şaşırtıcı olmayacaktır.
Sonuç olarak, bu kaotik dönem toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için pek çok engeller ve tehlikeler barındırsa da pek çok olanak da barındırmaktadır. Uluslararası ve ulusal düzeydeki toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve ayrımcılıkla ilgili yasal düzenlemeler “dış güçlerin” bir dayatması olmayıp dünyada ve Türkiye’de görmezden gelinemeyecek kadar fazla sayıda şiddete ve ayrımcılığa maruz kalan kadının hak ve özgürlük mücadelesinin bir sonucudur. Kadınların bu kazanılmış haklarından vazgeçmeye hiç niyeti yoktur. Her kesimden kadınlar artık şiddete ve ayrımcılığa hayır demektedir ve ikincil konumlarının toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı bir ayrımcılık olduğu ve bu ayrımcılık ortadan kalkıncaya kadar mücadele edecekleri konusunda çoktan sözleşmişlerdir.
DİPNOTLAR
[1] CEDAW’a bugün 189 ülke taraftır. Dünya genelinde en çok sayıda ülkenin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerinden birisidir.
[2]https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/belge/uluslararasi_belgeler/kadina_karsi_siddet/OPUZ%20v%20T%C3%BCrkiye%20A%C4%B0HM%20Karar%C4%B1.pdf
[3] http://www.mfa.gov.tr/insan-haklari_.tr.mfa (erişim tarihi:02.07.2020)
[5] https://www.yeniakit.com.tr/haber/erdogan-istanbul-sozlesmesi-nas-degildir-787761.html (erişim tarihi:04.07.2020)
[6] https://www.yenisafak.com/gundem/ak-partiden-istanbul-sozlesmesinden-cikis-sinyali-kurtulmus-nasil-usulunu-yerine-getirerek-imzalanmissa-usulunu-yerine-getirerek-sozlesmeden-cikilir-dedi-3547621 erişim tarihi:02.07.2020)
[7] https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-oyle-cayla-gecistirme-41556029 (erişim tarihi:04.07.2020)
[8] https://www.haber7.com/sosyal-yasam/haber/742589-kadina-siddet-insan-hakki-ihlali-oluyor erişim tarihi:03.07.2020)
[9] https://www.haberturk.com/yazarlar/muharrem-sarikaya/2733952-istanbul-sozlesmesini-yazan-prof-dr-acar-ne-yapilsin-kadina-siddet-mi-uygulansin (erişim tarihi: 04.07.2020)
Feride Acar daha sonra Sözleşmenin izleme ve denetim organı olan GREVIO’ya Türkiye tarafından aday gösterilerek bu Komiteye 3 dönem de başkanlık etmiştir. GREVIO’da şu anda Türkiye adına Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Bakan yardımcılığı görevi yapmış olan Prof. Aşkın Asan görev yapmaktadır.
[10] Anayasanın 90.maddesine göre taraf olunan temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler kanun hükmünde olup sözleşme hükümleri ile kanunların çelişmesi halinde sözleşme hükümleri esas alınır.
[11] https://www.catlakzemin.com/20-mart-2012-ailenin-korunmasi-kadina-karsi-siddetin-onlenmesine-dair-kanun-6284-yururluge-girdi/ (erişim tarihi:04.07.2020)
[12] https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/197957-kadin-bakanligi-nin-yerine-kurulan-aile-bakanligi-calisma-bakanligi-ile-birlestiriliyor (erişim tarihi:04.07.2020)
[13] https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem26/yil01/ss399.pdf
[14] https://www.tihek.gov.tr/ailenin-korunmasi-hakki-sonuc-bildirisi/(erişim tarihi:04.07.2020)
[15] http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/136657-siddete-son-platformu-basin-aciklamasi(erişim tarihi:04.07.2020)
[16] http://www.sosyaldemokratdergi.org/f-ceren-akcabay-kadinlarin-nafaka-davasi/(erişim tarihi:05.07.2020)
[17] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/06/16/215-kadin-orgutu-cinsel-istismarin-affi-olmaz/(erişim tarihi: 04.07.2020)
[18] https://www.yeniakit.com.tr/haber/1985teki-cedawdan-istanbul-sozlesmesine-biz-aileyi-ne-zaman-bitirdik-853345.html, https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/cedaw-41-yasinda-32699.html(erişim tarihi: 03.07.2020)
[19] http://kadinininsanhaklari.org/wp-content/uploads/2018/08/CEDAW-General-Recommendation-35-%C3%A7eviri-Nazan-Moro%C4%9Flu.pdf (erişim tarihi: 03.07.2020)
[20] https://www.sivilsayfalar.org/2020/06/26/ataerki-sonrasi-cinsiyet-rejimini-hayata-gecirme-zamani-geldi/(erişim tarihi: 03.07.2020)
[21] https://www.unwomen.org/en/news/stories/2020/4/statement-ed-phumzile-violence-against-women-during-pandemic (erişim tarihi: 03.07.2020)
https://turkey.un.org/tr/45478-aygaz-ve-un-women-covid-19la-mucadele-surecinde-artan-aile-ici-siddete-karsi-kadinlarin (erişim tarihi: 03.07.2020)
[22] https://www.hsk.gov.tr/Eklentiler/files/uu.pdf(erişim tarihi: 03.07.2020)
[23] https://morcati.org.tr/izleme-raporlari/koronavirus-salgini-ve-kadina-yonelik-siddet-mor-cati-mayis-2020-raporu/(erişim tarihi: 05.07.2020)