“Adalete saygı gösterilmezse krallıklar büyük haydut çetelerinden başka nedir ki? Çünkü haydut çeteleri de küçücük devletler değilse nedir? Çete de bir reisin emrine tâbi toplumsal bir sözleşmeye bağlı bir insan topluluğudur ve ganimet önceden belirlenmiş bir hukuk uyarınca paylaşılır. Eğer çete yoldan çıkmış insanların katılımıyla büyüyerek topraklar ele geçirir yerleşimler oluşturur, şehirleri işgal eder ve halklara boyun eğdirirse açgözlülüğü azalacağından değil cezasız kalmanın verdiği güvenlik hissinden dolayı kendisine yakıştırılan krallık adını gerçekten de açıkça hak etmiş olur. Bir zamanlar yakalanan bir deniz haydutu Büyük İskender’e zarafet ve hakikatle cevap vermiştir. Kral ona denizleri talan etme fikrinin aklına nasıl geldiğini sormuştur. Haydut pervasızca meydan okuyarak şu karşılığı vermiştir: Senin aklına bütün dünyayı talan etme fikri nasıl geldiyse öyle geldi; ama ben ufacık bir gemiyle talan ettiğim için bana haydut derler sen büyük bir donanmayla talan ettiğin için sana imparator derler.”
(Augustinus, De Civitate Dei, IV/4.)
Siyasal bir başkalık veya ötekilik olarak haydutluk, egemenliğin sınırında bir aykırılık formu olarak alelade bir kural dışılık, anomali, sapma, sapkınlık veya sapıklık, malformasyon, kusur ya da acayibat değildir; aksine, tarihsel-toplumsal kökleri polis öncesine dayalı, politico-juridik özellikleri dönemin siyasal birimlerinin özgünlüklerine koşullu çekişen veya yarışan bir radikalliktir. Haydutluğu radikal bir aykırılık formu olarak sıradan aykırılık formlarından ayıran ise egemenlikle kurduğu ilişkinin meydan okuyucu niteliğidir.
Haydutluk günümüz itibariyle evrensel yargı yetkisine tâbi bir uluslararası suçtur.[1] Bir suçun evrensel yargı yetkisine tâbi olması o suça kaynaklık eden eylemin “evrensel olan” ile bağında gizlidir. Zira bir suçu “evrensel olan” ile karşı karşıya getiren, “evrensel”i temsil ettiğini iddia eden ile içinde bulunduğu muarızlık ilişkisidir. Tarihin hemen her döneminde Grekçe ve Latince çerçevesinde çeşitlilik arz eden kavramlarla nitelenen bu aykırılık formu (lesites, latris, latrocinium, praedo, pirata vb.), modern hukukun köklerini dayandırdığı Roma hukukunca belli bir zemine oturtulmuştur (piratica). Imperium Romanum döneminde “herkesin ortak düşmanı (hostis communis omnium)” olarak ilan edilen haydut, hem siyasal hem de hukuksal içeriği ile “evrensel bir kötü” olarak etiketlenen ilk fenomendir. Bu etiket, dönüşen siyasal anlamı ve hukuksal biçimi ile “tüm insanlığın düşmanı (hostis humani generis)” olarak hala günceldir. Söz konusu etiketleme, hedefi itibariyle yıkıcı, muhtevası itibariyle kurucu bir nitelik arz etmektedir; zira sözü edilen ilan birçok antagonizmayı ve bu antagonizmaların nasıl kurulduğunun ipuçlarını içermektedir: Egemenlik-tâbiyet, insanlık-insanlık dışılık, dostluk-düşmanlık, savaş-barış, evrensellik-tikellik gibi. Zira birini ya da birilerini “tüm insanlığın düşmanı” ilan etmek, evrenselci bir egemenlik kudreti gerektirir. Bu kudret, evrenselin temsilcisi olunduğu iddiası ile tikeli, insanın ve insanlığın ne olduğunu, meşru ya da gayrimeşru düşmanın kim olduğunu, kısacası egemenliğin alâmetifarikalarını işaret eder ve böylelikle kelimenin tam anlamıyla sınırları belirler. Bu bağlamda haydutluk, egemenin “tüm insanlığın düşmanı” ilan ederek şeytanlaştırdığı, dolayısıyla bu şeytanlaştırma ile egemenliği tanrısallaştırdığı sürecin bir sınır-vakasıdır.
Bir uluslararası suçlu olarak tüm insanlığın düşmanı ilan edilen haydut ne yalnızca bir suçlu ne de yalnızca bir düşmandır; aksine -çelişkili de olsa- hem bir suçlu hem de bir düşmandır. Zira haydutun gerçekleştirdiği eylem, egemence tesis edilmiş yasaklayıcı ya da emredici bir kodu ihlal ederken haydutun kendisi de egemenin üzerinde tasarruf tekeli iddia ettiği “şiddet, mülkiyet ve yargı yetkisi” üçlüsüne meydan okumaktadır. Bu nedenle haydutun eylemi yasadışı (illegal), kendisi ise hukukdışı (outlaw) kılınmıştır. Dolayısıyla egemen haydutu hem bir suçlu hem de bir siyasal rakip olarak konumlandırmıştır. Bu özgünlüğü gereği haydutluk, tarihsel olarak değişen kavram içeriği, buna bağlı olarak ihtiva ettiği siyasal anlam ve donatıldığı hukuksal biçim ile etiketlendiği ilk günden, insan haklarının evrenselliği iddiaları çerçevesinde hukukun içerisine çekildiği (inlaw) postmodern düzen(sizlik) sürecine dek eşzamanlı olarak ceza ve adalet mefhumlarının merkezinde bulunduğu, egemenliği de kavrayan bir kurucu işlev ile yüklenmiştir. Bu bağlamda haydutluğun hakikatine (veritas) dair bir soruşturma, egemenliğin hakikatine dair bir soruşturmayı gerektirmektedir.[2] Zira haydut ve egemen, deneyimleri gereği sınırda konumlanmaktadır ve “bir kültürü sınır-deneyimleri hakkında sorgulamak, ona tarihin sınırlarında, kendi tarihinin doğumu olan yırtılma hakkında soru sormaktır.”[3]
Sınır-deneyimler ise öznelerin kuruluşlarının deneyimlenmesidir. Dolayısıyla sınır-deneyimlerin kaynaklık ettiği temel kavramlar bu deneyimlerin eseridir. O halde “ben öznesi”nin ve “öteki”nin kuruluşunda yer alan söz konusu temel kavramlar, nitelikleri gereği sınır-kavramlar olarak değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, birer sınır-kavram olarak “egemen”in normu temsil eden bir “ben öznesi”, “haydut”un ise aykırılığı temsil eden bir “öteki” olarak kurulması -Büyük İskender’e verilen yanıtta olduğu gibi- siyasal güç ilişkilerinin koşulladığı bir sürece dairdir. Dolayısıyla bir sınır-kavram olarak haydutluğu haydutluk yapan, egemenlikle kurduğu yarışan ilişkidir, vice versa. Onun tüm insanlığın düşmanı ilan edilerek diskalifiye edilen bir özne haline gelmesi ise insanlığın kim tarafından temsil edildiği ile ilgilidir. Imperium Romanum’dan Respublica Christiana’nın parsellenmiş egemenlikler çağına, modern devletin kurulduğu uzun 16. yüzyıldan devletin siyasal tahayyüllümüzün sınırlarını tayin etmedeki ayrıcalıklı statüsünü kaybettiği günümüze kadar tüm emperyal genişleme ve daralma dönemlerinde hayduta -değişen, dönüşen sınır-kavram içeriğine rağmen- egemen tarafından “evrensel bir kötü” olarak seslenilmektedir. Egemenin hayduta yönelttiği bu çağrı, egemenliğin kendilik haline dair bir inşa sürecine -olumsallığa yer bırakmamak adına- gerçekleştirdiği bir iradi müdahale olarak nitelendirilmelidir.
Bu makale, haydutluğun uzun 16. yüzyıl boyunca modern egemenliğin inşa olunmasıyla eşanlı, onun sınırında kazandığı niteliği analize tabi tutarak belli bir tarihsel tipolojiye özgü fenomenolojisini kavramaya yöneliktir. Dolayısıyla yazının çerçevelediği ekonomi-politik, kamusal idarenin iradesi ve modern bir siyasal birlik formu olarak devletin bir klasik kaide olarak çalıştığı period zemininde değerlendirilmektedir. Bu bağlamda “egemen” ve “radikal ötekisi” arasındaki ilişkinin büründüğü görüngü, modernliğin başlangıcı itibariyle “insanlığın” evrensel temsilcisi devlet ile “tüm insanlığın düşmanı” haydut arasındaki antagonizmaya özgülenmiştir. Bir başka ifade ile tartışmaya konu olan ve mercek altına alınan gerilim, modern devlet ve kamu hukuku ile hukukdışı özne olarak hayduttur.
Uzun 16. Yüzyılın Ekonomi Politiği
Uzun 16. yüzyıl, kendi siyasal düzenini yerkürenin her yerine dayatan Avrupa devletler çağının ve onun ekonomi-poltitik temellerinin oluştuğu tarihsel dönemdir. Bu yüzyıl uzundur; zira söz konusu devletler çağının temelleri 15. yüzyılın ortalarından 17. yüzyılın ortalarına kadar devam eden bir süreçte atılmıştır. Bu süreç tarihte eşi görülmemiş bir siyasal birlik formunun ortaya çıkmasına kaynaklık ederek kendinden başka hiçbir referans noktası kabul etmeyen yeni bir düzen kavramını müjdelemiştir: Devlet. Dolayısıyla uzun 16. yüzyılda ortaya çıkan ve merkez üssü Avrupa olan devletler çağının kurduğu düzen hakkında gerçekleştirilecek bir sorgulama ve soruşturma, aynı zamanda ekonomi-politik bir niteliği haizdir. Zira ekonomi-politik, iktidarın düzenlenmesi, dağıtılması ve sınırlandırılmasına dayalı etnolojisi itibari ile bu nitelikte bir analizin gerçekleşmesine kaynaklık edecek yetkinlikte bir kavram içeriğine sahiptir: Yönetim. O halde 16. yüzyılın ekonomi politiği, modern devletin ve ondan mülhem çoğul bir siyasal evren (pluriversum) olarak devletlerarası düzenin hakikati üzerine argüman geliştirmektir.
Devlet -her ne kadar kendini kadim bir form olarak sunmayı başarmış bir temsil olsa da- belirli bir zaman ve mekâna aittir; dolayısıyla gelişiminin izlerini sürmek ve doğasını kavramak için bir tarihsel bağlam içerisinde değerlendirilmelidir.[4] Bu nedenle düzen kurma faaliyetinin uzun 16. yüzyıl içerisinde kat ettiği yol onu kendisinden önceki faaliyetlerden ve bu faaliyetlerin kaynaklık ettiği siyasal birlik formlarından ayırır. Avrupa’da Ortaçağ kurumlarının dağılması sonrasında nüvelenen ve 15. yüzyılın ortalarında embriyo halini alan bu formun “içeride” türdeş ve mutlak bir hâkimiyet sahası, “dışarıda” ise devletlerin eşit siyasal özneler olarak karşı karşıya gelebilecekleri bir rekabet ve denge sahası yaratma projesi, eşi benzeri görülmemiş bir yoğunlaşma ve sınır çekme çağına kaynaklık etmiş, modern devleti yüzyıllar sürecek bir tarihsel dönem için özgün ve biricik kılmıştır. O artık kendi ilkesini kendinden başka hiçbir yerde bulamayacak kadar ayrıksı ve nevin bir formdur.[5] Bedeninde kendinden önceki tüm tarihsel birikimden izler taşısa da onun referansı olmaksızın nitelenmesi ve tanımlanması imkânsız bir yeni çağı kendinden öncekilerden ayıran şey, dramatik bir kopuştur.
Monarşilerin tarih sahnesine çıkması, beraberinde birbiriyle örtüşen iki söylem geleneğinin oluşmasına da kaynaklık etmiştir: Roma hukuku ve Greko-Romen cumhuriyet geleneği. Bu söylemler, devlet yönetiminin daha akla uygun ve doğru gerçekleşebilmesi adına entelektüel tartışmaların gelişmesini sağlamıştır. Tartışmalara konu olan argümanların üst düzeyde seyreden çarpışmaları sonucunda ortaya çıkan fikir ise belli sınırlar içerisinde yaşayan bir toplumun yönetiminde son sözü söyleyen üstün ve tek bir otorite zorunluluğunu işaret eden bir sınır-kavramdır: Egemenlik. Bu kavram, Ortaçağ’ın ontolojik düalizminin en kudretli temsil kurumlarının, yani emperyal bir proje olarak İmparatorluğun ve evrenselci bir ideal olarak Papalığın aşkın, haricî ve ilahî iddialarıyla dramatik bir karşıtlık oluşturmaktadır; ayrıca feodalizmden miras kalan parçalı siyasi yetki ve imtiyazların tek elde toplanması için de fonksiyonel ve operasyonel nitelikler taşımaktadır. Dolayısıyla egemenlik, yepyeni ve bambaşka bir siyasal biçim olan modern devletin gayrişahsiliğine, biricikliğine, üstünlüğüne ve elbette meşruiyetine yönelik radikal bir iddiadır. İddiadır; zira egemenlik siyasal ve hukuksal tanı(n)ma (recognition, reconnaissance) ile tamamlanır. Bu iddia devletin, i. hüküm sürdüğü topraklarda kendine eşit herhangi bir iç otoriteyi, ii. bu toprakların dışında ise kendisinden üstün herhangi bir dış otoriteyi kabul etmemesine dayalıdır. O halde bu iddianın tanınması, iddia sahibinin bundan böyle bir egemen devlet olduğu anlamını taşır.
Egemen devlet, “hâkimiyetin geleneksel aşkınlığının yerine düzenleyici işlevin aşkınlığını koyarak”[6] iktidarın kaynağını dünyevi kılmıştır; “her şeye kadir Tanrı (omnipotenz), her şeye kadir kanun koyucuya dönüşmüştür.”[7] O artık yöneten ve yönetilenden ayrı bir kamu gücü ve belirli bir teritorya üzerinde yüksek siyasal bir otorite[8] olarak gerçekliğin kavranabilirlik ilkesi ve yönetimsel aklın düzenleyici fikridir.[9] Bu fikir, yeryüzünde kudreti onunla kıyaslanacak başka hiçbir şeyin olmadığı hakikatinden yola çıkar;[10] bu nedenle egemenliğin, diğer tüm toplumsal güçlerden nitelik olarak farklı ve ayırıcı, âli çıkar alanına odaklanan bir siyasal iktidar merkezine ait olması gerekliliğine dayalı bir öğretiyi esas alır: Ratio status/Raison d’Etat. Bu öğreti, devleti yönetmeye dair belli ilkeler ve kurallar çerçevesindeki bir teknikler dizisidir; rasyonalitedir. Söz konusu rasyonalitenin gündemine aldığı sorun ise bizzat devletin varlığı, doğası ve gerçekliğidir. Dolaysıyla raison d’Etat, yalnızca devletin kendisiyle, onun ne olduğuyla ve neyi gerektirdiğiyle ilgilenir. Devletin hedefi, başka bir biçime dönüşmek olmayıp ne ise öyle kalmaya devam etmek olduğundan peşine düşülen erek, onun iyiliğinden, esenliğinden, güvenliğinden ve bütünlüğünden başka bir şey değildir; bir başka ifade ile devlet, yönetimsel aklın hem ilkesi hem amacı hem temeli hem ereğidir.[11] Böylesi bir siyasal bedenin hayatını sürdürebilmesi için ise ona ait bilgiye (istatistik) dayalı gücün/güçlerin olabildiğince çoğaltılması gerekir. O halde raison d’Etat, devletin devlet olarak doğasını tanıyarak onun güçlerini çoğaltmaya, salt onun doğasından türeyebilecek, dolayısıyla salt ona münhasır yönetim ilkelerini bulup çıkarmaya yönelik bir öğretidir; kısacası devletin, güçlerine uygun olarak yönetilmesidir.[12]
Yönetimin, şeylerin doğru düzeni olarak kavrandığı bir dönemde, devletin diğer tüm şeylerden ayrıksı ve otonom bir siyasal entite olarak kendine özgü âli çıkarları ve tek hedefinin o çıkarların peşinden gitmek olduğu savı, devletin dışsal hiçbir ereğe sahip olmadan yalnızca kendine referansla örgütlenebilmesi anlamına gelmektedir. Ona dışarıdan kendisini dayatabilecek hiçbir pozitif yasa, ahlak yasası hatta ilahî bir yasa yoktur. Bu bağlamda, içine karışılacak bir imparatorluk ya da nihai bir birlik olmadığı ve bundan böyle de olmayacağı fikri, diğer ifadeyle yani yeni yönetimsel akıl, devletler çoğulluğundan oluşan bir dünyanın belirmesine yol açar. Bunun anlamı şudur: Egemenlik paradigması ve raison d’Etat etrafınca inşa olunan devlet, artık çoğul bir siyasal uzamda kendisine eş mutlak birimlerle rekabet ve denge ilişkisi içerisinde yer alacaktır.[13] Bir başka deyişle sınırları muğlâk ve genişleme eğilimdeki bir alanda/sahada tahakküm kuran imparatorluğun aksine sınırları çizilmiş ve belli bir teritorya üzerinde tahakküm kuran egemen devlet, kendisi gibi birçok egemen devlet ile rekabet ve denge içerisinde bulunduğu çoklu bir mekânsallığa dâhil olacaktır.[14] Yeni dünya düzeninde devlet, devletler olarak, çoğul bir biçimde vardır. Ve devletlerarası ilişkiler veya devletler düzeni, devletin güçlerinin çoğaltılmasına dair yönetimsel rasyonalitenin ayrılmaz bir parçasıdır. O halde raison d’Etat son tahlilde, devletin içeride kendisi ile eşit bir otoriteyi, dışarıda ise kendisinden üstün bir otoriteyi reddeden bir egemenlik anlayışı ile kendi güçlerini sağlam kılmanın, korumanın, sürdürmenin ve çoğaltmanın nasıl başarılabileceği sorusuna verilen yanıttır.[15]
Söz konusu yönetimsel rasyonalite, devletin âli çıkarlarına, bekasına ve güçlerine yönelik devletlû yanıtı, birbirini gerektiren hayatî bir ayrıma dayandırır: İçerisi ve dışarısı. Bu ayrım, devletin içerideki sınırsız hedefleri ile dışarıdaki sınırlı hedefleri arasındaki sağlıklı ilişki aracılığıyla güçlerinin çoğaltılmasına yönelik doğru ratio olarak kavranır. Egemenliğin de paradigmal temeli olan bu ratio, “şiddet, mülkiyet ve yargı yetkisi (jurisdictio)” üzerinde tekel kurarak devletin teritoryası dâhilinde kendi uyruklarının iktisadi, sosyal, kültürel yaşamları hakkında sınırsız hedeflere sahip olup bu teritorya haricinde çoğul bir siyasal uzamda kendi tüzel eşitleri ile denge ve rekabet içerisinde sınırlı hedeflere sahip olduğu ilkesine dayanır; dolayısıyla devlet kendini birer siyasal teknoloji olarak içerideki polis teknikleri (Die Polizie) ile dışarıdaki askeri-diplomatik teknikler (Die Politik) aracılığıyla var etmeye adamıştır. Bu teknolojilerin kullanılmasıyla her şeyin ve herkesin yasal düzenlemeler aracılığıyla nizama sokulduğu içeride de, sürekli bir ordu ve diplomasi oluşurken gelişen belli devletlerarası tüzel geleneklere dayalı askeri-diplomatik ilişkilerin kurulduğu dışarıda da devlet, artık yeryüzünün tek siyasal hükümranıdır.[16] Avrupa-merkezli bir yeni çağ başlatan bu klasik siyasal form, dünyanın geri kalanıyla faydacı, sömürgeci ve tahakkümcü ilişki kurmaktan geri durmayarak bundan böyle tüm kavramların, kuralların ve kurumların kendi dolayımıyla üretildiği bir kaide halini almıştır.[17] Uzun 16. yüzyılın modern ve egemen devleti, bundan böyle yeryüzü düzeninin yegâne referansı ve inşa esasıdır.
Teritoryalizm ve Hukuk
Devlet egemenliğinin en temel göstergesi ise belli bir toprak parçası üzerinde münhasır denetime sahip olmasıdır.[18] Söz konusu toprak parçası egemenliğin hüküm sürdüğü mekândır. Mekân, bir yapıttır. Uzay boşluğunda kaplanan alanı niteleyen uzam, belli bir yaratıma, üretime, biçimlendirmeye, kısacası rasyonel bir düzenlemeye tâbi kılındığında mekân halini alır. Değer ve anlam mefhumlarının içkin olduğu, pratik faaliyetlerden ve tarihsel bakımdan konumlanmış öznelerden bağımsız bir evrensel mekân dili veya bir mekân göstergebilimi (semiyoloji) bulunmamaktadır.[19] O, yeryüzünde öylece var olan kara, deniz ve havanın -hatta uzayın- kendiliğinden işgal olunduğu sahadan farklı olarak insanın denetlediği, müdahale ettiği, değer ve anlamlar yüklediği, semboller atfettiği bir inşadır; yabanıl olanın insan eliyle ehli/evcil kılınmasıdır. Bu niteliği gereği mekân belli bir planın, programın ve kararın parçasıdır; dahası, somut projelerin uygulama zemini olmasının yanı sıra soyut ütopyaların dahi kendisine ihtiyaç duyduğu bir dizayndır.[20] Böylesi bir tasarımın doğa -ve uzay- üzerinde uygulanacak bir beşeri tahakküme gereksinimi vardır. Bu tahakküm, beşeri bir niteliği haiz olması hasebiyle eşyanın tabiatı gereği sosyal ve siyasal bir sürecin çıktısıdır. Dolayısıyla mekân, bizzat sosyal ve siyasaldır;[21] insanın belli ilişkiler çerçevesinde özne olduğu bir süreç içerisinde üretilerek kurulur, bozulur ve tekrar kurulur. Tasarımın bu niteliği, mekânın düzen kurma faaliyetinin en asli unsurlarından biri olduğunun da kanıtıdır; hane veya malikâne gibi özel mekânlardan kent veya teritorya gibi kamusal mekânlara kadar denetlenebilen, üzerinde şiddet, mülkiyet ve yargı yetkisi tekeli ya da paylaşımı talep edilen sahalar olarak bu tasarım, egemenliğin alâmetifarikalarındandır. O halde bir hâkim olma ve hükümranlık uygulama tasavvuru olduğu düşünüldüğünde mekânsallaşma, aynı anda bir egemen olma hâline tekabül etmektedir; egemenlik mekâna, mekân egemenliğe içseldir. Kısacası, “egemenlik, mekân demektir.”[22]
Modern egemenliğin nevinliği ise teritoryal niteliğindedir. Teritorya devletin sahip olduğu özelliklerle paralel olarak üzerinde tahakküm kurulan ve uygulanan arazi, toprağa dayalı nüfuz alanı olarak modern çağa damga vuran düzen kurma faaliyetinin asli mekânıdır. Bu kavram, i. karanın yüzey bölümünü işaret eden “toprak” anlamına gelen terra; ii. korkutmak, ürkütmek, dehşete düşürmek anlamına gelen terere ve iii. insanların uzaklaştırıldıkları, men edildikleri yer anlamına gelen territorium sözcüklerinden türemiş ve bu sözcüklerin tümünün anlam içerikleri ile yüklenmiştir.[23] Dolayısıyla teritorya bir mekan olarak, i. düzen kurma faaliyetinin -Ortaçağ’ın ağlar biçiminde inşa edilmiş parsellenmiş örgüsünün aksine- bir arazinin belli bölümü üzerinde sürdürülebileceği fikrinden kaynaklı olarak terra, ii. şiddet tekelinin yegane sahibi bir entite olarak devletin uyguladığı terere, ve iii. içeri/dışarı ayrımlarının kıskançlıkla biçimlendirildiği, bir arazinin sınırlar çekilerek siyasal bir hazneye dönüştürüldüğü territorium kavramlarının modern egemenliğe nakşedildiği bir içkinlik halidir; zira, önce de belirtildiği gibi egemenlik mekân, mekân egemenlik demektir. Dahası, teritoryalleşme sürecinde karanın bölü(mle)nerek ayrıştırılması demek olan “bölge/rejyon (region)” sözcüğü, hükmetmek, yönetmek anlamına gelen regere sözcüğünden türemiştir; yani bir araziyi bölge olarak işaretlemek ona hükmetmek, orayı yönetmek anlamına gelir.[24] O halde bir terre, terere yoluyla teritorium kılındığında teritorya haline gelir; başka bir ifadeyle egemenliğin bölge/rejyon olarak belirlediği alan, hükmedilen, yönetilen arazidir. Bu bağlamda teritorya, ister açık ister örtük olsun şiddetin yöneltildiği bir bölge/rejyon olarak nitelendirilebilir. Kavramın sahip olduğu bu anlam yükü, dostun düşmanın, yasalın yasağın ve radikal aykırılığın (outlaw), dolayısıyla hukukun belirlenmesinde anahtar niteliğinde bir işleve sahiptir. Zira teritorya, “egemen devletin kendisi olarak” hem faaliyet gösterilen toprak parçasının hem de o toprak parçasında üretilen ve yeryüzünün denizleri de dâhil tümüne dikte edilen ilkeler ve normlar zemini haline gelmiştir.[25] Teritoryal yasa denizlerin siyasal tezahürünü de belirleyen küresel bir satha yayılmış dünya düzeninin modern kurucu ilkesidir; ve bu ilkenin olağanüstü gücü, tarih boyunca dillendirilen “denizde yasa yoktur” tabirini değillercesine devletin hukuk aracılığı ile okyanuslara dahi kendi yasasını dayatmasında gizlidir.
Teritoryal yasa esaslı yeni dünya düzeni ise hukukla kavranarak tesis edilmiştir. Bu düzene dair temel ilkeler, normlar ve kaideler somut bir hukuk zemini üzerine bina edilmiş, tüm sosyal-siyasal tip ve kategoriler birer hukuksal ifade atfedilerek meydana getirilmiştir. Ancak söz konusu hukuksallık -kendinden öncekilerin aksine- sosyallik ile beraber anılan bir mefhum olmaktan öte, bir siyasal birlik formunun ayrılmaz parçası olarak düzen kurucu işlevi ile anılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla hukuk, örf-ahlak-siyaset iç içeliğine dayalı sosyalliğin gömülü bir unsuru olmaktan tamamiyle çıkarak aşkın bir kurumsallıkça yasanan (legislate) bir dizge halini almıştır. Bu yeni hukuk -tıpkı devlet ve mekân(ı) gibi- tarih boyunca benzeri görülmemiş bir tamlıkla tasarlanmıştır; zira uzun 16. yüzyıla gelinceye kadar hiçbir hukuk düzeni yeryüzünün tümünde etki doğuracak bir bütünlükle dizayn edilmemiştir. Deneyimlenen, Roma ve Germen hukuklarına dayalı kuralların sistematize edilmesinden, kodifikasyonundan, eksiklerinin giderilmesinden ve tutarsızlıklarının bertaraf edilmesinden ziyade, devletin teritoryal yasa esası ile iktidarını örgütlemek ve bu iktidarı hayata geçirme biçimlerini programlamak üzere oluşturduğu kurallar, kurumlar ve uygulamalar bütününün hayata geçmesidir. Bu, devletin topyekûn düzenleyici rolünün yegâne kılındığı yasaklayıcı/emredici kodlardan meydana gelen bir egemenlik tasarrufudur. Bu tasarruf, anti-sosyal davranışların bastırılmasından radikal aykırılıkların iptaline, kolonizasyondan köleleştirmeye kadar teritorya da dâhil mülk edinilen her şey üzerindeki sürekli denetimi sağlayan son derece etkin bir siyasal teknolojidir; ki teritoryal yasa gereği söz konusu teknoloji temellük edilmeyen denizler üzerinde dahi etkin bir denetim sağlamanın yöntemidir. Uzun 16. yüzyılda vuku bulan bu radikal kesinti nedeniyle sosyallik ile hukuk arasındaki ilişkinin bundan böyle devlet iradesi olmaksızın kurulması imkânsız hale gelmiştir. Hukuk düzeni, devletin sosyal denetimi kendi bünyesinden geçirerek biçimselleştirilmesi ile kurulmak zorundadır; bir başka deyişle hukuk düzeni artık, i. sosyal denetim esaslarının devlet tarafından buyrulması, ii. bu esasların soyut kurallar olarak düzenlenmesi ve iii. bunların ardına güç tesis edilmesi ile meydana gelmek durumundadır. Bir klasik kaide olarak devletin dolayımlamadığı hiçbir ilke ve norm artık hukuk olarak tanımlanmayacaktır.
Sosyal ilişkilerin hem içeride hem de dışarıda öznesi olan devletin hukuksallaşması (ya da hukukun devletleşmesi) Ortaçağ’ı tam anlamıyla sona erdiren “coğrafi keşifler” ve onu takip eden gelişmelerle biçimlenmiştir; her ne kadar temelleri -mekan devriminin şafağında- geç Ortaçağ’ın preglobal terestial döneminde atılsa da modern devlet ve hukuk esasen global dönemde yeryüzünün paylaşılması esnasında oluşturulan ilke ve normlar ile vücuda gelmiştir. Uzun 16. yüzyıl boyunca Avrupalıların yeni kıtayı temellük etme mücadelesi, bu toprakların ve üzerinde yaşayanların ne’liği, kimliği ve mülkiyeti sorunları ile denizler üzerindeki hâkimiyet iddialarını gündeme getirmiştir.[26] Doğal ve beşeri kaynaklar üzerindeki bu bölüşüm kavgasının esasları ise eskinin kurallarına dayanarak oluşturulacak gibi görünmemektedir. Zira Respublica Christiana’nın kavimler hukuku (inter gentes Europaeas) “deniz aşırı topraklar, onların keşfi ve işgali”[27] sorunlarına çözüm üretecek perspektife ve teknik yeterliliğe sahip değildir. Nihayetinde, Ortaçağ hukuk paradigmasının sorunları çözmek konusunda yetersiz olduğuna hükmedilmesi ile yeni bir hukukun oluşturulmasına karar verilmiştir.[28] Bu tarihi karar, devletin, mekânın ve hukukun yaklaşık beş yüz yıl sürecek olan modern ömrünün başlangıç anı olarak nitelendirilebilir.[29] Yeni sorunlar ve çözümlerine dayalı bu süreç eşzamanlı olarak bir yandan keşfedilen mekânı diğer yandan Avrupa’yı biçimlendirmektedir; denizler üzerindeki hâkimiyeti de kapsayacak devinim halindeki bu mekân ve hukuk anlayışı egemenliğin devletleşmesi ile kendi siyasal düzenini yüzyıllarca yerkürenin tamamına dayatacak olan Avrupa devletler sisteminin de kaynağıdır. Anakarada ve dünyanın geri kalan kısmında geçerli olacak bu düzenin kural, kurum ve uygulamalar bütünü ise bundan böyle Avrupa kamu hukuku – Jus Publicum Europaeum olarak adlandırılacaktır.[30] Bu hukukun en önemli özelliği egemen devleti, devletlerarası ilişkinin ve siyasal mekânın merkezinde konumlandırmasıdır. Bir devletin belirli bir toprak parçası üzerinde kendi içine kapalı egemenliğinin diğer kapalı egemen birimlerle ilişkisi kamu hukukunun merkezinde durmaktadır. Böylelikle hem anakarayla hem de yeni karalarla ve açık denizlerle kurulan ilişki bu dolayım ile bir anlam ve statü kazanmaktadır.[31]
O halde yeni sosyallik, yeni kamusallık ve yeni hukuksallık, denetimini modern devletin sağladığı bir dünya düzeni ile var olacaktır. Bu dünya düzenini var eden temellük şiarının ve mücadelesinin merkezinde ise şiddetin tahakküm biçimleriyle bağlanma usulleri ve bu usullere meşru ve yasal başvuru esasları yer almaktadır. Şiddet mefhumunun ve şiddet araçları üzerindeki denetimin yeni çağın koşullarına göre değişen niteliği bu düzenin hem ayırt edici özelliği hem de sigortası halini alacaktır; zira devlet, yeryüzünün temellükü için verilen mücadeleler esnasında meşru şiddet kullanımı tekeline kavuşan yegâne siyasal güç olacaktır. Tarihte hiçbir siyasal birlik formu şiddet araçları üzerinde bu denli güçlü bir tekel oluşturmayı başaramamıştır. Bu “sosyo-teknik buluş”[32] ile içeride barışın sağlanması (şiddetin devlet lehine çekip alınması), dışarıda savaşın yürütülmesi yetkilerini kendinde toplayan devlet Jus Publicum Europaeum ile bu tekeli güvence altına almıştır. Egemenlik kavramını (dahi) önceleyen bu sosyo-teknik buluş, savaş yetkisi ile siyasal otonomi (bağımsızlık) arasında kurduğu sıkı bağ ile bir yandan Ortaçağ’a dair “özel” savaşma biçimlerini (bellum privatum) ceza hukukunun ya da hukuk dışılığın (outlawry) alanına iterek, diğer yandan ise Kilise’nin yetkisindeki haklı savaş (bellum justum) nosyonunu geçersizleştirip savaşma yetkisini devletin tekeline teslim ederek eskiye ait iki tip savaş mekaniğinin yok olmasına yol açmıştır.[33] Böylelikle özel savaş (bellum privatum) kamusal savaş (bellum publicum) lehine, haklı savaş (bellum justum) meşru düşman (justus hostis) lehine geçersiz kılınmıştır: Bellum est publicorum armorum justa contentio. Bu, hem içerideki yaygın ve istikrarsız savaş deneyimini bastırıp türdeş bir egemenlik sahasının yaratılmasına hem de savaşın teolojik imalardan arındırılarak yalnızca devletlerarası ilişkilere tahsis edilmesini sağlayacaktır.[34] Suçluyu düşmandan, cezayı savaştan, ceza hukukunu savaş hukukundan ayıran sınırların çizildiği bu süreçte siyasal şiddet, “siyasal olan” üzerindeki olağanüstü hâkimiyeti ile temel ölçü ve norm kavramı halini alan devleti kat etmeden başvurulamayacak spesifik bir eylem özelliği kazanmıştır. Bundan böyle ilke olarak suç ve ceza içeriye, savaş ve düşman ise dışarıya ait kavramlar olacaktır. Siyasal birliğin içinde onunla eşit bir düşmana, dışında ise ondan üstün bir otoriteye tahammülsüzlük Jus Publicum Europaeum uyarınca eşitlerin birbirleri üzerinde yargı yetkisine sahip olamayacağı (par in parem non habet jurisdictionem) prensibine dayalıdır. O nedenle devlet, ancak ve ancak kendi eşiti ile savaşabilir; dolayısıyla tek meşru düşmanı yine kendisi gibi bir devlet olmak zorundadır. Bunun dışındaki -isyan, ayaklanma, kamu düzenini bozma, barbarlık ya da haydutluk gibi- eylemler ya içerideki cezai alanın ya da hukukdışılığın (outlawry) kapsamına bırakılmıştır.[35]
Sonuç olarak savaşma pratiklerindeki ve savaşa dair söylemlerdeki dönüşüm, devletler çağının en temel özelliklerini kazanmasına yol açmıştır. Avrupa devletler sistemi temelinde inşa olunan bir dünya düzeninde şiddet tekelini ardına alan devletin içeride/dışarıda -kendine katmaktan yok etmeye kadar- her şey hakkında hükme varmayı bir kamusal hak olarak ileri sürmesi modern hukukun oluşması anlamını taşımaktadır. Raison d’Etat temelinde ufkuna giren ne varsa hizaya sokmaya koşullanmış yeni düzen, söz konusu modern hukuku her tür sosyal ilişkiye nizam verici bir araç olarak kurgulamış ve kullanmıştır. Diğer bir ifade ile kamu hukuku, devletin içeride/dışarıda ihtiyaç duyduğu maddi koşulları sağlayacak en önemli vasıta halini almıştır. Tüm özneleri için ortak bir üslup oluşturan bu hukuk düzeni, i. bir yandan teritoryal mekânlar dâhilinde yer(s)el ii. diğer yandan uzak mesafe ticareti, kolonizasyon ve denizlerdeki hâkimiyet mücadeleleri bağlamında küresel eylemde bulunma olanağının zeminidir. Uyruklardan oluşan sosyal ilişkiler ile devletlerden oluşan sosyal ilişkilerin[36] temel norm ve ilkeler dizgesi olan Jus Publicum Europaeum, egemenliğin başvuru ve uygulama kaynağıdır. Diğer bir deyişle uzun 16. yüzyıl düzenine damga vuran ve modern kuramda ve uygulamada eşanlamlı kavramlar halini alan devlet, mekân ve hukuk, tüm varoluş koşullarını görkemli Jus Publicum Europaeum koduna dayandırmıştır. Bundan böyle her şey onun içerisinden geçerek yaşam hakkı kazanacaktır. Aykırı ne varsa ya iradesini ona katmak ya da yok olmak zorundadır. Dolayısıyla Jus Publicum Europaeum yeryüzünü kolonize eden Avrupa kamu düzeninin hukuksal formatıdır.
Haydutluğun Modern Fenomenolojisi
Jus Publicum Europaeum tarafından çerçevelenen Avrupa merkezli yeni dünya düzeninin iddiası evrensel, niteliği emperyaldir; dolayısıyla uzun 16. yüzyılda eşanlı -ve eşanlamlı olarak- oluşan modern devlet, mekân ve hukuk, bu yeni çağın evrensel tahakküm biçimleri olarak nitelendirilebilir. Şiddet tekelinin egemen devlete özgülenerek karşıtların çoğul birlikteliği (complexio oppositorum) minvalinde inşa olunan devletlerarası kamu düzeni ise varoluşa dair tüm ortaklıkların ve karşıtlıkların bu düzenin kavramları içerisinden geçerek kurulduğu bir emperyalliktir. Teritoryal yasa gereğince örgütlenen kara ve deniz mekânları -devletli- hukukun çizdiği konturlar aracılığı ile söz konusu emperyal projenin hayat sahası haline gelmiştir. Bu şartlarda sosyal-siyasal meşruiyetin asgari müştereği -ister içeride ister dışarıda, ister karada ister denizde, yani yeryüzünün her köşesinde- gayridüzen olunabilse dahi (ki bu edilgenlik kesinliğe yakın bir olasılıkla emperyal düzen tarafından kapılma ihtimalini içerir) anti-düzen olmamayı gerektirmektedir. Teritoryal kara mekânlarından deteritoryal deniz mekânlarına kadar hukuksal menzilin uzandığı her yerde düzen içi “ihlal” ile düzen karşıtı “ihlal”e yüklenen anlamlar -ceza ve infaz biçimlerindeki benzerliğe ya da eşliğe rağmen- bütünüyle farklıdır; zira bir yasayı ihlal etmek hukuk rejiminin sınırları dâhilinde karşılık bulurken, yasayı var eden rejimin kendisini ihlal etmek (onu tanımamak) hukukun askıya alındığı -ancak ihtiyaç hâsıl olduğunda derhal göreve çağırılan- bir sınırötesinde karşılık bulmaktadır. Bir başka deyişle, düzenin hukukunu çiğneyen bir unsurun edimi mevcut hukuk dâhilinde yasadışı (illegal) iken düzenin hukukunu reddeden unsurun kendisi hukukdışıdır (outlaw – hors la loi). Hukukdışılık (outlawry) ise iddiaları böylesine evrensel, uygulamaları ise bir o kadar emperyal bir mutlak düzen tasavvuru için “insan”ın ve/veya onun oluşturduğu toplulukların yeryüzünde bir hukuk kişisi olarak haklara sahip olma hakkını haiz olup olamayacağı konusundaki sınır-kavramdır. Zira insanı veya insanlığı tanımlamak, bu türden bir evrensel kavramı tümüyle tasarruf altına almayı başarmak ve düşman addedilenin ona yaslanmasını engellemek anlamını taşır.[37] Dolayısıyla “insanlık (humani/humani generis)”[38] kavramının da maksimlerini belirleyen bu yaklaşım ceza/savaş, suçlu/düşman kavramlarının -hem hukuk içi hem de hukukdışı alanda- kâh bulanıklaşarak kâh askıya alınarak adım adım netlik kazandığı süreci de şekillendiren anlayıştır. Bu bağlamda küresel satha yayılmış etnosantrik bir perspektifin koşulladığı söz konusu temel kavrayış, hem soyut hem de somut manada hostis ve criminalis kavramları ile humani generis kavramını tüm türev anlamlarıyla birlikte biçimlendirecek ve konumlandıracaktır.
Siyasal şiddetin tekelleşmesi ve devletler çoğulluğu -uzun 16. yüzyıl boyunca- sınırları çizilegelen ceza ve savaş kavramları aracılığıyla tahakkümün içerideki ve dışarıdaki görünüm biçimlerine hayat vermiştir. Ne suçlu ne de düşman artık Ortaçağ’daki klan intikamı/öç (fehde) ya da haklı savaş (bellum justum) mefhumlarının içerisinden geçerek vücut bulabilecektir. Aksine, ancak Jus Pubicum Europaeum düzeninin devlet ve savaş ile meşru düşman kavramlarını bünyesinde taşıyan bir sistematiği yansıtan perspektif[39] söz konusu kavramları -istisnaları ile birlikte- yerli yerine oturtabilecektir. Bu bağlamda, ceza, “hükmeden bir gücün himayesi ve yaptırımı altında bulunan bir kuralın ihlal edilmesine, yine bu güç tarafından verilen bir karşılık”[40] olarak siyasal birliğin içine çekilirken, savaş, devletlerarası kamu düzeninin formel ve eşit özneleri arasındaki silahlı çatışmaya dayalı karşılaşma hali olarak siyasal birliğin dışına, yani siyasal birliklerarası bir alana itilmiştir. Bundan böyle ceza, hâkim güç ile ona tâbi olan arasındaki eşitsiz bir ilişki iken savaş, hâkim güçlerarası eşit bir ilişkidir. Dolayısıyla cezanın, bir suçun tekil bir şahsa karşı işlenmiş olsa dahi kamu otoritesinin koyduğu kuralı ihlal ettiği gerekçesi ile kolektif bedene karşı da işlenmiş bir suç olarak (crimina publica) ihlalin lekesini temizlemek adına ihlale konu olan tarafların üzerinde yükselen bir üçüncü tarafın (devlet) vurduğu tahakküm mührü olduğu söylenebilir. Bir başka ifade ile cezai bir ilişkide anlaşmazlığın tarafları üzerinde yükseldiğini iddia eden bir üçüncü tarafın ve onun bunu kanıtlamaya hazır üstün müdahalesinin varlığı gerekir. Dolayısıyla tahakküm ilişkisinin içerisinden geçmeden var olması imkânsız bir cezalandırma pratiği asla eşitlerararası bir ilişkinin konusu olamaz. Bu bağlamda suç da ilke olarak ancak üçüncü tarafın cezalandırma tehdidi ile yasakladığı emredici bir kural ihlali halinde gerçekleşebilir. Üstün bir üçüncü tarafın olmadığı bir sosyal-siyasal ortamda eşitlerin kural ihlalini izlemesi gereken hukuki sonuç ceza değildir;[41] yani kendinden üstün bir otorite tanımayan devletin, devletlerarası ortamda bir başka devlet tarafından cezalandırılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla suç da -ilke olarak- öznesi egemen tüzellikler olan devletlerarası kamu hukukunun konusu dışında bırakılacaktır. Zira ortak yargıca dayalı taraflarüstü bir yargılamanın bulunmadığı yerde söz konusu olan ceza değil, savaştır. Savaş, Jus Publicum Europaeum düzeninin en temel kurucu unsurlarındandır.
Böyle bir düzende hostis ne inimicus ne perduellis ne rebellis ne usurpator ne adversarius ne de tyrannus’tur. Rakipliği, hasımlığı veya isyanı işaret eden tüm bu kavramlar ya Ortaçağ’ın premodern düşmanlık ve savaş ya da modern suç ve ceza kavrayışına dairdir. Hiçbiri devletler çağının -olmazsa olmazı işaret eden- kamusal (public) niteliği haiz değildir. Kendisini söz konusu kamusallığın yegâne temsilcisi ilan eden devlet tarafından tüm kamusal imalarından arındırılarak depolitize edilen bu karşıtlıklar, özel (privata) antagonizmalar olarak polizei alanına, içeriye konumlandırılmıştır. Böylesi bir formel aklın mantıksal olarak şu sonuca varması ise neredeyse kaçınılmazdır: Siyasal birlik kendinde bir kamusallık taşıdığından düşman da kamusal olmalıdır![42] Bir başka ifade ile meşru bir düşmanlığın yegâne koşulu, onun kamusal niteliğinde yatmaktadır. Siyasal ve kamusal olanın tek ölçü ve norm kavramı devleti temel almayan, onu dolayımlamayan veya ondan hiza almayan hiçbir antagonizma hakiki bir düşmanlık statüsüne sahip olamayacaktır. Bu bağlamda siyasal-hukuksal simetri, düşmanlık için biricik gerek şarttır; ondan geriye kalan karşıtlıkların tümü düşmanlığa var(a)mayan gayrikamusal/özel husumetler olarak yer bulacaktır. O halde savaş, tarafların eşitliğine dayalı (aequalitas) bir ilke olarak bir egemen devletin meşru bir düşman olan bir başka egemen devlet ile (hostes aequaliter justi) giriştiği silahlı mücadele olmalıdır. Ötesi, kriminal unsurların işledikleri suçlardır ve varacağı hukuki sonuç bir iç tahakküm pratiği olan cezadır.
Bununla birlikte, i. evrensel tahakküm biçimlerinin oluştuğu ya da çözüldüğü (dolayısıyla otorite boşluklarının hüküm sürdüğü) dönemlerde, ii. sözü edilen ayrımlara zemin hazırlayan siyasal sistemin altüst olduğu -devrim, topyekûn savaş gibi- süreçlerde ve/veya iii. düzenin kendini korumak adına ürettiği siyasal suç tipinin devreye girdiği anlarda bu şematik ayrımlardan kaçan ya da bu ayrımları koyanlarca kasten kaçırılan, askıda bırakılan veya bulanıklaştırılan kavramlar ve uygulamalar bulunmaktadır: Koloniler, hukukdışı entiteler, iç düşman, ihtiyaca binaen hukuktan kovulan ya da hukuka çağırılan “yer altı” unsurlar, toplama kampları gibi. Bu istisnai formlar -ki istisnalar kuralı var eden formlardır- ne savaş kavramlarının cezai kavramlardan ne de düşmanlık statüsünün husumetlik statüsünden tam anlamıyla ayrıştığı anların var oluş tarzlarıdır. Bir başka ifade ile bu dönemler veya süreçler, içeridekinin -eşkıya (bandit) veya mafya gibi- düşmanlaşabildiği, dışarıdakinin -kolonize unsurlar gibi- cezalandırılabildiği momentlerdir. Bu istikrarsızlığın modern çağdaki en önemli örneklerinden biri ise bir yandan tüm insanlığın düşmanı (hostis humani generis) ilan edilerek hukukdışı kılınan, diğer yandan ise hukuk içine çekilerek devletlerarası bağıtlarla bir uluslararası suç (criminis juris gentium) ilan edilen haydutluktur. Haydutluk, ortak deniz mekânında “hiçbir devletin bayrağı altında bulunmayan, dolayısıyla hukuku reddeden [outlaw] bir şiddet hareketi olarak”[43] devletler düzenine itaat etmemenin adıdır. Dolayısıyla haydut, modernlik bina edilirken düzen karşıtı niteliği ile insanlık adına düşman ilan edilerek hukuktan kovulan, ancak eşitlerden (aequalitas) biri olmadığı için savaş kavramlarına başvurul(a)maksızın (cum piratis bellum non est) bir suç tipi olarak kodlanarak hukuk tarafından kapılan “anti-sistem”[44] ilk muhaliftir ve devletlerarası düzendeki “ilk kamusal dışlama”ya tekabül etmektedir.
Bu dışlamanın esasa dair gerekçesi ise modern sözcük anlamı “silahlı soygunculuk” olan haydutluğun bir adi suç olarak nitelenmek yerine tüm insanlığın düşmanı olarak iptal edilmesi gereken bir radikal aykırılık formu biçiminde inşa olunmasında gizlidir. Zira “silah yoluyla bir başkasının taşınabilir mallarını, onun isteği ve onayı olmaksızın kendi çıkarı ve yararı (animus furandi) için almak” her ne kadar yüce siyasal bedenin koyduğu kuralı ihlal etmesi (dolayısıyla çiğnenmiş tahakküm ilişkisinin yeniden tesisini gerektirmesi) nedeni ile o bedenin kendisini de mağdur eden bir eylem olarak kabul edilse de hostis humani generis olarak hukukdışı ilan edilmek için asla yeter sebep değildir; soygun sırasında egemenliğin en önemli alametifarikalarından biri olan yaşam üzerindeki karar tekelini yok sayarak ölüm veya yaralamaya sebebiyet verilse dahi.[45] Kaldı ki silahlı soygunculuğu esas alan bu ansiklopedik tanımın ötesinde, haydutluğun hukuksal tanımı da onun son derece kurucu sınır-kavram niteliğini gizleyen, onu asli siyasal imalarından ve içeriğinden soyutlayarak depolitize edilmiş/“özel”leştirilmiş bir kavrama dönüştüren bir niteliği haizdir:
“Devletler hukukuna göre özel kişilere ait gemilerle özel kişilerin, harp ya da barış zamanında, açık denizde gemilere, bu gemideki insanlara ya da yüke karşı bir Devlet yararına değil, kendi çıkarları için [animus furandi] yaptıkları haydutluk fiilleridir. Deniz haydutluğu terimi gemiyi ele geçirmeyi, batırmayı, gemiye zarar vermeyi, gemi adamlarını ve yolcuları öldürmeyi ve yaralamayı, kaçırmayı, köle etmeyi, yüke el koymayı, yükü tahrip etmeyi, her çeşit zarar vermeyi kapsamaktadır. Deniz haydutluğu milletlerarası suç ve deniz haydudu insanlığın düşmanı (hostis humani generis) sayılmaktadır. Bu yüzden deniz haydutluğu yapan gemiciler, bu işde kullanılan gemi, açık denizde bayrağını taşımakta olduğu devletin korumasından yararlanamaz; bütün Devletlerin kovuşturmasına ve zorlamasına açık bir durumda bulunurlar. Herhangi bir Devlet açık denizde, deniz haydudu gemiyi durdurabilir, arayabilir, yakalayabilir deniz haydutlarını kendi mahkemelerinde yargılayabilir.”[46]
Haydutluğun hangi eylemleri kapsadığını açıklığa kavuşturan bu kavrayıcı hukuk tanımından dahi haydutun neden insanlığın düşmanı olarak muamele gördüğünü çıkarsayabilmek mümkün değildir. Bu bakımdan, haydutluğun son derece özgün niteliğini onu tipik bir silahlı soygundan ayıran spesifik özelliklerde aramak gerekir; zira haydutun hostis humani generis ilan edilerek siyasal bedenden ve onun emperyal düzeninden sürgün edilmesi (banned)[47] yalnızca bir “sınır-dışı etme” edimini değil, egemenliğin mutlak buyruğunu, nişanesini (insignia) ve onun hukuk tarafından terk edilmesini sembolize etmektedir.[48]
Uzun 16. yüzyılın hayat verdiği siyasal kamu ve hukuk anlayışı -Antik çağın kavramsal geçişkenliğinin ve coğrafi tasavvurdaki sınırlılığın aksine- haydutluğu dosdoğru bir açık deniz ve okyanus unsuru olarak ele almıştır; üstelik Roma hukuk biçimlerine başvurmasına rağmen onu tüm “topluluk” imalarından arındırarak ve özel olana yaptığı vurgu ile onu siyasal olmayan soyguncu (unpolitische handlung)[49] kimseler olarak kavrayarak. Zira denizin kendinde bir şahsiyet olarak değil karaya ekli bir unsur olarak varsayıldığı, dolayısıyla açık denizlerin ve okyanusların siyasal ve hukuksal tahayyülün dışında kaldığı Antik çağda haydutluk bir Akdeniz kavramı olarak algılanmıştır. Roma hukukunun geri çağırılması ve bu hukuka dayalı terimlerin yeni çağın iktidar ve egemenlik ilişkileri uyarınca güncellenip yepyeni anlamlar yüklenerek modernize edilmesi nevi şahsına münhasır hukuk biçimleri yaratmıştır. Bu bağlamda haydut, bir yandan savaş ve düşmanlık kavramları ile anılan bir hukukdışılık, diğer yandan suç ve ceza kavramları ile anılan bir hukuk biçimi olarak Imperium Romanum dönemindeki anlam içeriğine göndermelerde bulunulan, ancak devlet momenti zemininde içeri ve dışarı ayrımına dayalı birçok temel kavram gibi anti-düzen bir radikal aykırılık formatı ile dışarıda, yani deniz mekânında konumlandırılan bir kavram halini almıştır.[50] Mekânın yaratıcılığı ise can alıcıdır: Haydut -teritoryal unsurların aksine- herkesin ortak malı olan (res omnium) deteritoryal deniz mekânlarında, ayrım yapmaksızın herkes aleyhinde şiddet uygulayan bir radikal aykırı olarak insanlığı temsil eden herkesçe “insanlığın düşmanı” sayılmıştır. Haydutluğun böylesi bir evrensel yafta ile konumlanmasına gerekçe gösterilen açık denizlerdeki ve okyanuslardaki faaliyetlerinin söylemsel ve hukuksal olarak siyasal olmadığı iddiası ile gizlenmeye çalışılan asal mahiyeti ise meselenin şah damarıdır. Haydutluğun insanlığın hukuk düzeninden kovulmasının altında, yeni kurulmakta olan ve okyanus mekânındaki hâkimiyetten geçen dünya düzeninin, düzen karşıtı böylesi örgütlü bir şiddet mekaniği ile istikrarsızlığa uğratılması, hatta yer yer paralize edilmesi yatmaktadır. Anti-haydut söylemin diğer tüm düzen karşıtı (eşkıyalık) ya da düzenden kaçan (deniz çocukları/maceracıları) unsurlara yönelik söyleme oranla son derece şiddetli ve yakıcı olmasının nedeni haydutluğun egemenliğe dayalı devletlerarası kamusallığın sınırlarını zorlama kapasitesine dayalıdır.[51] Bu bağlamda, söylemin ve hukuksal kurgunun (legal fiction) iddia ve imalarının aksine haydutluk, küresel bir kamu düzenine karşı yürüttüğü etkili muhalefet ile bizatihi siyasaldır.
Bu muhalefetin somut görünümleri ise özellikle Atlantik ve Hint Okyanusları ile Akdeniz’de yoğunlaşmaktadır. Yeryüzü mekân devrimini takip eden uzun 16. yüzyılda inşa olunan dünya düzeni herkesin herkesle savaş halinde olduğu (bellum omnium contra omnes) bir güç mücadelesine sahne olmaktadır. “Coğrafi keşifler” ile i. kolonize edilen mekânlardan denizler aracılığı ile anakaraya aktarılan altın, gümüş ve bilumum değerli eşyadan oluşan devasa zenginliğin, ii. sömürgelerin yeni yerleşim birimleri olarak inşa edilmesi sırasında anakaradan sömürge mekânlara aktarılan mal, mülk, gıda vb.nin ve iii. köle ticaretinin bir yandan devletin ve devletlerarası kamu düzeninin kurulmasında diğer yandan eşanlı olarak devletlerarası rekabette oynadığı rol son derece başattır. Kaldı ki -deniz savaşlarının da merkezi bir rol ile dâhil olduğu- açık denizlere ve okyanuslara hükmedilmesi sürecine seferber edilen kaynaklar başlı başına olağanüstü bir harcama, zenginlik kalemidir. Söz konusu zenginliğin taşınmasında, ticaretinde veya bu esnada gerçekleşebilecek savaşlarda ise yegâne meşru özne, kamusallığın hukuken tek temsilcisi devlet olarak kurumsallaşmıştır. Böylece ister savaş ister barış döneminde olsun i. devlet bandıralı (public) savaş gemileri, ii. deniz ticaret hukukuna (maritime law) tâbi özel gemiler ve iii. devletçe yetkilendirilmiş korsan gemileri (corsair/privateer)[52] dışında hiçbir unsurun Jus Publicum Europaeum nezdinde yeri bulunmamaktadır. Bu hukuk düzeni çerçevesinde meşru savaş yöntemleri ile sözü edilen zenginliğin el değiştirmesi “insanlık” sınırları dâhilinde varsayılacaktır; zira meşru savaş, insanlığı temsil eden devletin insanlık adına sahip olduğu en doğal haktır. İşte bu sınırları çizilmiş konforlu dizgeyi bozan, merkezkaç niteliği ile Jus Publicum Europaeum uyarınca belirlenmiş hiçbir ilke ve norma uymayarak bu zenginliğe medeniyet düşmanı barbarca saiklerle göz diken, saldıran ve pervasızca el koyan insan türünün vahşi canavarlarıdır (ista fera generis humani monstra). Bu canavarlar, sistemi var eden sömürgecilik teamüllerini, seyrüsefer özgürlüklerini, serbest ticareti, savaş hakkı tekelini, merkantilist iktisadi gelişmeyi ve devletli tüm meşruiyet zeminlerini hedef alarak yeni düzene kafa tutmaktadır. Bu tutum haydutları insanlık düşmanı hukukdışı unsurlar kılarken, eylemleri devletlerarası konsensüse dayalı bir tümel buyruğun hâkimiyetini reddettiği için ceza ve infaz usullerinin teatral tüm seremonilerinin hayata geçirileceği bir suç olarak tanımlanmıştır. Zira “hukuk sistemi ve yargı alanı egemenlik ilişkilerinin çok biçimli tâbi kılma (d’assujettissement polymorphes) tekniklerinin sürekli iletim aracıdır.”[53] Haydut bu iletim aracının sürekli bir nesnesi kılınmıştır.
O halde, hostis ile criminis salınımında bir monstra olarak haydutun bir yandan ne düşman ne de suçlu olduğu, diğer yandan hem düşman hem de suçlu olduğu söylenebilir. Böyle bir olguya karşılık gelen kavram ise “siyasal suç”tan başkası değildir.[54] Zira siyasal suçlu, egemenin içeriye dair suç ve ceza kavramları ile çağırdığı ancak onu esasen düşman olarak varsaydığı bir “istisnai” tipolojidir. Bu bağlamda haydut, bir siyasal suçlu olarak egemenlik iddiası taşıyan kurucu ilkeyi (nomos) doğrudan hedef aldığı için “anayasal ihlal” gerçekleştirdiği iddia edilen bir düşman ötekidir. Dolayısıyla onun ihlali karşısında verilen yanıt cezadan ziyade savaş hukukunun kavramı olan “misilleme” olarak nitelendirilebilir. Meşru bir savaş esirinin görebileceği muamele -teorik olarak- hukukun sınırları ile çerçevelenmişken gayrimeşru bir siyasal suçlunun görebileceği muamelenin sınırlarını kestirebilmek genellikle mümkün değildir. Zira buradaki cezanın hedeflediği irade, tekrardan itaatkâr kılınması veya sağaltılması gereken kabahatli bir irade değil ortadan kaldırılması, yok edilmesi gereken yıkıcı bir iradedir. Nitekim böylesi kimselerin hak ettiği düşünülen karşılık genellikle en iyi ihtimalle sürgün en kötü ihtimalle idam olagelmiştir. Burada söz konusu olan, daha az hukuksal daha fazla siyasal çekişmedir. O halde Jus Publicum Europeaum düzeninin bir devletlerarası polizei gibi işlediği kabul edilirse şayet,[55] “düzensizliği ile hiçbir düzene bağlı olmayan”[56] “hukuk kurucu veya koruyucu şiddet”[57] uygulamayan haydut, bu düzenin tipik bir iç düşmanı olarak nitelendirilebilir.
DİPNOTLAR
[1] Soyut bir ilke olarak ele alındığında evrensel yargı yetkisi, bir otoritenin belli başlı suçları nerede, kim tarafından ve kime karşı işlendiğinden bağımsız olarak genel bir kamusal yararı korumak adına yargılayabileceği anlamını taşımaktadır; bir başka ifade ile evrensel yargı yetkisine sahip bir merci, kimi suçları, uyrukluktan veya mülkîlikten bağımsız olarak nerede işlenirse işlensin yargılama kudretine sahip olacaktır. Uluslararası suç ise uluslararası hukuk tarafından -devletin hukuksal sorumluluğunun aksine- bireysel cezai sorumluluk temelinde düzenlenen uluslararası hukuk ihlalleridir. Söz konusu suçların uluslararası niteliği, kaynağını uluslararası hukuktan almalarına ve doğrudan uluslararası normlar aracılığı ile kovuşturulabilmelerine, yargılanabilmelerine ve cezalandırılabilmelerine dayanmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası suçları işleyebilecek olan hukuk öznelerinin gerçek kişiler olduğu, tüzel kişilerin ise söz konusu suçun kapsamının dışında bırakıldığı söylenebilir.
[2] Hakikat, insanın nesne ile kurduğu ilişki olarak tanımlanabilir. Hakiki ise insanın nesne ile kurduğu ilişkinin, yani insanın zihnindeki tasarım ile bu tasarımın ilgili olduğu nesne arasındaki uygunluk veya doğruluk derecesidir. O halde tasarım ile nesne arasındaki açı ne kadar dar ise ilişki o kadar hakiki, hakikat ise o denli erişilirdir. Ahmet Murat Aytaç, “Hakikat Kavramı Üzerine”, Diyalog Dergisi, Sayı 7, s. 14-15.
[3] Michel Foucault, “Deliliğin Tarihi’ne Önsöz”, Büyük Kapatılma – Seçme Yazılar 3, 2. Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005, s. 23.
[4] Christopher Pierson, Modern Devlet, çev. Neşet Kutlu ve Burcu Erdoğan, Chiviyazısı Yayınları, İstanbul, 2011, s. 13. Devleti tamamıyla kavramak son derece güçtür; zira devletin kendisi de onu kuşatan iktidar uygulamaları çokluğunun bir alanıdır; öyle ki Marxist sosyoloji profesörü Bob Jessop “Devlet Teorisi” adlı kült eserinde bir tanım geliştirmeyi 358 sayfa ertelemiştir. Bkz. Bob Jessop, Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, çev. Ahmet Özcan, Epos Yayınları, Ankara, 2008, s. 358-362.
[5] Özkan Ağtaş, Ceza ve Adalet, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s. 35-36.
[6] Michael Hardt ve Toni Negri, İmparatorluk, 5. Baskı, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 110.
[7] Carl Schmitt, egemenlik üzerine yürüttüğü tartışmalarda söz konusu aşkınlığın dönüşümünü analiz etmiştir: “Modern devlet kuramının tüm önemli kavramları dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır…kanun koyucunun her kamu hukuku ders kitabında bahsi geçen ‘Omnipotenz’i [her şeye kadir oluşu] ilahiyattan yalnızca dilbilimsel olarak devralınmamıştır. İlahiyat kalıntılarına tartışmanın [Argumantation] ayrıntılarında da rastlanır.” Carl Schmitt, “Somut ve çağa bağlı bir kavram olarak devlet”, Devlet Kuramı, 2. Baskı, der. Cemal Bâli Akal, Dost Yayınları, Ankara, 2005, s. 41-43.
[8] Quentin Skinner, The Foundation of Modern Political Thought, II. Cilt, Cambridge University Press, Cambridge, 1978, s. 353.
[9] Michael Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus: College de France Dersleri 1977-1978, çev. Ferhat Taylan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 248.
[10] “Non est potestas super terram quaecomparetur ei – Yeryüzünde onun kudretiyle kıyaslanacak hiçbir şey yoktur” anlamına gelen bu Latince cümle Hobbes’un “Leviathan” adlı eserinin başında yer alan meşhur imgenin üzerinde yazılıdır. Bu cümle devleti nitelemek için Eyüp Kitabı’ndan yapılmış bir alıntıdır. Mark Neocleous iktidarın bireysel bir figürle cisimleştiği bu imgeyi “bütün insanları birleştiren bir beden, bölgeyi teftiş eden gözler, onun denetimi altında sınırlandırılmış bir toprak ve ima yoluyla her şeyin sayesinde bilinebildiği bir akıl” olarak değerlendirir ve bu figürü “devletçi politik tahayyül” olarak adlandırır. Marc Neocleous, Devleti Tahayyül Etmek, çev. Akın Sarı, 2. Baskı, Nota Bene Yayınları, Ankara, 2015, s. 9.
[11] Foucault, op.cit., s. 248-249.
[12] Michael Foucault, “‘Omnes et Singulatim’: Siyasi Aklın Bir Eleştirisine Doğru” Özne ve İktidar – Seçme Yazılar 2, 5. Baskı, çev. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 44-47.; Agtaş, op.cit., s. 158-159.
[13] Devleti var eden ve varlığını sürdürmesi için gereken devletlerarası rekabet alanları, ticarete, mali dolaşıma, kolonyal/sömürgeci fetihe ve denizlerin denetimine dayalıdır. “İçerideki” sömürü temelli sermaye birikim rejimi ile simbiyotik bir ilişki içerisinde yer alan bu alanlararası rekabet, yeni devletler düzeninin kapitalist niteliğinin “dışarıdaki” alametifarikasıdır. Rekabet ise genel anlamda –bu dönemde kazandığı yeni ve “meşru” içeriğiyle- hem içeride hem de dışarıda bir piyasanın oluşmasına ve onun olumlanmasına yol açarak dünya çapında bir kapitalist sistemin kurulmasında kendisine her fırsatta başvurulan son derece işlevsel bir kavram halini almıştır.
[14] Her ne kadar İtalyan kent devletleri ile başlasa da devlet momentinin örnek tipi ve ayrıcalıklı nesnesi İspanya’dır. Rekabet -şayet imkânı varsa- yeterince teritoryaya sahipse ve egemenlik iddiasını ortaya koyabiliyorsa diğer siyasal merkezlerin de devlet olarak ortaya çıkmalarına zemin sağlamıştır; tıpkı İspanya’nın rakipleri Fransa, Almanya ve İngiltere gibi. Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus…, s. 254.
[15] Ibid., s. 251-253.
[16] Michael Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu (College de France Dersleri 1978-1979), çev. Alican Tayla, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015, İstanbul, s. 8-9. Foucault’nun bu konudaki ayrıntılı analizleri için bkz. Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus…, s. 247-268, 269-286.
[17] Carl Schmitt Avrupa kamu düzeninde “klasik olan”ın tarihe karışmaya başladığını hayıflanarak öne sürdüğünde kastettiği, “tipler ve kategoriler arasında belirgin ayrımlar yapabilme olanağı”nın ortadan kalkmasıdır. Şöyle ki: “İçte barışı sağlamış dışta da diğer egemenlerin karşısına mutlak egemen olarak çıkan bu siyasal birlik modelinde klasik olan nedir? Klasik olan açık ve net ayrımlar yapabilme olanağıdır. İç ve dış, savaş ve barış, savaş esnasında asker ve sivil, tarafsızlık ve taraf olma; tüm bunlar klasik devlette belirgin biçimde birbirinden ayrılmıştır.” Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. Ece Göztepe, Metis Yayınları İstanbul 2006, s. 31. İşte söz konusu klasik kaide, suçun ve haksız fiilin, suçlunun ve düşmanın, cezanın ve savaşın hem fiilen hem de hukuken birbirinden ayrılmaya başladığı momentin de ta kendisidir! Bir başka ifade ile “klasik devlet, cezai bir fiili diplomatik bir savaş sebebinden, cezayı savaştan, cezai yaptırımı savaş tazminatından, suçluyu düşmandan, ceza hukukunu savaş hukukundan ayıran sınırlar üzerine bina edilmiştir.” Agtaş, op.cit., 175-176.
[18] Poggi, op.cit., s. 31.
[19] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, 7. Basım, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 244.
[20] Michel Foucault’nun bu konuya dair ifadeleri açıklayıcıdır: “Tüm diğer mevkilerle bir anlamda ilişkide olan…ütopyalar gerçek yeri olmayan mevkilerdir. Bunlar toplumun gerçek mekânıyla doğrudan ya da tersine dönmüş genel bir analoji ilişkisi sürdüren mevkilerdir. Bu ya mükemmelleşmiş toplumdur ya da toplumun tersidir.” Michel Foucault, “Başka mekânlara dair”, çev. Işık Ergüden, Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2, 5. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 295.
[21] Henri Lefebvre, Mekânın Üretimi, çev. Işık Ergüden, 3. Baskı, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 15, 56 vd.
[22] Ibid., s. 288.
[23] Marc Neocleous, Imagining the State, Open University Press, Maidenhead, s. 102.
[24] Ibid.
[25] “Bir İtalyan hukukçunun dediği gibi devlete ait bir toprak parçası yoktur, devletin kendisi sınırları olan bir toprak parçasıdır.” Poggi, op.cit., s. 31. [sic.]
[26] Seha L. Meray, Devletler Hukukuna Giriş, I. Cilt, 3. Baskı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1968. s. 19-20.
[27] Carl Schmitt, Nomos of the Earth in the International Law of the Jus Publicum Europaeum, çev. G. L. Ulmen, Telos Press, 2003. s. 130-133.
[28] Francisco de Bartelomeo de las Vitoria, Las Casas ve Juan Gines de Sepulveda gibi bilindik figürlerin başını çektiği iddialar ve 16. yüzyılın ortalarına kadar sürecek olan beyin fırtınası niteliğindeki Valladolid Tartışmaları bu bölüşüm mücadelesinin hukuksal zeminidir. Erdem Denk, “Uluslararası İlişkilerin Hukuku: Vestfalyan Sistemden Küreselleşmeye”, Küresel Siyasete Giriş: Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, II. Baskı, ed. Evren Balta, İletişim Yayınları, 2016, s. 56.
[29] İlk düzenleme 1493 yılında Papa VI. Alexander’ın yeryüzünü İspanya ve Portekiz arasında paylaştırdığı Inter Caetera buyruğudur. Bu buyruğun muhataplarınca güncellendiği 1494 tarihli Tordesillas Antlaşması ile Katolik güçler Papa’nın icazeti ile dünyanın efendileri ilan edilmişlerdir. Hem Inter Caetera hem de Tordesillas Antlaşması bir yandan sabit kara düzeni üzerinde teritoryalara ayrılmış modern devlet egemenliğini diğer yandan yeryüzünün geri kalan kısmında yürütülecek olan modern devletlerarası egemenliği tesis eden süreci hukuksal olarak ilan eden ilk düzenlemelerdir. Yeni dünya düzenine dair müteakip tüm uyuşmazlıkların veya çatışmaların başlangıcı bu temel taksimdir. Schmitt, op.cit., s. 86 vd.
[30] Uluslararası hukuk literatüründe “Avrupa Kamu Hukuku” terimi, uzun 16. yüzyıldan 1648 Westphalia Antlaşması’na kadar olan süredeki “devletlerarası hukuk” ya da 20. yüzyılın ikinci yarısındaki “Avrupa bütünleşmesinin (Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği vb.) kendine özgü hukuku” gibi birden fazla içerikle kullanılmaktadır. Carl Schmitt ise terimi özgün bir içerikle (nomos) “coğrafi keşifler” ile 1919 Milletler Cemiyeti’nin kuruluşu arasında Avrupa devletler sisteminin kamu anlayışına ve onun yeryüzünün tamamındaki tartışmasız ve haklı üstünlüğüne dayalı devletler hukuku/uluslararası hukuk olarak kullanmıştır. Bu çalışmada söz konusu terim Schmitt’in bu kullanımına göndermelerle ancak onunla bire bir örtüşmeyen bir yaklaşımla kullanılmaktadır.
[31] M. Ertan Kardeş, Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı: Politik Felsefe Açısından Carl Schmitt ve Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s. 192.
[32] Norbert Elias, “Şiddet ve Medeniyet: Fiziki Şiddet Üzerindeki Devlet Tekeli ve Bunun İhlali”, çev. Ahmet Çiğdem-Levet Köker, Sivil Toplum ve Devlet: Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar, der. John Keane, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s. 198-199.
[33] Jean Bodin’in Devletin Altı Kitabı (Les six livres de la Republique) adlı eseri ile biçimlenen egemenlik kavramına dek Francisco de Vitoria, Pierino Belli, Balthazar Ayala, Alberico Gentili bu kavrama doğrudan başvurmadan savaş ile siyasal otonomi arasında kurdukları bağ sonucunda modern devletin ve hukukun oluşumunu müjdelemişlerdir. Hatta Gentili’ye göre” hukuksal olarak savaş, tanımı gereği egemen prenslerin varlığını gerektirir; bunun dışında silaha başvurmak haydutluktan başka bir şey değildir.” Peter Haggenmacher, “Vitoria’dan Vattel’e Uluslararası Hukuk Kişisi Olarak Egemen Devlet”, çev. İdil Selçuk, Devlet Kuramı, 2. Baskı, der. Cemal Bâli Akal, Dost Yayınları, Ankara, 2005, s. 259-261.
[34] Agtaş, op.cit., s. 177-178.
[35] Schmitt, op.cit., s. 157-158.
[36] “Devletlerden oluşan sosyal ilişkiler” ile kastedilen, “belirli bir düzenlilik ve süre ile karakterize olan devletlerarası ilişkilerin içinde geliştikleri sosyal ortam ne ise o”dur. Ahmet Haluk Atalay, Uluslararası Hukukun Oluşumu: İlk Küreselleşme Dönemi 1492-1648, Göçebe Yayınları, İstanbul, 1997, s. 8-9.
[37] Her ne kadar Carl Schmitt 20. yüzyıl liberal “insanlık” kavramını dost-düşman ikiliğine son veren tehlikeli bir kavram olarak “siyasal olmadığı, kavrama denk düşen bir siyasal birlik veya statünün bulunmadığı…ve emperyal genişleme faaliyetlerine ve ahlaki-insancıl karakteriyle de ekonomik emperyalizmin kullanımına çok elverişli, ideolojik bir aygıt” olduğu iddialarıyla mahkûm etse de kutsadığı Avrupa kamu hukukunun inşa edildiği uzun 16. yüzyılın “insanlığın düşmanı” kavrayışı tam da eleştirdiği çerçeveye oturmaktadır. Zira dönemin hukukdışı unsurları, devletler düzeninin -tıpkı Schmitt’in dediği gibi- “emperyal genişleme faaliyetlerine ve ahlaki-insancıl karakteriyle de ekonomik emperyalizmin kullanımına çok elverişli, ideolojik bir aygıt” olarak başvurulan “insanlık”tan kovulmuşlardır. Bkz. Schmitt, Siyasal Kavramı, s. 74-78.
[38] Hannah Arendt, Eichmann Davası’nı analize tâbi tuttuğu eserinde uluslararası ceza yargılamalarına dair tartışma yürütürken sınırdışı etme veya tehcir kavramının bir insanlığa karşı suç teşkil ettiğine değinerek “tabii ‘insanlık’ dediğimizde ülkelerin birbirlerinin hukukunu tanımasından başka bir şey anlamıyorsak.” ifadesine yer verir. Burada Arendt “insanlık” deyince soyut bir değerler sistemine referanstan ziyade somut bir düzen kavramını işaret etmektedir. Dolayısıyla bu perspektif uyarınca “insanlık” felsefi bir gönderme ile değil siyasi-hukuki bir kabul ile kullanılmıştır. Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, çev. Özge Çelik, Metis Yayınları, İstanbul, 1961, s. 273-274. Uzun 16. yüzyıl ile 18. yüzyılın sonuna kadar “insanlık” kavramına genel olarak bu içerik ile başvurulmuştur; araçsal, işlevsel ve operasyonel.
[39] Schmitt, op.cit., s. 37.
[40] Agtaş, op.cit., s. 90-91.
[41] Hugo Grotius cezalar üzerine yazdıklarıyla üçüncü tarafın gerekliliğinin bir doğal hukuk ilkesi olduğunu ifade etmektedir: “Ceza en genel anlamıyla bir kötülük işlemiş olana bu yüzden bir kötülük çektirmektir…Her ceza bir suç karşılığıdır. Doğa, cezalandırma hakkını kimin kullanacağını açıkça göstermemektedir. Cezalandırma hakkını kimin kullanacağını bu hakkın kime verilmiş olduğunu, doğa bize kesin ve açık olarak göstermemektedir. Akıl, suçun cezalandırılabileceğini söylemektedir. Ancak, cezayı kimin vermesi gerektiğini belirtmemektedir. Şu var ki, doğa, cezanın bir üst tarafından verilmesinin uygun düşeceğini oldukça açık biçimde göstermektedir. Bundan şu çıkmaktadır: Suçlu bir kimsenin, kendisi kadar suçlu bir başkasınca cezalandırılmaması gerekir.” Hugo Grotius, Savaş ve Barış Hukuku (De Jure Belli Ac Pacis), çev. Seha L. Meray, AÜSBF Yayınları, No. 222-204, Ankara, 1967, s. 137-138.
[42] Carl Schmitt, “siyasal olan”ı dost-düşman ikiliğine yaslarken hostis’in siyasal, inimicus’un özel niteliğine vurgu yapar: “Düşman rakibimiz değildir. Düşman antipatik duygularla nefret ettiğimiz kişisel hasmımız da değildir. Düşman sadece, gerçek bir olasılık olarak, insanlardan oluşan bir bütün karşısında mücadele eden benzer bir bütündür. İnsanlardan oluşan bir bütünlük, hele ki tüm bir halka dayandırılan bütünlük, kendinde kamusal nitelik taşıdığından düşman da sadece kamusal düşmandır. Düşman hostis’tir, geniş anlamda inimicus değil; Almanca da diğer birçok dil gibi, kişisel ve kamusal ‘düşman’ arasında ayrım yapmamakta, bu da pek çok yanlış anlaşılmaya ve çarpıtmaya yol açmaktadır. Çokça atıf yapılan ‘Düşmanlarınızı sevin’ cümlesi “diligete inimicus vestros” cümlesinin karşılığıdır, “diligite hostes vestros” cümlesinin değil; yani aslında sözü edilen, siyasal düşman değildir.” Schmitt, op.cit., s. 49-50.
[43] Turgut Tarhanlı, “Uluslararası Suçlar ve İnsan Hakları”, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı: 87, Kış- 2000/2001, s. 104.
[44] Eric Wilson haydutun birinci kuşak kuzeni olarak gördüğü eşkıyalığı da işaret ederek her ikisinin de anti-düzen karakterini vurgulamak için “anti-sosyal prototip statüsüne (archetypal anti-social status)” sahip olduklarını belirtmiştir. Eric Wilson, “‘The dangerous classes’: Hugo Grotius and seventeenth-century piracy as a primitive anti-systemic movement”, The Journal of Philosophical Economics, Sayı IV: I, s. 146-183.
[45] Zira suçun mağdurlarından biri egemenliğin söz konu niteliği gereği her zaman devletin kendisidir. “Savcı” figürünün ortaya çıkması, bir suçun işlenmesi halinde zarara uğrayan iktidarın temsilciliğini yapacak bir hukuk kişisine duyulan ihtiyaca binaendir.
[46] Seha L. Meray, “Bazı Türk Andlaşmalarına Göre Korsanlık ve Deniz Haydutluğunun Yasaklanması”, AÜSBF Dergisi, Cilt 18, Sayı 3, Ankara, 1963, s. 107.
[47] Mark Neocleous eşkıyalık ve haydutluk olgularını analiz ettiği makalesinde “banned” sözcüğünü eşkıya kavramına denk gelen “bandit” sözcüğünün kökü olan ve sürgün etmek anlamına gelen “ban” sözcüğüne göndermede bulunmak için kullanmıştır. Mark Neocleous, “Off the Map: On Violence and Cartography”, European Journal of Social Theory, Sayı 6 (4), 2003, s. 412.
[48] Ibid., s. 412-413. Buradaki “terk” esasen mütekabiliyet ilişkisi içermektedir; zira devletlerarası düzen haydutu hukukdışı ilan ederken haydut da o düzenin hukukunu tanımayarak ondan azade bir var oluş iradesi göstermektedir.
[49] Sistem hem söylemsel hem de hukuksal düzlemde haydutluğun “devlet yararına değil, kendi çıkarları için/kazanç maksadıyla (animus furandi)” şiddet eylemine başvuran unsurlar olduğunu, böylelikle karakterinin kamusal değil özel, dolayısıyla siyasal olmanın gerekliliklerinden de uzak olduğunu vurgulayarak haydutluğu daima siyasal normlar ve değerler dünyasının sınırına ve hatta dışına taşımıştır. Carl Schmitt, “The Concept of Piracy (1937)”, Humanity: An International Journal of Human Rights, Humanitarianism, and Development, Sayı 2 (1), Bahar 2011, s. 27-29.
[50] Antik dönemde hem karaya hem de (Ak)denize özgü kavramlar olarak yüzyıllarca birbirleriyle geçişli bir biçimde kullanılan eşkıyalık ve haydutluk gibi kavramlar, net ve açık ayrımlar yapmaya saplantılı bu klasik düzen çağında birbirlerinden tamamen ayrılmışlardır. Bundan böyle Roma’dan devşirilen hukuk biçimlerinin esinlediği, ancak içeriği teritoryal yasa temelli hukuk aracılığıyla donatılan bir kavrayış eşkıyalığı bir kara haydutluğu, haydutluğu ise bir deniz eşkıyalığı olarak ayrıştırmıştır. Artık eşkıya, devletlere tahsis edilmiş teritoryal mekânlarda faaliyet gösteren bir radikal aykırı olarak “insanlık düşmanı” olmasa da “devlet düşmanı” sayılmıştır. Zira yeni biçimiyle eşkıya, tümel bir devletlerarası kamu düzenine değil, tekil bir devletin kamu düzenine meydan okuyandır.
[51] Mikkel Thorup, “Enemy of Humanity: The Anti-Pirate Discourse in Present-Day Anti Terrorism”, Terrorism and Political Violence, Sayı 21, 2009, s. 404.
[52] Korsan hem gündelik konuşma dilinde hem de hukuksal olarak deniz haydutluğuyla sıkça birbirine karıştırılan bir mefhumdur. Halbuki korsanlık, donanmanın bir parçası olunmamakla birlikte devletten resmi bir müsaade belgesi/berat (letter de marque/commission en course) alınarak girişilen hukuk dairesinde eylemlerdir; bu nedenle korsan hukuk içi bir öznedir ve kamu hukuku uyarınca hak ve yükümlülüklere sahiptir. Korsanın yükümlülüklere aykırı bir biçimde hukuku ihlal etmesi halinde ise sorumluluk doğmaktadır.
[53] Michel Foucault, op.cit., s. 41. Metnin Türkçe çevirisinde “d’assujettissement” kavramı “uyruklaştırma” olarak çevrilmiştir.
[54] Ümit Hassan “siyasi suçun tam, doğru ve açık bir tanımını bulmak imkânsızdır.” derken haklıdır. Zira hem pozitif hukukta hem de literatürde genelgeçer bir tanım bulmak mümkün değildir. Ancak kavramın anlam içeriğinde ortaklaşılan ve onu adi suçtan ayıran bir yan var ise o da “düzen karşıtlığı”dır. İster hükümet ister devlet ister iç düzen ister dış düzen olsun bu kavramın mutlak anlamda göndermede bulunduğu şey, “müesses nizama aykırılık” veya “kurulu düzeni ihlal” olarak billurlaşır. Köksal Bayraktar’ın doktrinden aktardığı şu tanım açıklayıcıdır: “…kanunlara, yetkilerin dağılımı ve sınırlanması ve toplumsal hak ve görevlerle kurulmuş mevcut düzeni ihlal eden fiiller siyasal suç olarak kabul edilecektir.” veya Sulhi Dönmezer-Sahir Erman’ın:” Siyasi suçlar, devletin harici ve dâhili intizamını ihlal eden suçlar olarak tarif edilir.” Ayrıca siyasal suçluyu adi bir suçludan ayıran onun esasen bir suçlu değil bir siyasal rakip olmasıdır. Dönmezer-Sahir doktrinden şöyle aktarır: “…Siyasî suçluya suçludan ziyade mücadelede mağlup olmuş kimse demek daha doğru olur ve günün birinde bu mücadeleden muzaffer çıkmayacağı da iddia edilemez.” Ümit Hassan, “Siyasi Suç Kavramı”, AÜSBF Dergisi, Cilt 26, Sayı 1, 1971, s. 209. ; Köksal Bayraktar, Siyasi Suç, Fakülteler Matbaası Yayınları, İstanbul, 1982, s. 76.; Sulhi Dönmezer ve Sahir Erman, Ceza Hukuku Dersleri Umumi Kısım, Akgün Matbaası Yayınları, İstanbul, 1958, s. 416, 420.
[55] Michel Foucault bu dönemdeki Avrupa dengesinin bir iç düzen gibi hüküm sürdüğünü ileri sürmektedir. Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus…, s. 272-273.
[56] Carl Schmitt, Partizan Teorisi: Siyasal Kavramı Üzerine Bir Arasöz, çev. Sibel Bekiroğlu, Nika Yayınevi, Ankara, 2017, s. 99.
[57] Benjamin, op.cit., s. 19.