Avrupa‘da ciddi bir yönetişim krizine yol açan mülteci göçü daha doğrusu, Avrupa‘nın postkolonyal ülkelerden gelen göçmenlerin mobilitesini engelleme girişiminin – öngürülen – iflası bu yaz yaşanan hümaniter krizle birlikte AB resmi kayıtlarına geçti. Son olarak Bodrum‘dan Yunanistan‘a geçmek isterken 11 insanla birlikte boğulan 3 yaşındaki Kobanili Aylan Kürdi’nin yası tutulurken, Libya açıklarında batan teknelerden gelen yeni trajik haberler Schengen ölüm makinesinin Akdeniz’i binlerce isimsiz insanın yattığı dünyanın en büyük mezarlığı haline getirdiği gerçeğini gözler önüne serdi.[1] Tüm bu felaket haberlerinin yanı sıra küçük ama önemli mucizeler de yaşanmıyor değil. İşte burada biraz da umut dolu bir hikaye eşliğinde bu yaşanan krize ayna tutmaya çalışacağız. Bu sayede genelde soyut kavramlarla anlatılan göç gerçekliğinin isimsiz karakterlerine bir ad ve yüz verme gayreti gütmekteyiz.
Hesham Moadamanı Avrupa‘ya göç etmeye çalışan milyonlarca insandan biri. Bodrum Akyarlar köyünden denize açılmadan önceki haleti ruhiyesinin nasıl olduğu ve neler düşündüğü hakkında sayısız fikir üretilebilir. Büyük olasılıkla o da pek çok göçmen gibi ölümcül bir yola koyulmadan önce korkuyordu. Korkusu havanın soğukluğuyla, suyun karanlığıyla, bilinmezin ürkekliğiyle birleşiyordu. Karşıda görünen ışıklar ya doğum gününde vermeyi hayal ettiği o çılgın partinin havai fişekleri ile birleşecek, ya da… Hesham ışıklı bir tabut görmemiştir hiç. Başaracaktı. Hissediyordu. Başarmalıydı. Başka çaresi yoktu. Doğup büyüdüğü Suriye topraklarındaki savaş, Hesham‘ı 2012‘de sonunu Tanrının bile kestiremediği bir göçe zorlamıştı. Belki savaş çıkmasaydı da Hesham bir gün içinde yaşadığı koşullardan sıkılıcak, bıkacak veya farklı bir şey görmek isteyecekti. Aniden. Kendinin bile hazır olmadığı bir anda. İçinde birden terketme hissi doğacaktı. Her ayrılış yeni bir birliktelikti. Bilenmez olana ilişmekti. Lakin savaş bu öngörülemez „olaya“ galebe çaldı. Exodüs kapısı beklenmedik bir anda patlayan bir bombayla açıldı. Artık firar kaçınılmazdı.
Hesham Suriyeli, savaştan yurtdışına kaçan/kaçabilen 4 milyon Suriyeli‘den sadece biri. Kaçarken muhtemelen ne üzerine yaftalanacak olan göçmen, mülteci, sığınmacı gibi kategorilerden ve bunların içinde oluştuğu göç/sınır rejimlerinden haberdardı, ne de bu kaçışın nihai olduğunu düşünüyordu. Bir an önce bir yer yurt bulup yerleşmek ve savaşın travmalarını atlatmaktı belki de dileği. Exodüsün sonradan sayısı artan ilk durağı Lübnandı. Hesham ilk defa yurtdışına çıkıyordu. Lübnan‘da kendine yeni bir hayat kurmanın çok zor olmayacağını düşünüyordu. Ne de olsa Lübnan yurt dışı sayılmazdı. Ayrıca 1.2 milyon Suriyeli göçmene de kapısını açmıştı.[2] Fakat işler pek de düşündüğü gibi gitmedi. Hayat çok pahalıydı ve Hesham‘ın birikimleri çabucak tükendi. Yeni bir umutla Mısır Arap Cumhuriyetine devam etti. Lakin Mısır’da 15-24 yaş arası gençlerde % 39‘u bulan işsizlik oranı sayıları[3] 130 bini bulan Suriyeli göçmene yönelik ayrımcılıkla birleşince, Hesham gibi firardakiler için yeni bir göç kaçınılmazdı. Hesham göç rotasını istemeyerek de olsa tekrar Suriye‘ye çevirdi. Fakat bu sefer de Suriye hükümetinin kontrolündeki topraklarda yaşayan ailesiyle biraraya gelmesi mümkün olmadı. Buradan tekrar Ürdün‘e gitmeye karar verdi. Üçüncü denemesinde başarılı oldu, ne yazık ki bu sefer de hapse atıldı ve pasaportuna el konuldu. Pasaportunu alabilmesi için yetkililere rüşvet verdi, bu onun iki yılına mal oldu. Yeni hedefi Türkiye üzerinden Almanya‘ya gitmekti. 3.5 yıl süren exodüsunda tam 11 ülkeden geçerek 1 Temmuz‘da Almanya‘ya vardı. Hamburg‘da mültecilik başvurusunda bulundu.
Hesham‘ın hikayesi İngiliz „The Times“ gazetesi tarafından kendisi ile yapılan görüşme sonrasında Ağustos ayının sonlarında yayınlandı[4] ve göç literatüründe şimdiden „sıcak yaz“ olarak geçen 2015 olaylar serisinde yerini aldı. Hesham‘ın yollarda geçirdiği bu süre içerisinde basına neler geldiğini bilmiyoruz, hatta şu anda Hamburg‘da mültecilik başvurusu yapmış olduğundan başka bir verimiz de yok. Gazetedeki haberde ilginç olan nokta, Hesham’ın Türkiye‘den Yunanistan‘a 5 km‘lik bir mesafeyi yüzerek geçen tek mülteci olduğudur. Hesham’ın yaz aylarında özellikle Bodrum, Ayvalık gibi sahillerden gece karanlığında şişme botlarla, kayıklarla, teknelerle denize açılan genelde Suriye uyruklu binlerce mülteciden tek farkı, herhangi bir bota verecek yaklaşık bin dolara sahip olmamasıydı. Bu yüzden yüzmekten başka çaresi yoktu. Tahminen Kos adasına yüzmeye çalışan Heshami, – ender yaşanan[5] – Yunanistan sahil güvenliği tarafından kurtarılıp Yunanistan’a getirildikten sonra, Balkanlar üzerinden Makedonya, Sırbistan, Macaristan, Avusturya’yı geçerek Almanya‘ya ulaşabildi.
Hesham‘ın hikayesi pek çok açıdan milyonlarca Suriyeli göçmenin yaşadıklarını özetlemesinin ötesinde Avrupadaki göç/iltica politikalarının ve dolayısıyla Avrupa projesinin kırılganlığını, temelde arzulanan güvenli sınırlarla korunan bir ortak refah topluluğu ve dayanışma fikriyatının sınırlarını ve bu sınırların aslında içerideki gelişmeler için ne kadar kurucu bir öneme sahip olduğunu gösteriyor. Bu yazımızda bu karmaşık olguları, olayları, bilgileri, süreçleri, perspektifleri, aktörleri, aktantları, birleşimleri, duygulanımları detaylı bir şekilde derinlemesine inceleme şansına sahip değiliz. Daha ziyade yüzeye odaklanacağız. Gerçi yüzey ve derinlik meselesini, aktualitedeki yenilikleri, oluşumları kavramak için tersyüz edip, ortaya çıkan kaçış çizgileri üzerinden ve bunların yarattığı yoğunlukları, farklılaşmaları, (yeni) birleşimleri kavramak için yeniden ele alabiliriz. (Derinlikle kastedilen yapısalcı, diyalektik, teleolojik bakışlar, ne farklılaşmaların ne de potansiyellerin (potentiality) doğrulanmasına izin verir. – Cilt en derin yerdir der bu yüzden Deleuze – (Deleueze 1993: 126)). Fakat bunu başka bir yerde yapmak umuduyla burada sadece göçe yönelik özcü, sabit, totaliter, usçu (ve hatta hümanist) bakış açılarının son gelişmeleri anlamada ne kadar yetersiz olduğunu söylemekle geçiştirebiliriz. Zira göç denince akla – her ne kadar eleştirel (özellikle akademik/aktivist) çevrelerde uzunca bir süredir eleştirelse de – itici ve çekici (push-pull) faktörlerin gelmesi, ortodoks ekonomik görüşlerin (homo economics olarak çıkar maksimizasoncu göçmen birey) ağırlığı, metodolojik milliyetçiliğin devam eden hükmü, nihayetinde hem aktör olarak göçmenlerin eylem potansiyelini, hem de bu potansiyelin ortaya çıktığı daha doğrusu potansiyelden aktualiteye geçişindeki bağlamları, heterojenliği, birleşimleri (ki bunlar disipline edici, kontrolcü olabildiği gibi, yeni kaçış çizgileri yaratmak anlamında da kendinden menkul değildirler) gözardı etmemize yol açıyor. Bunu Hesham‘ın yukarda bahsi geçen hikayesindeki bir kaç örnekle kısaca resmedebiliriz.
Denize giren Suriyeli genç bir beden, yanında su geçirmez küçük bir torbada, pasaportu, lazer işaret kalemi ve akıllı telefonu. Bunu biraz açarsak: Bir bedenin Suriyeli, erkek olarak oluşturulması. Bu bedenin savaştan kaçarak nihayet Bodrumda kaçak olarak bulunması. Suya atlarken, diğer düzensiz göç ve iltica hareketlerinde eşine pek sık rastlanmayacak bir şekilde yanına pasaportunu alması. Zira pek çok ilticacının göç ettiği ülkeye geri gönderilmemek için pasaportunu yaktığı, tüm kimlik bilgilerini gizlediği ve hatta göç yolunda herhangi bir „transit ülkede“ biometrik bilgilerinin alındığı durumlarda bunu silmek için bedenini hırpaladığını biliyoruz. Avrupa Birliği Dublin sözleşmesine göre mülteciler Avrupa‘ya ilk giriş yaptıkları ülkelerde kayıt altına alınır ve burada mültecilik başvurusu yapmak zorundadır. Böylece Güney ve Doğu Avrupa ülkeleri daha zengin merkez/kuzey Avrupa ülkelerine göçmenlere karşı bir tampon görevi üstlenmiştir. Fakat bu bölgeler pek çok göçmen için birer durak işlevi görmektedir. (Tabi transit ülkeler de bir süre sonra azımsanmayacak sayıda göçmen için nihai olarak yerleştikleri ülke haline gelebilmektedir). Bu durumda buralarda parmak izi vermek zorunda kalan göçmenlerin parmak uçlarını kazıdıkları bilinmekte. Aslında Hesham‘ın pasaportunu özellikle yanına alması, Avrupa‘da konjonktürel olarak değişen, mülteci statüsünü hak eden ile etmeyen göçmenler ayrımının bu aralar Suriye uyruklulara lehine eğildiğinin göçmenler tarafından bilindiğini göstermekte. (Burada önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Özellikle Almanya‘da, Suriyeli göçmenlere olumlu esen rüzgar, Balkan ülkelerinden gelen göçmenlere karşı bir duvar işlevini görüyor. Bu olumlu rüzgarın ne kadar kalıcı olduğu ve mülteciler için ne tür politik/sosyal/kültürel hakları beraberinde getireceği sorusu bir yana, Bosna, Sırbistan ve Makedonya uyruklu göçmenlerin – ki bunların neredeyse tamamı Rumen ve Sinti – mültecilik şansları 2014 Ekim ayında yapılan yasal bir değişimle, bu ülkeler güvenli menşei ülke kabul edildiğinden, kalmamıştır.)
Bu da aslında mültecilerin iletişim ağlarının pratik bilgi yayılımında ne kadar etkili ve hayati olduğunu göstermekte. Hareket halindeki göçmenler bu bilgiyi kontrolleri aşacak en uygun yolları bulmak için kullanıyorlar. Burada altını çizmekte fayda var. Göç hareketleri ve süreçleri ulusal devletlerin ya da ulus ötesi yapılanmaların arzu ve taleplerine göre kontol edebildikleri/ yönetebildikleri pasif bir mekanizma değildir (Musluk metaforu kullanılagelen bir örnektir. Gerçi musluk bile bazen sizin canınızı okumaktan geri kalmaz. Latour‘a göre bu, musluğun eylem gücünü gösterir ve sosyal analizin ihmal etmemesi gereken özgün bir aktantıdır. Mesele insan olan ile olmayan aktörler arasında ayrım yapmadan, bunların ilişki ağlarına odaklanmaktır. Latour 2005). Siz yukarıdan sınırlar çizersiniz, bozulular. Siz kapatırsınız, açılırlar, siz dikenli teller döşersiniz, onlar sökülürler. Siz kontroller yaparsınız, göçmenler kaçış çizgileri bulurlar. Siz sınırı içeri taşırsınız, onlar içeriye dışarılaştırırlar. Göç hareketleri, göçmenlerden de inatçıdır. Siz boşaltırsınız, onlar işgal ederler. Siz onların geçtiği yolların haritasını çizersiniz. Bakmışsınız ki, onlar çoktan yeni yollar açmışlar. Sizi gülünç duruma sokarlar. Siz intikam alırsınız, hapsedersiniz, ölüme terkedersiniz. Onlar yaşarlar, yaşatırlar. Hep bir adım öndedirler. Kaçışın kontrole önceliği vardır. Kaçış devrimcidir. Kovalayış ise karşıdevrimci.[6] Değil midir ki bu yüzden aşkın düzenleme planları, hareketi bloke etmek, duygulanımları (affects) sabitleştirmek (fix) ve özneleri organize etmek üzerine kuruludur. Bunun için Frontex kurarsınız, sınırları militarize edersiniz, Avrupa‘da mülteci krizi çıkartırsınız, algı uzmanlarınız, geleneksel aydınlarınız ve medyanızla korku atmosferi yaratırsınız, hatta gerekirse kendi anlaşmalarınızı askıya alır, kapalı toplumun avantajlarına methiyeler düzmeye başlarsınız. Eşitlik, özgürlük, arkadaşlık, misafirperverlik ve dayanışma söylem ve pratiklerini yerini endişe temelli bir toplumsal yeniden örgütlenmeye bırakır. İnsan haklarına hiç sözümüz yok. Açıkça söyleyelim. Zaten insanlığımızdan gizliden gizliye utanmadığımız ender anlar, periferideki ülkelere askeri müdahale ederken duyduğumuz sivillik, modernlik ve üstünlük hissinden gayri nedir.[7]
Hesham bunların hepsini kendi bedenine işlemiş olarak biliyordur mutlaka. Yine de yolundan vazgeçmedi. Yanında hayatını kurtaracak lazer işaret kalemi ve de bir akıllı telefonu vardı. Hesham lazer işaret kaleminin Yunan Güvenlik Birimlerini uyarmak için kullanmıştı. Olmasaydı ölebilirdi. Akıllı cep telefonu ise, yoldaki göçmenlerin olduğu kadar, Batılı mülteci karşıtlarının nezdinde kilit önemde. Oldukça düz bir akıl yürütmeyle, bir göçmen akıllı telefon kullanıyorsa, onun bir lüks tüketim aracı sahibi olduğu, yani bizim dayanışmamızın temelini oluşturacak sefalette olmadığı ve bizi kullandığı iddiası ile menfaatçılıkle suçlanır ve hemen geri sürülmesi gerektiği söylenir.
Göç literatüründe daha önce de söylenegeldiği üzere periferiden göç edebilenler aslında hakikaten de toplumsal hiyerarşinin en alt tabakasında bulunmazlar. Zira göç edebilmeniz için neresinden bakarsanız bakın biraz paranızın olması gerekir. Ele aldığımız örnekte olduğu gibi bir bota binebilmenin bir bedeli vardır. Ki bu rakam, mesafe ve zaman uzadıkça artar. (Ayrıca ne kadar paranız varsa ekseriyetle o kadar güvenli yollarla gidebilirsiniz.) İstediğiniz yere varmanız da aylar hatta yıllar sürebilir. Bu zaman zarfında yeni bilgi ve iletişim ağları kurulur. Akıllı cep telefonunu yoldaki göçmenler için hayati kılan bu yolculuktaki işlevidir. Tsianos’un belirttiği gibi, akıllı telefon bu durumda bir statü sembolü değildir. Bu bir nevi mobil bankadır. Dahası kârı yola devam edebilmek olan bir yatırımdır. Yalnızca, yoldayken bir navigasyon veya iletişim için gerekli değildir. Aynı zamanda yolda satılıp paraya dönüştürülebilir, ödünç verilebilir veya yol boyunca hipotek edilebilir. Yahut ölüme en yakın olunan bir zamanda botunuz batmak üzereyken sahil güvenlik kurumlarına, sivil toplum örgütlerine, politik gruplara koordinatlarınızı bildirebilirsiniz.
Hesham‘ın hikayesinin ortaya koyduğu bir diğer önemli nokta, organize suç olarak kodlanan insan kaçakçılığı olgusu. Özellikle Batı siyasal düzleminde yaşanan her dramın ardından sorumluluğu canavar ruhlu profesyonel insan tacirlerine atmak düzensiz göçü kriminalize etmenin bir başka ayağını oluşturmakta. AB Schengen düzenlemeleri AB içerisinde sınırsız bir topluluk yaratırken, sınırların ötesindekilerin girişi için yasal yolları oldukça kısıtladı. Özellikle 1990’larda artış gösteren mülteci hareketleri örneğin Almanya‘da 1992‘deki bir yasal değişiklikle mültecilik hakkının neredeyse tamamen kaldırılmasıyla düzensiz göçte patlayışa yol açtı. Bu düzensizleşmeyle birlikte göçmenlerin kendilerine bu süreçte bir şekilde aracılık yapacak insanların kapısını çalması kaçınılmazdı. Ticaretin temelinde yatan arz-talep olgusu burada da geçerli. Yasal yollarla göçü engellenen insanların bu alana daha fazla yönelmesiyle „kaçakçılık“ hem genişlemeye hem de farklılaşmaya başladı. „İnsan kaçakçılığı“ hakkında önemli etnografik çalışmalar yapan araştırmacıların bulguları bu sansasyonel uzmanlaşmış vicdansız kaçakçı figürünün gerçekte representatif olmadığını gösteriyor (Friese 2014; Buchen 2014; Bauer 2014). Bu konuda yetkin Avusturyalı bir avukat güncel bir söyleşide bu tarife uygun kartelleşen bir kaç kişiden bahsediyor (bunlardan birinin Türk olduğunu belirtiyor). Oldukça kârlı bir iş olarak görülen bu alanda bu tür kartellerin insanları doğrudan ölüme götürdükleri olayların sayısı az değil. (Avusturya‘da soğuk hava tırının içerisinde ölüme terkedilen 71 göçmen bunun son örneği). Fakat tüm ticari ilişkilerde görüldüğü gibi – tüm insanı boyutunu bir tarafa bırakırsak – burada tüccarın hizmetinin güvenliği, ticaretinin itibarı ve geleceği için elzem. Güvenli bir şekilde gideceği yere sağ salim götürülen her mülteci, gelecek yeni kârın garantisi. Bunun dışında insan kaçakçılığı olgusunun başka önemli bir boyutu var: Hakim görüşün/propagandanın aksine pek çok „insan kaçakçısı“ sabık göçmen, balıkçı, eskiden sınır dışı edilmiş bir mülteci veya kaçış sırasında bu işe soyunan gözü pek bir göçmen. Saikler konusuna pek çok durumda kriminel, ticari, siyasal, etik veya hayırsever amaçlar birbirine karışıyor. Örneğin Almanya bağlamından insan kaçakçıları (Schleuser/Schlepper) son mültecisi trajedilerinin günah keçisi ilan edilirken, tarihsel eş anlamlı bir kavramın arkaplanı gözardı ediliyor. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçan Yahudilere yardım edenler için kullanılan „Fluchthilfe“ (kaçışa yardım) kavramı, sonrasında Doğu Almanya‘dan kaçanları destekleyenler için olumlayıcı bir anlamda kullanılırken, günümüzde mültecilere yardım şeytanlaştırılmakta. Fluchthelfer (kaçışa yardım edenler) devlet onur madalyaları ile ödüllendirilirken, insan kaçakçılığı ile suçlananlar herhangi bir ayrım yapılmadan cezai kovuşturmaya maruz kalıyorlar. Aslında yardım meselesinin kriminalize edilmesinin Avrupa‘ya düzensiz girişin önlenmesinde sivil toplumun ve dayanışma ruhununda da rehin alındığının göstergesidir. Zira hasbelkader (açık) denizde batmakta olan bir mülteci botu görüp insanlara yardım ettiniz ve onları en yakın sahile getirdiniz. Bu getirdiğiniz sahil Avrupa sınırı içerisindeyse kendini suçlu durumu sokarsınız. Bu düzenleme 2000‘li yıllarda İtalya‘da postfaşistlerin yürürlüğe soktuğu Bossi-Fini-Yasası özellikle mültecileri ölümden kurtaran balıkçıları hedef almakta. 2014 Haziranından beri İtalya‘da hiç birisi „profesyonel“ olmayan 260‘ın üzerinde insan kaçakçılık suçundan cezaevinde.[8] Son yıllarda özellikle Akdeniz‘de yaşanan sayısız göçmenin ölümüyle sonuçlanan facialarda pek çok yük gemisinin batan botları gördükleri/bildikleri halde insan kaçakçılığı ile suçlanmamak için yardım etmedikleri bilinmektedir. Yani Akdeniz mezarının (akmezar) bu denli büyük ve kabarık olmasında Schengen ve Dublin düzenlemelerinin bizzat fail olduğunu görmek gerekir.
Yazının başına dönersek, peki neden bu yaz bu kriz had safhaya ulaştı? Bundan sonra ne olacak? Aslında göç süreçlerini ve literatürünü takıp eden dikkatli okuyucular için krizin bu yaz kopması çok da – tabi kimse bu boyutta olacağını kestiremiyordu – şaşırtıcı olmadı. Zira bunun emareleri çoktandır belirginleşiyordu. Örneğin bunlardan biri Mare Nostrum’dan Tritona geçiş sırasında yaşanan tartışmalarda sınır güvenliği yaklaşımının hegemonik gücü kazanamaması. Mare Nostrum (bizim deniz) 2013 sonbaharında birkaç gün içersinde Akdeniz‘de yüzlerce göçmenin ölümü ile sonuçlanan bot facialarını engellemek için İtalya Deniz Kuvvetlerinin, Hava kuvvetleri, polis teşkilatı ve ordununda sınırlı yardımıyla arama-kurtarma operasyonlarına verilen isimdir. İtalya bu operasyonla bir yıl içerisinde 150 bine yakın mülteciyi kurtarmıştır. Aylık yaklaşık 9 milyon doları bulan masrafların yük haline gelmesiyle İtalya 2014 yazından itibaren AB’ye baskısını arttırmıştır. AB ise olaya daha ziyade güvenlik yaklaşımı çervevesinde baktığından bu operasyonların sınır güvenliğinden sorumlu Frontexe bağlanmasını kararlaştırdı. Frontex Triton ismiyle çok daha düşük bir bütçe ve düzensiz girişleri engellemek/“kaçakçılarla mücadele“ aksında yerleşen operasyonlarla 2014 sonbaharında Mare Nostrumun yerine geçti. Fakat bu, açıkça daha fazla ölümü göze almaktı. Lakin İtalyanlar Libya ve Tunus sahillerine uzanan arama-kurtarma operasyonları yaparken, Frontex sadece Lampedusa sahillerinde çok daha az bir mühimat ve personelle çalışmakta. Bu da özellikle Libya ile Lampedusa arasındaki 300 km.’lik mesafe dikkate alındığında ve Libya‘dan yola koyulan pek çok botun daha açık denize varmadan battığı gerçeğiyle birleşince, Tritonun ölüm sayısını arttıracağı aşikardı. Bu gelişme beraberinde sivil toplum örgütlerinde ve eleştirel politik çevrelerde yeni bir karşı hareketlenmeyi beraberinde getirdi. Örneğin Med the Watch isimli sivil bir aktivist grubu, irtibat kurulması halinde alarm telefonu ile hem Akdeniz‘de botları batma tehlikesi yaşayan zor durumdaki mültecilere en yakındaki sahil güvenlik tarafından yardım edilmesi için uğraşıyor, hem de bunun dökümentasyonunu çıkararak sorumlu ülkerlerde politik bir baskı yaratıyor. Yanı sıra Sea Watch ismiyle Libya açıklarında özel bir tekne ile boğulma tehlikesindeki göçmenlere direkt yardım yapan bir proje de var. Daha çok hümaniter argümanlarla Avrupa toplumlarının vicdanına seslenen bu baskı gruplarının da etkisiyle sınır güvenliği ve kapalılık (avrupa kalesi) paradigması insan hakları ve kurtarma pratiğiyle sorgulanmaya başladı.
Tüm bu tehlikelere rağmen Avrupa‘ya geçmek isteyen göçmenlerin sayısındaki artışın Arap Baharı‘ndan kaynaklandığını belirtmek gerekiyor. Özellikle Libya’da Kaddafi‘nin devrilmesi neticesinde merkezi hükümetin yokluğu ve İtalya ile daha öncesinde yapılmış anlaşmaları uygulayacak herhangi bir kurumun olmayışı dolayısıyla düzensiz göçte bir patlamanın yaşandığı söylenebilir (Her ne kadar İtalya yeni anlaşmalar yaparak göçü düzenlemeye çalışsa da pek başarılı olduğu söylenemez). Öte yandan Suriye‘deki savaşla birlikte birden bire milyonlarca insan yollara koyulmuştur. Buna Orta Afrika‘nın savaş, baskı, yoksulluk, yoksunluk ve diktatörlükten imanı gevremiş ülkeleri Somali, Nijerya, Eritre ve Sudan‘dan Kuzey Afrika‘ya gelenler binlerce göçmen eklenince Akdeniz üzerinden İtalya veya İspanya‘ya giden rotada bir yığılma yaşanmıştır. Yoğun olduğu kadar tehlikeli de olan bu rota Suriyeli ve Ortadoğulu göçmenleri görece daha güvenli olan Balkan rotasına sevketmektedir (Türkiye Yunanistan arası Ege denizindeki artan ölüm oranları buna istisna oluşturuyor). Göçü kontrol edemeyen AB yaz ortasında mültecilerin Avrupa Birliği üye ülkeleri arasında adil bir şekilde dağıtılmasını öngörün düzenlemeden bahsetmeye başladı. Bu pratikte Dublin sözleşmelerinin yürümediğinin en açık kanıtı ki, artık Alman Şansölyesi Merkel dahi Dublinin günümüz konjonktürüne uymadığını kabul ediyor.[9] Fakat Doğu Avrupa ülkeleri kota uygulamasına karşılar. Bu sebeple sınırlarda büyük kamplar kurarak, mültecilerin ülkelerine girmesine izin vermek istemiyorlar. Macaristan Sırbistan sınırına tel örgülerden duvar örmekte, keza Bulgaristan Türkiye sınırı yine tellerle çevrilmiş durumda. Yani AB sınırlarını duvarlarla kapatmaya çalıştıkça, mültecilerin regüler olmayan yollara başvurması ve ölümlerin artması kaçınılmaz. Fakat örülen duvarlar ve yapılan kontroller sadece AB’nin dış sınırlarında gerçekleşmiyor. Aynı şekilde her ne kadar duvarsız da olsa aynı tepkiler AB ülkeleri arasında da yaşanıyor. Sınır kontrolleri artık günlük politik araçlardan biri haline geldi ve kanıksandı. Bu da aslında Schengen‘in çift taraflı çöküşü anlamına geliyor ki, bu da AB üye ülkelerinde yeni bir milliyetçi rüzgarı beraberinde getiriyor. Fakat korunmacı bir ulusal siyasetin AB içerisinde ne kadar istendiği ve bunun ne kadar mümkün olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Göç meselesinde dahi iki önemli veri dikkate alındığında bu korumacılığın çok da realist bir politik yönelim olmadığı açık: Hem yaşlanan bir Avrupa‘dan bahsediyoruz hem de demografik azalıştan. Bu ikisinin pek çok Batı Avrupa ülkesi için sosyal güvenlik sistemi başta çok ciddi uzun süreli mali sorunlara yol açacağı ortada. Bu durumda Avrupa devletlerinin teker teker ya da bir bütün olarak ne tür bir politik hat çizecekleri henüz belirgin değil. Bu sıcak yazda ortaya çıkan „fiili açık sınır“ pratiğinin uzun süreli böyle kalmayacağı malum. Fakat bunun yerine AB sınırındaki periferi ülkelerde yeni kamplar mı kurulur (göç politikalarının yeniden dışsallaştırılması) ya da „gelişmekte olan ülkelere“ kalkınma yardımlarıyla insanların göç girişimine başlamadan mı engel olunmaya çalışılır veya hepsini kapsayan bir yöntem mi tercih edilir sorusu, önümüzdeki dönem AB kurumlarının temel sorunlarından biri olacak. Neticesinde AB sınır rejimi birliğin motorlarından birisidir. Fakat nihai olarak göç önlenemeyen bir hakikattır ve yerleşikliği değil de göçü norm olarak alıp, ona göre politik hatları, kurumları vs. düşünmek gerekecektir.
KAYNAKÇA
Bauer, Wolfgang (2014): Über das Meer: Mit Syrern auf der Flucht nach Europa, edition Suhrkamp, Frankfurt a.M.
Buck-Morss, Susan (2009): Hegel, Haiti, and Universal History, Uni of Pittsburgh Press, Pittsburg.
Deleueze, Gilles (1993): Unterhandlungen, edition Suhrkamp, Frankfurt a.M.
Buchen, Stefan (2014): Die neuen Staatsfeinde: Wie die Helfer sytischer Kriegsflüchtlinge in Deutschland kriminalisiert werden, Dietzverlag, Bonn.
Fanon, Frantz (2007): Yeryüzünün Lanetlileri, Versus, Istanbul.
Friese, Haidrun (2014): Grenzen der Gastfreundschaft. Die Bootsflüchtlinge von Lampedusa und die europäische Frage, Transkript, Bielefeld.
Said, Edward (1999): Şarkiyatçılık. Batının Şark Anlayışları, Metis, İstanbul
Sciortino, Giuseppe (2004): Between phantoms and necessary evils. Some critical points in the study of irregular migrations to Western Europe, in: IMIS-Beiträge 24, S. 17-43. http://www.imis.uni-osnabrueck.de/pdffiles/imis24.pdf (04.09.2015)
DİPNOTLAR
[1] Ölü sayısı konusunda kesin bir rakam yokken, sadece 2000 yılından 2014’e kadar 23.000 civarinda göçmenin Akdenizde boğulduğu tahmin ediliyor: http://www.nzz.ch/die-toten-vor-europas-tueren-1.18272891
[2] https://www.amnesty.org/en/latest/news/2015/09/syrias-refugee-crisis-in-numbers/
[3] http://data.worldbank.org/indicator/SL.UEM.1524.ZS
[4] http://www.thetimes.co.uk/tto/news/world/middleeast/article4536027.ece
[5] Yunanistan sistematik push-back (geri itme/atma) adıyla anılan zor ve şiddet yöntemleriyle mültecilerin Yunanistan‘a girmeden önce, tekrar Türkiye‘ye dönmelerini zorlamaktadır. En son Türk balıkçılarının çektiği tüyler üperten bu yöntemi pek çok ülke uygulamaktadır. http://www.euronews.com/2015/08/25/greece-routinely-pushes-back-immigrant-boats-out-to-sea-says-amnesty/
[6] Hatta modern toplumsal iktidarın tarihinin kontrollerinin ön koşullarından biri olarak insanları belirli bir teritoryada kapatmak isteyen muktedirler ile bu düzenlemeden göç/mobilite dahil her yoldan kaçmaya çalışan halk arasında sürekli bir mücadele olarak görülebilir (Yann Molier Boutang aktaran Sciortino 2004: 23-24).
[7] Haiti devriminden bu yana yüzyıllarca barbar, despot dilsiz, tarihsiz, duygusuz vb. olarak anılan ve uygarlık, modernlik, insan hakları temelinde sömürülen, baskılanan yeryüzününün lanetlileri tam da bu değerleri ön plana çıkararak sömürgecilik mücadelesi vermiştir (Buck-Morrs 2009, Said [1978] 1999). Fanon’un Yeryüzünün Lanetlilerinin sonuç kısmında bu paradoxa radikal şekilde ışık tutar: Her yerde sürekli insandan bahseden, fakat her yerde onu yok eden Avrupa‘yı terk edelim der. Lakin şunu da ekler: Avrupa‘nın yaratamadığı bütünlüklü insanı biz yaratalım. (Fanon [1961] 2007) Uzun bir postkolonyal analize (ve eleştirisine) girmeden kısaca Macaristan‘dan Avusturya ve Almanya‘ya kilometrelerce yolu yalın ayak yürüyen göçmenlerin en çok haykırdıkları parolanın insan hakları olması bu minvalde önemlidir.
[8] https://www.boell.de/de/2015/01/12/fluchthilfe-ist-kein-menschenhandel
[9] Geçen haftaya kadar hem Filistinli mülteci bir kız çocuğuyla yaşadığı diyalogla, hem de mülteciler yurduna yapılan kundaklamaya dair uzun süren sessizliği vesilesiyle çizilen Alman ulusunun annesi figüründeki Merkel’in karizması, Macaristan‘daki mültecilerin posterlerinde tersine dönerek, şefkatli bir melek mertebesine erişti. Fakat bu tarihi ironik durum, AB sınır politikasında Merkel‘in yönettiği Almanya‘nın en kapanmacı ülke olduğu gerçeğini değiştirmiyor.