Kamunun Halleri ve Kamusal Alan Savunması

Hannah Arendt’in kamusallık tartışmasını antik Yunan polis’ine dayandırdığı İnsanlık Durumu (1994) adlı kitabının orijinali 1958’de; Jürgen Habermas’ın Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (1997) kitabının Almanca orijinali ise ilk olarak 1961’de yayımlanmıştı. Habermas’ın kitabının temel iddiası, on sekizinci yüzyılla birlikte ortaya çıkan kamusallığın bir dönüşüm geçirdiğidir. Dolayısıyla yapılması gereken on sekizinci yüzyılla birlikte ortaya çıkan kamusallığın unsurlarını tespit etmek, ardından bu unsurlarda yaşanan değişimi ortaya koymaktır. Alexander Kluge ile Oskar Negt Kamusallık ve Tecrübe’yi (2018) 1972’de; Richard Sennett Kamusal İnsanın Çöküşü’nü (1996) 1977’de yazmışlardır. Bir başka deyişle, kamusallık meselesi 50’lerin sonu ile hemen hemen 70’lerin sonuna kadarki yirmi yıllık dönemde siyaset bilimi, siyaset sosyoloji ve kesişen bazı disiplinler açısından önemli bir başlık haline gelir. Zira söz konusu dönem, yeni bir kamusallığın inşa edildiği bir dönemdir. Bu makalenin kaynakçasından da anlaşılacağı üzere -sonuncusu hariç- bahsi geçen kitaplar Türkçeye 90’lar boyunca, kamusallık tartışmalarının belli bir anlam kazanmaya başladığı dönemde kazandırılır.

Kamusal alan 2000’lerin başlarında Türkiye açısından gözde tartışma konularından biriydi. Hakkında makaleler yazılır, toplantılar yapılır, televizyon tartışmaları yürütülürdü. Her gün bir başka siyasetçi neyin veya nerenin kamusal alan sayılacağına dair açıklamalar yapardı. AKP’nin iktidar olmanın yanı sıra muktedir de olması ile birlikte başlık -kendisine en çok ihtiyaç duyulan anda- popülaritesini yitirdi.

Konunun gündemde olduğu günlerde sıkça dert edilen “kamusal alan”, yurttaşların neyi nerede yapabileceklerine ilişkin kuralların belirlenmesi tartışmalarının anahtar kavramıydı. Hatta adını daha net koyalım; söz konusu olan, “türban”ın nereye kadar “serbest” olacağına dair bir tartışmaydı. 1990’ların devletlilerinin “lâiklik” hassasiyeti, kamusal alanı bir tür “nötr/tarafsız” alan olarak kodluyor ve türbanın da dahil olduğu çeşitli figür, simge, ifade ve ideolojilerin bu alanda yer almaması gerektiğini söylüyordu. Tarif ettikleri alan aslında “resmi” bir “devlet alanı”ydı. Ancak buna “devlet” demek yerine “kamu” diyorlardı. Devlet, her türlü sınıfsallığın üstünde, ideolojilerden azade tarafsız bir arabulucu olduğuna göre, kamusal alanda bu tür sembollere yer yoktu.

Tartışmanın diğer cephesinde taraf tutanlar, bir kamusal alan savunusundan ziyade “sivil alan” tarifi yapma gayreti içerisindeydiler. Onlara göre türbanın da dâhil olduğu kişiye özgü fikirler, semboller, ideolojiler vs. özel alanı oluşturuyordu ve bu alana müdahale edilmemesi gerekiyordu. Böylece kamusal alan gerçekten resmileştirilmiş, ama bunun karşısına kamusal ve siyasal bir içerikten tümüyle yoksun ve kopuk bir sivil alan çıkarılmış oluyordu. Kendi mücadelelerini kolayca, devlet egemenlerine karşı sivil alanın genişletilmesi olarak tarif edebildiler.

Habermas’ın da isabetle dikkat çektiği üzere sivil toplumun (burjuva toplum) tümüyle özel bir alan olarak kamu gücünün ve devletin (government) karşısına konulması, liberalizmin de dayandığı iki düşünce ekolünün, doğal hukukun ve İskoç ahlak felsefesinin öğretilerinde yer alan bir yaklaşımdı (Habermas, 1997: 28). Türkiye solu, devlet egemenleri ile liberallerle tahkim edilmiş siyasal İslamcılar arasındaki bu alan savunması mücadelesinde kamusallığa sahip çıkamadı. Zira kamuyu nasıl tarif edeceğini bilemiyordu. Kamu kavramının kendisi, Türkçe kullanımda farklı bağlamlar içerisinde, birbirine taban tabana zıtmış gibi görünen anlamlara geliyordu. Dolayısıyla, sol, kavramı kullansa bir dert kullanmasa başka bir dert olacak bir durumun içerisine sıkışmıştı.

Kamu’nun Üç Hali: Katı, Sıvı, Gaz

Zorluğu yaratan etmenlerden biri “kamu” kavramının Türkçede karşılık geldiği hallerin çeşitliliğiydi. Aslında, aynı “sosyal öznenin” farklı hallerinin, âdeta farklı inceleme konularıymış gibi anlaşılmasının önüne geçmek üzere, fizikteki maddenin üç hali olgusundan hareketle, kamunun hallerinden söz edilebilir. Şu durumda farklı bağlamlarda ve anlamlarda kullanılmak üzere, kamunun üç hali ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir: kamunun katı hali, sıvı hali ve gaz hali.

Kamunun katı hali, kamu kavramının “devlet ya da devlete ilişkin” anlamında kullanılmasıdır. Bu, kavramın en sık ima ettiği anlamlardan biridir. Söz gelimi kamu hukuku dendiğinde, -en genel ve aslında eksik ifadesiyle- devletin ‘devlet sıfatıyla’ taraf olduğu düzenlemelerin ait olduğu hukuk alanı anlaşılır. Bu haliyle kamu, yönetime ve özellikle modern devlete ilişkindir. Örneğin ‘kamu bütçesi/hazinesi’ kavramıyla, ‘devlet bütçesi/hazinesi’ denmeye çalışılmaktadır. Durağan, sabit, üstelik ‘sert’ yapısı nedeniyle kamunun bu halini “katı hal” olarak nitelendirebiliriz.

Kamunun sıvı hali, katı halinden farklı bir alanı işaret etmektedir. Zira kamu kavramı bu haliyle, halk ya da kalabalık, kitle anlamında kullanılmaktadır. Bu anlamdaki kamusallık, müşterekliğe vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla, katı haldeki kamu dışlayıcı iken, sıvı haldeki kamu kapsayıcıdır. Örnek vermek gerekirse, devlet dairesi kamunun katı halinin mekânıdır; çarşı-pazar ise sıvı halinin. Kamuoyu ya da kamu sağlığı tabirlerinde, kamu yerine halk denildiğinde anlam değişmeyecektir. Halkın, kalabalığın değişken, hareket halinde ve akışkan olması nedeniyle, kamunun sıvı haliyle de karşımıza çıktığını görüyoruz.

Kamunun en az kullanılan anlamlarından biri, onun gaz haline denk düşer. Bunun, kamunun olumsuz anlamı olduğunu söyleyebiliriz. Kamunun bu haldeki anlamı sıradanlığa ve bayağılığa işaret eder. Niteliksizliğin ifadesidir. Nitekim gaz haldeki ‘kamusal olan’ın karşıtı ‘nitelikli olan’dır. Habermas buna örnek olarak Batı dillerindeki common soldier (sıradan asker), private soldier (nefer, er) kullanımını örnek verir. Sıvı halle karıştırılabilir ama dikkat edilirse fark ortaya çıkacaktır. Sıvı halden farkı şudur ki, sıvı halde, ne kadar akışkan olursa olsun, belirgin bir halk kimliği bulunur. Oysa gaz halde, tersine bir kimliksizlik, bir uçuculuk hali söz konusudur. Kısaca ifade etmek gerekirse; sıvı hal müşterekliği, gaz hal ise anonimliği çağrıştırır.

Habermas’ın bu üç farklı kullanıma dair verdiği örnekler hayli açıklayıcıdır:

“Şayet kapalı topluluklarınkinden farklı olarak herkese açık iseler toplantıları ‘kamusal’ olarak adlandırıyoruz – tıpkı kamusal yerlerden veya kamusal binalardan söz ettiğimiz gibi. Ancak salt bu ‘kamusal binalar’ lafı bile, söz konusu binaların herkese açık oluşundan öte bir şeyi ifade ediyor; hatta bunların kamunun gidiş gelişine açık olmaları bile zorunlu değildir [hatta aslında çoğunlukla kısıtlı veya denetime tabidir – k.a.]; bunlar devletin kurumlarını barındırırlar ve bizzat bu nitelikleri gereği kamusaldırlar. Devlet ‘kamu erki’dir… Eğer birisi hakkında ‘kamuya mal olmuş bir ismi var’ dersek, anlam gene başka bir yere kayar.” (Habermas, 1997: 58).

Özel olarak maddenin halleri kıyasını yapmamakla birlikte, Tanıl Bora da benzer şekilde, toplumun karşımıza, nasıl farklı içeriklerce donatılmış olarak çıktığını anlatır. “Bir memlekette yaşayan nüfusu ‘ne’ olarak düşün[düğümüze]” dair yazısında toplum’dan başlayıp, onun giderek politikleşmiş haline “kamu” dediğimize dikkat çektikten sonra, burada söz konusu edilen politikleşmiş toplum olarak kamunun kurumsallaşmasına ise “devlet” dediğimize işaret eder. Öte yandan kamu âlem, “herkes” yani “halk” anlamına da gelmektedir:

“Bir memleket ahalisi, kendini bir bütünlük olarak kurma ve kendine bir nizam intizam vermeye dönük bu fiilî ve hayalî faaliyetiyle, yani politik veçhesiyle, bir kamu teşkil eder.

Devlet, kamunun kurumlaşmış, cihazlaşmış kertesidir. Kamusal varoluşu ve faaliyeti tekeli altına alarak dondurmak gibi bir işlev de görür, kamusallığa el koyar, bir bakıma. Ahalinin bir vatandaş topluluğu teşkil etme vasfını zapturapta alır.

Oysa kamu âlem, “herkes” demektir, hepimiz… Buna en yakın terim: halk. Bir memlekette bugün burada yaşayan insanlar, talep ve ihtiyaçlarıyla, somut, gündelik, sıradan gerçeklikleriyle, halktırlar. O sıradanlıkları, basitlikleri, somutlukları itibarıyla, aşağıdakilere, ezilenlere, yönetilenlere de işaret eder halk kelimesi.” (Bora, 2017).

Görüldüğü üzere, kavrama içkin çok sayıda anlamın söz konusu olması bir yana, 2000’lerin başlarında siyasal pozisyonlar gereği araçsal kullanımı da meseleyi iyice karmaşıklaştırmaktadır. Türkiye solunun bu karmaşa içerisinde, kavramı sınıf merkezli bir halk ve siyaset tartışmasına çekebildiğini söylemek ise mümkün görünmüyor. Solun bir kısmı kamusal alanı, devletin lâiklik hassasiyeti çerçevesinde içeriklendirdiği tanıma yaslarken, bir diğer kısmının da “liberal” sivil toplum olarak kamusal alan kurma çabasına giriştiği biliniyor. Böylece 2000’lerin başlarında solun önemli bir kısmı “alansız”, “öznesiz”, “hatsız”; dolayısıyla âtıl kalmıştır Öyle ki, -teşbihte hata olmasın- Yunus Emre’nin şu dizeleri âdeta Türkiye solunun 2000’lerin başında, kamusal alan tartışmalarındaki ne yapacağını ve diyeceğini tam olarak bilememe pozisyonunu özetler gibidir: “Adımız miskindir bizim/ Düşmanımız kindir bizim/ Biz kimseye kin tutmayız/ Kamu âlem birdir bize”. Kendi kamusunu kuramayan, savunusunu yapamayan; “kamu âlem” içerisinde kendi kavramsal sınırlarını belirginleştiremeyen “miskinlik”, baskın liberal söylem karşısında bir savunma hattı kurmayı elbette beceremiyordu. Halbuki, kamusal olanı söylemsel anlamda bile olsa, yeniden kurmak ve savunmak, bir politik faaliyet biçimidir. Bu politik faaliyet ve mücadele hattı kurulamadığında geriye kala kala “kamu âlem birdir bize” kalmaktadır.

Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa Vardır: Kamusal Alan Savunması

Yukarıda 1990’lar sonu, 2000’ler başı Türkiye’sindeki kamusal alan tartışmalarının mahiyetine dikkat çekerken, kamusal alanın karşısına bir “sivil alan” çıkarma gayretinden söz etmiştik. ‘Kamusal olan’ın ‘öyle olmayan’dan bir karşıtlık kurulmak suretiyle tarif edilmeye çalışılması yalnızca o döneme ve Türkiye’ye özgü değildir elbette. Kamusal/özel, kamusal/toplumsal, kamusal/sivil, kamusal/kişisel, kamusal/siyasal şeklinde ikilikler daima kurulagelmiştir. Söz gelimi Arendt, özel alanın “toplumsalın içinde eridiğini” ifade ederek (Arendt, 1994: 100), kamusalın karşısına özeli değil, toplumsalı çıkarır. Kamusal, demokratik politikanın koşuludur; toplumsal ise aile ve ekonominin alanıdır (Hansen, 2018: 41). Öte yandan, Habermas on sekizinci yüzyıldan itibaren burjuva kamusal alanının gelişimini ve yirminci yüzyıldaki yapısal dönüşümünü anlatırken, “Negt ve Kluge burjuva kamusal alanına ve endüstriyel-ticari kamusal alana karşı-kavram olarak ‘proleter’ kamusal alan nosyonunu geliştirir” (Hansen, 2018: 48).

Peki, gerçekten bir kamusal alan tarifine ihtiyacımız var mı? Arendt’in ifadesiyle “bir etkinliğin özel mi yoksa kamusal alanda mı yerine getirildiği hiçbir suretle kayıtsız kalınabilecek bir mesele değildir. Kamu alanının karakteri oraya girişine izin verilen etkinliklere göre değişmek zorundadır ama etkinlik de kendi doğasını büyük ölçüde değiştirecektir” (Arendt, 1994: 70). Dolayısıyla evet, bir kamusal alan tarifine ve o kamusal alanı savunmaya ihtiyacımız var. Zira kamusal alan aleni bir “karşılaşma”, “ilişki kurma” ve aslında bu karşılaşma üzerine refleksiyon geliştirme mekânıdır. Kamusal alan özel veya genel meseleler hakkında irademizin oluştuğu (Habermas, 1997: 37) ve bizzat kendimizin başkalarının iradelerinin oluşumuna katkıda bulunduğumuz sahadır. Kamu alanı, “müşterek olan”dır (Arendt, 1994: 74). Arendt’e göre terim iki anlama işaret eder: “…birincisinde terim, kamu (alanın)’da gözüken her şey herkes tarafından görülebilir, duyulabilirdir ve mümkün olan en geniş açıklığa sahiptir anlamına gelir… İkincisi, ‘kamu’ terimi, içinde özel olarak bize ait olandan ayrı, hepimiz için ortak olan bir dünyayı ifade eder.” (Arendt, 1994: 74 ve 77). Keza Negt ve Kluge, proleter olarak nitelendirdikleri kamusallığı “toplumsal kolektif sürecine verilen ad” olarak tarif ederler (Negt ve Kluge, 2018: 444). Bir başka deyişle, kamusal alan içerisinde kolektif olarak eyleyeceğimiz alandır.

Savunmaya koyulmamız gereken kamusal alanın; özelin, sivilin, genelin veya siyasalın karşısında bir ikilik şeklinde, bir hat çekilerek kurulamayacağını düşünüyorum. Zira özel, genelin karşısındadır; sivil ise resminin veya siyasalın karşısındadır. Dolayısıyla, bunlarla bir karşıtlık içerisinde tarif edilecek kamusal alan, asimetrik bir görünüme sahip olacaktır. Oysa kamusal alanın, yani içerisinde aleni bir şekilde karşılaştığımız, birbirimizle ilişki kurduğumuz, iradelerimize etki ettiğimiz bu geniş çerçevenin, bunların hepsini kapsayacağına kuşku yoktur. Üstelik bu çerçeve, tüm bu alanların hepsinde yürütülecek bir tartışma/mücadele ile “inşa edilecek” bir yapıdır. Bir başka deyişle, hazırda, gidip dahil olunacak bir “kamusal alan” bulunmuyor. Kamusal alan, kendisinin tarifine ilişkin münazara da dahil olmak üzere bir mücadele süreci içerisinde yeniden ve yeniden inşa edilecektir.

“Mülksüzler kitlesi, toplumsal ilişkinin genel kurallarını kendi kamusal muhakemesinin konusu haline getirdiği anda, toplumsal hayatın yeniden üretimi, sırf özel temellükün bir biçimi olmaktan çıkarak genel bir meseleye [umumun meselesine] dönüşür. Bundan ötürü ‘gerçek toplumu yasama erkindeki hayali burjuva toplumunun yerine geçirmek isteyen’ devrimci demokratik kamusallık, esas itibariyle, toplumun yeniden üretimi bakımından zorunlu olan bütün süreçlerin sevk ve idaresi hakkındaki kamusal istişare ve kararların bir alanı haline gelir.” (Habermas, 1997: 234).

Marx’ın işaret ettiği politik devrim tam da böyle bir şeydir: siyasal toplumun veya gücün (yani devletin), kamusal güçte çözülmesi… Bu ise ancak içerisinde uzlaşmaz şekilde karşıt durumda bulunan sınıfların olmadığı, yani bu sınıfların ortadan kalktığı bir kamusallıkta mümkündür. Zira “ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artık bulunmadığı bir düzendedir ki, toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır.” (Marx, 1992: 159).

 

Kaynakça

Arendt, H. (1994), İnsanlık Durumu, Çev.: Bahadır Sina Şenel, İstanbul: İletişim Yayınları.

Bora, T. (2017), “Toplum, Kamu, Halk, Millet”, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8269/toplum-kamu-halk-millet#.XCHn_xMzbOQ, Erişim tarihi: 25 Aralık 2018.

Habermas, J. (1997), Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev.: Tanıl Bora-Mithat Sancar, İstanbul: İletişim Yayınları.

Hansen, M. (2018), “Yirmi Yılın Ardından Negt ve Kluge’nin ‘Kamusal Alan ve Tecrübe’si: Değişken Karışımlar ve Genişlemiş Alanlar”, Çev. Meral Özbek, Kamusallık ve Tecrübe Çev.: Müge Atala, İstanbul: Notabene Yayınları, içinde ss. 17-62.

Kluge, A. ve Negt, O. (2018), Kamusallık ve Tecrübe, Çev.: Müge Atala, İstanbul: Notabene Yayınları.

Marx, K. (1992), Felsefenin Sefaleti, Çev. Ahmet Kardam, Dördüncü baskı, Ankara: Sol Yayınları.

Sennett, R. (1996), Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev.: Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.