“İnsanların, hakkında çok az şey bildiğimiz duygusal güçleri, onları kendi insani çıkarlarına ters düşen kamplara katacak kadar kuvvetli olduğu sürece, bu insanların ekonomik yargılardan hareketle kendilerini yeni bir dünyanın inşasına adayacaklarına nasıl inanabiliriz” (Attila Joséf)
Kapitalizm, bizleri en uygun ve en iyi sistem olduğuna ikna etmek için neredeyse her yolu ve yöntemi deniyor. Çünkü o en başka sermayeye ve bununla birlikte güce, yarışmaya, eşitsizliğe, sömürüye, tüketmeye ve göstermeye dayalı bir sistem. Bir başka deyişle, eşitliğe, hakkaniyete, adalete, emeğe, dayanışmaya, paylaşmaya vb. birçok insani değere yaslanmıyor. Bu insana karşıt sistemin, uygun olduğunun bizlere kabul ettirilmesi yani bu akıldışı halin meşrulaştırılması elbette kolay değil. Çünkü dile getirdiğimiz gibi yaşadığımız hayat, güce, servete, şiddete, eşitsizliğe ve ayrımcılığa dayanıyor. Buna karşın sistem, bu akıldışı ve insana yaslanmayan gündelik hayatın işleyiş mantığını, bizlere, en iyi, neredeyse tek hayat biçimi olduğunu kabul ettirecek kadar da güçlü görünüyor. Yani, iyi yaşayabilmenin, başarılı olabilmenin, beklentilerini karşılayabilmenin neredeyse tek yolunun, servete, statüye, mal-mülke, gelire, tüketime ve gösterime bağlı olduğunu, bizlere kabul ettirecek kadar da güçlü mekanizmalar kullanıyor. Bunlar boyun eğdiren, gönüllü kulluk ettiren, ikna eden, yönlendiren mekanizmalar. Öyle ki, bu mekanizmalar, başka bir sistemi, hayatı, bireyi, toplumu tasarlayabilme, düş kurabilme yeteneğimizi bile körelten, elimizden alan mekanizmalar. Kısacası, “baskıcı hoşgörü” dediğimiz bu mekanizmalar, artık devrede. Bir başka deyişle, artık, geniş kesimleri, zor ve şiddete dayanan yöntemlerle sisteme boyun eğdirmek dönemi geçmiştir. Bunun için birçok etkin kültürel ve araçsal düzenleme[1] yol ve yöntem kullanılıyor.
Üretim ve tüketimin geniş kitlelere dönük yapılması, kullanılan teknolojinin gittikçe gelişkin bir hal alması, sistemi, kendi etkinliğini, verimliliğini sağlamak için elde edilen maddi değerlerin paylaşımında, kitlelere daha geniş olanaklar vermek durumunda bırakmıştır. Bu süreçte, paylaşım düzeninin ya da sistemin kabulünde, artık geçerliliğini yitirmiş bulunan zor kullanımı yerine, kültürel ve araçsal düzenlemelerin devreye sokulduğunu görüyoruz.
Oskay’ın deyimiyle; sistem, bunu kendi verimliliğini sürdürmek için tanımak zorunda kalmıştır. Buna karşılık, çalışan kesimler, bu sistem kültürünü benimsedikçe, kendileri, daha çok tüketim yapmak durumunda kalmakta ve böylece, düzene olan bağlılıkları sürmektedir. Bu durumda üretimden en büyük payı egemen sınıflar almaya devam ederken, var olan toplumsal sistemin yeniden-üretilmesi de gerçekleştirilmiş; söz konusu üretime, bağımlı konumdaki sınıf ve katmanlarda, (gündelik hayatın dayandığı bu gerçekleri görebilmelerinin giderek zorlaşması nedeniyle) ücretsiz işçiler olarak katılmış bulunmaktadır. Böylece, bu geniş kesimlere, belli bir ölçüde üretimden, artı değerden, gelirden pay veren, yani izin verilen ölçüde onların katılımını, muhalefetini, paylaşımını öngören “baskıcı hoşgörü” denilen yol ve yöntemlerinin uygulanması dönemine geçilmiştir. (1982: 244, 246, 249, 298, 340).
Sistem, dayandığı bu temel değerleri ve işleyiş mantığını benimseme karşılığında kitlelere maddi değerlerin paylaşımında daha geniş olanaklar sunmakta; böylece, geniş kesimlerin sisteme uyumlaştırılması/eklemlenmesi ya da gönüllü katılımı sağlanmış olmaktadır. Yoksa bu egemen güçlerin ya da sermayenin salt insancıl duygularının değişmesinden çok, artık kitleleri bu üretim ve de tüketim süreçlerinden ve doğaldır ki bu sürecin yeniden üretimi dışında bırakmanın artık mümkün olmadığının görülmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu ideolojinin, kendisini sürdürebilmesi ve yeniden üretebilmesi ile sözü edilen geniş kitleler nezdindeki bu kabul ve meşruiyetin sağlanması, onların talep ve beklentilerini bir biçimde karşılayabilmesine bağlıdır.
Bir başka deyişle, üretim, hâsılat, gelir, servet, güç, yetki, olanak, değer, kültür vb. toplam varlığın paylaşımında,
- herkese bir şeyler vermesine;
- bunlara ulaşabilmesinin yolunun herkese açıkmış gibi gösterilmesine rağmen aslında daha güçlü ve servet sahibi olanların daha kolay ulaşabildiğinin hissettirilebilmesine;
bunun için uygun görülen, istenen ve yükselen değerlere ulaşmada, başarılı olmada yarışılmak gerektiği şeklinde bir (yanlış) bilincin verilebilmesine bağlıdır. (Kalaycı, 2017: 63, 168, 209, 210)
Haklı olarak akla şöyle bir soru geliyor; hem üretimden, artı değerden pay almak adına bizlere uygun gördüğü rollerin yerine getirildiği bir hayat tarzının içinde yaşayacaksınız hem de politik, iktisadi ve sosyal hayatın önemli karar alma süreçlerine mümkün olduğunca katılamayacaksınız? Peki, bu nasıl olacak?
En başta bunun sağlanmasını yani düzenin işleyişine gösterilen kitlesel rızanın, boyun eğişin ve kabul edişin sistemli biçimde sürdürülmesini, egemen sınıfın ideolojisi sağlıyor. İktidar, bu ideolojisini gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelecek şekilde topluma yaymaya çalışıyor. Yalnız bunun sürdürebilmesi ve yeniden üretebilmesi için geniş kitlelerin talep ve beklentilerinin bir biçimde karşılanması gerekiyor.
Diğer yandan da bunları elde edebilme yolunun sanki herkese açıkmış olduğunun kanaati oluşturuyor. Ancak gerçekte statü, gelir ve güç bakımından daha üsttekilerin, bunlara ulaşabilmesinin diğerlerine göre daha kolay olacağının da hissettirilmesi gerekiyor. Sonuçta; bunun için uygun görülen, istenen ve yükselen değerlere ulaşmada, başarılı olmada, yarışmak gerektiği şeklinde bir (yanlış) bilincin verilebilmesi, hayati öneme sahip bulunuyor.
Bu işleyişin niçinini/nasılını sorun etmeyecek, sorgulamayacak kitleler ile “uysal”, “itaatkâr”, “rıza gösterici”, “teslimiyetçi” kişilikler yaratılıyor. Gündelik hayatında bir memurun amir olmak için, bir çalışanın patron olmak için neler yapması gerektiği, hangi yol ve yöntemlere başvurabileceği, bizlere hayat içinde gösteriliyor. Mevcut düzenin alternatifsiz olduğu mesajını vermede aile, medya, eğitim sistemi, okul, polis, ordu vb. kurumlar önemli işlevler görüyor.
Bu olguya daha geniş bakıldığında ise, günümüzde, artan toplumsal üretimden, geniş kesimlerin yararlandırılması ve pay alması sürecinde, bu kesimlerin mutlak anlamda payları artar gibi gözükse de aslında göreli anlamında aldıkları paylar azalıyor. Bu süregelen durum, onları adeta göreli bir yoksullaşma sürecine mahkûm ediyor. Bu gerçeklik nedeniyle çalışan geniş kesimlerin, kendilerine uygun görülen toplumsal konuma ikna edilebilmesi ve burada tutulabilmesi gittikçe zorlaşıyor. Özellikle bu yüzden, güce, mal-mülk edinmeye, yarışmaya dayanan gündelik hayatın, herkes için en iyi ve en doğru hayat biçimi olduğunun iknasında, (daha önce dile getirdiğimiz gibi) artık zora ve baskıya dönük mekanizmaların kullanımı mümkün gözükmüyor.
Bunun yanı sıra, bizler, üretimin toplumsallaşmasıyla ve kitlesel bir boyut kazanmasıyla, üretim koşullarından daha az bilgi sahibi olmaya ve böylece üretim sürecinin bütününü görmekten alıkonulmuş durumdayız. Bu süreçte, yaratıcısı olduğumuz ürünlere sahip olamamamız ve bölüşüm kararlarının bize karşıt başka kesimler tarafından alınmış olması nedeniyle, yaşadığımız göreli yoksullaşma, yoksunlaşma ve yabancılaşmanın[2] dayanılabilir ve daha az hissedilebilir kılınması gerekiyor. Bu süreçte, özellikle gelir ve konumları gittikçe düşen ve kitlesel olarak genişleyen alt-orta ve orta kesimin, zamanla gelir ve nimetlerden daha çok pay alacaklarına, hayatlarının düzeleceğine dair ikna edilmeleri gerekiyor. Bunun için beklentiler acilen karşılanmalıdır. Yani asgari ücretli, memur, işçi, emekli maaşına daha çok zam yapılmasını, esnaf vergilerinin düşürülmesini, köylü ürünün desteklenmesini beklemektedir. Çünkü bu kesimler, kendinden beklenen talepleri karşılamada, borçları ve taksitleri ödemede gittikçe zorlanmaktadır.
Özetle, yaşadığımız sistemin var olabilmesi, bu yapılması gerekenlerin sistem tarafından sağlanabilmesine bağlı bulunuyor; yani sistem bunları yapmak zorundadır yani, düşmanımız, bizleri başka bir hayatın mümkün olmadığına dair ikna etmek durumundadır. Elbette bu iş kolay değil ama diğer yandan da güçlü olduğunu göstermek zorundadır.
Güçlülüğü, bizim bunlara ulaşabilmek için benzerleriyle sürdürdüğümüz didişmelerimizdir, rakip görmelerimizdir.
Güçlülüğü, aynı sorunları yaşayanlarla bir araya gelemeyişimizdir, tek başınalığımızdır, yani, güçsüzlüğümüzdür; kendi ellerimizle sistemi yeniden ürettiğimizi fark ettirecek bir bilince erişemeyişimizdir. Güçlülüğü, bunları yapmamız gerektiğine bizleri ikna edebilmiş olmasıdır yani böyle bir “birey” haline gelebilmiş olmamızdır; bir başka deyişle, itibarı, başarıyı, mutluluğu elde etmede, diğerini önünde engel gören, bunun için neredeyse her şeyi yapabilmeyi meşru sayan bir “birey” haline gelişimizdir.
Çünkü Oskay’ın dediği gibi, bu sistemi kendi ellerimizle yeniden üreten, onun gönüllü ve ücretsiz işçileri olarak bizler, sanki bu gerçeklikten kendimizi soyutlayabildiğimizi umarak, evlerimize, iç mekânlarımıza çekiliyoruz. Atomize olmuş, yalnızlaşmış insanlardan oluşan kitlelere dönüşmüş olanlar aslında bizleriz. Kendi yalnızlığı içinde çırılçıplak kalmış olarak, evlerimizde izlediğimiz aynı TV dizilerinin, sanal dünyaların aracılığıyla kitleselleşmiş, edilginleşmiş, seyircileşmiş olan yine bizleriz.(2005:113).
Sonuçta sistem, güce, servete, tüketime ve göstermeye dayanıyor. Bunları elde etmeyi becerebilenlerin işini ve aferini aldığını, çevremizdeki canlı örnekleriyle yaşatıyor. Hayatında yükselebilmek, bir üst lige çıkabilmek yani daha çok gelir, güç ve itibar elde edebilmek için hangi yol ve yöntemlerin kullanılması gerektiğini,bunu becerebilenler üstünden gösteriyor. Israrla ve sürekli bilince kazınan mesaj: “bu düzen senin için en iyi ve en ideali ”
Yanlış Bilinç ve Algılama Sorunu Yani Ellerimizle Ürettiğimiz Hayat
Temelde bunları gündelik hayatta işleten, yeniden üreten kendimiz olduğumuzu anladığımızda, birbirimize anlatabildiğimizde, bir araya gelebildiğimizde, önemli bir güç ve muhalefet odağı olacağımız ortadadır. Onların güçlülüğü, işte bizim bunları fark edebilecek bir bilince erişememiş olmamızdır. Bu yanlış bilincin oluşumu, birey bilincinin, bireysel ve toplumsal bilinç boyutunda düzenlemesi yoluyla yapılmaktadır. Böylece, sistemin birey tarafından kendi elleriyle yeniden üretimi de gerçekleşmektedir.
Bireysel bilincin düzenlenmesi; bireyin toplumdaki kendi sınıf ve statüsünü unutturacak biçimde, kendisine yüklenilen iş ve davranışlar sırasında, toplumsal kişilikler içinde olmasını gerektiriyor. Bu düzenleme, bireyin daha çok üst konumlardakilerle girdiği, “asılsız/yanlış” özdeşleşmeler yoluyla sağlanıyor. Çünkü toplumsal kabulün ve itibarın ön koşulu, servete, güce, tüketmeye ve göstermeye yol açan bir (kitle) kültürün kabulünü gerektiriyor. Yani birey bilincinin, toplumsal ve bireysel yanının düzenlenmesi yoluyla, yarışmacı ve tüketim mantığının benimsetilmesi sağlanıyor. Sonuçta, farklı statüdekiler, bu yapıya uyumlanarak elde ettikleri “itibar” ve “konum”larına uygun değer ve davranış biçimlerini kazandıran kitle kültürünü[3], kendilerine bir “yol haritası” olarak görebiliyor.
Böylece, sınıf ve konum atlamanın, ancak bu kültür içinde gerçekleşebileceği gösterilmekte; bu ortamda kalan bireyler ise, sistemin uygun gördüğü yol ve yöntemlerle[4] bir üst tüketim kalıplarına özendirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü tüketim, giderek özellikle çalışanlara, toplumda yer aldığı konumun veremediği doyumların yarattığı acıları hafifleten, onları teselli eden bir mekanizma haline geliyor.
Bu süreçte, sistemin ona layık gördüğü toplumsal konumla bireyin yetinmesi, mutlak anlamda tam olarak sağlanamamaktadır. Onun içindir ki, iş dışındaki “serbest zaman”larda (hafta sonları, pikniklerde, tatillerde, izinlerde vb.) bireyin, gündelik hayatının olgu ve deneyimlerini, diğerleri ile ilgisini kurabilecek düzeyden uzaklaştırılmış bir yanlış bilince sahip olmasını da gerektiriyor. Çünkü hayatın kültüründe, sistemin ona uygun ve layık gördüğü konumla bireyin (toplumsal bilincinin) tam olarak iknası ve tatmini mümkün olamamaktadır; Yani , “Evet bu hayattan başka bir hayat yok, bir an önce bu hayatın senden istediklerini ve sana yüklediklerini yapmalısın, böylece en azından ekmeğini kazanırsın, daha çok kazanabilmenin yolu ise bunu becerebilenlerin yolundan gitmektir. Bunun için mümkün olduğunca önde olmalısın. Bunu becerdikçe tüketmeli, tükettiklerini göstermelisin. Daha altta kalanlar ise üzülmesin, becerebildiği sürece onlara da her yol açık. En azından sizlere çeşitli olanaklar ve yollar sunuyorum” şeklinde düşünmemizi sağlamaktır.
Hayatın bu işleyiş mantığının kabulü için bu nedenle, iş dışındaki hayat alanlarında yani “serbest zamanlarda”, bireysel bilincin, bu konumu kabul edici yönde biçimlendirilmesi gerekiyor. Onun içindir ki, kitle kültürü alanları dışında, bireye ‘özgürlük ve rahatlık’ hissi verebilen ‘alt-kültür’ alanları/adacıkları oluşturulmakta(piknikler, tatiller, geziler, kurslar vb.) birey buralarda nefes alabilmektedir.(Kalaycı, 2017: 145, 238, 242: Aytaç, 2006: 48).
Böylece, birey ‘açılmış’ bulunan tüketim olanakları, taksitli satışlar ve reklamlar yoluyla, bir üst sınıfın tüketim kalıplarına özendirilmeye çalışılıyor. Yani, “Koşun tüketim tapınaklarına ve tüketin; tükettikçe daha çok kazanmalı ve bunun için daha çok yarışmalısın.” deniliyor. Mesaj açık; böylece bana daha çok bağlanmalı, boyun eğmelisin. Sonuçta, sistemin yeniden üretilmesi açısından önemli bir kültürel ve araçsal düzenleme devreye sokuluyor.
Bu yüzden, çalışanlar ya da bağımlı kesimler, kendilerinden ulaşılması istenen hayatların “sahibi” olmak için, popüler tüketim mallarına daha çok sarılıyor. Üst sınıfın tüketim modellerini, statü simgelerini, değer ve düşünsel eğilimlerini taklit ederek, var olan konumlarını aşmak ve üst sınıfla bütünleşme arayışı içine giriyorlar. (Aytaç, 2004: 125).
Özellikle orta ve orta-alt geniş kesimin, sınırlı güç ve olanakları yanında kazandırılan bu yanlış bilinç sayesinde, kendisine uygun görüleni kabulü daha da kolaylaşıyor. Çünkü hayatın insani olmayan ilişkilerine(yöneten-yönetilen, işçi-patron, amir-memur v.b) dayalı kültürü içinde kalanlar, olay ve olgulara, kendi konumlarının gerektiği biçimde bakmaya başlıyor.
Bu süreç boyunca gündelik hayatı, bu kültürün (yanlış) bilinciyle yaşadıklarından, var olanın yaşanabilecek en iyi ve en doğru hayat olduğuna dair inançları da gittikçe güçleniyor. Bundan dolayı, gündelik hayatındaki olay ve olgular ile çevresindeki ve dünyadaki olanlar arasındaki nedenleri ve bağları görmesi de zorlaşıyor. Adeta hayatı anlık algılamalar yoluyla, parçalara ayrılmış ve şoklar şeklinde algılıyor. (Yaylagül, 2008: 145-159).
Bu algı ve yanlış bilinçle hayata bakanların;
- Markette aldığı bazı ürünlerin fiyatının, gelişmiş ülkelerdeki piyasalara bağlı olarak belirlendiğini,
- Evine aldığı doğalgaz ile arabasına aldığı petrolün fiyatının, aldığı yerden başlamak üzere gelişmiş ülkelere ve çok uluslu şirketlere varıncaya kadar oldukça karışık ve küresel bir zincirle belirlendiğini,
- Siyaseti sadece oy vermek şeklinde gören ve bu nedenle de onu “ehline” bırakan bir anlayışın kabul ettirildiği “yurttaşlar” tarafından “seçilen” yönetimlerin, (acı) faturalarının neden kendilerince ödendiğini,
anlamaları da mümkün olamıyor.
Bunun nedeni,
- Çalışanların kalabalık iş ortamlarına karşın üstlerinin tek başlarına döşenmiş odalarının olması,
- Her gün işe otobüsle gidip gelirken üstlerinin işe makam arabalarıyla gelebilmesi,
- İşyerinin yemekhanesinde yerken üstlerinin lüks restoranlarda yemek yiyebilmeleri,
- Onlar markalı kıyafetleriyle arz-ı endam ederken bunun daha ucuz ve seri imalat ürünü olan benzerlerini giymesi,
- Kendisinin işyeri kampına gidebilirken üstlerinin tatil köylerine gidebilmesi,
Yani; mekân düzenlemesinin, ulaşımın, yeme-içmenin, giyinmenin, eğlenmenin bile güce, konuma, hiyerarşiye, statüye ve gösterime bağlı olduğunun hissettirildiği bir gündelik hayat içinde olmamızdır.
Bunun böyle olmasında, hayatı anlık algılamalar yoluyla, birbiriyle ilgisini kuramadığı olaylar, olgular halinde yaşayan bireyin yanlış bilincinin önemli payı bulunuyor. Böylece, gündelik hayatındaki bu tür olayların birbiriyle olan gerçek ilgilerini kuramadıklarından dolayı, yanlış bir algılama içine giriyor. Okudukları, izledikleri, yaşadıkları olaylara ve olgulara, kendi konumlarının gerektirdiği bilinçlilikten yoksun bir biçimde, sistemin ona olağan saydırdığı yanlış bilinçle bakıyor. Bundan dolayı, bireyler, yaşadığı ama temelde insani olmayan ilişkileri, olması gereken (olağan) bir hayat biçimi olarak görmeye başlıyor.
Diğer yandan, eşitsizliğe, haksızlığa, ayrımcılığa, şiddete dayanan ve prim verilen bu akıldışı hayat tarzının farkına varabilenlerin uğradıkları yaptırımlar, sıkıntılar ve eziyetler, diğer farkına varabilenlere de örnek oluyor. Bundan dolayı, kendisi gibi başından benzer sorunları geçenlerin yer aldığı dizileri severek izliyor. Çünkü yaşadıklarının, acılarının, çaresizliklerinin, doyumsuzluklarının tek nedeninin kendisi olmadığını hatta benzerlerinin de olduğunu televizyonda, gazetede gördükçe rahatlıyor. Adeta bunlar, günlük hayatın bizden esirgedikleri, vermedikleri karşısında duyduğumuz ezikliği, husumeti bir ölçüde unutturacak, katlanılmasını kolaylaştıracak kaçış alanları[5] oluyor.
Gündelik hayatın itibar edilen, yükselen değerleri sunulurken, bunlara ulaşmada kendi yetersizliği içinde kalanların, bu tür kültürle üretilen yapımların sürekli izleyicileri olmaları, işte bu nedenledir. Çünkü bu yayınlar, var olan güç ve olanaklarıyla bunları elde edemeyeceği gerçeğini yaşayan geniş kesimlerin, acılarını, bunalımlarını bir ölçüde hafifletiyor; bir tür kaçış niteliği taşıyor.
Oskay’ın dediği gibi; “Bir televizyon dizisinde, kendi sorunların benzeri olan sorunları yaşayan başka insanlarında olduğunu gördüğünde ya da yaşadığı acı verici sorunların tek kabahatlisinin, kendisi olmadığını gördüğünde rahatlıyor. Bu rahatlama arayışı, bizim yaşadığımız sorunları yaşar görünen karakterlerin başından geçen olayları anlatan dizileri, programları bizim için ilgi çekici kılıyor. İlgi çekicilikleri, yaşadığımız hayatla etkileşimimize uygun oluşlarındandır. Okuyucusuna ve izleyicisine “ne istiyorsa onu veren” medyanın kuruluşunun takipçisi artmaktadır. Buna “başarılı yayın politikası” denilmektedir”(2005:81).
Sonuçta, kendisi gibi birçoklarını rahatlatan, oyalayan, kaçış olanağı sağlayan yapımları ilgiyle izlemektedir. Sosyal medyada ise muhabbet ederek oluşan ortak deneyim çerçevesinde yalnız olmadığı hissine kapılmaktadır. Memnun olmadığı hayatının pek değişmediğini ve değişmesinin de pek mümkün olmadığını görenler ile memnuniyetini göstermek isteyenler için bu mecra, “fırsatlar” sunmaktadır. Sanal da olsa tatminlerine, beklentilerine karşılık bulan yayınlara, sosyal medya uygulamalarına yoğun ilgisinin altında bu olgu yatmaktadır.
Çünkü birey, gündelik hayatı, sorunları, belirli bir (sistem/kitle) kültürün olağan saydırdığı bir biçimde bakıp algılıyorlarsa, medyanın bunu zorlayacak biçimde bir yayın yapması da mümkün görünmüyor. Çünkü gündelik hayata ilişkin olayları ve sorunları, eleştirel bir yayın politikası anlayışıyla ve alışılmış anlamlandırma kalıpları dışında farklı biçimde sunmaları, açıklamaları ve anlatmaya kalkışmaları, bireye “itici” gelebilmektir.
İşte, okulda, otobüste, hastanede itilip, haksızlığa maruz kalan, eşiyle, şefiyle, patronuyla, ortağıyla, arkadaşıyla sıkıntısı olanların, akşam eve geldiğinde isteyeceği bellidir: Hayatın acılarına, sıkıntılarına pansuman olacak, (geçici) unutturacak farklı, cezbedici dünyaların içine girmek. Yani, filmler, diziler, sosyal medyada muhabbetler, internette sörfler bizleri beklemektedir. (SETA, 2011: Erdoğan, Alemdar, 1999: 172)
Sözü edilen hikâye ediş ve veriş biçimi, çağımız insanının gündelik hayatına ve kültürüne de denk düşmektedir. Zaten çağımız insanı, hayatı bir bütünlük içinde anlamlandırabilecek, görebilecek bir bütüncül hayat olarak da yaşamamaktadır. Yani, kendisinin yaşadığı ile çevresinde yaşananlar arasındaki bağları kuramamakta; birbirleriyle olan neden ve sonuç ilişkilerini görememektedir.
Örneğin;
- Bir ülkenin diğer ülke enerji kaynaklarını fiilen işgali ya da gelişmiş ülkelerin uluslararası şirketlerinin bu kaynakları satın alması ile benzin, elektrik, su faturalarına gittikçe daha yüksek bedeller ödenmesi,
- Çalışanların var olan olanak ve güçleriyle ulaşabilmeleri imkânsız gözükmesine karşın lüks araba ve konutlara bu denli talep gösterilmesi ile sık sık vergi aflarının çıkarılması, kayıt dışılığın üzerine gidilememesi, ihalelerin, teşviklerin belirli kişi, firma ve gruplara verilmesi,
arasındaki ilişkileri kurulabilecek, bilince, bilgiye ve deneyime sahip olamamaktadır.
Zaten gündelik hayatı, iş bulmaya çalışan, bulduğunu kaybetmemeye çabalayan, borçlarını ödeyememe, çocuğunun geleceğini garantiye alamama, sağlığını koruyamama korkusu içinde yaşayanların temel sorunu, var olanı kaybetmemek ve daha aşağılara düşmemektir. Zaten, bu hayatı, böyle yaşamasına neden olan çevresinde ve dünyada gelişen olayların, olguların birbiriyle ve kendisiyle olan bağlarını görebilecek yeterli zamanı, gücü, olanağı ve birikimi de bulunmamaktadır. Hangi koşullar altında olursa olsun, hayatı sürdürmek zorunda olduğunu bilen bu insanların önündeki sorun; yarın ki ekmeği, çocuklarının bir biçimde iş bulabilmesidir. O günü kurtarma, günü en az sarsıntıyla yarına sağ salim çıkabilme derdindedir.
Böylece, gündelik hayatı, birbiriyle ilgisini kuramadığı bölük pörçük, anlık, yüzeysel ve şoklar şeklinde bir hayat olarak yaşayanların, benzerleri ile birlikte yeni bir dünya kurabilmelerinin düşleri dahi elinden alınmış görünüyor. Çünkü “Düşleri, gündüz tamirhanelerde, sokaklarda, amele kuyruklarında, trikotaj atölyelerinde yaşadığı hayatın dar sınırları ile sınırlıdır. Bu, her an her şeyin olabildiği; kızının işten atılabildiği, oğlunun ustasından dayak yiyebildiği, kendisinin iş bulamadığı, karısının evini ve çocuklarını bırakıp bir yerlere kaçabildiği, korkutucu, ürkünç dünyasının ürünüdür. Hızla değişen, neden ve nasıl değiştiğine kendisinin akıl erdiremediği gündüzleri yaşadığı amansız (bu) gerçek hayatın ürünüdür” (Oskay, 2000: 20, 21).
Onların, bu gündelik hayatın hızlı değişimini anlayabilecek, akıl erdirebilecek, uyum sağlayabilecek eğitimleri, meslekleri ve birikimleri de bulunmamaktadır. Yani, onlar, “modernleşme” adı altında yaşanan kapitalist pazar ilişkilerine ayak uyduramadığından dolayı çözülmekte, işini, eşini, ekmeğini kaybetmektedir. Böylece, bu sürecin içinde en yüksek maliyetleri ödeyen ancak nimetlerinden yeterince pay alamayanların ve bunu değiştiremeyenlerin yapabildiği, bir çeşit avunmaya yol açan dizileri, filmleri izlemektir; internette sohbet etmektir, benzerlerini takip etmektir. Bunlara akıl erdirebilecek, ermediğinde ise sorabilecek insanları bulunanların ve bu sarsıntıları birikimleriyle hafif atlatabilecek olanların izleyebildiği ise, biraz daha kaliteli, nitelikli yapımlar olmaktadır.
Kendi dışında alınan bu kararlar ve uygulamalar karşısında hayatı görece yoksullaştırmaktadır. Çıkarına uygun olmamasına karşın yine de bu partilere oy vermektedir. Bir araya gelemediği benzerleri gibi o da yerine getiril(e)meyen parti vaatlerinden usanmıştır; kendi maaşına gelebilecek ufak bir artışın, diğerlerini alt ederek bir üste atlayabilmenin, yardımı sürekli kapabilmenin derdindedir.
Gündelik hayatta “adam yerine konmak” sahip olunanla ölçüldüğünden, bunun için gerekli güç, gelir ve olanağa sahip ol(a)mayanların yapabildiği, kendince yol ve yöntemler aramaktır. Yani, kendisine yüklenilen ve ondan istenilenleri yerine getirmek için sürekli koşuşturma halindedir. Bir baba kimliğiyle eşin, çocukların artan taleplerini karşılamalıdır; işyerindeki patronun, yöneticinin emirlerini yerine getirmelidir; yetmeyen geliriyle artan borçlarını ödemek zorundadır. Bunun için işte yükselebilmenin ya da daha fazla geliri olan yerlere geçmenin yollarını nasıl olursa olsun bulmak durumundadır. Çünkü hayatın mantığı, bu tür insanları “küçük adam”, yönetime gelebilenleri, varlık sahibi olabilenleri ise “büyük adam” olarak gösterdiği için, diğerlerinin arasından sıyrılmak zorundadır. Bunu becerebilmek ve bir üste çıkabilmek için yapılması gereken, diğer küçük adamları kullanmak, becerikli olmaktır. Yapamayanların yaşadığı sıkıntıları gördükçe, yapıp yapmama arasında bir kısır döngü içinde kalmaktadır. Tam burada hayatın mantığı, toplumu tek kişilik mutluluk yarışının olabilecek en iyi yol olduğunun iknasına çalışmaktadır; öyle ki yolu ne olursa olsun bu yöndeki örnekler ödüllendirilmekte, kazananlara prim verilmektedir.
Bu kültüre uy(a)mayanlar ise, konum, statü ve sınıf atlayamamakta, deyim yerindeyse yerinde saymaktadır. Zamanla gösterdiği dirence bağlı olarak sahip olduklarını bir süre sonra kaybetmeye hatta aile, iş, arkadaş vb. çevresi tarafından ayıplanmakta, hoş karşılanmamaktadır. Öyle ki bu süreç içinde yükselememe, işini kaybetme, ayrıksı/marjinal kişi sayılma, iyi işçi, memur, vatandaş sayılmama gibi cezalandırmalarla da karşı karşıya kalabilmektedir. Bütün bunlara karşın bir tutum değişikliği göstermezse, iş, arkadaş ilişkileri azalabilmekte hatta gittikçe çevresi daralabilmektedir.
Sorunsuz İlgilenimler ya da Başımızı Belaya Sokmayan Meşguliyetler
Gündelik hayat, bizlere, işini, eşini, yükselmesini kendi dışında belirlenmiş olan ve temelde çıkara, servete ve konuma bağlı değerlere uymakla elde edebileceğini gösteren kişi ve kişilikleri önüne çıkarmaktadır. Bundan dolayı, buna uyamayan, uymakta zorlanan ve benzer sorunları yaşayanlar, kendi dar çevrelerinin içinde bir araya gelip örgütlenememekte; yaşadığı sorunların nedeninin, bu tür bir hayata ve toplumsal yapıya bağlı olduğunu görememektedir. Bundan ötürü, başına gelenleri, becerisizlik, şanssızlık, felaket olarak görebilmekte; bu yüzden yer aldığı iletişim ortamları(aynı dizi hakkında konuşmak, arkadaşlarıyla sohbet etmek, internette dolaşıma sokulan favori ve popüler hale getirilmiş değerlerin, imgelerin ve ürünlerin paylaşımı vb) onu, benzerleri gibi hareket ettiği ve kenarda tutulmadığı hissine kapılmasına yol açmaktadır.
Bundan dolayı gündelik hayatın esirgediği, vermediği, onların da örgütsüzlüğü, güçsüzlüğü, tek başınalığı vb. nedenlerle elde edemediği dünyaların benzerlerini sanal olsa da bulma arayışındadır. Bir başka deyişle, gündelik hayatın içindeyken farklı boyutlarda kendini gösteren yoksunluğa, yalnızlığa, doyumsuzluğa ve engellemelere karşı, fazla bir zihinsel çaba gerektirmeyen, eğlendirici, oyalayıcı, kaçış sağlayıcı filmlerin, dizilerin, internetin, sosyal medyanın sıkı bir takipçisidir.
Aslında bu ortaklık, fiziki ve mekânsal olarak yan yana gelmeye, sisteme tepki göstermeye, muhalif olmaya ve kendini ifade etmeye yönelik değildir. Daha çok, o anda ve o yerde bir araya gelmekten başka ortaklığı olmayanların, bir biçimde kendini dışa vurdukları, rahatladıkları etkinlikler olarak kalmaktadır. Buradaki benzerlerin ortak paydası, daha çok eğlenmeye, oyun oynamaya, tüketmeye dönük sınırlı bir çerçeve çizmekte ve bu ortak paydaya katkı sürdükçe sanal iletişim sürdürülmektedir. Buradaki iletişimin içeriğini, genellikle günlük hayatın yüzeyde gözüken sorunları, deneyimleri oluştururken, iletişim ortamı olarak bunların birbirine aktarıldığı sınırlı bir iletişim ortamı bulunmaktadır.
Burada ortak ilgi, duygu, değer, çıkar hatta haz ve fantezilerle örülü iletişim ortamına hizmet edildiği sürece, bu birliktelik sürdürülmektedir. Bu durumda bir arada olunan bu sınırlı ve içe dönük sanal cemaat ortamının sivil itaatsizliği, alternatifliliği ve muhalifliliği de sanal kalmaktadır. Böylece daha çok iç dökmelerin, bir çeşit rahatlamanın gerçekleştirildiği bu platform, bu haliyle sisteme alternatif geliştirmekten uzak görünmektedir. Çünkü bu etkinlik, o ortamdan ayrılıp daha sonra herkesin kendi hayatına döndüğünde, sadece orada oluşan ve kalan bir etkinlikten öteye geçememektedir. (Kalaycı: 2017: 73,74, 100,101).
Böylece, gündelik hayatın verdiği gerilim ve tatminsizliklerin doğurabileceği tepkiler ve çıkışlar, izin verilen sınırlar içerisinde gerçekleştirilen bu tür etkinlikler yoluyla, adeta yumuşatılmakta, etkisi azaltılmaktadır. Sistemle çatışmayacak ve başınızı derde sokmayacak bu tür bir sorunsuz meşguliyetler, özellikle sınırlı güç ve olanaklara sahip kesimlerdeki oluşabilecek gerilimleri de hafifletebilmektedir. Futbol maçına gidip içinizi dökmeniz hatta aynı takım taraftarlarıyla yürüyüş yapmanız, kurulu düzen için bir tehdit oluşturmadığı gibi oluşan basıncın zararsız yönde boşalımını da sağlayacağı için hoş görülmektedir. Öyle ki sanal ortamdaki muhalif, sisteme karşıt mesajların dile getirilmesine, bu ortamda kalındığı sürece göz yumulmaktadır.
Sonuçta; yüzeysel, orda kalan ve hatta suya sabuna dokunmayan bu sorunsuz meşguliyetler, bir bakıma karşı çıkışların, hareketlerin oluşmasını engelleyici bir boşalım işlevi görmektedir. Öyle ki yapılan çalışmalar, örneğin, sohbet odaları ve Facebook benzeri sosyal iletişimin önemli ölçüde duygusal alana karşılık geldiğini, çoğunlukla iç dökmeler, yapıp etmelerin sunumu ve fantazyaların paylaşılması çerçevesinde kaldığını gösteriyor. Gündelik hayatında benzer sorunları yaşayanların, yeni iletişim teknolojiler karşısında bulabildikleri çözüm ve alternatifleri de sanal mecrada kalan, muhalefet yönü pek kalmamış daha çok özel sorunları ve ilgileri bağlamında kalıyor. Bu bakımdan, katılımcıların kendilerini benzerlerine ifade ettiği, içini boşalttığı bu apolitik (politik dışı) içerik ve benzer yapı, bu yönde gerçekleştirilebilecek muhalif çabayı da engelliyor.(Kalaycı: 2017: 229, 230)
Yine bu çerçevede, hayata, siyasete, kurumlara dönük “eleştirel” tavır, buna sıcak bakanların oluşturduğu ortak payda sürdürüldüğü sürece kendi dar kapsamı içinde var olabilmektedir. Artık muhalefet olma halleri, sistem ve katılımcılar için daha “sorunsuz ilgilenimler” olarak değerlendirilebilecek bu sanal cemaatlere taşınmaktadır. Ancak buradaki sanal cemaati, bir örgüt olmanın, dayanışmanın fiziki koşullarını yaratmaya dönük bir biraya geliş olarak göremeyiz. Hatta onu alternatif bir toplum oluşturma yolunda muhalif, eleştirel bir tavır geliştirmeye dönük bir birliktelik olarak görmek de mümkün değildir. Çünkü benzerleriyle örgütlenme, sokağa çıkma vb. şeklindeki muhalif ve eleştirel olmanın bilinen ancak sistem için tehlikeli olan yolları artık değişmeye başlamıştır.
Dağdaş, bu alanda yeni medyanın gördüğü önemli bir işleve dikkat çekiyor; yeni medya da geleneksel medya gibi yurttaşların serbest zamanlarını ele geçirme yönünde faaliyetlerde bulunuyor. Böylece, yeni medya, egemen kapitalist ideolojiye kendini yeniden üretebilmesinde ekonomik ve siyasal açıdan iki yönlü bir avantaj sağlıyor. Birincisi, internet, ekonomik açıdan, yurttaşların iş dışındaki zamanlarını da kârlı bir alana dönüştürmeye çalışıyor. Özelikle reklamlar ve yeni hayat tarzlarının sunumu aracılığıyla bu işlevi yerine getiriyor. İkincisi olan siyasal açıdan ise, yeni medya katılımcı demokrasiyi geçici ve uçucu bir şekilde yerine getirirken, diğer yandan da aslında apolitikleşmiş (siyasete ilgisiz veya onlara kayıtsız kalan) bir kitlenin ortaya çıkması yönünde hareket ediyor. Ancak, buna karşın internet üzerinden gerçekleştirilen hak arayışlarının örgütlü bir temele dayanmamasından ötürü katılımcı demokrasinin sürekliliği açısından kimi soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. Bu yüzden, internetin kamusal etkileşim ve örgütlülük çerçevesinde özgürleştirici ve demokrasi kültürünün gelişimine sağladığı katkılarına da mesafeli yaklaşmalıyız. (2007:264).
Gidişata Müdahale Etmedikçe Yani Kıyısında Kaldıkça Sorunlar Çözülmeyecek ve Kurtar Bizi Hali
Kendi tuğlasının olmadığı yapı, kendi değerlerinin yer bul(a)madığı bildiri, kendi hissiyatının ifade olun(a)madığı yürüyüş, bitirilememiştir. (Ahmet Rasim Kalaycı)
Bilindiği gibi, benzer konumda olanların, sorunların çözümü konusunda bir araya gelişleri, çözüm arayışları ve haklarını savunabilecek kurumlar oluşturabilmeleri, belirli bir çabayı ve bilinç düzeyini gerektirir.[6] Ancak söz konusu ortamda, bu “boyun eğme, kabullenme” halinden kurtuluş yolunun, benzer olanlarla bir araya gelip muhalefet oluşturmakla mümkün olabileceğinin bilinci de yeşer(e)memektedir. Yeşerse dahi bunun neredeyse imkânsız olduğu sanısı yaratılmaktadır.
Bunun için öncelikle muhalif kültür, aykırı bir konuma getirilmektedir. Böylece, başka bir gündelik hayatın, toplumsal sistemin mümkün olduğuna inananların, diğer kesimlerle yan yana gelebilmesi engellenmeye çalışılmaktadır. Örneğin, medya, sendikal hareketleri, grevleri, öğrenci yürüyüşlerini, mitinglerini ve katılanları, sisteme tehditmiş gibi göstermektedir. Bunlara karşı girişilen hareketleri, sistemin kendisini koruması olarak sunmaktadır. Zaten mümkün olduğunca bu yöndeki oluşumlara da izin verilmemektedir.
Burada asıl verilmek istenen, “bunların içinde olmayın, yoksa başınıza bunlar gelir. Zaten bunlar, düzen bozucu, aykırı kesimler” mesajıdır. Bir başka deyişle; medya, özellikle altta kalanlara, emekçilere yaşadıkları dünyanın mümkün olan en iyi dünya olduğunu ve bunun değiştirilmesinin çok da olası olmadığını söylemektedir.
Onun içindir ki, düşmanımız, bizim sayemizde güçlü görünmektedir. Onu yenebilmenin yolu; “kral çıplak” olduğunu fark edebilenlerin, yan yana gelebilmesine, örgütlenebilmesine ve gidişata müdahale edebilmesine bağlıdır. Bir başka deyişle; öncelikle geniş kesimlerin, ısrarla yönetimin kenarında tutulmalarından dolayı, siyaseti oyla sınırlı gören ve bu işleri profesyonellere bırakılmasını uygun gören bir siyaset ve yönetim geleneği anlayışını değiştirmeleri gerekiyor.
Kendini demokrasi timsali gösteren ancak bir yanıyla da sömürüyü içeren bu medeniyetin aslında güce, servete, şiddete ve ayrımcılığa dayalı olduğunu görmek zorundayız. Kutsanan bu medeniyetin olunması gereken tek medeniyet yolu olmadığını, başka bir yolun ve dünyanın olabileceğini de göstermek durumundayız. Çünkü toplumumuz bu süreci çok farklı ve kendimize özgü bir biçimde yaşadık ve yaşıyoruz. Her şeyden önce kendi değerlerimizle ve zenginliğimizle insana yaraşır bir medeniyeti inşa etme kaynaklarına sahibiz. Bu medeniyetin insana karşıt hale gelen küresel görünümüne rağmen maalesef ve ısrarla sürdürülmesi, toplumda geriye dönüşsüz yaralar açmaktadır. İşte bu yüzden şiddet durdurulamıyor; çevre kirliliği artarak sürüyor; emek, tecrübe, dürüstlük vb. temel değerler dibe vururken, kendini tavaf eden, kendini sever “insan” tipi yüceltiliyor; servet eskisinden daha çok görünür kılınmaya çalışılıyor; adaletsiz gelir dağılımının sonuçlarını hayatımızda daha çok hissediyoruz. Yani kesimler arası ayrımlar daha belirginleşiyor. Çünkü lüks siteler, rezidanslar, plazalar, otomobiller, beş yıldızlı oteller, yatlar, alışveriş merkezleri, plazalar seyirlik halde hayatımızın içine girmeden artmaya devam ediyor. Aldığı terbiyeyle zenginliğini diğerlerine fazla göstermeden yaşayanların döneminden, şimdilerde kazanımlarını ve yaptıklarını göstermekten haz duyan bir döneme geçiyoruz. (Kalaycı, 2017: 16).
Yaşanan bu süreç, eğer bu geniş kesimler gidişata müdahale etmedikçe, kıyısında kaldıkça yani çıplaklığı sürdükçe kendisini sürekli yenileyecek. Çünkü bu kesimler, neye ve hangi hedefe ulaşmak istediğini, kendisi gibi düşünenlerle birlikte dile getirebileceği kanallar, örgütler oluşturamadıkça; bunlar yoluyla taleplerini, beklentilerini ifade edemedikçe; bu yönde hareket etmedikçe; toplum huzur bulamayacak, yarışacak, adaletsizliğe-haksızlığa uğrayacak, ayrımcılığa maruz kalacaktır. Bu tek başınalık sürdükçe, benzerleriyle yan yana gelinse dahi bu hallere yönelik hoşnutsuzluk maalesef artmaya devam edecektir.
Yarıştıran, eşitsizliği ve güç kullanımını meşrulaştıran, mal-mülk sahipliğine göre itibar kazandıran bu kültür iklimiyle yaşanıldığı içindir ki, insana karşıt birçok sorun (çevre kirliliği, askeri operasyonlar, sömürgecilik, büyük gelişmişlik farkları, gelir adaletsizliği, açlık, vb) çözülememektedir. Çünkü toplumsal sistemde, eşitsizliğe, servete, güce, “egemen-bağımlı” ilişkisine, yabancılaşmaya öncelik verilmekte; sistemin etkinliği, insanın özgürlüğü ve mutluluğuna oranla daha öncelikli görünmektedir. (Oskay,1989: 9)
Öyle ki bunun farkına varabilecek bilince erişebilenlerin, buna erişemeyenlere neden erişemediklerini, bunun için gündelik hayatta hangi yol, yöntem ve mekanizmaların (-ki burada örnekleri verilenlerin) nasıl işletildiğini anlatabilmesi de epey güç olacaktır.
Temelde gündelik hayatın bu işleyiş mantığını işleten, yeniden üreten kendimiz olduğumuzu anladığımızda, birbirimize anlatabildiğimizde, bir araya gelebildiğimizde, önemli bir güç ve muhalefet odağı olacağımız ortadadır. Onların güçlülüğü, işte bizim bunları fark edebilecek bir bilince erişememiş olmamızdır.
Olabilecek tek kalkınma ve gelişmişlik modelinin, gelişmiş(sömürücü) Batı’ya yetişme ve onun gibi “kalkınma” ile olabileceği şeklinde dayatılan tezin gerçekte, ileri sürüldüğü gibi, modernleşmeyi, gelişmişliği, kalkınmayı amaçlamadığını görmek zorundayız. Azgelişmiş, gelişmekte olan, kalkınan ülkeler kavramının ise, uluslararası sermaye ve onunla işbirliği içindeki yerel ortaklarının(“milli” büyük burjuva) dünya sömürüsünü ve talanını kılıflamak için kullanıldığını ortaya koymalıyız. Onun içindir ki, bu dönemde küreselleşme süreciyle yaygınlaşan ve sayıları azaldıkça güçleri artan emperyalist tekeller, devletin “küçültülmesi” ve “demokratikleştirilmesi” siyasetinin en önemli savunucuları olmaktadır.
Bu çerçevede; eşitliği ve özgürlüğü temel almış her ideolojinin ve kuramın, küreselleşmenin bu yeni aldığı boyutları yeniden irdelemesi gerekmektedir. Bir başka deyişle; baskıcı ve sömürüye dayalı bu mekanizmaların son verilmesini hedefleyen ideolojinin, bu mekanizmaların aldığı yeni görünümleri ve dönüşümleri, eleştirel bir boyutta ortaya koyması gerekiyor. Bu mekanizmalar ve aygıtlar çalıştığı sürece, geniş kesimler, böylesine bir gündelik hayatın onlara yüklediği rol ve görevleri yerine getirirken, özellikle siyaseti, hayatını belirleyen önemli bir olgu olarak gören bilinçli, bilgili ve sağduyulu yurttaşlar olmaktan uzaklaşmaktadır. Çünkü bu kesimler siyaseti, daha çok oyla sınırlı gören ve yönetim görevini üstlenmiş profesyonellere bırakmamızı söyleyen bir iletişim düzeni içinde yaşamaktadır. Bu süreçte, mitinglere ve sendikal çalışmalara ilgi duymayan yurttaşlar olarak kalındığı sürece, siyasetin öznesi ve önemli belirleyicilerinden biri olan böylesi bir iletişimin de kendi ellerimizle sürdürücüsü durumundayız. (Kalaycı, 2017: 215, 216; Oskay, 1989: 8, 9).
Artık, modern zamanımızda insanların kendi sorunlarının çözümünün, toplumsal yapıdaki değişimlere bağlı olduğunu anlamalarını kolaylaştıracak içerikte hayata bakan bir iletişim ortamı da ortadan kalkmış görünmektedir. Zaten hayata, toplumun işleyişine, yaşanılan dünyanın içyüzüne ilişkin bilgilenebilecek bir medya da bulunmamaktadır. Ancak bu sadece medyanın kendi başına yaptıklarıyla açıklanabilecek bir olgu da değildir: çünkü yaşanan hayat tarzı, insanları kendi sorunlarını çözümleyebilen insanlar olma isteğinden, olanaklarından uzaklaştırdığı için, “satışı düşünmek zorundaki” medya da yayın politikalarında “uzağı yakın, yakını uzak kılacak” bir tutumu benimsemektedir.
Bunun içindir ki; eşitsizliği, sömürüye yaslanan bu akıldışı sistemin dışında daha insani, katılımcı, eşitlikçi bir dünyanın kurulabilmesine dönük bir eleştirel bilince erişebilmek de neredeyse mümkün görünmemektedir. Çünkü bunun için yeterli güç ve olanaklara sahip olmayan ve bu nedenle de sorunlara, olaylara (kapitalist) kültürün içinde bakan geniş kesimlere, yetersizliklerini, gerilimlerini azaltıcı, rahatlatıcı, eğlendirici yönde kurgulanmış yayınlarla seslenilmesi, önemli bir ideolojik ve kültürel mekanizma olarak devreye sokulmaktadır. Böylece, dünya kapitalizminin değerleri, kültürü yeni iletişim teknolojileri yoluyla küresel bir boyutta ve bunlara sahip ülkelerin merceklerinden bir “iletişim sağanağı” altında adeta günlük hayatta kullanabileceğimiz “eylem haritaları” olarak sunulmaktadır.
Sonuç Yerine: Bize Özgü Bir Gelişme Modeli Mümkün Mü? Ya Da Başka Bir Dünya Mümkün Mü?
Böylesi bir gündelik hayatın içinde kazanılan bu yanlış bilincin ortadan kaldırılmadan, özellikle ekonomik hayatın ve devletin ilerici yönde dönüşümü anlamındaki bir devrim, indirgemeci bir bakışla başarısız olmaya mahkûm görünmektedir. Yani, sadece ekonomik sömürüden kurtuluşun yeterli olmadığını, bunun yanında sosyo-psikolojik düzeyde insani ihtiyaçların çok boyutlu karmaşıklığını ve bu boyutta gerçekleşen baskı biçimlerinin de ele alınması gerektiğini, yaşanan tarihsel deneyimler göstermektedir.
Onun içindir ki, yaşanılan sistemin bireysel bilinç düzeyinde yeniden üretimine katkıda bulunan bu psikolojik-öznel öğeler[7] dönüştürülmeden, yapılan (üst yapıdaki) devrimler başarısızlığa mahkûm olmaktadır. Bu yüzden kurtuluşu, sadece kitlelerin ekonomik sömürüden kurtuluşu olarak tanımlayan bir (Sovyet) devrim anlayışı başarısız olmuştur. Söz konusu anlayış, bireylerin sosyo-psişik (içsel) düzeyde maruz kaldığı baskı biçimlerini (baskıcı cinsel ahlak ve cinsel baskı, ataerkil aile yapısı, otoriter baba figürü, okulun baskıcı örgütlenmesi vb) gözden kaçırmıştır. (Kalaycı, 2017: 59).
Çünkü kapitalist sistem, egemenliğini teknolojinin vardığı gelişkinlik ve ulaştığı etkinlik nedeniyle baskıcı hoşgörü denilen ideolojik düzenlemeler yoluyla gerçekleştirmektedir. Aynı zamanda sistem, bireysel bilinç ve kişilik yapısına inerek, sosyo-psişik (içsel) düzeyde baskı biçimleriyle bunu gerçekleştirmektedir.
Bu nedenle, toplumsal sistemin bireysel bilinç düzeyinde yeniden üretimine katkıda bulunan bu öğeler ve aldığı görünümler, açıklıkla ortaya konulmalıdır. Yani, sisteme uygun kişilik yapısının üretiminde etkin yer alan bu tür öğelerin egemenliklerinin kırılması gerekmektedir. Böylece, sistem kültürünün yeniden üretilmesi işlevi de etkisizleştirilmiş olacaktır. Çünkü sistemin kurum ve kurallarına boyun eğmenin başlangıç yeri, baskıcı toplumsallaşma sürecinin etkin olduğu gündelik hayat alanlarıdır. (aile, okul, iş ortamı vb).
Kapitalist sistemin birey bilincinde meşrulaşmasına yol açan ve onun gündelik hayat alanlarında etkin rol ve işlev yüklenmesine yol açan bu düzenlemeler, aygıtlar, kurumsal yapılar, devrimci pratik ve eleştirel bir bakışla yeniden değerlendirilmelidir. Eşitlikçi-özgürlükçü-insancıl bir sistemi kuracak olan bireysel ve toplumsal kurtuluş hareketi, eşzamanlı, bütünlüklü bir süreç içinde gerçekleştirilmelidir. Yani söz konusu düzenlemelerle kazandırılan bu yanlış bilinç sayesinde geniş toplumsal kesimler, kendi sınıfsal çıkarlarına karşıt bir yapıyı kendi elleriyle iktidara taşımaktadır. Bu alanda ülkemiz ve dünya zengin bir tarihsel birikime sahiptir.
Yine Reich’ın verdiği örnek bu bakımdan oldukça çarpıcıdır. İki dünya savaşı ve büyük kriz gibi sistemin çöküntüye uğradığını açıkça ortaya koyan olaylara karşın, sosyo-psişik (içsel, duygusal) öğeler, geniş kitlelerin kendi çıkarlarına aykırı radikal(faşist) hareketleri iktidara taşımasında önemli rol oynamıştır. Böylece,1930’da neredeyse bütün ülke kapitalist karşıtı olmasına rağmen zaferi faşizmin kazanması, devrimci hareketi de başarısızlığa uğratmıştır. Milyonlarca kitlenin bu insanlık dışı rejime destek vermesinin altındaki bu öğeleri göremezsek, bu akıl tutulmasını da anlayamayız. Macar Şairi ve Devrimcisi Attila Joséf’ın dediği gibi; “İnsanların, hakkında çok az şey bildiğimiz duygusal güçleri, onları kendi insani çıkarlarına ters düşen kamplara katacak kadar kuvvetli olduğu sürece, bu insanların ekonomik yargılardan hareketle kendilerini yeni bir dünyanın inşasına adayacaklarına nasıl inanabiliriz”. (Brown, 1989: 21, 81, 82, 83).
Bu tarihsel örnek ve deneyimler ışığında inandırmak gerçekten zor görünmektedir. Çünkü insanın nasıl bir gündelik hayat içinde yaşadığı, hangi değer, inanış, yargı, tutumlara sahip olduğu, bunları nasıl edindiği, sorunlarına ne tür yol ve yöntemlerle çözüm bulduğu, hangi beklenti, taleplerinin olduğu, bunları nasıl karşıladığı bilinmelidir. Onu ve benzerlerini anlamadıkça, onların değerlerini, hissiyatını, sorunlarını, çözümlerini dikkate almadan yani, onlarla birlikte olmadan, yaşamadan hatta onlardan biri olmadan birlikte yola çıkılması mümkün değildir. Yani, kendi tuğlasının olmadığı yapı, kendi değerlerinin yer bul(a)madığı bildiri, kendi hissiyatının ifade olun(a)madığı yürüyüş, bitirilememiştir. (Kalaycı, 2017: 60).
Bu yapılamadığı sürece alt kesimde yer alanların, neden kendi sınıf ve çıkarlarına seslenmeyen sendikalara üye olabilmesini, bu tür partilere oy verebilmesini de anlayamayız. Yani bunun için bu kesimde yer alanların, öncelikle nasıl bir eğitim, kültür aldığı, nasıl bir ailesi olduğu, nasıl bir işi/mesleği olduğu, nasıl bir işyerinde çalıştığı, gelir-harcama gücünün ne olduğu, yeme-içme, giyinme alışkanlıklarının nasıl olduğu, mal/mülk ve donanım bakımından nasıl bir birikime sahip olduğu, nasıl bir yerleşim yerinde bulunduğu(köy, kasaba, kent, metropol vb.), kentte ise hangi semtte ve nasıl bir evde oturduğu (gecekondu, apartman dairesi, site, villa vb.), görüştüğü iş ve arkadaş çevresinin nasıl bir konumda (benzer, alt, üst) olduğu vb. bir çok sorunun yanıtlanması gerekiyor.
Sistemin yeniden üretildiği gündelik hayatın devrimci nitelikte yeniden kurulmasında, bireyi, aileyi, toplumu ve dünyayı kuşatan bu nesnel-öznel koşulları, dinamikleri bütünlüklü bir bakışla yeniden ortaya koymalı, daha önceki tarihsel deneyimlerin ışığında ortaya çıkacak devrimci ve eleştirel proje, bize özgü boyutları dikkate alacak biçimde yeniden inşa edilmelidir. Bu yapılamadığı sürece insana karşıt değerlere(servet, güç, eşitsizlik, ayrımcılık vb.) dayanan sistemin yarattığı ve insanlığın yıkımına yol açtığı sorunların bir türlü çözüme kavuşması da(silahlanma, şiddet, çevre kirliliği vb.) mümkün olmayacaktır.
Bu yapılmak zorunda, çünkü kapitalizm bizi hiç sevmeyecek maalesef o kapitali seviyor.
DİPNOTLAR
[1] Sömürüye, baskıya, bağımlılığa ve eşitsizliğe dayanan bu sistemin yeniden üretimi, Althusser’in vurguladığı gibi devletin ideolojik aygıtlarıyla(d.i.a) yoluyla gerçekleşiyor. Neredeyse insana karşıt ve akıldışı düzene boyun eğme, bu aygıtların gündelik hayatta aldığı görünümler, biçimler içinde sağlanıyor. İdeolojiyle işleyen ancak bir ölçüde içinde gizlenmiş, hafifletilmiş, sembolik bir baskıyı içeren bu d.i.a’lar, çok sayıda birbirinden ayrı, “görece özerk” biçimde ve çoğunluğu özel alanlarda yer alıyor. Bunlar; eğitim ideolojik aygıtı(okul), iletişim ideolojik aygıtı(medya), kültürel ideolojik aygıtı(yazın, güzel sanatlar, spor), aile ideolojik aygıtı(sistemin değerlerinin oluşum-öğretim yeri), dini ideolojik aygıtı(dinin ve kurumlarının konumu, işlevi). Bu kültürel/ideolojik mekanizmaların en önemlileri; cinsiyetçi ideoloji-ahlak anlayışı ve cinsel ayrımcılık, ataerkil aile, okulun baskıcı örgütlenmesi ve resmi ideolojiye dönük eğitim anlayışı, yönlendirici, yanlış bilinç aşılayıcı bir iletişim düzeni, dinin ideolojik aygıt olarak kullanımı vb. (Althusser, 1998).
[2] Var olan konumdan duyulan hoşnutsuzluğu, rahatsızlığı azaltıcı ya da değiştiremediği gerçeklikten kaçma yönünde özellikle iki mekanizma işler; Birincisi; 1.alt kültür adacıkları oluşturma; rahatlama, boşalma hissi uyandıran popüler kültür ürünleri(arabesk, duygusal melodramlar, magazinel programlar), 2.var olana yönelik oluşabilecek şiddet potansiyelini bir ölçüde boşaltma ve sistem için tehdit oluşturmayacak zararsız ilgilenimler, meşguliyetler: spor (futbol, vücut geliştirme), hafta sonu gezileri, piknik, geziler vb. İkincisi ise, sistemin ona sunduğu ’’fiyat/kalite farklılaştırma’’, ‘’kredi/ taksit olanakları’’ biçimindeki ‘’seçeneklerle’’ bir üst sınıfın tüketim kalıplarına özendirilmesi yoluyla var olan maddi/gelir yetersizliğini aştığı hissinin verilmesi.
[3] Gündelik hayatın genel işleyişi, kitle kültürüne göre biçimlenmektedir. Bu kültürün tam olarak denetleyemediği, kısmen serbest bırakıldığı alanlarda ise popüler kültür işletilmektedir. “Kitle kültürü, farklı sınıf ve tabakalardaki insanların, toplumdaki gündelik eylem ve davranışlarıyla, ekmeklerini kazanabilmek, terfi edebilmek, eş-dost edinebilmek, evlenebilmek, kısacası toplumun içinde yaşayabilmek için öğrenmeleri, uymaları gereken bir kültürdür. Kitle kültürü, bugünkü hayatın içinde kalmaya (bizleri) ikna etmeye çalışan, yani onun neredeyse yaşanabilecek ve bizler için bulunabilecek en iyi hayat olduğu hissini yaratan kültürdür. Özellikle sınırlı olanak ve güce sahip olanlar olmak üzere geniş kesimlere, bunu değiştirmenin gereksizliğini hatta olanaksızlığını veren kültürdür. Bize; ”işini, eşini elde etmenin yolunun, yarışmadan, güçlü olmaktan, servetten geçtiğini söylerken, buna boyun eğdikçe, kabullendikçe, sırtının sıvazlanacağını, aferin alacağını, böylece, yaşamı rahat, mutlu ve belasız biçimde geçirebileceğini söyler. Bizim dışımızda yazılan, tasarlanan, sunulan, üretilen vb. kitapları, filmleri, dizileri, konfeksiyon işi giysileri tükettirirken, aynı zamanda bizlere kimlere hayranlık duyacağımızı, kıskanacağımızı da göstermiş olurlar. (Oskay, Mart: 1982).Bunları gerçekleştirebilecek yeterli gücü ve olanağı olmayan özellikle alt, alt-orta kesimler, duydukları kızgınlığa, husumete, karşıtlığa karşılık bulabileceği bu ürünlere, rağbet etmektedir. Yine Oskay’a göre, bundan dolayı, teselli bulabileceği, avunabileceği popüler kültür alanlarına ve ürünlerine yönelir. Öyle ki, hayal kırıklıklarımızın, tatminsizliklerimizin dile getirebileceği ve kitle kültürünün tam olarak denetleyemediği yer ve zamanlar, en uygun ortamlarını oluşturur. Yani, özellikle iş dışı zamanda, konserde, piknikte, alışverişlerde bu yüzden bir rahatlamaya, boşalmaya izin verilmekte, göz yumulmaktadır.(15 Şubat 1982:10-12). (Mart 1982: 42-45).
[4] Bu çerçeve içinde, çalışan kesimlerde çeşitli yol ve yöntemlerle “yeni ihtiyaçlar” uyandırılmakta; söz konusu kesimler, bu yolla kendilerini üstündekilerle karşılaştırabildiğini sandığı bir yarışın içine girebilmektedir. Ancak bu yapılırken, diğer yandan da bu kesimler, kendi durumunu değiştirebilecek yeterli güç ve olanaklara sahip bulunmamaktadır.
Bu durumda bile sistem bizleri kurtaracak çareyi sunmaktadır; var olan halin getirdiği acıyı, umutsuzluğu ve husumeti yaşayanların teselli bulabileceği mekanizmalar devreye sokuluyor. Bunlardan en çok işe yarayanı ise, bu kesimleri yaşadıklarını “sözde” unutturacak yönde farklı düzeylerde tüketime yönlendirmek. Yani, bir üst sınıfın giydiklerinin, kullandıklarının daha ucuz, kopya benzerlerini alabilmesi ya da ‘’kredi/taksit olanakları’’ kullandırılması yoluyla sanki gelir yetersizliğini aştığının hissinin verebilmesi. Aslında bize denilen şu; gelirine kafanı takma, kampanyalarımla, kredilerimle harca, taksit taksit öde yani gerçekte bana borçlan ve kölem ol.
Hayatın getirdiği sorunları yaşayan ve bu nedenle de sistem için ciddi bir tehdit oluşturabilecek bu geniş kesimin, ona uygun ve layık gördüğü bu konumla iknası ve tatmini kolay ol(a)mamaktadır. Bunu sağlamada, özellikle açık tutulan ekonomik bütünleşme mekanizmaları önemli bir işlev görmektedir. Çünkü kapitalizmin yani bu hayatımızı biçimlendiren sistemin yaşayabilmesi, öncelikle tükettirmesine bağlıdır; çünkü sistemin krizi, öncelikle bir talep yarattırma ve onu tükettirme krizidir. Toplum bu nedenle bir tüketim toplumudur; tüketim ünitesi olarak aile yerine tüketici birey, anne ve çocuk ön plana çıkmıştır.
Bunun için kapitalizm, öncelikle çalışma saatlerini azaltarak geriye kalan boş(serbest) zamanı, bir tür tüketim pazarı haline dönüştürüyor. Bundan dolayı gündelik hayat, tüketime bağlı işliyor. Artık neredeyse her şey pazarlanabilir bir tüketim nesnesi haline geliyor. Gündelik hayatın bu işleyişi, bir yandan, alışveriş merkezlerini, plazaları, hipermarketleri hızla yaygınlaştırıyor. Diğer yandan da bu mekânları, adeta eğlence ile tüketimin iç içe geçtiği tüketim tapınakları haline dönüştürüyor. Öyle ki, toplumdaki sınıf, hiyerarşi, statü, itibar, değer yükselmesi, adeta bireylerin gösterdikleri tüketim performansıyla ölçülüyor. Yani kişinin sınıf, statü ve kimliğinin belirlenmesinde, yapılan bu tüketim etkinlikleri belirleyici oluyor. Bu etkinlikler, bir toplumsal statü, sınıf ve kimlik göstergesi haline geliyor. (Aytaç, 2006: 38-43).
Örneğin, hangi mağazadan hangi markanın kaç liraya alındığı, hangi eğlence yerlerine ve tatil beldelerine gidildiği, binilen son model arabanın kaç lira ettiği haberleri gündemden düşmemekte; bunlar, imrenilen, kıskanılan ve olunması gereken bir dünya ve hayat olarak servis edilmektedir.
[5] Kitle kültürü, özellikle serbest zamanları artan geniş kesimlere küresel hale gelen üretimin tüketilmesi yönündeki yolları açan bir kültür olmuştur. Çünkü kitle kültürü, serbest zamanı düzenlemeye yönelik olarak sermaye tarafından yaratılmış bir kültürdür. Yani,kapitalist sistem için bir tehlike oluşturma ihtimali bulunan çalışan kesimlerin artan serbest zamanları, kitle kültürü tarafından doldurulmaktadır. ”Kitle kültürü bağlamında kitlelerin boş zamanları sömürgeleştirilir. Boş zamanda, üretim sürecinde kazandıklarını tüketen kitleler rahatlama yaşarlar; kendi varoluşlarını kaçış ve haz mantığı ile anlamlandırırlar; böylelikle sınıf çatışması olasılığı devre dışı bırakılmış olur.”. (Çoban,2011).
Çünkü egemen ideolojiye göre, bu zaman süreci, muhalif ve alternatif bir hayatın üretilmesine ve bunların gündelik hayatta uygulama olanağı bulabilmesine yarayabilen bir zamandır. Hatta bu zaman, çalışanların birlikte örgütlenip, sistemi tehdit edebilecek sendika, parti gibi oluşumlara gidebileceği bir zaman olarak da görülmektedir. Bu nedenle, kitleler, iş zamanında olduğu gibi iş dışı zamanda da denetim altında tutulmaya çalışılmaktadır.
Bunun için serbest zamanlarında bu sınıflar, hazcı ve kaçışçı tüketime, eğlenceye yani alışverişe, gezilere, güzellik ve vücut geliştirme salonlarına, televizyon dizilerine v.b yöneltilmektedir. Böylece muhalif hareketlerin kitleselleşmesinin, örgütlenmesinin önü kesilmeye çalışılmaktadır. (Çoban, 2011).
Sonuç olarak, artan serbest zaman olanakları sayesinde çalışan kesimlerin, kendi sınıfsal çıkarlarına yönelik bir örgütlenme ve direniş alanı yaratabilme tehlikeleri bulunmaktadır. Bundan dolayı, bu zamanın sistemin gerekleri doğrultusunda yönlendirilmesi zorunlu olmuştur. Kitle kültürü ve kültür endüstrisi, temelde bu gerekliliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Egemen sınıflar, tam bu noktada artık tüketimi çalışan kesimlere açmaktan korkmamaya başlamıştır. Çünkü tüketimin geniş halk yığınlarına açılması ve kitlesel bir hale gelmesi, gelinen noktada kurulu düzenin devamı için bir zorunluluk haline gelmiştir. Tedirginlik yaratan asıl olgu ise, önceden nasıl dönüşeceği kestirilemeyen serbest zamanın, egemen sınıfın çıkarlarının tersi bir yöne (örneğin, çalışan kesimlerde bir sınıf bilinci oluşturmaya hizmet edecek şekilde) çevrilebileceği olasılığıdır.
İşte tam olarak bu noktada, kitle kültürüne, egemen kesimlerin ve kapitalist piyasa ekonomisinin gereksinimleri doğrultusunda, tüketime teşvik edilmesi yönünde bir işlev kazandırılmıştır. Çünkü bu kültürün temel işlevi, artan serbest zaman olanaklarını kontrol altına almaya ve sistemi ortadan kaldırmaya yönelebilecek bir kültürün üretilmesi olasılığını daha en baştan yok etmeye yöneliktir. Bundan dolayı, kitle kültüründe tüketim olgusu ön plana çıkmaktadır. Bir başka deyişle, çalışan kesimlerin yeni kazanmaya başladıkları serbest zamanları, kitle kültürü aracılığıyla üretilen ve sunulan tüketim toplumu değerleri ve etkinlikleri ile adeta ellerinden alınmaktadır.
Bunlardan en yaygını olan popüler kültür, sınırlı konumun, gelirin, olanakların, gücün karşısında duyulan kırgınlığın ve karşıtlığın yarattığı acıları, doyumsuzlukları hafifletecek olan kültürdür. Bizde sistem (kitle) kültürünün, henüz denetleyemediği gündelik hayat alanlarında (hafta sonları, akşamları, televizyonun belli dizileri vb.) bir “rahatlık ve farklılık” hissi yaratacak olan kültürdür.
Bir diğer kaçış alanı olarak medya ise bizlere istediklerimizi ya da aslında istediğini veren bir sanal dünyanın görsel şölenine çağırıyor. Yine bu hayat karşısında medya, kalbi kırıkların, kenarda kalanların, eli boşların teselli edildiği, geçici rehabilite edildiği bir kaçış adası haline geliyor. Çünkü burada yakışıklı modern prensler, seksi çekici kadınlar, rezidanslar, lüks arabalar bir fatura ödemeksizin bir tıkla önümüze geliyor.
[6] Bu genel çerçeve içinde, yeni toplumsal hareketlerde neredeyse ortak bir payda bulunuyor; Var olanı eleştiriyor ancak ona karşı bir örgütlenme ve hedef belirlemede oldukça muğlak bir görünüm veriyor. Bu hareketler iktidarı ele geçirme amacına sahip değiller. Yapının esnetilmesini yani sistem içi olanaklarla sistemin kendilerine koyduğu sınırların genişletilmesini amaçlarlar. Gezi Parkı’nda özgürlük ve hak taleplerinin öne çıkışı, işte bu yüzdendir. Bu yüzden iktidarın ve koyduğu tüm sınırların kaldırılması gibi bir nihai hedefleri de yoktur. İdeolojik çizgi ve örgütlenmeden yoksun olması, kitlesel olmasını kolaylaştırsa da uzun dönemde başarılı olmasını engellemektedir. Zaten Gezi Parkı’na katılanlarının çoğu örgütlü olmadığı gibi örgütsel bir yapının gerekliliğine inanmıyor. Örgüt yapısı ve liderlik kurumuna oldukça karşı bir duruşları var. (Genar, Konda Araştırması)
Bilindiği gibi, toplumsal dönüşüm için ideolojik bir hatta ve bu dönüşümü hedefleyen kitlesel bir örgütlenmeye gereksinim vardır. Toplumsal hareketlerin başarılı olabilmesi, bu dönüşümü gerçekleştirecek kalıcı bir toplumsal muhalefetin örgütlenmesine bağlıdır. Gerçek muhalif toplumsal hareketin “temel kalkış noktası, sınıf bağlılığı, ilkelere derinden kök salmış bir program, berrak bir ideoloji ve bir “kadro” örgütü ile denizaşırı dayanışma mücadelelerine ve içeride kitle mücadelelerine girişen toplumsal bir hareketin varlığıdır. Diğer yandan, toplumsal hareketler, başka bir dünyanın mümkün olduğunu ancak bunun sağlanmasının da uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirdiğini gösterdi.(Çoban, 2008).
[7] Cinsiyetçi ideoloji- ahlak anlayışı ve cinsel ayrımcılık, ataerkil aile, okulun baskıcı örgütlenmesi ve resmi ideolojiye dönük eğitim anlayışı, yönlendirici-pasifize edici-yanlış bilinç aşılayıcı bir iletişim düzeni, dinin ideolojik aygıt olarak konumu vb.
Kaynakça
Althusser L.(1998). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları.Çev.,Yusuf Alp,Mahmut Özışık. İstanbul: İletişim Yayınları
Aytaç Ö.(2004).“Kapitalizm ve Hegemonya İlişkileri Bağlamında Boş Zaman”. C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi:115-138.
Aytaç, Ö.(2006).“Tüketimcilik ve Metalaşma Kıskacında Boş Zaman”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi: 27-53.
Brown, B.(1989). Marx, Freud ve Günlük Hayatın Eleştirisi, çev.,Yavuz Alogan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Çoban, B.(2008).”Yeni Toplumsal Hareketlerin Eleştirisi”.İstanbul: Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi
Çoban, B.(2011).“Kalpsiz Dünyanın Plastik Kalbi Kültürün Kitsch’leşme Dinamiği Olarak Televizyon”. Dizim Başladı! Kapat, Sonra Anlatırım, Televizyonda Hikâye Anlatıcılığı. İstanbul: h2o Yayıncılık.
Dağdaş, E.(2007).“İnternet, Katılımcı Demokrasi ve Yurttaşlık Hakları XII. “Türkiye’de İnternet” Konferansı 8-10 Kasım 2007,Ankara: 254-266.
Erdoğan, İ. ve Alemdar K.(1999). “Televizyon: Dünyaya Açılan Pencere?”, A.Ü İletişim Fakültesi İletişim Yıllığı, Ankara.169-197.
Kalaycı, A. R.(2017). Sen de Çıplaksın(Gündelik Hayat ve Kapitalizm), Ankara: Ütopya Yayınları
Oskay, Ü.(1982). Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. Ankara: A.Ü SBF Yayını.
——-, Ü.(15 Şubat 1982). “Kitapsız Dünyanın Televizyonu”. İstanbul: Milliyet Sanat. 10-12
——-, Ü.(Mart 1982). “Kitle Kültürü Popüler Kültürü Kuşatırken”. İstanbul: Gösteri. 42-45.
——-, Ü.(1989). “Önsöz”, Marks, Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi. (yaz.) B. Brown, (çev.) Alogan. İstanbul: Ayrıntı.
——-, Ü.(2000). Tek Kişilik Haçlı Seferleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
——-, Ü.(2005). İletişimin ABC’si. İstanbul: Der Yayınları.
Yırtıcı, H.(2009). Çağdaş Kapitalizmin Mekânsal Örgütlenmesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Yaylagül, L.(2008). “Frankfurt Okulu’nda Kültür Endüstrileri ve Kitle Kültürü Yaklaşımı”, Medya, Popüler Kültür ve İdeoloji, (der.) L. Yaylagül-N. Korkmaz, Ankara: Dipnot. 145-159.
Genar Gezi Parkı Profili Haziran 2013.
Konda Gezi Parkı Araştırması, Haziran 2013.
SETA (2011). Toplumun, Kültür Politikaları ve Medyanın Kültürel Süreçlere Etki Algısı Araştırması, Ankara, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı.