“Kendi ulusal parasını ve bu parayla kendi hazinesini yönetemeyen hiçbir toplum iktisat politikası yapamaz” (Ahmet Haşim KÖSE ile Söyleşi)

AYRINTI DERGİ: Türkiye 20 yıla yakınlaşan bir süredir AKP iktidarıyla yönetiliyor. İlk olarak tüm bu süreç hakkında neler söylemek istersiniz? Sizce Türkiye nasıl bir eşikte?

AHMET HAŞİM KÖSE: AKP iktidarı çok partili dönemin en uzun iktidar süreci oldu ve devam ediyor. Bu soruyla karşılaştığımda aklıma hep Eric Hobsbawm’ın “Kısa 20. Yüzyıl” kitabı geliyor. Hobsbawm o çalışmasında 20. yüzyılı 1914 ile başlatır. 19. yüzyılın sonunda başlayan bunalımın dünya krizine dönüştüğü onun Aşırılıklar Çağı olarak adlandırdığı bir sürecin başlangıcıdır bu. 19. yüzyılın tüm kural ve kurumlarının altüst olduğu bir süreçtir insanlığın deneyimlediği. İki büyük savaş ve elbette büyük krizin yaşandığı sistemin bir bütün olarak ancak 1945’de yeniden dengelenebildiği bir çöküş ve varoluş dönemi. Ama elbette bu sürekli bir mutabakat dönemi değildir. Kitabın zaman diliminin sonlandığı onun üçüncü dönem diye adlandırdığı dönemde iktidar savaşları özellikle dünyanın güneyi olarak tanımlayabileceğimiz üçüncü dünyanın ölçeğinde şiddetlenerek sürmektedir. Bu dönem elbette biliyoruz ki neoliberal iktidarların özellikle çevre hakları üzerindeki baskılarının arttığı, iktidarların giderek baskıcı, neo faşist rejimlere dönüştüğü bir süreç olmuştur. 21. yüzyılın geride bıraktığımız ilk yirmi yılını bu perspektiften değerlendirecek olursak şunu söylemek mümkün: Sermayenin geçen yüzyılda emekçi sınıfların kazanımlarına topyekûn saldırıya gerçekleştiği, Giovanni Arrighi’den esinlenirsek eğer süren “Uzun 21.Yüzyılın” ilk perdesi olarak görmemiz mümkün. Elbette ulusal ölçekte her toplum kendine has özellikleriyle yaşanmakta olan barbarlığa ya katkı sağlıyor ya da ya da çok yakın dönemde Şili’de olduğu gibi dur diyebiliyor. Söyleşimizin başında köklerini Salvador Allende’ye ve Unidad Popular’a uzanan bu umut verici gelişmeyi selamlamama müsaade ediniz.

Türkiye’de 20. yüzyılın sonundaki neoliberal tahribatı en derinden yaşayan ülkelerden biri oldu. 12 Eylül faşizmi ve ardından gelen iktidarlar adım adım bu restorasyonun parçaları oldular. Refah Partisi’nden AKP’ye uzanan deyim yerindeyse “revizyonist” Siyasal İslam’ın iktidara taşınması merkez Sağ ve Sol siyaset olarak adlandırabileceğimiz (ANAP, DYP, DSP vb.,) geleneğin 1990’larda çökmesiyle gerçekleşti. AKP’yi iktidara getiren Kasım 2002 seçimlerini hatırlayalım; o dönemde iktidarın ortağı olan (DSP, ANAP, MHP) üç parti ve DYP seçim barajının altında kaldılar ve yeni Meclis bugün iktidar mücadelesi veren AKP ve CHP tarafından oluştu.

12 Eylül darbesinin kuşkusuz en büyük tahribatı Türkiye sosyalist solu üzerine oldu. 1970’li yılların sosyalist, ilerici geleneği ve onun emekçi sınıflarla kurduğu bağ büyük ölçüde yok edildi. Emek hareketleri 1980’li yılların sonunda Bahar Eylemleriyle yükselse de bu dalga büyük ölçüde ücret kazanımlarıyla sınırlı kaldı ve çok uzun sürmedi. 1990’lı yılların başı Türkiye’de sermaye brikimi ve burjuva koalisyonları için bir tür makas değişimidir. Ekonomideki finansallaşma eğilimi ve koalisyon iktidarları tüm sürecin karakteristik özelliğidir. Koalisyon hükümetlerin başlangıcı DYP ve SHP’nin 1991 yılında kurduğu iktidarla başlamıştır; daha sonra bu koalisyon 1996’ya değin CHP ile sürmüştür. Burada önemli olan Türkiye merkez solunun (yani “sosyal demokrat” partilerinin) giderek sağa kaymasıdır. Sosyalist solu olmayan toplumlarda sosyal demokrasi de kural olarak sağa kayıyor. Liberal iktisat programlarına sadakat bu sapmanın en önemli özelliğidir. 1990’lı yıllarda IMF ile imzalanan iki istikrar (stand-by) programında da (5 Nisan 1994 ve 22 Aralık 2000) dönemin sosyal demokrat partilerinin (SHP ve DSP) imzaları vardır. Yine AKP’yi iktidara taşıyan sürecin önemli köşe taşlarından olan 4 Şubat 2002 istikrar programının mimarisi de DSP’ye aittir. Şunu da hatırlamakta yarar var IMF ile olan son anlaşma 11 Mayıs 2005 tarihli olup bugünkü iktidarın imzasını taşımaktadır.

AKP’yi iktidara taşıyan 1990’lı yıların öyküsü elbette burada bitmiyor. Bu öyküye Refah Partisi’ni ve 28 Şubat 1997’yi eklemek gerekiyor. Süreci yetkince analiz eden birçok çalışma yapıldı; ben elbette bunlara girmeyeceğim. Tüm bu gelişmelerin ardından şunu söylemek mümkün: AKP başlangıcı itibariyle bir kriz iktidarıydı; kriz iktidarıydı çünkü 1990’lı yıllarda Türkiye merkez siyaset alanının adım adım çöküşünün ürünüydü. Evet kriz iktidarıydı çünkü 2000’lerde yoğunlaşan iktisadi krizin (Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri) ve sonrasında Kemal Derviş marifetiyle uygulamaya konulan ve iktisadi sonuçları Türkiye için çok sert olan Güçlü Ekonomiye Geçiş programının başta emekçi sınıflar olmak üzere geniş halk kesimleri için yarattığı baskı ve çaresizliğin ürünüydü. Tekrarlamak pahasına söyleyeyim: AKP Türkiye merkez sağ ve solunun tükenişinin ürünüdür ve bu anlamda doğuşu bir kriz anıdır.

AYRINTI DERGİ: Sizce AKP’nin bu uzun iktidar sürecinin kırılma noktaları nelerdir?

AHMET HAŞİM KÖSE: Her iktidar için elbette yirmi yıl uzun bir süredir. Bu sürecin iktisadi ve siyasal anlamda önemli değişim noktaları var. Öncelikle şunu belirtmek lazım tek bir parti gibi görünse de AKP her zaman bir koalisyon oluşumudur. Başlangıcındaki liberal koalisyonu (yetmez ama evetçileri) hatırlayın, ya da Kürtlerle “Çözüm Sürecinde” yaşananları ve tabi Gülen Cemaatiyle kurulan ittifakı. Sonsuz pragmatizm AKP’nin terk etmediği tek siyasal karakteri belki de. Tüm bu ittifakları ve kopuşları bu söyleşide ayrıntıyla ele alamayacağımız açık. Ayrıca bu açıdan değerlendirme yapacak çok daha yetkin insanlar var. Ama AKP’nin iktidar olarak yaşadığı siyasal krize bir milat seçmek durumunda kalırsak 2015 Haziran seçimleri kanımca iyi bir başlangıçtır. Bu seçimler Meclis çoğunluğunu kaybeden AKP için (ve tabii Türkiye için) otoriterleşme eğiliminin de başlangıcı olmuştur. 2015 yılı aslında tek başına karanlık bir yıldır. 20 Haziran Suruç Katliamı, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı ve bir tür istibdat altında yapılan kasım seçimleri, ülkenin doğusunda yaşanan olaylar bugün yaşadığımız süreci “müjdeler” gibidir. Sürecin bugüne uzanan siyasal dekoru ise 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve ardından yürürlüğe giren OHAL rejimiyle şekillendi. Yani kriz iktidarı kendi siyasal krizini yaşayarak olağanüstü bir rejime dönüştü. Bugün geldiğimiz eşikte ise iktidarın siyasal krizi artık bir toplumsal kriz niteliğine bürünmüş nitelikte. Ülke deyim yerindeyse bir bıçak sırtında. Siz çok daha iyi biliyorsunuz; ülke başkanlık sisteminin yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018 sonrası de facto bir “anayasasızlaşma” süreciyle şekillenen kuralsız bir iktidar dönemi yaşıyor. Sürecin Türkiye toplumunu nereye sürükleyeceğini, bugünkü muhalefet bloğunun bu gidişe nasıl yanıt vereceğini göreceğiz. Ama şunu unutmayalım; içinde bulunduğumuz durum bir iktidar krizinin çok ötesinde toplumsal bir krize dönüşmüş durumda. Cumhuriyet toplumunu oluşturan tüm yapılar ve daha da önemlisi normlar aşınmış, çökmüş durumda. Bu nedenle sorun yalnızca AKP’nin iktidardan uzaklaşmasıyla bitmeyecek, AKP dışı muhtemel bir iktidarın özellikleri gelecek dönem için belirleyici olacaktır. Olası bir burjuva restorasyonunun da çok baskıcı olabilme olasılığı güçlüdür. Unutmayalım ki halkların demokratik kazanımları hiçbir zaman kendiliğinden olmamıştır. İşte bu nedenle kendini solda ve özellikle sosyalist solda görenler için asgari müşterekleri güçlendirme ve birlik olma zamanıdır.

AYRINTI DERGİ: AKP’nin bugüne uzanan iktidar sürecinde sürdürdüğü iktisat politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz. Bugün yaşanan iktisadi krizle bu süreç arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz.

AHMET HAŞİM KÖSE: AKP Türkiye tarihinde hem bir kopuş hem de bir süreklilik siyaseti olmuştur. Türk burjuvazisi neoliberal politikaları hayata geçirmek için AKP’den daha ideal bir parti belki de bulamazdı. AKP iktidara geldiği Kasım 2002’den 2008 küresel krizine uzanan süreçte bir önceki iktidardan hazır devraldığı IMF istikrar programını kesintisiz birebir uygulamıştır. IMF programına olan sadakat, o dönemde bizim gibi çevre ekonomilere yönelen uluslararası sermaye hareketlerinin de desteğiyle AKP iktidarına Korkut Boratav hocamızın Lale Devri olarak adlandırdığı süreci yaşatmıştır. Hızlı büyüme, TL’nin değerlenmesi, tüketim artışları bu sürecin omurgasını oluşturmuştur. Bugün “faiz neden enflasyon sonuçtur” diyen Erdoğan o tarihte Merkez Bankası bağımsızlığının savunucusu ve sermaye hareketlerini cezbeden pozitif reel faizin uygulayıcısıydı. 2015’e kadar IMF’in “enflasyon hedeflemesi” politikasının ana ilkeleri korundu. Enflasyon hedeflemesi politikasının temel politika aracı belirli bir enflasyon beklentisine göre belirlenen kısa vadeli faiz oranlarıdır. ‘Bağımsız” merkez bankasının görevi politika faiz oranlarını kullanılarak hedeflenen enflasyondan sapmaları minimize edilmeye çalışmaktır. Sermaye hareketlerinin çevre ekonomilere yöneldiği bir süreçte enflasyon hedefini göreli olarak daha düşük faiz oranlarıyla tutturmak mümkündü. İşler 2013 sonunda FED’in varlık alımlarını azaltması ve çevre ekonomilere yönelen sermaye hareketlerinin daralmaya başlamasıyla zorlaştı. Bu eğilimle birlikte Erdoğan’ın faiz oranlarından şikâyet etmeye başladığı duyulur oldu. Nitekim Türkiye’ye yabancı sermaye girişleri 2015 yılında %29 oranında düşmüş, borç stokunun milli gelire oranı %46’ya ulaşmış ve bu daralmayla birlikte büyüme oranları da baskılanarak 2016’da %3,3’e gerilemiştir. Şimdilerde hayata geçirilmeye çalışılan “faiz sebep, enflasyon sonuç” yorumu ilk kez Mayıs 2014’de gün yüzüne çıktı. Elbette bu serzeniş bugün “teorik” bir yorum gibi parlatılmaya çalışılsa da aslında daha çok faiz yükünün yarattığı sorunlara yönelik zorunlu bir idrakti. Unutmayalım faiz uluslararası spekülatif sermaye için öncelikle göreli bir durumdur. IMF verilerine göre Türkiye o dönemde de %14,9’la dünyada en yüksek mevduat faizi veren dördüncü ülke (Arjantin, Belarus, İran’dan sonra) konumundadır. 2021 yılında da durum aslında değişmemiştir; Türkiye yine Arjantin’in (%33) ardından en yüksek faiz oranına sahip (%13,5) ikinci ülkedir. 2015 sonrası AKP iktidarının da kutsadığı neoliberal merkez bankası bağımsızlığı ve enflasyon hedeflemesi yavaş yavaş aşınmaya başlamıştır. Temel amaç büyümenin ne pahasına olursa olsun sürdürülmesidir. Bu amaçla politika faizleri enflasyonun altında tutularak, başta kamu bankaları olmak üzere bankalar kredi genişlemesine zorlandılar. Yani iktidar daralan siyasal alanın ve ardışık seçim süreçlerinin de zorlamasıyla ana şiarı olan büyümeyi iç kaynakla sürdürmeye çalıştı ve sonuç makro ekonomik dengelerin giderek daha da bozulması oldu ve sonuçta ekonomi Ağustos-Eylül 2018’de döviz krizine sürüklendi.

Biliyorsunuz 2018 siyasal tarihimizde özel bir yıl; 9 Temmuz 2018’de “Türk tipi bakanlık sistemine geçildi. Bu yeni sistem diğer birçok şeyin yanı sıra kamu yönetimi açısından devletin şirketleşmesi ve sermayenin doğrudan kamu yönetimine dahil edilmesi açısından radikal bir dönüşümü temsil etmektedir. Gazete Duvar’da “Şirket Devletin Mali Krizine Doğru” başlıklı bir yazımda Selime Güzelsarı’dan aktararak yeni iktidar örgütlenmesinin temel özelliklerine yönelik şunları paylaşmıştım; müsaadenizle yeniden paylaşayım: “yürütme yetkisinin tümüyle cumhurbaşkanında toplanması, siyasal alanının daralması, devlet aygıtı içinde cumhurbaşkanlığı sisteminin özerkleşerek ve merkezileşerek yasama organı karşısında ön plana çıkması, yargıda merkezileşme ve siyasallaşmanın yoğunlaşması, sermaye sınıfının temsilcilerine ağırlıklı yer verilerek yürütme yetkisine ve gücüne sermayenin doğrudan ortak edilmesi ve devlet-sermaye işbirliğinin devlet aygıtının bütünsel işleyişine içkinleştirilmesi…” Cumhurbaşkanınca atanan bakanların toplumsal kimliğine (“işadamları” topluluğu) bakmak ya da Cumhurbaşkanlığına tanınan şirket kurma yetkisini hatırlamak bu dönüşümün anlamını çözümlememiz açısından yeterlidir. Ancak bu yapı bir şirket örgütlenmesine benzese de yönetim şemasının merkezileşmiş (tek adam) olduğuna ve ana paydaşlarının da şu meşhur beşli (Kalyon, Kolin, Cengiz, ERG, Rönesans vb.,) gibi dar bir sermaye grubuyla sınırlı olduğunu da unutmamak gerekir. Bu gruplar kamu ihalelerinde ayrıcalıklı bir yere sahip olup, iktidarın organik parçaları şeklinde mütemadiyen büyüyorlar. Elbette genel anlamda sermaye hiçbir zaman salt iktisadi bir oluşum değildir; bu onun doğasına aykırıdır. Ancak “yeni” Türkiye’nin bu yeni sermaye grupları birikim ve zenginleşme ilişkisinin nasıl doğrudan siyasallaştığını temsil eden müstesna oluşumlardır.

Türkiye’nin içinde bulunduğumuz “kur-faiz-enflasyon” sarmalına sürüklenmesinde 2018’in özel bir yeri daha var. O da kur krizinin ardında Aralık 2018’de borçlanma yazınında “ilk günah” olarak tanımlanan döviz cinsinden iç borçlanmanın (tahvil satışının) başlaması oldu. Aslında bu ilk değildi; ilk kez 1996’da gerçekleştirilen 2010 yılında terkedilen eski günaha çaresizlikle geri dönüş demek daha uygun olur. TL değersizleştikçe döviz cinsinden borçlanma günahı giderek katlandı ve 2021 yılı sonunda iç borç stokunun yaklaşık dörtte birine ulaştı. Merkezi yönetimin toplam brüt borç stoku (Kasım 2021’de 2 trilyon 708 milyar TL) dikkate alınırsa döviz cinsinden borçların oranı %66’ya yükselmiş durumda.

AYRINTI DERGİ: İç borçlanmanın yabancı para cinsinden yapılması neden önemli?

AHMET HAŞİM KÖSE: Devletlerin meşruluğu ve otonomisi sadece güvenlik sorunuyla sınırlı değildir. Vergi toplama, borçlanma ve harcama yapabilme gücü ile bu gücü kendi ulusal parasıyla gerçekleştirebilmesi o devletin yalnızca iktisadi gücünü tanımlamaz aynı zamanda siyasal otonomisini de tarif eder. Bu nedenle modern devlette hazine ve merkez bankası örgütlenmelerindeki her dönüşüm önemlidir ve devletin siyasal yapısındaki değişimi tarif etmektedir. Bu açıdan borçlanma özel bir öneme sahiptir. Çünkü burada vergi ödemede olduğu gibi fiili zor yoktur; bir anlaşma söz konusudur. Bir devlet kendi ulusal parasıyla vatandaşlarıyla “ödünç kullanma” anlaşması yapamıyorsa en başta para otonomisini yitiriyor demektir. Kapitalist devlette para sermaye (değer ve değişim) işlevinin yanı sıra devletin genel anlamda sermaye üzerindeki gücünü de temsil eder. Bahsettiğim ceberutluk değil elbet. Ulusal parasını kontrol edebilen siyasal iktidarlar ulusal sermayenin brikim süreçlerini ve tabii hazine ve kamu finansmanını da kontrol edebilir. Türkiye’nin parasal sistemi çoktan küresel sermayenin denetimine teslim edilmiştir. Bunu kavrayabilmek için dar ve geniş anlamlı para arzının içindeki dolarizasyonu (yabancı para ağırlığını) görmemiz yeterlidir. M1 olarak tanımlanan (dolaşımdaki para ve vadesiz mevduat toplamı) dar anlamdaki para arzı içinde (ki bu paranın mübadele yani değişim için tanımını vermektedir) yabancı paraların oranı, birazdan konuşacağımız 2021 yılı sonundaki “faiz indirme” operasyonlarına rağmen %68’dir. Bu oran 2020 sonunda %60,7 düzeyindeydi. Yani ülkenin para sistemi piyasadaki gündelik değişim alanında dahi dolarize olmuş ve bu eğilim 2021 yılında daha da güçlenmiştir. Benzer şekilde paranın saklama işlevini de (tasarrufları) içeren M2 para arzı içinde yabancı paraların oranı 2021 yılında %60,4’dür. Vadeli mevduatın %55’i yabancı paradır. Bu yapı ülkenin tümüyle değilse de büyük ölçüde dolarize olduğunu ve bir tür “çift para” sisteminin egemen hale geldiğini göstermektedir. 128 milyar doların yok oluşu gibi kamusal alandan birden yok olan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “dolarla mı maaş alıyorsunuz” sorusu bu açıdan manidardır ve mevcut “çift para” sisteminin sınıfsal içeriğini deşifre eder. Evet emekçiler TL ile sermaye Dolar ile bu ekonomide işlem yapmaktadır. Çift para sistemi aynı zamanda bir bölüşüm sistemidir. Tepeden inme faiz kararı kuru tetikleyip, enflasyonu yükselttikçe TL ile işlem yapan emekçi halkın parasının (TL’nin) alım gücü düşmekte ve geniş halk kesimleri giderek daha da yoksullaşmaktadırlar. Dolarla işlem yapan varsıl kesimler ve tabi sermaye için bu durum biraz daha karmaşık olsa da toplamda göreli bir zenginleşmeyi ifade etmektedir. Elbette sermayenin farklı kesimleri için doların hızla değerlenmesi farklı sonuçlar üretti ve üretiyor. Farklılaşma sermayenin farklı fraksiyonlarına göre değişiyor. İktidara yakın finans sermayesi kur operasyonlarından elbette çok kazançlı çıktılar. Ancak bu operasyonlar çoğu zaman iktisat disiplininin konu alanını aşıyor ve Sherlock Holmes gibi polisiye bir arkeolojiyi gerekli kılıyor. 20 Aralık gecesi ne oldu gibi bir soruya iktisat düşünce geleneğinin vereceği bir yanıt yok. Bu ve benzeri müdahalelerin arkeolojisi ülke bir gün “normalleşirse” daha sonra yapılacaktır. Yine de süreci çok yakından izleyen ve haber veren az sayıda gazeteci ve muhalif parti milletvekillerinin olması güzel bir şey.

Şunu söyleyerek bu sorunuzu yanıtlamış olayım: Kendi ulusal parasını ve bu parayla kendi hazinesini yönetemeyen hiçbir toplum iktisat politikası yapamaz. Sonuçta uzun dönemli bir iktisat politikası aynı zamanda bir tasarruf (kaynak) politikasıdır. Bizimki gibi “çift para” sistemlerinde uzun dönemi hedefleyen bir iktisat politikası inşa etmek mümkün değildir. Çünkü bu iktidarın “dış şok” ya da “dış güçler” olarak tanımladığı kur şokları sisteme içselleşmiştir. Yabancı bir para birimiyle program kurmak doğrudan dışa bağımlı olmaktır. Türkiye böyle bir süreçte ve elbette kendiliğinden gelmedi bu noktaya. Tüm neoliberal iktidarların bu “günahta” payı var. AKP sonrası muhtemel iktidarların da en büyük açmazı bu olacak. Yeniden bir neoliberal program inşa etmek hiç inandırıcı olamayacağı gibi sürdürülmesi de mümkün olamayacak.

AYRINTI DERGİ: Merkez Bankasının zararda olmasına rağmen kar açıklaması da bu dediğiniz şeyin bir parçası, öyle değil mi?

AHMET HAŞİM KÖSE: Elbette, bu olay bile tek başına Türkiye’de iktisadi verilerin nasıl ihtiyatla okunması gerektiğini açıklıyor. Konuyu yanılmıyorsam ilk defa Uğur Gürses gündeme getirdi. İddiaya göre 31 Aralık günü aslında 70 milyar TL dönem zararı olan merkez bankası analitik bilançoda yapılan bir işlemle 60 milyar TL kara geçirilmiş ve hazineye bu yolla 130 milyar TL kaynak aktarılmış durumda. TCMB Analitik bilançosunu iyi bilen ve izleyen kişilerde tespiti doğruluyorlar ve bildiğim kadarıyla iktidar tarafından da açık bir yanlışlıma yok.

İstatistik kavramı (statistic) kökü itibariyle devletin (state) bilgisi anlamına gelir. Nüfus, vergi, fiyat gözlemlerini düzenlenmesi batı toplumlarında merkantilizme uzanıyor. Gözlem olmadan iktisat mesleğini icra etmek mümkün değildir. 19. yüzyılda iktisat politikası (teorik iktisattan farklı bir şekilde) iktisat sanatı olarak tanımlanırdı. Bu sanatı icra eden “devlet adamları”nın da (statesman) kural olarak devletin bilgisini bildiği ve bu bilgiye göre karar aldıkları kabul görürdü. Yaşadığımız dünyada iktisadi karar süreçleri yalnızca “devlet adamları” tarafından alınmadığından şimdilerde kamu bilgisinin paylaşımına “şeffaflık” diyoruz. Biliyorsunuz neoliberalizm küresel sermayenin talebi olarak şeffaflık ve denetlenebilirlik kavramlarını dillere pelesenk etti. Bu iki kavram sermaye için güven anlamına gelmektedir. Max Weber’in iktisadi rasyonalitesinde “çift yanlı muhasebenin” burjuvazi için denetlemek ve denetlenmek için anlamını hatırlayalım. Muhasebenin açık ve güvenilir olması demokratik kapitalist toplumum olmazsa olmazıdır. Yani bir bütün olarak sermayenin mevcut iktisadi ortama güveni iktidarın bilgi sistemiyle doğrudan ilişkilidir. Sermaye ilke olarak güveni bir bakanın (bizde olduğu gibi Nureddin Nebati’nin) gözünün içinde aramaz. Öncelikle kar/zarar hesabını yapabileceği güvenilir bilgiyi ister. Bu elbette emekçiler için de böyledir. Ülkenin istatistik kurumunun (TÜİK) Aralık ayı enflasyon oranını %13,58, 2021 yılı enflasyonunu ise %36,58 olarak açıkladı. Bağımsız araştırmacıların oluşturduğu ENAG’ın (Enflasyon Araştırma Grubu) hesaplamalarına göre Aralık enflasyonu %19,35 ve yıllık enflasyon %82,21. Aradaki farka bakın. Siyasi iktidar tüm hesaplamalarını ve tabi başta ücretler olmak üzere kendi resmi istatistik kurumu TÜİK’in enflasyon oranlarına göre yaptı. Yani açıkça halkı yanılttı. Bugün metal işçilerinin bitmeyen pazarlıklarının merkezinde de bu hesaplar duruyor. Sanırım bu topraklar tamamlanmış bir burjuva aydınlanması yaşamadığımız için istatistiğin de kendileri için önemini kavramıyor.

Enflasyon konusunda ayrıca şunu belirtmek isterim. Fiyat artışları doğası gereği sınıfsaldır; hiçbir fiyat hareketliliği toplumun tüm kesimlerini aynı oranda ve aynı şekilde etkilemez. Sevgili hocamız İzzetin Önder’e düzenlediğimiz armağan kitabında sevgili dostum Serdal Bahçe ile fiyatın toplumsal sınıflar için anlamını uzun uzun yazmıştık; isteyen bu yazıya bakabilir. Serdal çok yakında Sol Gazetesinde yakın aralık ayı enflasyonunun sınıfsal dökümünü yaptı. Emekçi sınıfların sadece gıda mallarından oluşan enflasyon oranı %19,5. İlginç ama Türkiye’de köylü diyebileceğimiz sınıf katmanlarının başına gelenlerin açık bir göstergesi olmalı, bu gurupların sadece Aralık ayındaki gıda enflasyonu %33,8.

Yani böyle güvenilmez veri setleriyle (istatistikle) bu ülkede iktisat sanatı doğrusu yapılamaz. İktisadın babası sayılan Adam Smith ve tabii 20. yüzyılın en önemli burjuva iktisatçısı Keynes iktisadın öncelikle bir ahlak bilimi olduğunu vurgulamışlardı. Buradaki ahlak kavrayışı elbette uzun konu, ama kamuyu doğrudan ilgilendiren temel gözlemlerde “bilinçli yanlışlık” kural olarak ahlaki bir durum değildir. O spikerin bakan Nebatinin gözünde ne gördüğünü merak ediyorum doğrusu…

AYRINTI DERGİ: Hükümet Aralık ayında “Yeni Ekonomik Model” adında bir program açıkladı; bu program nedir ve neyi amaçlanıyor?

AHMET HAŞİM KÖSE: 2021 yılı Aralık ayı Türkiye iktisat tarihinde özel bir yere sahip olacak. İktidar ve Türkiye giderek bir “kısa dönem” sorununun içine sıkışmış durumda; hiçbir şeyin uzun dönemi yok. Yeni olan çok ama yaşam hakkı yok. Damat Berat bakanlığı döneminde en sonu Ekim 2020’de kamuya duyurulan üç adet “yeni” program (Yeni Ekonomi Programı, YEM) açıkladı. Hani hoca edasıyla anlatıp “bak şurası önemi” dediği programlardan. Son programın ana teması “yeni dengeleme, yeni normal ve yeni ekonomi” olarak belirlenmişti. Damat Berat bu programda dolarizasyonun azaltılacağından ve bu amaçla faiz artırımına devam edileceğinden söz ediyordu. Merkez Bankası politika faizlerini izleyecek olursak şunu görüyoruz: Eylül 2018’de %24 olan politika faiz oranları adım adım Mayıs 2020’ye değin %8,25 düzeyine çekildi. Bu düşüşe rağmen ekonomi Ekim-Aralık 2018 ile Ocak-Mart 2019 arasında uzun süreli bir durgunluk (ya da gerileme) yaşadı ve bu süreçte milli gelir Korkut Hocamızın hesaplamasıyla %2,3 geriledi. Eylül 2020 para piyasası kurulu (PPK) faiz oranlarını %10,25’e çıkardı; yükselme Mart 2021’de %19’a değin sürdü. Yani damat bakan 128 milyar dolar gibi “yok” olsa da faiz artışlarına ilişkin politika sürdü. Ama bu elbette ekonomideki dolarizasyona çare olmadı. Bugün model olarak sunulan şey ise aslında bir çaresizlik. Faiz oranlarındaki düzenli düşüş Eylül 2021 PPK kararlarıyla başladı, faizler %18’e düşürüldü ve ardışık PPK kararlarıyla 16 Aralık 2021’de %14’e çekildi. Bu artışları kur ve enflasyonda artışlar izledi. Merkez Bankası dolar satış kurlarını izleyecek olursak eğer, faiz indirimlerini izleyen kur artışlarında şöyle bir seyir görüyoruz: Eylül sonu 8,86 olan dolar kuru, Ekim ve Kasım ayı sonunda önce 9,5’a ve sonra da 12’ye yükseldi. Bu artışları elbette fiyat artışları izledi: TÜİK’in bir önceki aynı aya göre hesapladığı yıllık enflasyonda Eylül sonunda %19,58, Ekim’de %19,89 ve Kasım’da %21,31 olarak gerçekleşti. Kıyamet Aralık ayında koptu. Erdoğan’ın “kur ve faiz anlayışına dayalı ekonomi modelini bırakıyoruz. Üretim, istihdam, ihracat eksenli, ülkeyi yarınlara taşıyacak yeni ekonomi modeline geçiyoruz” açıklaması ve “şahin bakışlı” Nureddin Nebati’nin Hazine ve Maliye Bakana getirilmesiyle ekonomide yeni bir salınıma girdi. Yeni Ekonomik Modeli (YEM) tanımlamadan önce Sherlock Holmes’u göreve çağıran gelişmeleri kısaca hatırlatayım. Ülke YEM’in ne olduğunu tam anlamadan Erdoğan ünlü “faiz teorisine” bu kez “Nasslar” referansıyla kutsal bir sorumluluk kattı. Bunu izleyerek deyim yerindeyse dolar (ve tabii Euro) rekora koştu (overshooting); dolar 20 Aralık’ta piyasada 18,37’yi gördü. Nede olsa piyasa aktörlerinin hepsi Müslüman değil! Hemen ardından Erdoğan’ın “Kur Korumalı Mevduat” uygulamasının başladığını duyurmasıyla bu kez de kurlarda rekor düşüşler gerçekleşti. Basından izliyoruz Merkez Bankası, kamu bankaları ve kimi iddialar göre Moody’s de yer aldığı 10 milyar dolara ulaşan şaibeli müdahaleler gerçekleşti. Bunları ve nasıl uygulandıklarını umuyorum ki uzun dönemde göreceğiz. Sonuçta 2021 yılı dolar kuru yine Merkez Bankası satışlarında 12,24 düzeyinde kapandı; TL bir yıl içinde %44 değer kaybına uğramış oldu. Kur istikrara ulaştı mı? Tabii hayır, bugün kur (10 Ocak 2022) 13,78 düzeyinde.

Neden böyle bir süreç yaşandı? Bu Erdoğan’ın bir tür “inadı mı?” Yaşadığımız günün anlamı gelecek zaman da daha iyi anlaşılıyor. Ama elbette hiç bir şeyde “boşlukta” olmuyor. Tüm bu sürecin elbette “kazananları olduğu gibi kaybedenleri de” var. Kaybedenler “çift para” sisteminde TL ile yaşamını sürdüren emekçiler, geniş anlamda halk sınıfları. Onlar kısa süreli Keynes’in ünlü “para yanılsamasını” yaşasalar da çok geçmeden idrak edeceklerdir ki asıl kaybedenlerdir. Uzatmadan meraklısına yine hocamız Korkut Boratav’ın “Kur Korumalı Mevduat: Bazı Gözlemler” yazısını okumalarını öneririm. Hoca’nın şu tespiti durumu özetliyor: Politika faizi değişmedi, ama bu oran (%14), KKM faizlerinin alt sınırı oldu; mevduat sahiplerine kur farkları “ayrıca ikram” edildi. Ve tabi benim konuşmamın başında anlatmaya çalıştığım kamu finansmanının (hazinenin) dolarizasyonu derinleştirildi. Kısa döneme sıkışmanın zorunlu sonucu ama uzun vadeli etkileri ağır olacaktır. Hazine zaten dolarize olmuş borçlanma yapısına şimdi bir de kur riskini üstlenmiş oldu. Yani maliye ve para politikası artık içi içedir.

Sorunuza dönelim, YEM neyi amaçlıyor ve bu kur şoklarıyla bir bağlantısı var mı? Ülke 2021 yılının son çeyreğinde önce bir Çin modeli ve ardından Türk modeli tartışmasının içine sokuldu. Buna bir model demek iktisat mesleğine haksızlık olur. Bu konuda iyi bir değerlendirme için Ercan Uygur’un “İmkânsız Üçleme ve Biten YEM” yazısına bakılabilinir. Bir tür istikrar programı ama klasik (ortodoks) istikrar programlarından farklı. Şimdilerde iktidarın iktisat alimleri bu yapılanlara (ve tabii KKM uygulamasıyla birlikte) heterodoks program adını veriyorlar. Heterodoks programdan ne anladıklarını açıkçası bilemiyorum, sanıyorum ki kuru bir bantta tutabilmek ve işin maliyetini TL işlem dünyasının insanlarına (yani geniş halk kesimlerine) yüklemektir kastettikleri. Tüm süreç aslında iktidarın yüksek enflasyon altında istikrar arayışı gösteriyor. Klasik istikrar programlarından evet farklı; çünkü klasik program öncelikle bir anti enflasyon programıdır, parasal ücretlerin baskılanmasını, iç talebin daraltılmasını ve ihracat için kaynak yaratılmasını hedefler. Elbette bu programların ülke örnekleriyle çeşitlenen birçok inceliği de vardır. Burada ise yüksek enflasyonun yarattığı bir gelir baskılama önceliklidir. Yani talep baskılanmasının artan fiyatların yarattığı reel gelir kayıplarıyla gerçekleşmesi amaçlanmaktadır. Peki ihracat artışları nasıl gerçekleşecek? Reel efektif döviz kurunun (REDK) gerilemesiyle. REDK kabaca yurt içi fiyatların, döviz kuruyla yurt içi fiyata dönüştürülen yabancı fiyatlar karşısındaki göreli konumunu (oranını) vermektedir. İlişkinin paydasında döviz kuru ve örneğin dolar cinsinden yabancı mal fiyatları yer almaktadır. Yurt dışı enflasyonun yerli enflasyondan yüksek olması ya da kurun sürekli değer yitirimi REDK’nu düşürmekte, bu ise ihracat artışlarını teşvik etmektedir. Tabi bu iktidarın iyimser beklentisidir. İhracatın böylesi bir mekanizmayla düzenli artacağını beklemek iyimserlik ötesi bir çaresizliktir. Öncelikle şunu söyleyeyim. 2019’dan bu yana REDK sürekli azalıyor ama ekonominin küçüldüğü dönemde dahi (2019) ticaret açığının kapanmadığını biliyoruz. Bugün REDK 1994 ve 2001 krizinden daha kötü durumda ama ticaret dengelerini sağlayacak bir gelişme yok. 2003 yılı 100 kabul edilirse REDK gelişmekte olan ülkeler karşısında 2021 sonunda 38,85’e, gelişmiş ülkeler karşısında ise 54,64’e gerilemiştir. İşgücü maliyetlerini dikkate alınarak yapılan REDK’nin benzer şekilde toplamda %57,16’ya, gelişmekte olan ülkeler karşısında ise %40,32’ye gerilediği görülmektedir. İktidarın iktisat alimleri de bilmeli “ihracatınızı artırdıkça fakirleşmenizde artabilir”. Hint asıllı iktisatçı Bhagwati’nin kur kayıpları ve faktör gelir transferleri üzerinden geliştirdiği Fakirleştiren Büyüme (Immiserizing Growth) yaklaşımı bu ilişkiyi anlamamız için bir başlangıç olabilir. Ülke tam da bu konumda. Kendi tüketemediğini dünyaya ihraç etmek dış ticaretle zenginleşen sermaye gruplarını mutlu etse de ülkeyi yoksulluk kıskacının içine sokmuş olur.

AYRINTI DERGİ: Bölüşüm ve yoksullaşma eğilimi için neler söylemek istersiniz?

AHMET HAŞİM KÖSE: DİSK-AR’ın Aralık ayında Kasım 2021 için açıkladığı rapor durumu tüm açıklığıyla sergiliyor. Ülkede açlık sınırı 3.048 TL, yoksulluk sınırı 10.669 TL. Ülke nüfusunun %30’ndan fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu oranların Aralık ayındaki kur ve enflasyon sarmalında daha da arttığı açık. Yine Korkut Hocamızın yaptığı hesaplamalara başvuracağım. Hocamızın yaptığı hesaplamalara milli gelir içindeki ücret payı 2016’daki %45,3’lük düzeyinden Ocak-Eylül 2021’de %39,1’e gerilemiş durumda yani ücret dışı gelirler (kar, rant ve faiz) artıyor. Şöyle bir eğilim ortaya çıkıyor; iktidar bir taraftan ücret paylarını baskılıyor ama aynı zamanda ücretliler grubu içinde de bir yeniden dağıtım mekanizması kuruyor. Yani kısmen yüksek ücretli olan grupları daha da baskılayarak bu kesimler içinde düşük gelir düzeyinde bir tür eşitleme yaratıyor. Biz bu eğilime geçmişte sevgili dostum Ahmet Öncü ile “ücretlilerin aşağıdan eşitlenmesi” demiştik. Bunun en önemli göstergesi elbette asgari ücretin ülkede bir tür norm ücret haline getirilmesinin bir sonucu; ücretlilerin %60’ı bu norma sıkıştırılmış durumda. Yine sevgili dostum Serdal Bahçe’nin Sol Gazetesinde (Mortem II: Gözlerimin İçine Bak) yaptığı çözümleme son derece önemli. Serdal da aynı eğilimi modifiye ederek tekrarlıyor ama liberal iktisatçıların görmediği başka bir şeye daha işaret ediyor. Türkiye’de kar oranları uzun süredir bir sıkışma ve düşme eğilimi içinde. Yani yaşadıklarımız yalnızca temel makro büyüklüklerdeki bozulmadan ibaret değil, Türkiye yapısal bir kriz eğilimin içinde sermaye brikim bunalımına itilmiş durumda. Bulunduğumuz eşik Türkiye kapitalizmin yapısal kriz eğiliminin sürüklendiği bir nokta. Böylesi bir eğilimin varlığında kısa dönemli politikalarla “istikrar” aramak çokta mümkün değil. İktidarın üretken sermayenin k^rlılık krizini rantçı politikalarla aşması sorunu ancak derinleştiriyor.

AYRINTI DERGİ: Bu koşullarda AKP’nin uyguladığı her önlem; müdahaleciliğin kötü sonuçlarına, merkez bankalarının bağımsızlığına, Ortodoks iktisadi formüllerin ne kadar doğru olduğu söylemine götüren bir sonuç doğurdu. Bir sembolik isim anmak gerekirse Mahfi Eğilmez’in söyledikleri neredeyse herkes tarafından kabul görüyor. Özellikle sol, sosyal demokrat kesimler bakımından bir kafa karışıklığı yaşandığını söylemek gerek. Bunu nasıl yorumlarsınız?

AHMET HAŞİM KÖSE: Sol iktisat geleneğinden gelen iktisatçılar (özellikle Marksist gelenekte olanlar) Serdal’ın kar oranları üzerine yaptığı hatırlatmayı elbette görüyorlar. Makro dengesizlikleri anlatırken standart iktisada yakın olanlarla benzer bir dil kullanıyor gibi görünseler de bu geleneğin kapitalizmin doğası gereği bir çelişkiler toplamı olduğunu bildiğini ve tabii yeni ve adil bir dünyayı düşünerek ülkeye ve dünyaya baktıklarını söylemem gerek. Mahfi Eğilmez’i kişi olarak tanımam ama tabi ki işinin ehli biri olduğunu biliyorum. Şunu söylemeliyim liberal geleneğin açmazı bir tür “gerçeklik tuzağıdır.” Liberalizm ve gerçekçiliğin (realizm) teorik olarak nasıl birbirlerini beslediğini bilerek bunu söylüyorum. Onlar dünyayı rafine edilebilecek ama radikal olarak değişmeyecek verili bir durum olarak görür ve bu verili koşullara “akılla” seslenirler. Bu bir tarafıyla bu geleneğe haklılık payı taşır ama şunu da unutmamak lazım “akıllı müdahaleler” kötü gerçekliğin olsa olsa yaşam hakkını uzatır. Aklıma üniversitedeki ve sonra 2000’lerin başında kamu görevi yapan meslek arkadaşlarım geliyor. Onların Türkiye’deki neoliberal politikaların inşasında hiç mi dahilleri yok? Elbette var. Ama teknisyenizm ve pratik akıl yanlışlanmayı da engelliyor, kendilerini haklı görüyorlar. Doğrusu bu zor bir durum ve bugün için de şöyle bir şeyi üretiyor: Daha iyi iktisatçılar (ya da teknisyenlerle) daha yetkin politikalar hayata geçirilmez mi? Bugünle karşılaştırırsanız eğer yanıtımız tabii ki evet olacaktır. Ama sorun biter mi, hayır! Liberallerle sol geleneğin asıl farkı kapitalizmin kendine yönelik çelişkilerinin farklı algılanmasındadır. Sol elbette (dediğim gibi) kapitalizmi onarmak değil aşmak ister; çünkü ancak o koşulda gerçek bir insanlık barışının sağlanacağını düşünür. Sömürüsüz, adil bir toplumdur solun aradığı; bu arayışından da vazgeçmez.

AYRINTI DERGİ: Bu durumda Marksist iktisatçıların sözü nereden başlar?

AHMET HAŞİM KÖSE: Türkiye’de ve dünyada sol uzun bir duraklama sürecinden geçiyor. Bunun elbette birçok nedeni var. Tüm küreyi saran neoliberal politikalar, neo-faşist rejimler ve bunların emekçi sınıflar üzerinde kurduğu baskılar bu nedenlerin bir kısmı. Ama sosyalist solun örgütlenmesini sınırlayan kendine ilişkin başka şeylerde var ve bunlar somut toplumlarda farklılaşıyor. Türkiye sosyalist solu da bir türlü tamamlanamayan örgütsel parçalanmalar yaşıyor. Sosyalist toplumun bir fantazya değil kapitalizme “karşı gerçeklik” olduğunu henüz halkımıza taşıyabilmiş durumda değiliz. Fakat tarihte kendi zeminini hazırlıyor. Dünyanın her yerinde emekçi sınıf katmanları büyüyor; yani kapitalizmin içkin çelişkisi nesnel olarak güçleniyor. Yeni örgütlenme programlarını bulmamız ve yaygınlaştırmamız gerekiyor. Başlangıç asgari müşterekleri çoğaltmaktır. Baskı rejimlerine karşı duruşun ilk koşulu budur. Tarih saf teori değildir; hiçbir ilerici, devrimci mücadele önceden öngörülmüş teorik reçetelerle sürdürülemez. Ana ilkelerden uzaklaşmadan ittifaklar kurmak zorunludur. Dünyada umut verici gelişmeler var. Şili yakın dönemde bunlardan biri oldu. Türkiye’de de özellikle genç kuşağa alan açılmalı ve bu kuşağın kendi örgütsel pratiğini geliştirmeye olanak sağlamalıyız. Tarihi yapacak olan onun için de daha uzun kalacak olan genç kuşaklardır.

Sorunuza dönüp, şunu söyleyerek müsaadenizle bitireyim: Sorunuzun bir kısa dönem ve bir de uzun döneme ilişkin yanıtı olabilir. Sol iktisatçıların kısa dönem için birinci önceliği mutlaka emekçi sınıfların tüm bu iktidar dönemi içindeki kayıplarını telafi edecek, yoksullaşmanın önüne geçecek bir bölüşüm programı olmalıdır. Böylesi bir programın elbette salt ücret haklarıyla sınırlı kalmayıp, genel anlamda kamusal hakların (başta eğitim, sağlık ve barınma) genişletilmesine yönelik öncelikleri olmalıdır. Bu program içerisinde yeniden kamulaştırmadan planlamaya uzanan önlemler bulunmalı ve bunlar tartışılmalıdır. Emekçi halkları baskılayacak hiçbir iktidar önerisinin yanında yer alınmayacağı açıkça vurgulanmalıdır. Yaşanmakta olan krizin maliyeti elbette onlarca yıl bu süreçten haksız kazanç elde eden varsıl sınıflara aittir. Vergi politikalarından kamusal aktarımlara uzanan eşitlikçi bir maliye politikası inşa edilmelidir. Ülkedeki dolarizasyon mutlaka sınırlanmalıdır. Merkez Bankası ve Hazine arasındaki ilişki ulusal parayı güçlendirecek şekilde yeniden tasarlanmalıdır ve bunun için bir geçiş programı hazırlanmalıdır. Kamusal rantlara son verileceği açıkça duyurulmalıdır. Yeniden kapsamlı bir yatırım programı inşa edilmelidir. Tüm bu önceliklerin yanında çevreyi tahrip eden tüm projelerin durdurulacağı açıklanmalıdır. Bu ve benzeri ilkeler solun ve sol iktisatçıların vazgeçmeyecekleri kısa dönemli talepleridir.

Uzun dönemli sorunumuz elbette başka bir dünyanın inşasıdır. Hiç kuşku yok ki Marx bugün yaşadığımız dünya da kendi yaşadığı dünyadan çok daha haklıdır. Yoksullaşmanın, sömürünün ve her türden ayrımcılığın aşırılıklarını yaşıyoruz. Bu bir korku çağı ama umut yok değil. Enternasyonalizmi yükselterek yeni bir dünyanın kurulması da mümkündür. Yani tüm dünyada baskı ve zulme direnerek yaşasın sosyalizm demenin tam zamanıdır. ■