Kobane, Türkiye ve Sokaklar

Uyguladıkları kan dondurucu şiddet yöntemleriyle dikkatleri çeken ve Suriye ve Irak’ta ele geçirdikleri kentlerle bölgenin en etkili silahlı güçlerinden birisi haline gelen IŞİD, Temmuz ayından bu yana tüm gücüyle Kobane’ye saldırıyor. Nüfusunun büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu ve Türkiye ile sınır komşusu olan Kobane’de bulunan YPG güçleri eşine az rastlanır bir direniş örneği göstererek 4 aydan uzun zamandır sınırlı imkanlarıyla kenti savunmaya çalışıyor.

Gelinen noktada tüm dünyanın dikkatini çeken ve IŞİD’e karşı uluslararası bir operasyonun başlamasına neden olan Kobane Direnişi’nin, Türkiye açısından anlam ve önemi çok daha farklı. IŞİD’in insanlık dışı vahşetiyle sınır komşusu olma tehlikesi bir yana, bölgenin demografik yapısı ve daha da ötesinde Kürt siyasal hareketinin devletler aşırı siyasal bilinci nedeniyle Kobane’de yaşananlar, Türkiye’de doğrudan sosyal ve  siyasal sonuçlar doğuruyor.

IŞİD güçlerinin tanklar, toplar ve ağır silahlarla yürüttüğü saldırılar süresince bölgedeki Kürt etkinliğini azaltabilmek hesabıyla Türkiye devletinin IŞİD’e yönelik çeşitli boyutlardaki örtük desteği, Türkiye’deki Kürtlerin Kobane ile daha aktif bir dayanışma çizgisinin geliştirilmesi için sokaklara çıkmasına neden oldu. HDP’nin açık çağrısıyla sokaklara çıkan milyonlarca kişi Kobane yaşananlara sessiz kalınmamasını isterken başta Güneydoğu Anadolu olmak üzere farklı bölgelerde yoğun çatışmalar yaşandı. Bu çatışmaları daha önceki örneklerinden ayıran şey, çatışmanın emniyet güçleriyle sınırlı kalmamış olmasıydı. Bölgede Hüda-Par’lılarla karşılıklı infazlara varan çatışmalar, Türkiye’nin diğer kesimlerinde de milliyetçi-muhafazakar kesimlerle sokak çatışmalarına varacak şekilde yayıldı.

“Çözüm Süreci” boyunca yaratılan çatışmasızlık ortamı nedeniyle uzun süredir yaşanmayan bu görüntülerin bir anda bu denli yaygın biçimde ortaya çıkması beklenmedik bir etki yarattı. Yaşanan bu sürecin Türkiye toplumunda yarattığı farklı etki ve tepkileri anlayabilmek için konu hakkında kısa bir soruşturma yürüttük. BirGün Gazetesi yazarı Doğan TILIÇ ve HDP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Ayhan’a katkıları için teşekkür ederiz.

AYRINTI DERGİ: Kobane’de yaşanan savaş, Türkiye’de çok farklı etkiler yarattı. Toplumun bir kesimi Kobane’ye destek için sokaklara çıkarken daha büyük bir kesim ise umursamaz bir tavır sergiledi. Bu tavrın
en somut ifadesi Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kobane’de yaşanan savaştan bize ne?” sorusu oldu. Sizce Kobane’nin Türkiye halkları açısından önemi nedir, ne olmalıdır?

Doğan TILIÇ
Doğan TILIÇ

Doğan TILIÇ: Kobane’de yaşananların Türkiye’de farklı etki ve tepkiler yaratması bu ülkede on yıllardır yaşanan çatışmanın ve son 10 yılda iyiden iyiye derinleşen kutuplaşmanın bir sonucu.

1984’te PKK’nin silahlı mücadeleye başlaması, sonraki yıllarda bu çatışmanın ilan edilmemiş bir savaş boyutunda gelişmesiyle -sivillerin karşı karşıya geldiği bir iç savaş noktasına taşınmamış olsa da- Kürtler ve Türklerin büyük ölçüde duygusal kopuş da yaşadıkları bir düzeye taşındı. Ne yazık ki, Kürtlerin acısına sevinen Türkler, Türklerin acısına sevinen Kürtler görülür oldu. Türkiye’nin şansı, bu hastalıklı ruh halinin, en üst noktaya taşındığı dönemlerde bile, her iki topluluğun bütününe hâkim olamamış olmasıdır.

AKP öncesine giden ve daha çok etnik temelli bu kopuş ve bölünmeye, AKP döneminde, bazen bunu kesen bazen de örtüşen, bu kez ideolojik denilebilecek bir başka kopuş ve bölünme daha eklendi. “Laiklik” ve “Sünni İslamcı” çizgi etrafında şekillenen bu bölünmenin her iki tarafında, önceki dönemin etnik bölünmesi içinde farklı kutuplarda bulunanlar teorik olarak aynı tarafta bulunabildiler.

Ne yazık ki, bu birliktelik, Gezi eylemleri sırasında birinin elinde Öcalan flaması diğerinin elinde Atatürklü Türk bayrağı olan iki eylemcinin anlık ve sembolik anlamı büyük buluşmalarının ötesine pek taşınamadı. Laik-İslamcı bölünmesi Kürt-Türk bölünmesini anlamsızlaştıran bir yeni bölünme değil, eskisiyle birlikte yaşanan ilave bir bölünme oldu.

Bu tehlikeli kutuplaşmalar içinde, solun; insanlığın ortak değerleri üzerinde yükselen, etnik temelli tavır almayı reddeden özgürlükçü ve eşitlikçi tavrı, güçlendirilmesi gereken bir umut olarak hep var olsa da, yaygın ve etkin bir toplumsal/siyasal güce dönüşemedi/dönüştürülemedi.

İbrahim AYHANİBRAHİM AYHAN: Cumhurbaşkanı makamında oturan birinin “Kobani’de yaşanan savaştan bize ne” söylemi, sürekli Kürt kardeşlerimiz dediği Kürtleri anlamaktan ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Keşke Mısır’daki, Çeçenistan’daki, Filistin’deki halkın hislerine tercüman olduğu kadar Kürtlerle de empati kurabilip anlayabilseydi. İşte o zaman Türkiye halkları kutuplaşmaz, bir kesim sokaklara çıkıp Kobani’ye destek eyleminde bulunmaz, diğer kesim ise umursamaz bir tavır takınmazdı. Türkiye’de yaşayan halkların ortak çıkarları gözetilerek ya tüm toplum katmanları sokağa çıkar ya da çıkmazdı. Ayrıca Cumhurbaşkanlığı makamının yüklediği misyonun henüz daha farkına varmadığı için olsa gerek, son günlerde Kobani üzerinden Kürt halkını yaralayan ifadelerini de talihsiz açıklamalar olarak görmekteyim.

Kobani gerek coğrafi konumu gerekse de demografik yapısıyla Türkiye Kürdastanı’nın bir parçası. Emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda yapılan anlaşmalar doğrultusunda yapay sınırlar oluşturularak, aslında Suruc’un devamı olan Kobani, Suriye topraklarına dahil edilmiştir. Yani Kobani Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan bir toprak parçası idi. Dolayısı ile Türkiye Halkları açısından İstanbul, Samsun, Urfa’nın önemi ne ise Kobani’nin de önemi o olmalıdır. Çünkü Kobani’de yaşayan halk Suruç’ta yaşayan Kürt halkının akrabaları ve Türkiye Kürtleri’nin soydaşlarıdır.

Kobane’de yaşananlara karşı farklı tavırlar ve algılar yukarıda belirtilen bölünmelere yaslanıyordu. Hemen elimizi uzatsak dokunabileceğimiz mesafede BM yetkililerinin bile Srebrenitza Katliamı’yla kıyasladıkları, IŞİD’in gelip geçtiği yerlerde yaptıklarına bakıldığında orada görülenlerden de korkunç bir katliamın ayak sesleri gelirken, “insan olmak” gibi bir ortak paydayı paylaşan herkesin aynı tepkiyi vermesi gerekirdi.

Kürtler, gözlerinin önünde kelimenin gerçek anlamıyla akrabalarının, aynı ailenin sınırın öte yanında kalmış üyelerinin vahşice katledilmesi, kafalarının kesilmesi, kadınların tecavüze uğrayıp köle pazarlarında satılması olasılığı karşısında her insanın göstereceği tepkileri gösterdiler.

Burada, sokaklara dökülüp tepki gösteren “Kürtler”in, iktidar ve dinle ilişki üzerinden yaşanan ikinci bölünme ve kutuplaşma nedeniyle bir bütünlük içinde davranmadıklarını da görmek gerekir. Bir yanda, bizim yakından tanıdığımız Hizbullah çizgisinin takipçisi ve açıkça ifade edilmese de IŞİD sempatizanlığı nedeniyle, Kobane için sokaklara dökülen Kürtlerden farklı yaklaşan Kürtler vardı. Bir yanda da, vicdanını ve aklını büyük ölçüde iktidara bağlamış olmaktan dolayı tepkisini sokaktakilerden, HDP/PKK çizgisinden ayırıp, AKP çizgisinde bir “sessizliği”, tepkisizliği seçen Kürtler oldu.

Türkler tarafında ise, AKP yanlılarının iktidarın izdüşümü Kobane refleksleri ile onunla kanlı bıçaklı “Sözcü Gazetesi” çizgisinin refleksleri aynılaşabildi.

Kobane’de yaşanan ve yaşanma ihtimali gittikçe büyüyen şey, insanlığın görüp göreceği en vahşi katliamlardan biri olabilirdi ve buna karşı insani tepkinin “insanlık” ortak paydasındaki herkes tarafında aynı ölçüde paylaşılması gerekirdi.

O insani çizginin Türkler tarafındaki en güçlü savunucuları solcular, sosyalistler oldu. Öyle ki, onların tepkileri, sokaklara dökülen Kürtlerin tepkileriyle örtüştü, aynılaştı.

Bu tutumun en çarpıcı ve ileri örneği Kobane’de IŞİD’e karşı savaşırken yaşamını yitiren genç sosyolog Suphi Nejat Ağırnaslı oldu. O, isminde somutlaşan ve Türkiye Komünist Partisi kurucu başkanı Mustafa Suphi’den, Denizler’in avukatı Türkiye İşçi Partili dedesi Niyazi Ağırnaslı’ya ve oradan da kendisine uzanan bir sol/sosyalist kimliğin gereği olarak, Kürt olmamasına karşın, Kobane’de olmak zorunda hissetmişti kendini.

Dahası, oradayken, 1915’de İstanbul’da idam edilen Ermeni sosyalist Palamaz’la bu ülkede hep itilip kakılan Alevileri “Palamaz Kızılbaş” biçiminde kendine “kod isim” yaparak, insanlığın katline karşı çıkarken, katledilenin diline, dinine, rengine, milliyetine bakılamayacağını da göstermişti.

Türkiye vatandaşlarının Kobane’ye yaklaşım ve tepkilerini bu şekilde birbirinden ayırmak, toparlamak ve değerlendirmek mümkün.

İktidarın ve Erdoğan’ın tavrı ise, siyasi hesaplara dayanan ve o hesapların tutarsızlığı ölçüsünde tutarsız bir tavırdır.

AKP iktidarı, Davutoğlu’nun ideologluğunu Erdoğan’ın da politik bayraktarlığını yaptığı bir yaklaşımla Müslüman Kardeşler izinde mezhepçi bir çizgiyle yaklaştı Ortadoğu’ya. Mısır’la, Filistin’le, İsrail’le, İran’la ilişkileri belirleyen bu çizgi oldu. Son derece riskli olan bu politika, yanlış ve kısa sürede çöken öngörülerle birlikte yürütülünce, birkaç ayda Şam’da namaz kılmayı hayal eden Erdoğan/Davutoğlu ikilisi ve onların yönlendirdiği AKP iktidarının manevra alanının iyice daraldığı bir Suriye çıktı ortaya.

İslam coğrafyasındaki hemen her kenti bir bir sayan ve oralarda olanları “Türkiye’nin iç işi” gören iktidar, ateş Kobane’yi sarınca, elimizi uzatsak tutacağımız uzaklıktaki bir yer için “Kobane nere, Türkiye nere”, “Kobane ile Türkiye’nin ne ilgisi” var demeye başladı.

Aslında, bu yaklaşımıyla ve Kobane’de yaşananları Türkiye’yi ilgilendirmeyen bir kriz sayarak, iktidar Kobane’de birkaç kuş birden vurmayı hedefliyordu. Bir yandan, baştan beri rahatsız olduğu Rojava’daki Kürt oluşumunun de facto bir devlete dönüşmesi, Suriye’de de Kuzey Irak’taki gibi bir otonom yönetimin ortaya çıkması,-nasıl olsa sonunda Batı’nın askeri gücüyle ezileceğini düşündüğü- IŞİD’in zaferiyle ortadan kaldırılabilirdi; diğer yandan da Irak ve Suriye’de bu çatışmaya katılan PKK de IŞİD tarafından büyük ölçüde hırpalanabilirdi. Üstüne üstlük, Kobane’de gittikçe büyüyen IŞİD tehlikesi üzerinden Batı da kendi önceliği olan Esad’ın devrilmesine razı edilebilirdi.

Ancak, Ortadoğu hiçbir evdeki hesabın hiçbir çarşıya uymadığı bir coğrafyadır. Bu politika, bir yanda ülke içinde tehlikeli bir savaşın kıvılcımı olmaya, bir yanda da Ankara’nın Batılı müttefikleri gözünde gittikçe daha güvenilmez olmasına yol açtı. Batı’da da, BM Güvenlik Konseyi üyeliğinin İspanya’ya kaptırılmasını bu güvenilmezlik algısının dünya genelinde yayılışına bağlayan değerlendirmeler yapıldı.

Sonuçta, Kobane’nin Türkiye’nin bu tavrına karşın ayakla kalma olasılığı da var. Kobane Türkiye’nin desteğini almadan IŞİD’i püskürtürse, Erdoğan/Davutoğlu çizgisi bir başka büyük çizik daha yemiş olacak.

AYRINTI DERGİ: Beklenenin aksine, Gezi sürecinden bu yana yaygın sokak protestoları demokrasinin sınırlarını genişletmek yerine iktidar baskısını daha da artırıyor. Özellikle son yaşanan protestoların ardından polisi ve orduyu güçlendirmeye dönük yasaların siyasal iktidar ve halk açısından anlamı nedir?

DOĞAN TILIÇ: AKP iktidarı, gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyen birinin çaresizliği içinde, attığı her adımda biraz daha batağa saplanıyor. Çırpındıkça batmak, kaçınılmaz olarak paniğe yol açar. O panikle iktidar baskıya sarılıyor. Tıpkı Gezi protestolarını daha fazla baskıyla karşıladığı gibi, Kobane protestolarını ve bundan böyle gelişecek toplumsal muhalefet hareketlerini bastırmak için daha fazla baskıya sarılacak.

Kobane protestolarının hemen ardından Meclis’e getirilen 35 maddelik yasa tasarısı bunun kanıtı. O yasa geçtiğinde, öncesinde Davutoğlu ve Erdoğan tarafından dillendirilen iktidar aklı, yasal kılıfını da bulmuş olacak.

İBRAHİM AYHAN: Norveç’te 26 Temmuz 2011’de Anders Breiviks adlı bir ırkçı 76 kişiyi katletmişti. Norveç, 2.Dünya Savaşından bu yana tarihinin en büyük katliamlarından birine sahne olmuştu. Buna rağmen hiçbir hakimiyet yetkilisi kışkırtıcı beyanlarda bulunmadı. Misliyle karşılık bulacak denmedi. Norveç Başbakanı aynen şu ifadeleri kullandı: “Bu olay bize ders oldu. Demek ki biz idareciler halkımızın kendini rahatça ifade edebileceği bir ortam yaratamamışız ki bu olay cereyan etti.” Yani yaşanan olayın sorumluluğunu siyaseten üstlenerek öz eleştiride bulundu. Keşke bizim politikacılar da Norveç başbakanı kadar metanetli, sağduyulu olsalar ve yaşananlardan ders çıkarma basiretini gösterebilselerdi. Türkiye, mevcut yasalarına göre Demokratik bir ülke, ama uygulamaya baktığımızda, tamamıyla anti demokratik dikta rejimlerini aratmayacak uygulamaları hayata geçirmekte imtina etmemekte. En ufak farklı sesi, farklı yaklaşımı kendisi için tehlike olarak görmekte, askeri ve polisiye tedbirlerle en demokratik bir gösteriyi dahi engellemektedir. Bu yaklaşım halkların haklı taleplerini bastırmaktadır. Bu durum Türkiye’yi gün be gün şiddet sarmalına sokmaktadır.

Bingöl Emniyet Müdürü’nün öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamada Başbakan Davutoğlu, gerekli talimatların verildiğini ve suçluların bir iki saat içinde cezalandırıldıklarını söyledi. Bu, her demokratik ülkede yeri yerinden oynatacak bir ifadeydi ama bizde o ifadeye destek olacak bir yasa önerisine dönüştü.

Bırakın hukuk devletini, kanun devletlerinde bile “cezalandırmak” polisin değil mahkemelerin işidir. İktidarlar cezalandırma talimatı veremez; zanlıların yakalanıp yargı karşısına çıkarılması talimatı verebilirler. Öyle görülüyor ki Türkiye, iktidarın her tökezleyişinde bu çizginin biraz daha uzağına düşüyor ve düşecek.

Ta ki iktidarın kendisi düşene kadar!

AYRINTI DERGİ: Gezi’de yaşanan devlet şiddeti ve medya yalanı, bu şiddete maruz kalanların Kürtlerin uzun yıllara yayılan mücadelesini kavramaya başladıklarına dair işaretler taşıyordu. Kobane protestolarının ardından oluşan yeni bir linç ortamı bunun bir yanılsama olduğuna mı işaret ediyor? Türk ve Kürt haklarının gerçekten “eşit” ve “özgür” biçimde bir arada yaşam iradesi olduğundan söz etmek mümkün mü?

DOĞAN TILIÇ: Bu süreçte iktidarın ömrünü uzatan en büyük destekçisi medya oluyor. Büyük çoğunluğu ve sahiplik yapısıyla iktidar denetiminde olan medya, resmi olanca gücüyle iktidarı kurtaracak renklere boyamaya çalışıyor.

Gezi protestoları medyanın da boyasının dökülmesine ve yaygın bir şekilde sorgulanmasına yol açmıştı. Vatandaşların medya algısında Gezi’den geriye kalan şeyler mutlaka olsa da, Kobane sürecinde medyaya karşı aynı kuşkucu yaklaşımın/tepkinin gösterilmesi söz konusu değil. Neden böyle sorusunun yanıtı büyük ölçüde bu yazının girişinde anlatılan toplumsal bölünme ve kutuplaşmalarla ilgilidir.

İBRAHİM AYHAN: Gezi olayları, gerek ülkeyi yönetenlerle, gerekse de ötekileştirilmiş, yok sayılmış, hakir görülmüş toplum katmanlarına önemli dersler, bir o kadar da önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Gezi olayları özellikle halklar açısından bir dönüm noktası olmuş, adeta bir işaret fişeği vazifesi görmüştür. Gezi olaylarında, AKP hükümetinin yaptığı ve istediği her şeyin yanına kar kalacağı, ne yaparsa yapsın toplumun beğenmese de rıza göstereceği tezi yerle bir oldu. Gezi olaylarında sokağa çıkan kesimler ise Akp’nin politikalarından milyonlarca kişinin rahatsız olduğunu, ortak paydada bir araya gelindiği vakit hükümete geri adım attırabilecek halk gücünün olduğunu pratikte görme şansı elde ettiler. Akp, hükümet olmaktan kaynaklı, basın dâhil olmak üzere, tüm kurum ve kuruluşları kendi siyasal amaçları için kullanmaktadır. Toplum adeta bir kuşatma altına alınmış durumda. Her gün onlarca görsel ve yazılı basın Akp’nin lehine manipülatif yayın yapmaktadır. Buna rağmen Türkiye Halkının büyük bir kesimi aslında Kürt halkını anlamakta, onların haklı taleplerini desteklemektedir. Belki bunu pratikte toplumsal olaylarda çokça açığa çıkaramamaktadırlar, ama bu yaklaşımı da anlamak gerekiyor. Çünkü Türkiye Demokratikleşme, hak ve özgürlükler, demokratik tepkileri idrak etme noktasında henüz istenen yerde değil; emekleme döneminde. Linç girişimlerini Türkiye halklarına mal etmek büyük bir haksızlık olur. Linç girişimine yeltenenlerin paramiliter güçlerden, devletin derin dehlizlerinde devreye konan bir avuç faşist güruhtan ibaret olduğunu düşünüyorum. Kürtler örgütlü bir halktır. Bizler Türkiye’de ortak vatanda Demokratik ulus perspektifi ile diğer halklarla bir arada yaşama umudumuzu koruyoruz. Bu umudun gerçeğe dönüşmesi Gezi Ruhu ile Kobani Ruhunun buluşmasından geçmektedir. Kürtler bu umudunu koruduğu içindir ki Roboski katliamına, devletin Kobani yaklaşımına ve kolaycı politikalarına rağmen, savaş yerine barış, ayrılık yerine birliktelik, düşmanlık yerine kardeşlik perspektifiyle siyasal mücadelesini yürütmektedir.

Medya, Balzac’ın harika bir tanımlamasıyla, “insanlara düşüncelerinin gölgelerini satan dükkanlar” gibidir. Yazının başlangıcında da anlatıldığı gibi, Gezi’yle kıyaslandığında daha parçalı bir bölünmüşlükle karşıyayız ve insanlar bu bölünmüşlük içinde kendi düşüncelerinin gölgelerini satan dükkanlar buluyor; Kobane sürecinde medyayı izlerken Gezi’ye oranla daha az kuşku duyuyorlar.

O nedenle, sokaklardaki linç görüntüleri de Gezi’yi çok aşan noktalara taşındı. Zaten etnik temelli bölünmüşlük, iktidarın polisinin toleransıyla da desteklenince palalar, kılıçlar, baltalar ve pompalı tüfekler sokaklara döküldü.

Kürtlerin ve Türklerin aynı ülkenin eşit ve özgür vatandaşları olarak bir arada yaşayabileceklerine dair inanç ve umutları örseleyen görüntüler bunlar. Ancak, teoride karamsar olunan anlar, eylemde en fazla iyimser olunması gereken anlardır. Sokaklarda palalar, pompalı tüfekler dolaşırken, bu ülkede eşit ve özgür vatandaşlar olarak birlikte yaşama dışındaki her yolun daha önce hiç görmediğimiz boyutta bir felaket olacağını fark edenlerin, en başta da herkesin bir arada eşit ve özgür vatandaşlar olarak yaşadığı bir ülke düşleyen sosyalistlerin, şimdi o düşün peşinden her zamankinden çok daha büyük bir inanç ve güçle yürümeleri gerekiyor.