Kolya’nın Sakalı: Stilyagi ve Demokrasi

Genel olarak iyi bilinir, ama pek az insan rakamlara vakıftır. Savaş yıllarındaki büyük insan kayıpları, Sovyetler Birliği’nde nüfusun bileşimini önemli ölçüde değiştirmişti. 1959’da, 15-24 yaş arasındaki genç nüfusun oranı yüzde 16.7 idi.[1] (Bir karşılaştırma yapmak için: Eurostat rakamlarına göre 2017’de aynı yaş grubunun oranı AB ülkelerinde 10.9, Türkiye’de ise 16.3’tür.)[2] Ancak devasa büyüklükte işgücü kaybına da işaret etmek gerek. 1991’de Gorbaçov döneminde açıklanan rakamlara göre Sovyetler Birliği’nin savaştaki toplam kaybı 27 milyona yakındır. (Bu tarihe kadar 15-20 milyon arasında farklı rakamlar veriliyordu.) Tabloyu daha iyi canlandırabilmek için, 1939 ile 1959 yılları arasındaki nüfusların cinsiyet bileşimini karşılaştırmak da yararlı olabilir. Buna göre, 1959 sınırları esas alınacak olursa, 1939’da bu sınırlar içinde 51.1 milyon erkek, 53.2 milyon kadın yaşıyordu. 1959’da ise bu rakamlar, 28.7 milyon erkeğe karşılık 43.7 milyon kadın şeklindeydi. Yani erkek nüfusu 22.4 milyon, kadın nüfusu ise 9.5 milyon azalmıştı. Bu sırada, savaşın üzerinden 14 yıl geçmişti; demek ki savaştan sonraki ilk yıllarda bu açığın devasa ölçeklerde olduğunu tahmin edebiliriz.

Bu koşullarda gençlik, sadece aktif veya (öğrencilerde olduğu gibi) potansiyel işgücü olarak değil, devletin devamlılığı açısından da büyük önem taşıyordu. Bu nedenle, savaş sonrasında erkeklerin el üzerinde tutulmaya başlamasından başka, eğitimli işgücü anlamına gelecek, dolayısıyla sistemin yeniden üretilmesini sağlayacak üniversite öğrencileri arasında ideolojik çalışmanın daha da yoğunlaştırıldığını ileri sürmek herhalde mümkündür.

“Demir perde,” “soğuk savaş,” vb. klişeler çoğunlukla Sovyetler Birliği hakkında yanlış ve yanıltıcı izlenimler doğmasına neden oluyor. Bu söylemlere ve sosyalist dönem hakkında hâlâ revaçta olan klişelere bakılırsa, Sovyet halklarının dünyayla bir ilişkileri yoktu — veya pek bir ilişkileri yoktu. Oysa gerçek hiç de böyle değildi. Bu halklar, şüphesiz mesela bir Avrupa ülkesine göre çok daha zor ve dolambaçlı yollardan, ama gene de dünyayı yakından takip ediyorlardı. Aslında bu, daha öncesi, 1920’li ve 30’lu yıllar için de böyledir. Dönemin çağdaş Sovyet edebiyatında dünyadan derin izler bulmak mümkündür. İlk aklıma gelen örnekler, bizim kuşağımızı en çok etkilemiş olan eserlerden, Ehrenburg’un ünlü üçlemesi mesela. Aleksandr Tolstoy, Aleksandr Belyaev gibi edebiyatçıların eserlerindeki kapitalist batı imgesi de önemlidir. Kuprin gibi sürgündeki bir yazarın Zamanın Tekerleği’nden, sürgünden Rusya’ya posta yoluyla çeşit çeşit şeyler gönderilebildiğini de öğreniriz. Keza, On İki Sandalye’yi, Usta ile Margarita’yı okumuş olanlar hatırlayacaklardır: özellikle NEP döneminde batıyla ilişkiler aslında epey yoğundu, bu nedenle karaborsacılık ve döviz kaçakçılığı gibi suçlara büyük şehirlerde sıkça rastlanırdı. (Bu kitapların birçoğunu benim çevirdiğimi de belirtmeden geçemeyeceğim.) Ayrıca İlf ve Petrov gibi, Mayakovski ve Eyzenşteyn gibi edebiyatçı ve sanatçıların Amerika seyahatlerini de hatırlatmak gerek.

Uzun sözün kısası, şu: Sovyet halklarının batıyla ilişkileri aslında hiç kesilmedi. Bu, 1920’li ve 30’lu yıllarda kısmen devrimin tazeliğinden ve bir dünya devrimi beklentisinden, kısmen NEP’in yol açtığı devlet kapitalizminden kaynaklanıyordu; ama bunlar vardıysa bile, Rusya’nın, en azından şehirlerinin aslında batılı olduğunu da unutmamak gerek.

1945 sonrası yeniden inşa döneminde batı bir tehdit olarak hemen ortaya çıkmış değildi; ama öyle olması için de fazla zaman geçmedi. Bu tehdit hali, silahsızlanma ve barış çağrılarıyla dengelenmeye çalışıldı, ama bugün bütün bunların pek de başarılı olmadığını biliyoruz. 1950’lerin başından itibaren kapitalizmin altın çağına girildiğini de hatırlayalım; bu dönem, refah devletinin yükselişi ve şehirli kültürünün yeni biçimler almasıyla nitelenir. En yeni biçimler, malum, daha sonra cinsel devrim denen şeye evrilecek olan yeni ilişki biçimleridir ve bunlar en çok, tamamen yeni bir görüngüyle ortaya çıkar: rock’n roll ile.

Genç nüfusta bunun ortaya çıkış yollarını tahmin edebiliriz: 1950’lerin ortasından itibaren Sovyet gençliği, batıdaki gençliğin moda ve alışkanlıklarını belli ölçülerde benimsemeye başlamıştı.

Genellikle yaygın görüş, Stalin’in boğucu bir ideolojik baskı ortamı yarattığı ve Sovyet vatandaşlarının bu nedenle, Stalin sonrası döneminde büyük bir rahatlamayla karşılaştığı şeklindedir. Ne var ki bu, en azından Sovyet gençliğinin durumuna bakıldığında doğru değildi. Hatta tam tersine: gençliğin batıdan esen modalara uygun yeni yaşam biçimine yönelik saldırılar Hruşçov dönemiyle birlikte başladı; dahası bu gençler, Stalin zamanında parti belgelerinde adları bile anılmadığı halde, Hruşçov döneminde tehdit olarak damgalandı ve kimi zaman şiddete varan tedbirlerle takibat uğradılar.

Örneğin, 1954’e kadar hiçbir parti belgesinde, ne de o sıralarda VLKSM’nin (Sovyetler Birliği Leninist Komünist Gençlik Birliği, Komsomol) Moskova örgütünün yayın organı olan Moskovskiy Komsomolets gazetesinde (tirajı 100 binin üzerindeydi), bu batıcı kültürel etki altındaki gençlere (“stilyaga” deniliyordu bunlara; “stil”den gelen bu kelime İngilizceye “hipster” diye çevriliyor) yönelik bir karar veya yönerge yoktur. Stalin döneminde gençlik içinde bu eğilimlere neden hoşgörüyle bakıldığını kesin olarak bilmiyoruz, ancak bu, tahminde bulunmamıza engel değildir herhalde. Birincisi, bunların sayısının önemsiz olmasından kaynaklanıyor olabilir. Gerçekten de stilyaga gençliğinin sayısı 1980’lerin başına kadar sürekli bir artış gösterdi, ama 1950’lerde çok fazla değillerdi. İkincisi, belki genç nüfusun ve insan kaynaklarının yetersizliği, Stalin dönemi parti yönetimini daha hoşgörülü davranmaya itmişti. Üçüncüsü, bu gençler büyük şehirlerdeydiler ve herhalde büyük bölümü de parti üyesi anne babaların çocuklarıydı; yani partinin hoşgörülü tavrı, anne baba hoşgörüsü olarak da görülebilir. Dördüncüsü ve belki en önemlisi de şu: Stalin döneminde ülkenin ideolojik hedeflerine eriştiği düşünülüyordu, yani ideoloji yeterince muhkem sayılıyordu artık, dolayısıyla “çoluk çocuktan” gelecek bu tür şeylerden zarar görmesi mümkün değildi.

Bunların doğruluğu ayrı mesele, ama şu kadarını altını çizerek tekrar edelim: 5 Mart 1953’te Stalin’in ölümünün ardından stilyagaya yönelik sert eleştirilerin giderek bazı alanlarda baskı haline geldiğine de tanık oluruz.

Ohio Üniversitesi’nden akademisyen Tsipurskiy’in bu konuyla ilgili ilginç ve önemli bir çalışması var. Bu uzunca makalenin başlığı da epey uzunca ve ilgi çekici: “‘Komsomol’un, stilyaganın bütün biçimlerine karşı amansız ve kararlı bir savaş açması gerek.’ N. S. Hruşçov Döneminde Sovyetler Birliği’nde ‘Batılılaşmış’ Gençliğe Yönelik Siyaset.” Tsipurskiy, makalesinin bir yerinde şöyle diyor:

“Savaş sonrası stalinizmiyle karşılaştırıldığında, N. S. Hruşçov yönetiminin ilk dönemi, gençlik için boş zamanlarını eğlenceli şekilde örgütleme yollarını geliştirmekte güçlü bir atılım gösterir; bu da şunu ileri sürmeye imkân verir: devlet yönetimi, çabalarını, tüketimin düzenlenmesinin yardımıyla kamunun kendi kendini yönetimini sağlamaya yoğunlaştırmıştı. Komsomol için bu çabalar, gençliği batının (ABD ve Avrupa) popüler kültüründen uzaklaştırma yolları demekti. … Stalin zamanında olsaydı parti yönetiminin, gençliğin boş zamanlarını örgütlemeye böylesine devasa bir önem vermesi pek olacak şey değildi. Stalin zamanında devletin pozisyonu, SSCB’nin ideolojik hedeflerine daha 1930’ların sonlarında eriştiği ve komünizme geçiş için fazladan bir çabaya gerek olmadığı şeklindeydi. Buna karşılık Hruşçov zamanında ihtiyaçların tedariki sistemindeki olumlu atılımlar, devleti yurttaşların gözlerinde meşrulaştırmakla kalmıyor, komünist cennetin yaklaştığına da tanıklık ediyordu.”[3]

Tsipurskiy’in düşüncesi şu: “Hali vakti yerinde olan gençler arasında popülaritesi artan stilyagalar, devletin soğuk savaşa ideolojik, siyasi, ekonomik ve askeri açılardan hazırlanmasında gitgide daha büyük bir tehdit teşkil ediyordu.”[4] Daha doğrusu, devlet öyle olduğunu düşünüyordu, demek istiyor; zira aslında stilyaga henüz öyle çok da popüler değildi.

Yeni kuşaklar, yeni alışkanlıklar, yeni modalar, yeni hayat tarzları, doğal ki geçmişe baktığımızda kimi zaman gülümsemeye, kimi zaman da dehşete kapılmaya sevk eder bizi. Ancak böyle durumlarda unutmamak gerek: o zamanlar başka bir dünya vardı ve o başka dünyada da başka insan tipleri hâkimdi. Bunlar birçok meselede başka türlü düşünüyorlardı ve çoğu zaman da daha muhafazakârdılar. Tıpkı dedelerimizin bizden başka türlü düşünmeleri ve muhafazakâr olmaları gibi.

Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde muhafazakârlıkla karşılaştığımızda da şaşırmamak gerek. Ama şu fark önemli: kapitalist ülkelerde kuşaklar arası muhafazakârlık farkı, çoğu zaman bilinçsiz siyasi bir sürecin sonucudur, oysa Sovyetler Birliği’nde bunlar tamamen bilinçli süreçlerdi, siyasi tercihlerin sonucuydular.

Mesela, VLKSM’nin 1958’deki XIII. Kongre’sinde, örgütün genel sekreteri A. N. Şelepin şöyle diyordu: “Amerikan rock’n roll dansı … aylaklığı geliştiriyor, gereksiz ve istenmeyen duyguları özendiriyor.”

Neden öyle diyordu? Çünkü bu kültürün tehdit teşkil ettiğine dair bir parti kararı vardı. Peki neden parti kararı vardı? İşte bu, hakikaten spekülasyona açık bir konu. Pek çok şey ileri sürülebilir. Mesela, şöyle denebilir: bu kültür hakikaten de tehdit teşkil ediyordu, Sovyet gençliğini yozlaştırıyordu. Kimi veçheleriyle tartışılabilecek bir görüş bu, ama meseleye şöyle bakarsak bütünüyle yanlış olduğunu söyleyebiliriz: neticede bütün dünyada baskın hale gelmiş, bu arada Sovyet gençliğini de gitgide daha çok etkilemiş bir kültürden bahsediyoruz. Bu kültüre karşı savaş açmak, demek ki, anlamsızdı. Belki de doğru yöntem, bu kültürü biçimsel olarak alıp dönüştürmeye çalışmaktı.

İkincisi, şunu ileri sürenler de çıkabilir: soğuk savaş döneminde Sovyet devletinin ideolojik bir konsolidasyona ihtiyacı vardı; bunu da batılı her şeye karşı sert bir ideolojik mücadele açarak yaptılar. Demin dediğim gibi, bu görüşün doğruluğu sadece şurada yatar: evet, devlet öyle görüyordu. Ama yanlışlığı da şurada yatar: bu kültüre karşı açtıkları savaşı kaybettiler.

Üçüncüsü de, maocu esintileriyle birlikte, şöyle denebilir: Hruşçov’un başını çektiği yeni parti kliğinin, Stalin dönemini mahkûm ederken dikkat dağıtacak yeni ideolojik konsolidasyon araçlarına ihtiyacı vardı. Batıya karşı mücadele, dünya çapında anti-emperyalist mücadele olarak tavsatılırken, ülke içinde gençliğe yönelik böyle sert bir girişim, Hruşçov’un ideolojik gücünü tahkim etmesine imkân sağladı. Aslında bunun da doğruluk payı var, ama bunu söylemekle yeni bir şey söylenmiş olmuyor. Yeni bir şey yok diyorum, çünkü neden böyle yaptı da başka bir şey yapmadı sorusunun cevabı yok.

Dördüncüsü, bence, şu üçüncüdeki maocu esintilerle kısmen örtüşse bile, gerçeğe daha yakın bir görüş: eskiyi mahkûm eden bir yeni olarak Hruşçov yönetiminin şüphesiz ki militan bir şeyler yapması gerekti. Soğuk savaş koşulları içinde ve belki hakikaten batının kültürel çığının altında kalma korkusuyla, ona savaş açtılar. Ama bu savaş kişisel değildi, hizip savaşı da değildi; dahası bunu tıpkı Çin’deki kültür devrimine benzer bir biçimde kitlesel bir güce çevirmeyi de başardılar. Stilyagaya karşı her yerde, özellikle de üniversite gençliğinde bir savaş yürüttüler ve görünürde bu savaşı kazanmayı da başardılar. İdeolojik bir savaşın kazanıldığını nereden anlarsınız? O ideolojinin etki alanındaki insanların sayılarının azalmasından. Bu anlamda gerçekten de stilyagalar azalıyordu, öğrenci birlikleri görevlerini Komsomol’un öncülüğünde layığıyla yapıyorlardı. Meseleyi, ayrıcalıkların mahkûm edildiği bir kitle eylemine çeviriyorlardı üstelik, zira (70’li yıllarda bile bizde de olduğu gibi) bluejeans giyen, yabancı rock plakları temin eden, bacaklarında daracık pantolonlarla dolaşan, rengârenk kravatlar takan, sakız çiğneyen gençler, gerçek anlamda ayrıcalıklıydılar, çünkü bütün bunlar, herkesin rahatlıkla ulaşamadığı şeylerdi. Bunlara ulaşanlar genellikle ufak karaborsa işlerine de bulaşıyorlardı; limanlardaki veya havaalanlarındaki Sovyet işçilerinden ya da yabancı işçi ve turistlerden alıyorlardı bunları. Para işliyordu yani, bu da meta ekonomisi demekti, ve meta ekonomisi (doğrudur bu) kapitalizmi her gün yeniden üreten biricik güçtür.[5] Böylece, kapitalizmi üretecek bu ayrıcalıklı kesime karşı mücadele, biçimsel anlamlar kazanmaya başladı: sakız çiğneyen, dar pantolon giyen, çizgili çorap giyen, parlak renkli kıravatlar takan kimselere şüpheyle bakılır oldu.

Sadece şüpheyle bakılsa iyi. Çoğu zaman sembolik, ama kimi zaman açıktan şiddete de maruz kalanlar oldu.

Bu dönemde son derece demokratik bir işleyiş olduğuna, gerçek anlamda bir kitle demokrasisinin işlediğine de dikkat çekmek gerek. Bu, tabandan demokrasi anlamıyla Çin’deki kültür devrimine benziyordu. Daha geriye gitmeden, Stalin döneminin sonlarında da bu anlayışın hayata geçirilmiş olduğuna, bir kez daha CIA raporlarına bakarak dikkat çekelim. Örneğin, 9 Haziran 1952 tarihli rapordan, Gürcistan ve Kazakistan’daki Komsomol örgütlerinin beklentilere cevap vermediğini öğreniyoruz. Parti yönetimi, bu cumhuriyetlerdeki parti ve Komsomol komitelerinin “tabandan eleştiriye” (Çin’deki kitle çizgisini hatırlatacak kadar yaygın kullanılan bir terimdi bu) kulak vermediğinden yakınıyor. Daha ilginç olanı şu: CIA elemanı, bu istihbaratı muhbirlerinden değil, açık kaynaklardan öğreniyor ve bu siyasi kampanyanın kısa bir süre önce Pravda tarafından başlatıldığını vurguluyor[6]. (1948-1958 yılları arasında CIA raporlarında SSCB konulu başka bir çalışmada, aşağı yukarı 1954’e kadar Sovyet Rusya’da üst ve orta parti çevrelerinde hiçbir muhbirleri bulunmadığını da CIA belgelerine dayanarak göstereceğim.)

Destalinizasyon dönemi bu taban demokrasisini siyasi hedefleri itibariyle tersine çevirmekle birlikte devam ettirdi. En azından 1958’den itibaren stilyagi meselesi artık Komsomol’un ana gündemini teşkil ediyordu ve en çok batı etkisine açık olan yerlerde, yani başta Moskova olmak üzere Leningrad, Novgorod gibi büyük şehirlerde yaygın toplantılar düzenliyor ve tartışıyordu. Mesela, Moskova’da, bir devlet işletmesindeki Komsomol hücresi tarafından örgütlenen, Kolya Kalçanov’un sakalıyla ilgili tartışma:

“İşletmedeki komünist hücrenin toplantısı, her ne kadar resmi olarak konusu ‘Bir Komsomolcunun Dış Görünüşü’ şeklinde ifade edilmiş olsa da, aslında Kolya Kalçanov’un sakalı yüzünden yapılıyordu. Toplantı kalabalıktı, çünkü gençler, tartışma konusunun Kolya’nın sakalı olduğunu öğrenmişlerdi. Hücre sekreteri konuşmasında şöyle dedi: bütün komsomolcular sinekkaydı tıraş oldukları halde Kolya böyle yapmıyor, bu da onun ‘stil’e [modaya yani] son derece bağlı olduğunu gösteriyor. Toplantıdakiler tartışmaya başladılar; kimileri, Kolya’nın dostu ve yoldaşı olanlar, sakalın şahsi bir mesele olduğunu, hiç kimse tarafından kontrol altında tutulmaması gerektiğini savunuyorlardı. Diğerleri ise tam tersine, insanın dış görünüşünün, onun iç dünyasının yansıması olduğunu ve kötü örneklerin de bulaşıcı olacağını söylüyorlardı. Toplantıdakilerin çoğu sakala karşı oy kullandı, Kolya da onu kesmeyi kabul etti.”

Bu hikâye bir parodi gibi görülebilir, ama öyle değil, tamamen gerçek. Yukarıda vurguladığım gibi, eğer tartışılan şeyin saçmalığını bir tarafa bırakırsanız, burada bir kitle demokrasisinin bütün unsurları var: tartışma, ikna, oy, uygulama.

Bu saçmalık, demokrasiyi anlamsızlaştırıyor mu? Benim görüşüm, hayır; Çin’de de anlamsızlaştırmıyordu, Rusya’da da. En azından, ilk anda. Sosyalist Rusya, son günlerine kadar, dünyanın en demokratik ülkelerinden biriydi, bütün yerel kararlar yerel organlarda geniş tartışmalarla alınıyordu. Ne var ki bizatihi bu durumun bürokratik işleyişi tahkim ettiği örneklere de sık rastlanır. İlgilenen okura, Moskova’da küçük bir otopark etrafında dönen tartışmaları alaycı ama son derece gerçekçi bir üslupla anlatan Ryazanov’un Garaj’ını izlemesini öğütleyeceğim[7]. Ama bu, kitlelerin her zaman doğruyu söyledikleri anlamına gelmiyor elbette. Neticede, mesele çok açıktı: kısa vadede kazanmış gibi göründükleri bir savaşı kaybettiler. Bu yenilgiyi tarihlemek gerekirse, belki de Beatles’ın şöhretiyle birlikte, demek gerek. Demokratik yollardan hiç vazgeçmeden kaybetmiş olmaları, bu nihai hakikati değiştirmiyor.

 

DİPNOTLAR

[1] Günümüzde gençlik kategorisi genellikle 15-24 yaş arasına sıkıştırılıyor. Sovyetler ise biraz daha farklı yaklaşıyorlardı. Onlara göre, 14-28 yaş arası gençlik sayılıyordu. Komsomol üyeliği de ancak bu aralıkta mümkündü.

[2] Территория и население СССР. Часть I. 1960. Народное хозяйство СССР в 1960 году (Статистический ежегодник).

[3] Ципурский, Глеб. 2013. “Комсомолу приходится объявить беспощадную и решительную войну против всех типов стиляг”. Политика в отношении “вестернизированной” молодежи в Советском Союзе при Н.С. Хрущева. Новейшая история России: 55–83.

[4] USSR, The Student in the USSR. 1958. RDP80T00246A042500700001-2. CIA.

[5] İlk bakışta şaşırtıcı gelebilir (oysa aslında hiç değildir): CIA’in gizliliği kaldırılmış belgelerinden birinde de, pek çok stilyaginin kaçakçılık ve karaborsacılıktan ötürü kendilerini çok geçmeden cezaevlerinde bulduğuna dikkat çekilir. CIA analizcisinin şu ifadeleri önemlidir: “Anarşist bir ruh haliyle dolu, aylaklıkla demoralize olmuş stilyagi ve serseriler, sosyal baskının ve devletin özel hayata devamlı müdahalesinin sebep olduğu moral normlarının çöküşünün son ürünüdürler.”

[6] USSR, Indications of Psychological Vulnerabilities. 1952. RDP78-04864A000300010003-4. CIA.

[7] Рязанов, Эльдар. 1979. Гараж. Комедия. Мосфильм.