Siyaset kavramının genellikle 2 ayrı tanımı olduğu kabul edilir. Bunlardan ilki siyasetin insan türünün birlikte yani bir topluluk halinde yaşama zorunluluğunu konu edinen; bir arada varolmayı mümkün kılan koşulların üretiminden bu varoluşu yönetmeye kadar birçok ortak meselenin nasıl çözüleceğini, birlikte nasıl eyleneceğini konu edinen anlayıştır. Diğeri ise burada dile getirilen hususları, bunların başka bir biçimde ele alınması mümkün değilmişçesine hükmetme kavramına indirgeyen ve siyaseti egemenlik kurma mantığı çerçevesinde ele alan realist tahrifattır.
İkinci yaklaşımın çok uzun bir süredir hâkim konumda olması siyasal ufkumuzu ister istemez daraltıyor. Bu durum genellikle hükmedenin iktidarının gücüyle paralel olarak topluma dayattığı siyasetsizleştirmenin sonucunda mümkün oluyor. Siyasal alanın daralması, siyasete konu edinilen meselelerin belirlenmesi ve de siyaseten söylenecek sözlerin sınırının geriletilmesi siyasetsizleştirme sürecin asli parçaları arasında yer alıyor. Siyaset yalnızca farklı zaman ve mekânlara yayılacak ölçüde; kent devletinin yönetiminde söz sahibi olabilecek rakip soylu aileler içinden sıyrılıp iktidarını sağlamlaştırmanın, müesses Cumhuriyetçi Parti’nin yerleşik unsurları içerisinden sıyrılıp başkanlığa uzanmanın, ortaklık yapılan dini hiziplerin ekarte edilmesinin vb. aracı haline getirilmiş oluyor. Siyasetin kendisi egemenin siyaset-üstüleşmesinin aracına indirgeniyor.
Uzunca bir süredir Yeni-Sağ’dan teknokratikleşmeye, piyasa egemenliğinden otoriterleşmeye kadar bin bir türlü musibetin müsebbibi olan neoliberalizm de bu tür bir siyaset anlayışının ürünü olarak küresel çapta burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğini yeniden tesis etme ve mutlaklaştırma eğilimini ifade ediyor. Bugünümüzü hem küresel hem de ulusal çapta belirleyen ilişkilerin bütününü ifade etmesi, bir bakıma insanlık durumunun bugününün belirleyicisi olması bakımından neoliberalizmi bir başlangıç olarak alacağım. Tarihin ve kapitalizmin damgasını vurduğu modernliğin kendi iç süreklilik ve kopuşları değerlendirildiğinde başlangıç noktası olarak alınabilecek bir yığın gelişme seçilebilir elbet ancak bunlardan hiçbiri geniş anlamda bugünü açıklamak için kapsam ve soyutluk düzeyleri açısından neoliberalizmden daha uygun değil. Eğer içinde bulunduğumuz koşulları, kanıksanmış daimi kriz durumu olarak tanımlayacaksak, ki kanımca böyle tanımlanabilir, bu doğrudan neoliberal sınıf egemenliği ve bunun krize biçtiği kurucu paye ile alakalı. Bu çalışma kapsamında; kriz kavramını merkeze alarak neoliberalizmin sahip olduğu egemenlik mantığını, bunun öznelliğimiz üzerindeki etkilerini ve potansiyel karşı çıkış-dönüşüm imkânlarını tartışacağım.
Bugüne İlişkin İki Başlangıç: Kriz ve Ütopya
Kriz, tam da eski ölürken yeninin doğamamasından kaynaklanır ve bu arada kalan dönemde çeşitli marazi belirtiler ortaya çıkar.
(Antonio Gramsci)
Kendisi de bir krizin, kapitalizmin 1960’ların sonunda içine girdiği organik krizin bir ürünü olan neoliberalizmin alametifarikası daimi kriz halini kendine özgü bir ütopyanın inşa sürecinin kurucu öğesi haline getirmiş olmasıdır. Dolayısıyla bugünün hikayesinin ortaya çıkışının iki başlangıcı olduğu söylenebilir: kriz ve ütopya.
Reinhart Koselleck’in incelemesinden yola çıkarak kriz kavramını karar almanın, acil bir seçim yapmanın gerektiği an olarak tanımlayalım. Kriz durumu belirleyici bir anı işaret eder, işler eskisi gibi gitmemektedir ve nasıl gitmesi gerektiğine ilişkin esaslı bir karar verilmesi gerekmektedir (Koselleck ve Richter, 2006: 359). Bu da kavramın içeriğini genişletir, çünkü kriz denildiğinde hem bir karar anını hem de belirli bir dönemin sonunu ifade etmiş oluruz.
1970’li yıllarla birlikte neoliberalizmin ortaya çıkışı da işte böyle bir ana denk düşmektedir. Bu kapitalizmin eskiden olduğu gibi var olamayacağı, kapitalist toplumsal ilişkilerin devamını arzulayan toplumsal sınıfların işleri farklı bir biçimde yürütmek zorunda kaldıkları bir karar anını imler. Artık ne piyasanın tam istihdam koşullarını sağlaması mümkündür ne de ücretlerin reel olarak önceki dönemdeki seviyelere çıkması, ne devletin sosyal refah formunu sürdürebilmesi söz konusudur ne de toplumsal sınıflar arasında göreli bir mutabakat sağlanması ve ne sosyal demokrasiden medet umulabilir ne de rasyonel bireyin yargı gücüne dayalı mitten. Bunların hiçbiri artık mümkün ya da arzulanabilir değildir çünkü hiçbiri sermayenin kârlılığını garanti edemediği gibi bunun önünde birer engel konumuna gelmiştir.
Kapitalizmin tam da böylesi bir anda bir tür yaşam atılımı (élan vital) gerçekleştirerek hayatta kalmayı başardığını söyleyebiliriz. Ama bu atılımın içeriğini oluşturan şeyin ne olduğu ve yine bu atılımın ne pahasına gerçekleştiğini tanımlamak gerekir. Sanırım son soruyu yanıtlamak daha kolay. Kapitalizmin neoliberal formu, siyasal olanı yani insanın topluluk olarak var olma zorunluluğunu düzenleyişini tahrip etmiş, toplumsal olanın çözülüşünü beraberinde getirmiştir (Brown, 2018). Kapitalizm açısından bir anlamda özüne dönme atılımı sayılabilecek olan neoliberalizm bir yandan da bu üretim tarzının insanlara vaat ettiği şeyleri yerine getirme kapasitesine artık hiçbir şekilde sahip olmadığının göstergesi sayılabilir. Kendi çıkarlarının peşinden koşarken toplum için de iyi olanı hayata geçiren, demokratik bir yönetim biçiminin toplumsal temeli durumundaki rasyonel birey kurgusu, bir anlamda burjuvazinin kendisini yüceltmek için uydurmuş olduğu rasyonel-ahlaklı-demokratik birey miti teoride ve pratikte geçerliliğini yitirmiştir. Krizin açığa çıkardığı zorunluluklar neoliberalizmin doğuşunu mümkün kılar. Neoliberalizm kriz içindeki kapitalizmin aynı anda hem kendi özüne dönme hem de kendisini yadsıma yönündeki hamlesinin sonucudur. Aynı anda hem sosyal refah devletinin sırtına bindirdiği yüklerden kurtulma hem de kârlılık oranını artırma ve siyasal güç ile rıza biriktirme konularındaki kifayetsizliği örtbas etme girişimidir.
Kapitalizmin özünde taşıdığı sömürü potansiyeli ile 70’li yıllara gelindiğinde içinde bulunduğu somut kapasite yitimi arasındaki yırtığı aşma yönünde aldığı karar, diğer bir deyişle gerçekleştirmiş olduğu yaşam atılımı ütopik bir niteliğe sahiptir. Bir ütopya inşa etmek, kapitalist ütopyayı kurmak kriz durumunun ifade ettiği belirleyici anda alınan kararın içeriğini oluşturmuştur. Burada ütopya terimini kapitalizmin neoliberal formunun içerdiği çelişkiyi vurgulamak amacıyla kullanıyorum. Bunu yaparken de kelimenin kökeninde yer alan yok-yer (u-topos) anlamından hareket ediyorum. Amacım ütopyaların ifade ettiği farka, somut gerçeklik içinde mevcut olan sınırlılıklar ile fiktif olan arasındaki ayrıma vurgu yapmak. Böylece 70’li yıllardan bu yana dünyayı biçimlendiren neoliberal dönüşümün ortaya çıkış anından itibaren dünyayı daha önce hiç olmadığı kadar kapitalizmin egemenliği altına sokarken bir yandan da kapitalizmin ötesindeki bir şeye evrilme hülyasını gerçekleştirmeye çalıştığını gösterebilmek. Bu anlamda ütopyayı nötr bir anlamda kullanıyorum. Ütopyaların kaçınılmaz olarak dar bir grubun iktidarını mutlaklaştırdığı yönündeki eleştirilere katılmıyorum. İktidarı ortaklaştıracak, özgürleşmeci bir ütopyaya insan zihninde elbette yer var hatta bugün insanlara güç ve umut vermesi açısından böylesi bir ütopyaya ihtiyaç da olduğu da söylenebilir.
Kapitalist ütopyaya geri dönecek olursak şunu söyleyebiliriz: Kapitalizm emek ile sermayenin ücret ilişkisi çerçevesinde karşılaşmasının sonucunda ortaya çıkan değer üretimine dayanır. Bu karşılaşma sayesinde değerin aynı zamanda değişim değeri biçimini alıyor olması sermaye denen ilişkinin yeniden üretimini sağlar. Kapitalizmin değer üretimine bağlı olması ve de değerin ancak ve ancak somut bir mekân ve zamanda üretilebilir bir şey olması kapitalizmi zamana ve mekâna bağımlı kılmıştır. Bu bağımlılık kapitalistlerin zaman ve mekân üzerinde hakimiyet kurabildikleri sürece bir avantaj oluşturmaktadır. Zamanın ve mekânın kontrolü ücretli emeğin daima kapitalistlerce hakimiyet altına alınmış koşullar çerçevesinde boyunduruk altında tutulmasını sağlar. Bu nedenle kapitalizm ideolojik olarak kendisini mevcut olan sistemlerin en iyisi ve bir ideal şimdiki anlar silsilesi olarak sunar. Başka türlü ifade edecek olursak, kapitalizmin zaman ve mekân üzerinde kurduğu hakimiyet teknolojik ilerlemenin, tarihin ya da insan doğasının kendiliğinden sunduğu bir armağan değildir. Daima canlı emeğin üzerinde kurulan tahakküm mücadelesinin, işçi sınıfının kolektif gücü ve somut bireylerin zihinleri ve bedenlerinin hakimiyet altına alınması amacıyla verilen mücadeleleri kapsayan sınıflar mücadelesinin sonucunda kazanılmıştır. Sermaye için sürekli olarak bu mücadeleyi vermek ve daima bundan galip çıkmak zorunluluğunu getirmektedir. Kapitalist ütopyayı belirleyen şey bu zorunluluğu aşma arzusudur.
Kapitalistlerin zihinlerinde ütopyalarını inşa etmeleri; artık canlı emek üzerindeki egemenliklerini garantileyen hiçbir mekanizmanın kalmadığı, zaman ve mekânın hakimiyeti için verdikleri sürekli mücadeleyi kazanmalarını ve sermayenin topyekûn yeniden üretim sürecini yönetemedikleri kriz anında söz konusu olmuştur, krizi ölümcül darbe olmaktan çıkarmak onun nedenlerini -geçmişte kendi işine yaramış olsalar bile- ortadan kaldırmaktan geçer. Ve bu ütopyanın nihai amacını bir anlamda kapitalizmin gücünü oluşturan zaman ve mekân üzerindeki bağımlılıktan kurtulma isteği belirler. Sermaye artık zamana ve mekâna bağımlı olmamalıdır ki, canlı emeğin karşısına koyduğu engellere takılmadan var olabilsin ve yeryüzünü kendi cennetine çevirebilsin. Zaman ve mekâna duyulan bağımlılıktan kurtuluşun yolu ise yine zaman ve mekân üzerinde hakimiyet kurmaktan, daha doğrusu bu hakimiyeti mutlaklaştırmaktan geçer.
Kapitalist ütopyayı niteleyen mutlak hakimiyet arzusu Marx’ın gerçek tahakküm dediği şeyle örtüşmektedir. Gerçek tahakküm sermayenin emek üzerinde üretim süreci çerçevesinde kurduğu boyunduruğun bu ikisinin yeniden üretim süreçlerini kapsayacak şekilde genişletilmesi anlamını taşır. Diğer bir deyişle emeğin sermaye karşısına emek olarak değil sermayenin birer fonksiyonu olarak çıkmaya zorlanması demektir. Canlı emeğin kendisi üretilmesi gereken bir şeydir ve yeniden üretim olarak adlandırdığımız bu süreç öyle bir biçim almalıdır ki emekgüçlerini sermayeye kiralayarak yaşamını sürdüren işçiler kolektif örgütlerinden ve kendi nesnel çıkarlarından uzaklaşıp kendilerini tüm kişisel ve sonradan kazandıkları becerilerle birlikte sermaye üretiminin devamını sağlamaya adasınlar. İşte bu nedenle gerçek tahakküm kapitalistlerin zaman ve mekândan mutlak anlamda azade olma, emeğin kendilerine karşı koyabileceği her tür engelden arınma ütopyaları ile uyum arz eder.
Gerçek tahakkümün kurulması ve eşdeyişle kapitalist ütopyanın inşası yeryüzünün mekânsal çeşitliliğinin hiçbir örgütlü sınıf mücadelesi ile ya da ezilen toplumsal grupların herhangi bir direnci ile karşılaşmadan sermayenin kârlılığını artıracak şekilde yeniden dizayn edilmesiyle mümkün olabilir. Bu da ancak mekânın kurucu unsuru olduğu toplumsal ilişkileri yürüten somut bireylerin, yeryüzü üzerinde yaşayan tüm insanların birer sermaye birikim otomatlarına dönüştürülmesi neticesinde söz konusudur. Dolayısıyla bu iki eksende yer alan unsurların ıslahı, direnç noktası haline gelen mekanların düzlenmesi ve uyum göstermeyen insanların ruhen ve gerekirse bedenen uyumlulaştırılması gerekmektedir. Bu da kriz anında alınan kararın sürekliliğini ve bu kararın ortaya çıkışını sağlayan asli unsur olarak krizin kendisinin sürekliliğini gerekli kılar. Günümüzde kriz daimidir. 40 küsur yıllık süreçte krizlerle çalkalanan neoliberalizmin kendisi bu krizlerle boğuşurken değişik fazlardan geçmiştir. Kriz ve ütopya, sınıflar mücadelesi burjuvazinin lehine ilerlediği sürece, birbirini karşılıklı olarak var eder ve gerçek tahakkümün kurulmasının itici gücünü bu karşılıklılık oluşturur. Kapitalizmin önceki evresinde ortaya konan ideal şimdiki anlar silsilesi yerini şimdiki an ve mevcut mekanların sürekli olarak mutlak egemenlik altında tutulmasına, böylece gerçekliklerinin yadsınarak bunların dışına doğru adımlar atılmasına bırakır. Değer üretme zorunluluğundan ve dolayısıyla zaman ile mekâna bağımlıktan kurtulmayı arzulayan kapitalizm daimileşen ve kanıksanan krizi ütopya inşasının itici gücü haline getirir. Asıl kurucu gücü olan şimdiki zaman ve mekân üzerinde kurulan hakimiyeti artık sürdüremeyişinin ve insanlığa vaat ettiği refahı sağlayamayışının semptomları olan krizler, mevcut olanın ötesine geçmek için alınan kararlar dizisi olarak sınıflar mücadelesi sermayeye yeni mevziler kazandırdığı müddetçe ütopyanın yapıtaşlarına dönüşürler.
Kapitalist Ütopyanın İnşa Koşulları Altında İnsan
Sermayenin emek üzerindeki gerçek tahakkümü ile birlikte, […] emeğin üretme kudretinde toplumsal emeğin üretici güçlerinin gelişiminin de eşlik ettiği bir gelişme olur ve ancak o zaman doğal güçlerin, bilimin ve makineleşmenin, doğrudan üretime uygulanması mümkün olur.
(Karl Marx)
Marx 1860’lı yılların başlarında doldurduğu defterlerde (Fuchs, 2018: 458) kapitalizmin gelişimi ile birlikte sermayenin emek üzerindeki belirleyiciliğinin niteliksel olarak artacağını öngörmüştü. Bu öngörüye göre gelmekte olan gerçek tahakküm koşullarda toplumun geliştirmiş olduğu tüm üretici güçler daha çok değer üreterek sermaye birikimini sağlamak için seferber edilecekti. Bu seferberliğin önemli bir boyutu, üretim faaliyetini gerçekleştirerek değeri yaratan emeğin toplumsal olarak yeniden biçimlendirilmesi, emekçilerin zihinsel ve bedensel faaliyetlerinin tüm boyutlarıyla sermaye birikiminin gerekleri doğrultusunda yeniden tanımlanması idi. Sadece üretim alanı değil bunun dışında kalan tüm bir yeniden üretim alanı da toplumsal ilişkilerin ve emeğin örgütlenme biçimlerinin sermaye birikiminin parçası haline getirilmesi amacıyla düzenlenecekti (Marx, 1993).
Marx’ın o dönemde gerçekleştirmiş olduğu öngörü, burada kapitalist ütopyanın inşası olarak ele aldığım neoliberal dönemin gerçekleştirmeye çalıştığı programın özünü oluşturur. Yukarıda da belirtmiş olduğum gibi kriz anının zorunluluklarından doğan ve yine bir dizi kriz ile yeni zorunluluklar dolayımıyla inşa edilmeye çalışılan ütopya, emekçilerin bedensel ve zihinsel faaliyetlerinin tüm boyutlarıyla sermayenin boyunduruğu altına alınmasına ilişkindir. Kapitalist ütopya açısından mesele artık sermayeden özerk bir toplumsal varlık olarak emekçilerin nasıl yönetileceği, bu açıdan hangi tavizlerin mümkün olduğu ya da hangi unsurlar üzerinde mütabakat sağlanabileceği değildir; artık mesele emekçilerin değer üretimi için mümkün olduğu kadar donanımlı hale getirilmesi ancak iradelerinin de değer üretimi doğrultusunda yeniden programlandırılmasıdır. Ütopyanın olmazsa olmazı, bilimin ve teknolojinin yaşadığı her türlü gelişimi mümkün olabilecek en büyük miktarda değer üretmek için uygulamaya ehil ve istekli olan otomatlardır. Kendisini sermaye karşısında konumlandıran ve böylece emek ile sermayenin karşı karşıya geldiği her mekân ve zamanda direnç gösterme potansiyeline sahip toplumsal güç olarak emekçiler yerine kendilerini hem üretim esnasında hem de çalışmanın dışında kalan zamanlarda daha çok değer üretebilmek için yeniden üreten cyborglardır.
Üretim sürecindeki yeni teknolojik bileşimi değer üretimine çevirecek kapasiteye sahip güçle donatılmış ama bu hedefin dışına çıkmaması için ıslah edilmiş bir dünya nüfusu, Spartaküs’lerden arındırılmış bir gladyatör ordusu gibi düşünün, kapitalist ütopyanın temel saiki olan gerçek tahakkümün toplumsal dayanağını oluşturur. Böyle bir kitlenin yaratılması ancak kapitalist üretim tarzının toplumsal ilişkiler üzerindeki yabancılaştırıcı etkilerinin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi ile mümkün olabilir. Burada yabancılaşma terimi ile kastedilen şey normatif bir özden zamansal ve mantıki anlamda uzaklaşmak değildir. İnsan türünün temel belirleyeni olan, daima topluluk içerisinde kullanılan nesneleştirme kapasitesinin bir grup insanı hedef alarak topluluğu birbirinden ayrıştırmasıdır. Belirli bir topluluk içinde bulunan somut insanın söz konusu kapasite sayesinde karşıladığı ihtiyaçları ile sahip olduğu bireysel, toplumsal ve türsel kapasite arasındaki bağı koparmak ve bu kapasiteyi sermaye birikiminde olduğu gibi farklı bir yöne çevirmektir.
Dolayısıyla yabancılaşmanın iki ayrı boyutu vardır ve bunların mevcut toplumsal ilişkiler içindeki sınırlarına kadar götürülmesi gerçek tahakküm koşullarını oluşturarak kapitalist ütopyayı inşa etmek için gereklidir.[1] Çoğunlukla eş zamanlı işleyen bu iki boyuttan ilki negatif/ayrıştırıcı boyuttur. Bu aşamada bireyin kendi ihtiyaçlarını saptama, kişisel, toplumsal ya da türsel güçlerin hangilerini haiz olacağını belirleme kapasitesi elinden alınır. Bununla birlikte diğerleriyle ortaklaşma ve topluluk kurma yetisi de köreltilmiş olur. İkinci ve pozitif/türdeşleştirici boyutta ise ayrıştırılan kapasitelerin yeniden işe koşulması söz konusudur. İnsanların potansiyelleri üzerindeki etkilerinin zayıflatılması ve pasif bireyler haline getirilmesi yeterli değildir. Bu kapasitelerin, sermaye birikimini gerçekleştirecek biçimde donatılan yetilerin uygulamaya koşulması gerekmektedir.
Maurizio Lazzarato’nun öznelliğimizin iki ayrı süreç çerçevesinde işleyen bir parçalanma işlemi olarak tanımladığı şeyin yabancılaşmanın ayrıştırıcı boyutunun önemli bir kısmını oluşturduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki birey-öncesi düzlemdir ve algı, hissiyat, duygulanım ve de arzular alanında işler. İkincisi ise kişisel-ötesi (supra-personal) düzlemde; makinelerin, dilin, toplumsal olanın, medyanın ve iktisadi düzenlerin alanında varlık gösterir (Lazzarato, 2014: 12-31). Michael Hardt ve Antonio Negri’nin tanımladığı borçlandırma, medyalaştırma, güvenlikleştirme ve temsil mekanizması ile sınırlandırma mekanizmaları bu ayrıştırıcı boyutu tamamlayan toplumsal mekanizmalardır. Hardt ve Negri’ye göre gerçek tahakküm koşulları altında yaşayan bizler, borç alarak hayatta kalırız ve bu borçlar karşısındaki sorumluluğumuzun ağırlığı altında hayatımızı sürdürürüz. Bu da bizi bir tür sözleşmeli köle haline getirir, çünkü borçluluk hayatlarımızdaki yoksunluğu ve öznelliğimizin bütün güç ve imkanlarından mahrum bırakılma halini derinleştirmektedir. Medyalaştırılarak niteliğin tamamen bir kenara bırakıldığı bir enformasyon ve ifade bombardımanı altında kalırız. Bu teknolojiler aynı zamanda iş ile yaşam arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesine neden olurlar. Güvenlikleştirilmiş yaşamımız bizleri güvenliğin sadece nesnesi değil aynı zamanda öznesi haline getirir. Neoliberal toplumun bireyleri olarak yaşadığımız korku nedeniyle süreklileşmiş olağanüstü hal durumunda yaşayan, sürekli olarak mahpus ve/veya gardiyan rolünü oynayan insanlar halini alırız. Korku bu dönemde üzerimizde hem sosyolojik hem de iktisadi anlamda bir talim ve terbiye işlevi görür. İktisadi krizin yarattığı korku ortamında borçlandırılmış çalışanlar için uzlaşmacı bir tavır sergilemek zaruri bir hal alır. Borçlandırılmış, medyalaştırılmış ve güvenlikleştirilmiş oluşumuzu bir arada tutan bu durumu daimi kılan şey ise siyasi varlığımızın temsil edilmeye indirgenmesidir (Hardt ve Negri, 2012: 18-32). Diğer tüm unsurlar, topluluğun kurucu momenti olan siyasetten de kendi ihtiyaçlarımızı, sözümüzü ve pratiğimizi taşıyamadığımız bir temsil mekanizması sayesinde ayrıştırılmamız neticesinde yeniden üretilebilir hale gelirler.
Yukarıda bahsettiğim pozitif/türdeşleştirici boyut birbirleri ile olan bağları koparılmış bireylerin sahip oldukları donanımı, birbirlerinden ayrıştırılan bireysel, toplumsal ve türsel yetilerini, sermayenin birikim mantığı çerçevesinde uygulamaya koşmalarındaki ortak çerçeveyi ifade eder. Bu bir anlamda “makbul birey”lerin yaratılmasına ilişkindir. Bu yaratım tekniğini homo aeconomicus kavramı çerçevesinde düşünebiliriz. Homo aeconomicus terimi hayatın ekonomikleştirilmesini, bireyin kendi kendisinin yatırımcısına dönüşmesini ifade eder. Kendi kendimizin sermayesi ve üreticisi olduğumuz söylenir bize. Üstelik sadece kendimizin üretiminden doğan iktisadi sermayeden değil, genişletilmiş anlamda insan sermayesinin ve toplumsal sermayenin üretiminden de sorumluyuzdur. Bu tüm insan davranışının iktisadi davranış biçimine indirgenmesi anlamına gelir. Kapitalist ütopyanın bireyi, homo aeconomicus olarak bizler sürekli olarak hesap yapan, kendi yaşamını iktisadi bir varlık olarak üreten ve bunun sorumluluğunu risk yönetimi mekanizması ile alan birer yaratığa dönüşmekle yükümlüyüz. Bunun karşılığında bizlere vaat edilen şey de bizleri güvencesizleştiren koşullarla birlikte gelen kırılganlık. Esnek çalışma koşulları çerçevesinde, kendi yaratıcılıklarımızın sorumluluğunun bizlerde olacağına, kendi hayatlarımızı kendi kurallarımıza göre ve kendi arzularımız doğrultusunda şekillendirebileceğimize inanan bizler; kendi arzu ve adapte oluşlarımızla sermayenin tabi kılma biçimlerine katılıyoruz. Aksi takdirde gösterdiğimiz uyumsuzluğun karşılığını; yaşamın kendisi ile özdeşleşen ekonomiden yalıtılarak, toplumdan geriye ne kaldıysa ondan da dışlanarak, ruhsal açıdan hasta olarak damgalanarak ya da tecrit edilerek alıyoruz. Özgür ve özerk olduğumuza inanıyor olmamız, kendimizi gerçekleştirme imkanına sahip olduğumuza duyduğumuz inanç somut yaşam ve çalışma koşullarına katlanmamızı ve böylece sömürüye açık hale gelmemizi kolaylaştırıyor. Ekonomikleştirilen hayat özgürlük ya da kendini gerçekleştirme yerine; korku ya da kontrolü kaybetme gibi deneyimlerle, kesinliklerin ve teminatların ortadan kalkması sonucu ortaya çıkan güvensizlik hissiyatıyla, keza başarısızlık, toplumsal açıdan düşüş ve sefalet korkusu ve deneyimiyle karşılaşıyoruz (Lorey, 2006: 6). Ekonominin siyaset başta olmak üzere yaşamımızın her alanına yayılmasıyla toplumsal ilişkilerin ve yaşamlarımız şirket mantığına göre yeniden yapılandırılıyor (Dardot ve Laval, 2012: 365-370). Bu bağlamda işletme, risk ve hesap verilebilirlik gibi kavramlar öznelliğimizi temellendiren anlayış haline geliyor ve bu anlayış içerisinde özellikle performans kriteri öznelliğimizi belirleyen başat kavram oluyor (2012: 393-394).
İmkân Olarak Siyaset
There must be some kind of way outta here
[Buradan Bir Çıkış Yolu Olmalı]
Bob Dylan
İşçi sınıfının yaklaşık 150 yıllık bir sürede biriktirdiği kurum ve kazandığı mevzilerin avuçlarımızın içinden kayıp gittiği bir dönemde yaşıyoruz. Buna 1968’in mirasının büyük ölçüde geride kaldığı yani yeni toplumsal hareketler paradigmasının dönüştürücü gücünün sınırlandığı ve kimlik paradigmasının kendisinden beklenen demokratik dönüşüm konusundaki yetersizliği ekleniyor. Kısacası birlikte hareket etmemizi sağlayacak, bir topluluk oluşturacak bir ilke ya da ilkeler manzumesi bulamıyoruz. Üstelik yabancılaşmanın üzerimizdeki türdeşleştirici yani bizi birer fail kılan etkileri, onun üzerimizdeki ayrıştırıcı etkilerinin bilincimiz tarafından ifade edilmesini de zorlaştırıyor. Birarada olmaya, birlikte hareket etmeye ve bireysel gelişimin diğerlerine karşı değil diğerleri ile birlikte eylemekten geçtiğine ilişkin bilinçten uzaklaştıkça meta üretiminin sunduğu bağımlılık yaratıcı geçici hazlardan yararlanmaya hak kazanıyoruz. Bir ehlileştirilme/disipline edilme kapanı içine sıkıştırılıyor ve kendimizi buna karşı direnmek açısından, siyasal bir karşıtlık kurmak açısından sıfır noktasında hissediyoruz.
Elbette böyle bir noktada değiliz. Yeni olanı kurmak bugün bizler için keşfedici bir süreç olması gerektiği kadar eski olanı hatırladığımız bir süreç olmalı. Birarada olmak ve yeni bir topluluk kurmak, bizi geçmişte biz kılan niteliğin ve geleceğe ilişkin düşlediğimiz dünyanın bireşimini içeren siyasal bir mücadelenin sonucunda mümkün olabilir. Böyle bir mücadeleyi vermemizi sağlayacak, bizi yabancılaşmayı aşmamızı sağlayan devrimci bir siyasetin öznesi kılacak biraraya geliş mantığının müşterekleşme olduğunu iddia edeceğim. İddiam; müşterekleşme siyasetinin, salt doğal ve kentsel zenginliklerle sınırlandırılmayıp emeği ve kamusallığı da içerecek şekilde örgütlenmesi durumunda, insanın kendinden koparılan bireysel, toplumsal ve türsel güçlerini kendisine yeniden kazandırma potansiyeline sahip olduğudur.
Bu iddianın temeli müşterekleşmenin, insanların belirli bir şey etrafında gönüllü olarak bir araya gelerek ortaklaşmalarının – bu şey etrafında gelişen üretimi ve bu sürecin yönetimini birlikte gerçekleştirmelerinin, birlikte emek verip sorumluluğu birlikte almalarının – iki önemli özelliği barındırıyor olmasıdır. İlk özellik müşterekleşmenin özgüçlenmeciliğidir. Boş bir arazi, bir kent parkı, mahalli bir dayanışma ağı ya da bir iş yeri konseyi biçiminde müşterekleşen insanlar kendi potansiyellerini açığa çıkaran özgürleşmeci bir örgütlenmeyi inşa ederler. Bir araya gelişleri aslında kendiliklerinin de farklı bir biçimde kurulabileceğinin keşfine dönüşür. Birbirleri ile, yeni ölmüş bir insanın beynini yemek için çarpışan zombiler gibi değil de karşısındakinde kendisini gören, ortak ihtiyaçların giderilmesi için zihinsel ve bedensel kapasitesini açığa çıkarırken diğer yandan ortaklaşılan şeyin akıbeti hususunda söz söyleyen bireyler olarak ilişki kurarlar. Müşterekleşmenin diğer özelliği prefigüratif yapısıdır (Fırat, 2018). Müşterekleşen insanlar geleceğe ilişkin dünya tahayyüllerini canlı kılan, bu tür bir dünyanın nüvelerini ortaya çıkaran ilişkileri örerler. Bu bir anlamda arzulanan dünyanın, Marx’ın ifadesi ile insanlık tarihinin gerçek başlangıcı olarak nitelendirilebilecek komünist toplumun, yakınsandığı ya da yarının bugünden kurulduğu moment olarak da düşünülebilir.
Her iki özelliği birlikte düşündüğümüzde ortaya çıkan tabloda, insanların maddi yaşamlarını üretecekleri ve bunun yönetiminin aktif özneleri olacakları türden bir birliktelik kurma açısından müşterekleşmenin potansiyel bir yol olduğunu söyleyebiliriz. Diğerleri ile sürekli olarak eşitlikçi bir biçimde eylediğiniz, bunu yaparken de kendi kişisel özelliklerinizi açığa çıkardığınız bir ilişkilenme biçimi – bunu yataylıktan ziyade ortak emek ve sorumluluk olarak da düşünebilirsiniz – ve bu ilişkilenme biçiminin bugünün yabancılaşmış ilişkiler sarmalı içerisinde geleceğe ilişkin ortak tahayyülü somutlamaya yönelmesi; işte bu var olanın amansız eleştirisi üzerine oluşturulmuş sahih bir devrimci yol anlamına gelir. Müşterekleşme her şeyden önce ortak varlıkların, bunlar ister maddi ister zihinsel varlıklar olsun, ortak sahiplenilmesini getirir. Sahiplenen gönüllüler bu varlıkların birer parçasını mülk edinerek değil; diğerleri ile karşılıklı kurucu ilişkiler geliştirerek bu ortak varlığın işlenmesini, kendi gelişim ve özgürleşmeleri ile ortak varlığın gelecek tahayyüllerine uygun bir biçimde zenginleşmesini hedeflerler. Sahiplenme, bunun dolayımı ile gerçekleşen özgüçlenme ve geleceğin bugünden kurulmaya başlanması, müşterekleşme yönündeki toplumsal hareketi daima şimdi ve burada mevcut kılar. Bu da müşterekleşmenin devrimci karakteri açısından çok önemlidir. Birlikteliği daima şimdide ve burada olarak inşa etmek yabancılaşmış ilişkiler sarmalı içindeki insanların farklı bir bilinç geliştirmesinin önünü açacaktır. Ayrıca şimdiki zaman ve mekan üzerinde mutlak egemenlik kurmak isteyen kapitalist ütopyaya karşı bir direnç noktası olma, işçilerin ve genel olarak ezilenlerin kendi ütopyalarını somut olarak inşa etme potansiyeli taşımaktadır. Müşterekleşme, ezilenlerin mevcut siyasal kapasiteleri ile geleceğe ilişkin tahayyülleri arasındaki yarığı kapatma potansiyeli açısından ütopyacı, herhangi bir donuk iktidar ilişkisini dayatmaması bakımından da devrimci bir harekettir.
Tüm bu özelliklerinin açığa çıkabilmesi açısından müştereklerin tanımı içerisinde emeğin ve kamusallığın da yer alması, bunların da müşterekleşme mücadelesinin unsurları haline getirilmesinin gerekli olduğu inancını taşıyorum. Aslında bu durum var olan ya da gelecekte hayata geçecek olan müştereklerin siyasallaştırılması ile ilgilidir. Müşterekler kendiliğinden devrimci anlamda değer yüklü nesneler değillerdir. Siyasi bir müdahale ile, müşterekçilerin kendi aralarında ve biraraya gelişlerine konu olan şeyle kurdukları ilişki çerçevesinde, bir anlamda siyasal dönüşüm mantığı çerçevesinde yeniden sahiplenilmeleriyle devrimci bir rol oynayabilirler. Bu nedenle yaşamın üretilmesi hususunda sahip olduğumuz en önemli ortak nesneleştirici gücümüz olan emeğin ve insan topluluklarını ne ise o haline getiren kamusallığımızın ortak varlıklarımız olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Yeni bir dünya kurabilmek için emeği yeniden örgütleme ve kamusallığımızı farklı biçimde icra etme zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Bu nedenle müştereklerin emek mücadelesi ve yeni bir kamusallığın inşası ile ilişkilenerek siyasallaştırılmasından bahsediyorum.
Bununla birlikte siyasetin müşterekleştirilmesi de müşterekleşme hareketini ileri taşıyacak bir adım olarak düşünülmesi gereken bir unsur. Kamusallığı ve de siyaseti herkese ait bir varlık olarak tanımlamak aynı zamanda herkesin siyasal anlamda özneleşmesini sağlayan bir hareket ile mümkün olabilir. Bunun anlamı müşterekleşme siyaseti içindeki insanların dayanışmacı ilişkiler geliştirirken aynı zamanda eşitlikçi ilişkiler geliştirmeleridir. Siyasetin toplumsal dönüşüme ilişkin sonuç odaklı bir faaliyet olurken aynı zamanda bireysel ve kolektif dönüşümü sağlayan eğitimsel bir süreç olması; bununla birlikte eğitenler ile eğitilenlerin de sabit olmaması ile mümkündür.
Gittikçe daha da cüretkârlaşan ve bunu otoriter biçimler altında gösteren gerçek tahakküm koşulları altında yaşıyoruz. Bizi kişisel, toplumsal ve türsel güçlerimizden ayrıştıran yabancılaşma dalgasına karşı yine bizi emek ve kamusallık gibi unsurları da dahil ettiğimiz ortak varlıklar çerçevesinde bir araya getiren, zaman ve mekâna bağımlı kalmaksızın bizleri birer sermaye üretim otomatlarına dönüştüren kapitalist ütopya karşısında da daima şimdi ve burada olup kendi düşlediğimiz dünyayı kurma fırsatı veren bir siyasete ihtiyacımız var. Müşterekleşme siyaseti işte bu umudun ve imkânın biçimi olarak bir araya gelmemizi ve birlikte hareket etmemizi bekliyor.
DİPNOTLAR
[1] Aşağıda yabancılaşma kavramı çerçevesinde kısaca değineceğim unsurları “Neoliberal Dönemde Öznelliğin Dönüşümü ve Rejim Tartışmaları” adlı çalışmada neoliberal dönemde öznelliğin biçimlendirilişi kapsamında ele almıştım (Göymen, 2017).
KAYNAKÇA
Brown, W. (2018) Halkın Çözülüşü: Neoliberalizmin Sinsi Devrimi, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis Yayınları.
Dardot, P. ve Laval, C. (2012) Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi.
Fuchs, C. (2018) “Universal Alienation, Formal and Real Subsumption of Society under Capital, Ongoing Primitive Accumulation by Dispossession: Reflections on the Marx@200-Contributions by David Harvey and Michael Hardt/Toni Negri”, tripleC, 16(2): 454-467.
Göymen, A. Y. (2017) “Neoliberal Dönemde Öznelliğin Dönüşümü ve Rejim Tartışmaları”, İktisat Dergisi, 536, s. 24-33.
Hardt, M. ve Negri, A. (2012) Duyuru, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Koselleck, R.ve Richter, M. (2006) “Crisis”, Journal of the History of Ideas, Vol. 67/2, s. 357-400.
Lazzarato M. (2014) Borçlandırılmış İnsanın İmali, çev. Murat Erşen, İstanbul: Açılım.
Lorey, I. (2006) “Yönetimsellik ve Kendini Güvencesizleştirme Kültür Üreticilerinin Normalleştirilmesi Üzerine”, http://eipcp.net/transversal/1106/lorey/tu, çev.: Özge Çelik, indirilme tarihi: 15 Kasım 2016.
Marx, K. (1993) Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy, çev. Martin Nicolas, London: Penguin Books.