Yumuşak güç tanımı yapılırken sıklıkla bahsedilen bir örnek, 1989’da Pekin’deki Tiananmen Meydanında gerçekleştirilen protestolarda eylemcilerin inşa ettiği Demokrasi Tanrıçası heykelidir. 10 metre boyundaki heykelde tasvir edilen eli meşaleli kadın figürünün New York açıklarındaki Özgürlük Anıtına benzerliği, ABD yumuşak gücünün bir kanıtı olarak aktarılır. Tiananmen eylemcileri, ABD yanlısı olarak yaftalanmamak için Demokrasi Tanrıçasını yaparken, Özgürlük Anıtına benzer olmaması için özellikle özen gösterdiklerinin altını çizseler de, literatüre geçen bu örnek yumuşak güç teorisyenlerinin kavramdan ne anladığını gösteriyor.
Joseph Nye’ın ortaya attığı kavramı, bir ülkenin askeri ve ekonomik zorlayıcılık kabiliyetinin yanında eşdeğer tutanlara göre yumuşak güç, kültürünün üçüncü şahıslar için cazip gelen unsurları, siyasi değerleri (ittifaklar, ortaklıklar, diplomasi, vb.) ve uluslararası politikalarından ileri gelen, kendi çıkarlarını sert güç kullanmadan koruyabilme, ülke ve toplumları etkileyebilme kabiliyeti olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla eli meşaleli bir kadın figürü heykelinin baskıcı hükümet politikalarının protesto edilmesinde kullanılması veya asker sınıfın kendine biçtiği demokratik rejimi muhafaza vazifesini eleştiren bir gençlik örgütünün sembol olarak kendisine Chuck Taylor All-Star model spor ayakkabıyı seçmesi, bize Amerika Birleşik Devletlerinin yumuşak gücü aracılığıyla kendisini demokrasi ve insan hakları kavramlarıyla eşleştirdiğini gösteriyor olmalı.
TÜRKİYE’NİN YUMUŞAK GÜÇ HEDEFİ
Birkaçı haricinde ülkelerin uluslararası cebir gücünün ortaya koymalarının zorlaşması, henüz genel geçer bir formüle sahip olmasa da ülkeleri yumuşak güç kapasitelerine göre sıralayan listelerin popülerliği artırdı. Yumuşak güç kavramı yaygınlık ve bilinirlik kazandıkça, ekonomik zorlayıcılık kapasitesi düşük olan ülke iktidarlarının söylemlerinde de yer bulmaya başladı. Çatışmalı Orta Doğu’da devletleşen iktidar partilerinin önemli sloganları arasına giren yumuşak güç, Türkiye dış politikasına Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun siyasetinin peşi sıra geç bir giriş yaptı.
Özellikle Kuzey Afrika’da AKP modelli ılımlı İslam partilerinin iktidarlara gelişi, sekülerlik tartışmaları gölgesindeki ekonomik büyümesini 2008 küresel finans krizine dek sürdüren Türkiye’nin diğer Orta Doğu ülkeleri için “model ülke” olarak takdimi, çıktıları başarısız olsa da Türkiye’nin 2008-2012 döneminde bölgesel krizlerde arabulucu pozisyonları üstlenmesi ve hatta Arap dünyası ile Balkanlar ve Orta Avrupa’ya ihraç edilen TV dizileri Türkiye’nin yumuşak gücüne delil olarak gösterildi. Dışişleri Bakanlığı döneminde bu kurguyu dış politikaya tanıtan Başbakan Davutoğlu hâlâ yumuşak gücün önemine dikkati çekiyor olsa da, derinleşen Suriye İç Savaşıyla birlikte Türkiye çoktan sert güce yeniden geçiş yaptı bile (Değişmesini istediği bir rejime karşı savaşan unsurlara lojistik yardımın yanı sıra silah ve mühimmat sağlamakta beis görmeyen bir dış politika yönetiminin yumuşak güç odağını kuvvetlendirme hedefinde olduğunu söylemek ahmakça olur). Orta Doğu’nun yumuşak gücü en yüksek ülkesi olma payesini Türkiye’den devraldığı iddia edilen Mısır Sisi’nin askeri darbesiyle birlikte bir süreliğine adaylar arasından çıkarken, kültür ihracı, model teşkil etme, uluslararası siyasete etki gibi yumuşak güç unsurlarını sert gücüyle birlikte bölgede –İsrail ve İran haricinde– ortaya koyabilirmiş gibi gözüken tek bir yapı kaldı: Irak-Şam İslam Devleti veya güncel adıyla İslam Devleti.
DEKOR BİLE OLSA KÜLTÜRE İSLAM YÖN VERİYOR
IŞİD’in El Kaide’nin bölgedeki aparatı El Nusra Cephesiyle ortak kültürel paydaları bulunduğu bilinse de, güç kazanmaya başladığı 2011 sonrası dönemde özellikle Irak’taki Baasçı unsularla kaynaşması, örgütü sıkça anılan Selefi, mezhepçi dar çerçevenin dışında değerlendirmeyi zorunlu kılıyor. ABD müdahalesinin ardından Irak merkezi yönetiminin güçlü figürü haline gelen Başbakan Nuri El Maliki’nin dışladığı Baasçıların örgüt üst yönetimine etki etmesiyle beraber, hem Suriye hem de Irak’ta karşılık bulacak Sünni aşırıcılık tercihi -yani bölgesel bağlamda Şii karşıtlığı politikaları- örgütün görünürde Selefi mezhepçiliği ideolojisi üzerine oturtulmasını beraberinde getirdiyse de, bunun stratejik bir tercih olduğu özellikle bölgeyi tanıyan bilim insanlarınca sıkça dile getiriliyor. İranlı sosyolog ve siyaset bilimci Hamid Dabaşi IŞİD’in zahiri olduğunu ileri sürdüğü İslami görünümünü şöyle tarif ediyor: “Retoriği ve ideolojisi, hatta teatral yönleri her ne şekilde olursa olsun, IŞİD nihayetinde Baasçıların işlevsel bir projesidir. Baasçı ideoloji aslen seküler olsa da, şu aşamada IŞİD’e İslamcı mücadelenin bayraktarlığı rolünü biçmekte beis görmüyorlar. Bana göre IŞİD’in temel hedefi, Irak’ta Kürt ve Şiilerin bağımsızlık kazanacağı herhangi bir bölünmeye engel olmak. Nuri El Maliki ve İran’ın bölgedeki etkisinden ötürü Şiilerden nefret ediyorlar. Petrol kaynakları üzerindeki kontrolse Kürtlerden nefret etmeleri için yeterli bir sebep.”
Bu bakış doğrultusunda, Selefiliğin aşırıcı bir Sünnilik biçimi olduğu ve El Kaide’den IŞİD’e dek pek çok örgütün şiddete meyilli bu inanç esasıyla kendilerini ifade ettikleri kolaycılığına düşmemek kaydıyla, örgütün kültürel tesirinin gücü ve kapsamı incelenmeli.
IŞİD’İN KÜLTÜR İMALATI VE ‘IŞİD’LEŞEN’ ORTAK KÜLTÜR
Türkiye ve dünya basınında “Hollywood tipi propaganda” diye nitelenip orada bırakılan, alt metindeyse IŞİD’in son derece planlı ve programlı bir örgüt olduğu, diğer mücahit örgütlere nazaran farklı kaynaklara erişimi bulunduğu, hatta komplo teorisyenlerine göre ABD, İsrail veya bir başka dünya gücünün bu propagandanın sorumlusu olabileceği ima edilen yöntemler, hem batı hem de Müslüman dünyadan fazlasıyla olumlu (örgütçe arzulanan) geribildirimler alıyor. Hanefilik mezhebine ve bazı ulemaya göre, hadis yoluyla müzik enstrümanlarının yasaklanmasından ötürü, IŞİD propaganda aygıtının temeline oturan neşit (Nasheed) veya yaygın adıyla ilahilerde, enstrüman kullanılmıyor. Bazı mezhepler def gibi enstrümanlara izin verse de, IŞİD’in yaygınlaştırdığı propaganda görüntülerinin tamamında yer bulan neşitler herhangi bir müzikal enstrüman içermiyor. Şarkılardaki ezgiler akapella yoluyla, yani birden fazla erkek sesiyle yapılıyor. IŞİD’in bilinirlik kazanmasıyla batıda tanınan neşitler, batılı sanatçılar ve dinleyicilerin oluşturduğu mash-up’larla (farklı şarkıların birleştirilmesiyle oluşturulan kolajlar) yerelleştirirken, Almanya, Belçika, Hollanda ve ABD’deki IŞİD sempatizanları Arapça yerine yaşadıkları ülkelerin dillerinde yazdıkları sözlerle neşitleri seslendiriyor.
IŞİD’in muharip birimleri yer yer klasikleşmiş kamuflaj elbiselerini ve çöl şartlarında gizlenmelerini kolaylaştıracak haki renkli elbiseleri tercih etseler de, propaganda videoları için kamera karşısına geçildiğinde örgütün tercihi siyahtan yana oluyor. Cepheden edinilen fotoğraflarda siyah ağırlıklı kıyafetlerin bazılarının batılı markaların pahalı ürünleri oldukları, gümüş ve altın görünümlü saatler ile çeşitli aksesuarların kullanıldığı görülüyor. Şebbiha, YPG-PKK-HPG-HPY milisleri, Barzani peşmergeleri ve Irak ile Suriye rejim güçlerinin tercih ettiği kamuflajlar IŞİD tarafından propaganda görüntülerinde tercih edilmiyor. Baskın siyah rengin batılılar, Şii ve Kürt unsurlarda “cezalandırıcı” algısı yaratmak için tercih edildiği sanılıyor; benzer bir bilişsel psikoloji denemesine infaz videolarında da rastlanıyor. ABD ceza infaz sisteminde kullanılan ve Guantanamo’daki yasadışı mahkûmiyetlerle de özdeşleşen turuncu tulumlar, IŞİD tarafından batının keyfi hukukuna göndermede bulunuyor. IŞİD’in El Nusra Cephesi veya Özgür Suriye Ordusunun aksine, herhangi bir hükümetten elinde tuttuğu siyasi mahkûmları serbest bırakması yönünde bir talepte bulunmadığını hatırlatmak gerekiyor.
Nasıl ki neşitler batıda artık IŞİD’e özgü kültürel bir varlık olarak biliniyorsa, yüzlerce yıldır Müslüman oluşumlar tarafından kullanılan, hatta son yıllardaki cihat örgütlerinin de propaganda malzemesi haline gelen Tevhit Bayrağı ve Peygamber Mührü de propaganda kuvveti sayesinde IŞİD’le özdeşleşti. Türkiye kamuoyunda “cihat bayrağı” olarak tanınan siyah Tevhit bayrakları üzerine Peygamber Mührü yerleştirilmesiyle oluşturulan IŞİD flaması, bu ortak kültürel ögelerin başka örgütler tarafından kullanımını neredeyse imkânsız hale getirdi. Oysaki siyah zemin üzerine Arapça Kelime-i Tevhit yazılı olan bayrak, 1990’lardan itibaren aralarında Afganistan’daki Taliban’ın da olduğu pek çok İslamcı örgüt tarafından kullanılmış, bir dönem El Kaide’yle özdeşleşmiş ve hatta tüm radikal İslamcı gruplar tarafından siyasi ayrışmalarından bağımsız olarak kullanılmaktaydı.
KÜRESEL HALİFELİĞİN İLK EYALETLERİ
IŞİD’in propaganda yöntemlerinden biri olmasa da, propagandanın esasını teşkil edense örgütün elde ettiği yerleşiklik. Pek çok mücahit örgütün yapamadığını başaran IŞİD, Suriye’nin kuzeydoğu bölgesindeki Rakka ve Deyrizor eyaletlerindeki geniş alanları hâkimiyeti altına aldı. Yalnızca bölgenin ekonomik kaynaklarını sahiplenmeyi yeterli bulmayan IŞİD, bölgeyi askeri üs olarak kullanmanın yanı sıra çok akılcı bir tutum alarak kültürel hegemonyasını da yaratmaya koyuldu. Nijerya’daki Boko Haram ve Afganistan’daki El Kaide’nin aksine, yaşamın sürdüğü yerleşik bir bölgeyi ele geçiren IŞİD dağlardaki veya cangıllardaki mevzileri tutan örgütlerden farklı olarak, Rakka ve Deyrizor’da yaşam tipi konusunda dayatmalarda bulunarak kendi kültürel çerçevesini çizdi.
Basında yalnızca yasaklamalarla gündeme gelse de, IŞİD kontrol ettiği Rakka ve Deyrizor’da, Küresel Halifeliğin kurulması halinde tüm dünyaya yayacağını ileri sürdüğü yaşam tarzını ortaya koyma şansı yakaladı. Okullarda kendi eğitim sistemini uygulayan IŞİD’in yasakladığı ve hoşgörü gösterdiği unsurlar, yemek kültüründen devlet-yurttaş ilişkilerine ve kamu hizmetlerine dek pek çok konudaki alışkanlıkların yeniden yapılandırılmasına yol açtı. IŞİD’in egemenlik sahalarında kendi değerlerine uygun biçimde oluşturduğu yaşam tarzı Chiapas’taki EZLN egemenlik bölgesinin sosyalistlere yaptığı etkinin benzerini, köktenci İslamcılara uyarladı. Bu yaşam biçimini deneyimleme olasılığı radikal inançlıları heyecanlandırırken, özellikle Rakka’daki yaşam biçimi IŞİD’e katılmaya aday gençleri etkiliyor. İlk turda Rakka’ya getirilerek eğitim kamplarına katılan ve teorik öğrenimleri sırasında önemli maddi imkânlarla karşılaşan gençler, memleketlerine gittiklerinde viral yoldan propagandayı akranlarına aktararak katılımı katladı.
IŞİD’in yerleşik yapısı, bölgede kendine has bir doğal kaynak ekonomisi kurmasını da sağladı. Ham petrolün ilkel şartlarda işlenmesi, bölgedeki tarımsal üretime el konulması ve daha önceden sağlanmış refah birikiminin ele geçirilmesiyle edinilen ekonomik güç, özellikle bölgede Suriye ile Irak rejimlerinin sömürdüğü aşiretlerin IŞİD tarafından yaratılan istikrarsızlıktan hoşnut olması ve petrolün pazarlanmasına ilişkin yöntemlerin geliştirilmesiyle sürekli bir gelire dönüştü. Bu da IŞİD’in paralı asker piyasasını domine etmesini, Suriye’de savaşan diğer mücahit örgütlerin ödeyemediği maaşları paralı asker ve mücahitlere teklif edebilmesini sağladı. IŞİD yerleşikliğiyle edindiği gelirle ödeme yaptığı mücahit ve askerlere, ailelerini bölgeye getirmeleri karşılığında daha fazla para ödemeyi teklif ederek nüfusun mücahit yoğunluğunu artırdı ve yerleşikliğini bir seviye daha kuvvetlendirdi.
ULUSLARARASI KATILIM BİLMECESİ
Dünya halifeliği iddiası ve fetihçi söylem mücahit örgütleri ele alındığında dünya kamuoyunun yabancısı olmadığı bir olgu. Ancak 11 Eylül sonrası dönemde El Kaide ve Usame Bin Laden’in vurguladığı evrensel söylemler karşılıksız kalmışken, IŞİD tarafından ortaya atılan dünya halifeliği hedefi Orta Doğu topraklarına ayak basmamış yabancı mücahitleri Irak ve Suriye’ye getirmeyi başardı. 11 Eylül saldırıları ardından Usame Bin Ladin bir figür olarak öne çıkarken, hakkında çıkan pek çok iddiaya rağmen Ebubekir El-Bağdadi’nin şahsı örgütün önüne geçmedi. IŞİD, Bin Ladin imajının geride bıraktığı El Kaide’den daha fazla irdelendi. Yabancı mücahitlerin IŞİD saflarına katılmayı tercih edip, Afganistan ve Irak işgalleri sırasında bölgelerde kurulan mücahit örgütlere ilgi göstermemiş olmamaları ilginçliğini koruyor.
Benzer şekilde, Nijerya’da küresel cihat diskuruyla yerel hükümete karşı savaşan Boko Haram da yabancılardan ilgi görmüyor (Tersine, Boko Haram’dan IŞİD’e katılımlar olduğu Suriye ve Irak’ta görev yapan muhabirler tarafından son aylarda aktarılıyor). Nijerya’ya, Afganistan’a veya ABD işgali sırasında Irak’a gitmeyen uluslararası mücahit topluluğunu IŞİD’e katılmaya ikna edenin ne olduğu hala araştırılmaya muhtaç. IŞİD Suriye’deki İslamcı örgütlerle, Esad’la, Kürtlerle ve Irak Merkezi Yönetimiyle savaşıyor. Oysaki Afganistan ve Irak’taki savaş doğrudan batı dünyasının ete kemiğe bürünmüş biçimi olan Amerikan piyadelerine karşıydı; batının doğrudan düşman olduğu savaşlara katılmayan mücahitlerin niçin vekil savaşında yer aldığı sorusu, mücahitlerin hangi bireysel sebeplerle silahaltına girdiklerinden çok daha hayati. Savaş heyecanı, yoksulluk, radikalleşmiş İslam inancı gibi faktörler El Kaide’nin Afganistan’da çarpıştığı dönemde de mevcuttu fakat IŞİD’in örgütlenme başarısının yanından bile geçilemedi. Tavuk-yumurta nedensellik paradoksuna verilen en basit yanıt, yani “Tüm tavuklar yumurtadan çıkar” önermesi örgütün uluslararası kurgusu için de ileri sürülebilir mi? IŞİD’in enternasyonalist söylemi ve yerleşiklik avantajı ile birlikte örgütün uluslararası kurgusu ve propaganda başarısı mı dünya mücahitlerinin ilgisini çekti yoksa örgüt dünya mücahitleriyle ilişkilendikçe mi uluslararası bir söylem ve düzen kazandı?
YENİDEN ÜRETİLEN IŞİD
IŞİD’in kültürel metalarının yeniden üretilip dolaşıma katılması yalnızca neşitlerle sınırlı kalmıyor. Cezayir’deki IŞİD sempatizanı Hilafetin Askerleri örgütünün Fransız dağcı Herve Pierre Gourdel’in başını, IŞİD’in propaganda infazlarına benzer biçimde kesmesi radikal İslamcı terörün tüm dünya tarafından bir defa daha kınanmasına yol açtı; fakat Gourel’in yaşamına mal olan olay IŞİD’in etki alanını tüm çıplaklığıyla gösterdi. En öne çıkan IŞİD ritüeli olan törensel infazın reprodüksiyonu, siyasi tutsakların infazıyla yapılan propagandanın ne kadar etkin olduğunu ortaya koydu. IŞİD siyaseten önemsiz tutsakları (peşmergeler veya Kürt milisler) öldürürken basit kalaşnikoflar kullanmayı tercih ederken, batılı ve sansasyonel hedefleri (Foley, Sotloff, vb.) törensel infazlar yoluyla öldürüyor. Rakka tepelerinde infaz edilenlerin başları kesilerek törensel biçimlerde öldürülmesi yeni olmasa da, taraflara verdiği çok yönlü mesajla dikkati çekiyor. Kürtler ve diğer IŞİD karşıtı silahlı gruplar için caydırıcı etki yaratan infazların IŞİD’e sempati besleyenler üzerinde “Batıdan intikam alındığı” biçiminde tatmin edici bir duygu uyandırdığı konuşuluyor; Cezayir infazı bir anlamda bu hipotezi destekliyor. Batı toplumlarındaysa infazların yarattığı korku ve tiksintinin askeri operasyonlara olan desteği azaltmış olabileceği veya askeri operasyonlara destek konusunda toplumları konsolide edebileceği konuşuluyor. Her iki durumda da IŞİD tehdidinin hissedildiği veya hissettirildiği ülke yurttaşları, kendi iktidarlarının olası güvenlik devleti kurgularıyla uzlaşmaya daha açık hale geliyor.
OYUN ARTIK SIFIR TOPLAMLI DEĞİL
Arap Baharı ardından muhafazakârlık ile demokratik talepler arasına sıkışan Arap dünyası ve Orta Doğu’da, IŞİD’in etkin propagandasıyla birlikte kutuplaşma da artıyor. 11 Eylül sonrasında sert güce geri dönüş yapana dek dünyanın yumuşak gücü en gelişkin ülkesi olarak değerlendiren ABD’nin, dünyanın İngilizce konuşulan kısmının kültürel varlığının değerini kendi yumuşak gücüyle birlikte yükseltmesi gibi, IŞİD de yalnızca kendi saflarına yeni mücahitler eklemiyor, hâlihazırdaki örgütlerin de kapasitelerinin artmasına yol açıyor.
Sıfır toplamlı oyun (Zero-sum game) gibi değerlendirilen muhafazakârların radikal İslamcılara ve nihayetinde mücahitlere dönüştürülmesi süreci merkantilist ekonomilerdeki birikim, daha doğrusu sabit pazar payının paylaşımı modeline benzerken, IŞİD’le birlikte bu durum kazan-kazan durumuna (win-win situation), yani kapitalist birikime dönüşme eğilimine girdi. Daha basit bir ifadeyle, IŞİD piyasayı genişletti. Suriye’de faaliyet gösteren silahlı örgütler mücahit piyasasında maaşlar üzerinden IŞİD’le rekabet etmekte zorlansa da, IŞİD’in küresel propagandası diğer örgütler için de önemli bir fırsat yarattı. Yöntemleri ve talepleri bakımından IŞİD’le kategorik farklılıklar taşımayan ancak ortaya çıkışlarından itibaren Suriye özelinde hedefler koyan örgütler, IŞİD propagandasıyla daha geniş kitleler üzerinde örgütlenme çalışması yürütebilme olanağı elde ettiler. Türkiye’de özellikle İstanbul’da yoğunlaşan kitle eylemleri de bu durumu ispatlıyor; basının “IŞİD yanlısı kişiler” olarak adlandırdığı kişi ve gruplar, IŞİD’le bağı olmayan radikal İslamcı örgütlere mensup olsalar da, “IŞİD” anahtar kelimesiyle elde ettikleri basın görünürlüğünü baltalamamak adına “Biz aslında IŞİD değiliz” demedi. Suriye’de Esad rejimi güçlerine karşı çarpışan İslami Cephe –daha özel olarak Tevhit Tugayları- örgütüne tıbbi yardım desteği veren İslami yardım örgütü İMKANDER’in işlettiği hastaneyi yerinde görüp, yönetici ve doktorlarıyla yaptığım görüşmelerin ardından BirGün Gazetesinde yer alan “Cihat hastanesi” haberi sonrasında yaşananlar da bu şablona aykırı değil. Haber üzerine apar topar Gaziantep kent merkezindeki hastaneyi kapatan dernek, ertesi gün İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde, birkaç gün sonraysa Fatih Camiinde Cuma namazı çıkışında yaptığı eylemlerle açık propaganda yürütmeye başladı. Pek çok farklı gelenekten gelen İslamcı çevrimiçi basın kuruluşları ise habere ve bana cepheden hücum başlattı. Haber yalanlanırken bense “Şaşkın muhabir” ilan edilerek itibarsızlaştırılmaya çalışıldım. Hastane ise kentten gelen istihbarata göre başka bir sokağa taşınarak faaliyetlerine devam etti.
TÜRKİYE 90’LARA DEĞİL, DÜNYA GÜVENLİK DEVLETİNE DÖNÜYOR
Yalnızca örgütlenme biçiminde geri dönüşü olmayan kültürel etki alanı, IŞİD’e dünya çapından sempatizanlar sağladığı kadar, sözde IŞİD karşıtı cephenin temsilcilerine de yeni bir dönüşüm imkânı sunuyor. IŞİD’in bölgedeki etkinliğini artırması üzerine hava harekâtı kararı alan Obama yönetiminin bundan sonra izleyeceği strateji, kimileri tarafından korkutucu biçimde Kuzey Vietnam’ı bombalama kararı alan Lyndon B. Johnson yönetiminin düştüğü çıkmaza benzetiyor. Kurmaylarıyla harekât planları yaparken dahi, “Lanet Vietnam bizim için ne ifade ediyor ki?” diye konuşan Johnson’ın 1965’te bölgeye sevk ettiği kara birlikleri 11 yıl süren seferden mağlup ayrılıp bölgeyi terk ettiğinde, savaş ekonomisinin geciktirdiği 1973 Petrol Krizi etkisini artırarak neoliberal dönüşüme giden yolu hızlandırdı, ABD giderek içte ve dışta yeniden ceberutlaşırken, kaybedilen savaşın destekçileri 11 yılık sürecin Asya Pasifik ülkelerine komünizmden korunma ve batının kalkınma politikalarıyla piyasa bütünleşmesini sağlama fırsatı verdiğini aktardılar. Benzer diskurlar bugün de Washington’ın emrinde: Mücahit oluşumların önünün alınması için kaybedilmek pahasına kara harekâtının gerekli olduğunu savunan savaş yanlısı Pentagon lobicileri, kamuoyunu ikna etmek içinse yine 11 Eylül temalarına başvuruyorlar. ABD’de görüştüğüm Pentagon kaynakları kara harekâtı lehine kamuoyunun nasıl yaratılacağı konusunda yeterince hazırlıklı gözükseler de, ABD kamuoyunun IŞİD’e karşı Suriye’de başlatılacak kara operasyonundan toplumun ne kazanacağına ilişkin bir sorgulamaya girişmesi halinde verilecek fazla yanıtları yok. Irak’taki kazanımların ve harcanan milyar dolarların boşa gitmediğinin güvencesinin Suriye’ye başlatılacak kara operasyonlarından geçtiğinin altını çizen uzmanlar, geçmiş yatırımların güvence altına alınması gerekçesinin ABD’li vergi mükelleflerini ikna edeceği görüşünde.
ABD’nin yanı sıra Britanya da IŞİD’in kendi topraklarında eylemler yapabileceği gerekçesiyle kamu güvenliğinin risk altında olduğunu belirterek operasyonlara ve gerekli görülmesi halinde kara harekâtına meşru gerekçe üretiyor. ABD ve Britanya’da yaşayan, haklarından olmuş, ayrımcılığa uğramış Müslüman toplulukların mensuplarının IŞİD’e katılan yabancı mücahitler arasında ön sıralarda gelmesi, hatta Rakka tepelerindeki propaganda infazları gerçekleştiren mücahidin Britanyalı eski bir rap müzik sanatçısı Abdülmecit Abülbarı olduğunun anlaşılması da Britanya ve ABD’de eylem yapılabileceği ihtimali üzerinden işletilen kamuoyu algı çalışmasını güçlendirdi. Hem ABD hem de Britanya, IŞİD’e katılabileceği öngörülen topluluklar ve bireyler üzerinde “önleyici” tedbirler uygularken, asıl şaşırtıcı gelişme Avustralya’da yaşandı. IŞİD’e destek eylemi gerçekleştireceği öne sürülen 15 Müslümana Sydney polisi 800 kişiyle operasyon düzenlerken, bu olayın bir hafta sonrasında Numan Haydar isimli bir başka Müslüman Melbourne’de polis tarafından vurularak öldürüldü.
‘IŞİD HİZMETİNİZDE!’
Dabaşi, IŞİD’in varlığıyla yaratılan güvenlik devleti algısına, görev yaptığı Columbia Üniversitesinde gerçekleştirdiğimiz görüşmede başka örnekler de veriyor. Suriye’de Esad rejimine karşı ilk ortaya çıkışında demokratik ve barışçıl yöntemler izleyen toplumsal muhalefetin, Katar, Suudi Arabistan ve batı bloku tarafından silahlandırılmasıyla adım adım IŞİD’leştiğini belirten Dabaşi, IŞİD’in Arap ve Kürt devrimlerini bastırmaktan başka işlevleri de bulunduğuna şu ifadelerle dikkati çekiyor: “IŞİD denilen vekil ordu, koalisyon ülkelerinin hem içeride hem de dışarıdaki çıkarlarına hizmet ediyor. Marwan Bishara’nın bir makalesinde ‘IŞİD hizmetinizde’ ifadesi geçiyor. IŞİD, bölgede çıkarları olan ülkelere pek çok hizmet sunuyor. Örneğin İsrail IŞİD’in varlığından son derece memnun; Gazze’yi bombaladığı vakit Gazzeliler bir anda IŞİD’li oluveriyor. Mısır IŞİD’e bayılıyor; Müslüman Kardeşleri köşeye sıkıştırıp üzerine gideceği zaman Müslüman Kardeşler ile IŞİD bir anda birbirlerine benzetiliyor. İran da durumdan hoşnut; IŞİD İran’ın bölge üzerindeki yumuşak gücü için meşrulaştırıcı bir mazerete dönüşüyor.”
Dabaşi’nin altını özellikle çizdiği örnekse kendi ülkesi İran’a ait. Dabaşi, üzerinden çok zaman geçmese de unutulmaya yüz tutan devrimci Yeşil Hareketin devlet eliyle bitirilmesiyle, IŞİD’in ortaya çıktığı dönemde hesaplaşılmasının rastlantı olmadığını savunuyor. Hâlihazırda bir şer odağının varlığının, devletin bugünkü ve geçmişteki güvenlik politikalarını meşrulaştırmaya yaradığının belirten Dabaşi, IŞİD’in iç politikada Ruhani yönetimi tarafından nasıl kullanıldığını şöyle anlatıyor: “2008-2009 döneminde İran’da, Yeşil Hareket olarak anımsanan çok ciddi bir kalkışma yaşandı. 2013’e gelindiğinde, İran Devrim Muhafızları Ordusu Komutanlarından Caferi seçime hile karıştırdıklarını açıkladı. Şu anda IŞİD’in Suriye ve Irak’taki varlığı, seçimlerde hile yaptıklarını itiraf eden Caferi ve mevkidaşlarını kahramanlara dönüştürdü. Artık yaygın kanı, İran’ın 80 milyonluk nüfusu Gazze’deki gibi bombardımanlarla, kafa kesmelerle karşılaşmadan geceleri rahat uyuyup sabahları huzurlu kalkmasını askerlere borçlu olunduğu yönünde! O halde IŞİD’in sonunu getirmek istediği tek şey Rojava değil; Suriye’deki Esad karşıtı muhalefeti vahşileştirdiği gibi, İran’daki meşru demokratik hareketleri ve demokrasi yanlısı kalkışmanın izlerini de ortadan kaldırdı.” Dabaşi’ye göre Türkiye toplumları da İran’daki gibi bir spin’le karşı karşıya: “Kamuoyu araştırma şirketleri bunu zaten ölçüyor olmalı fakat Türkiye’de şu anda bir referandum yapılsa, toplumun önemli kısmının Kobane’den değil, ceberut güvenlik politikalarından yana tavır alacağını düşünüyorum. Eylemlerdeki ölümlerin faili ise belli; adına ister derin devlet deyin, ister güvenlik devleti. IŞİD’in Orta Doğu’da ortaya çıkışı, zahiri bir gücün denkleme sokulduğunu gösteriyor. Bana kalırsa tamamıyla karşıdevrimci olan bu proje, Arap Baharı sonrasındaki devrimlere ket vurmak üzerine kurulu.”
RADİKAL UNSURLARI TEMİZLEMENİN ARACI OLARAK IŞİD
Güvenlik devleti imajından, özellikle II. Dünya Savaşının yol açtığı tarihsel travmalar sebebiyle uzak durmaya gayret eden Almanya ise daha ikircikli bir yol seçerek güvenlik diskurlarını yükseltmeden IŞİD’in varlığı kendi toplumunu yeniden tasarlamak için kullanmakta yeni bir yol buldu: Düşünce suçları konusunda pozitif anlamda son derece katı bir tutumu olan Almanya, eyleme geçmeyen tasarıları cezalandırmamakta ısrarlı olsa da, IŞİD krizini kendi kozmopolit toplumunun arzu etmediği unsurlarından kurtulmak için kullanıyor. Avrupa’nın eli en uzun haber alma teşkilatlarından birine sahip olan Almanya, mücahit örgütlere katılmak üzere ülke dışına çıkan vatandaşlarının takibini Türkiye, Suriye ve Irak’ta sürdürüyor (Bu adreslere son haftalarda eğitim kampları kurulan Libya da eklendi). Avrupa’nın diğer istihbarat ajanslarıyla işbirliği yaparak mücahitlerin eylemlerini kayıt altına alan Almanya, Suriye ve Irak’taki savaşta eylemlerde bulunan şahısları Almanya’ya dönüşlerinde ilgili kişi yalnızca Almanya vatandaşıysa hapsediyor, çifte vatandaş olması halindeyse Almanya vatandaşlığından atıyor ve ülkesine yolluyor. Böylelikle ülke, vatandaşı olan radikal Müslüman şahısların işlediği suçlardan doğrudan etkilenmez ev İslamofobi-fobisi kamusal bir tartışmaya dönüşmezken, IŞİD saflarından dönenlerin viral propaganda yaparak örgüte yeni neferler kazandırılmasının da önüne geçiliyor. Mücahitlerin eylemlerinin tespiti hususunda talep ettiği tüm devletlerden bilgiye ulaşan Almanya İçişleri Bakanlığı yetkililerinin, Türkiye’deki mevkidaşlarından bilgi alamadıkları için oldukça şikâyetçi olduklarını da eklemek gerekiyor.
Bir amok koşucu gibi önüne çıkana saldırıyormuş gibi gözüken IŞİD’in varlığından iç siyasetteki sorunların çöp tenekesine gönderilmesinde istifade eden ülkelerin başındaysa muhtemelen Türkiye geliyor. Kendi enerji kaynaklarına sahip, demokratik katılım temelli ve ulus devlete dayanmayan devlet yapısı modeliyle devrimci bir odak haline gelen Rojava’yı daha önceleri Özgür Suriye Ordusu ve El Nusra Cephesi yoluyla rehin tutarak içerideki Kürtleri barış sürecinde kontrol etme stratejisi sekteye uğrayan Erdoğan’ın AKP’si, IŞİD’in bölgede güç kazanmasıyla yeni bir müttefik kazandı. El Nusra Cephesi veya diğer muharip mücahit örgütlere verdiği destek kanıtlanan AKP’nin IŞİD’le ilişkileri henüz resmen ispatlanamasa da, Rojava projesine tehdit oluşturması hasebiyle IŞİD, Temmuz ayında kuvvetlenen Kobane kuşatmasıyla birlikte AKP’nin doğal bir müttefikine dönüştü. IŞİD’in Kobane’ye yönelttiği fiili saldırılar hem ayrılıkçı politikaları zayıflattı, hem de hükümeti Kobane’deki katliam girişimine seyirci kalkmakla suçlayan HDP’nin sokağa çıkma çağrısına verilen ceberut karşılığın İnsan Hakları Derneğinin tespitine göre en az 46 kişinin ölümüne yol açması, barış sürecinde AKP’nin elini kuvvetlendirdi. Çatışmalı süreci ve 1990’lardaki kontr-terör dönemini hatırlatan iki haftanın siyasi sorumluğunun HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a bırakılmasıysa, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yoluyla, Kürtlerin yanı sıra sosyalistler ve seküler kesimler için de alternatif bir lider figürü haline gelen Demirtaş’ı yalnızlaştırdı. Diyarbakır, Urfa, Gaziantep ve diğer kentlerde Kürt-İslam ideolojisinde konsolide edilen kitleler Kürt siyasi hareketine tekrar anımsatılırken, Hizbullah mensubu olduğu öne sürülen kişilerin ellerinde domuz bağlarıyla gündüz vakti meydanlarda kameralara yansıması aracılığıyla, gerekirse AKP’nin de yeni toplu mezarlar yaratmaktan çekinmeyeceğini gösterdi.
MİKRO YÖNETİME DEK GEREKLİ ŞEYTANLA DEVAM
Güvenlik devleti formuna dönüş, IŞİD’in yarattığı fiziksel ve kültürel terörün diyalektik bir karşılığı olmaktan çok, Esad yönetimini görevde istemeyen koalisyonun bu faydalı, hatta gerekli şeytandan istifade etmesi olarak görülebilir. Güvenlik devletinin köşeleri belirginleşip devletler ceberutlaşırken, kamu güvenliği gereksinimine vurgu yapılması için resmi propaganda yoluyla IŞİD’in olduğundan da etkin gösterilmesi örgütün kültürel etki alanını artırıyor; bu feedback etkisi (geri besleme) bir fasit daire oluşturarak kamu güvenliğini bir aşama daha sıkılaştırmanın gerekçesine dönüşüyor (IŞİD imajıyla karşılaşana dek Rojava devriminden habersiz ABD’lilerin YPG’ye katılması, Rojava ve Kobane’nin dünya yurttaşları için ifade ettiği değerlerden çok ABD basınındaki IŞİD görünürlüğünün bir sonucu olarak okumak gerekiyor. YPG’ye katılan 28 yaşındaki Amerikalı Jordan Matson da, Kobane’ye gelişini Hıristiyanların katledilmesinden duyduğu üzüntüyle açıklıyor).
Nihayetinde Dabaşi’nin, tıpkı koalisyon ülkelerinin dış politika karar alıcıları gibi son derece realist bir bakışla yaptığı IŞİD değerlendirmesinin akla yatkınlığı giderek kuvvetleniyor: “IŞİD durağan veya istikrarlı bir güç değil. İskambil destesindeki joker gibi; dolayısıyla onu dışarıdan tamamen kontrol edebilmek söz konusu olmuyor. Fakat bölgedeki siyasete etki etmek isteyen aktörler direksiyonunda kendileri bulunmadıkları bu araçta seyahat etmeyi, araç arzu ettikleri rotanın dışına çıkana kadar sürdürecekler. Bazılarının da dediği gibi, Irak ve Suriye’de bir ‘vekil savaşı’ yürütülüyor. IŞİD denilen vekil ordu, koalisyon ülkelerinin hem içeride hem de dışarıdaki çıkarlarına hizmet ediyor. Marwan Bishara’nın bir makalesinde ‘IŞİD hizmetinizde’ ifadesi geçiyor. IŞİD, bölgede çıkarları olan ülkelere pek çok hizmet sunuyor. Örneğin İsrail IŞİD’in varlığından son derece memnun; Gazze’yi bombaladığı vakit Gazzeliler bir anda IŞİD’li oluveriyor. Mısır IŞİD’e bayılıyor; Müslüman Kardeşleri köşeye sıkıştırıp üzerine gideceği zaman Müslüman Kardeşler ile IŞİD bir anda birbirlerine benzetiliyor. İran da durumdan memnun; IŞİD İran’ın bölge üzerindeki yumuşak gücü için meşrulaştırıcı bir mazerete dönüşüyor.”
Dabaşi bir anlamda IŞİD’e ömür de biçiyor: IŞİD’in ABD veya İsrail gibi küresel güçler tarafından kontrol edildiği gibi komplo teorilerinin kolaycılığına kapılmadığımız takdirde, IŞİD’in Orta Doğu’yu sürüklediği her dönemeçte tüm değişkenleri yeniden masaya yatıran, hem içeride hem de dışarıda yeni durumlara uygun tepkiler veren koalisyon ülkeleri Suriye’nin mikro ölçekte yönetilebileceğine ikna olana dek IŞİD’in bölgede var olmayı sürdüreceği anlaşılıyor.