Latin Amerika solu, iniş çıkışlarıyla 21. yüzyıl siyasetinde iz bırakmaya devam ediyor. 2000’lerin başlarından itibaren Venezuela’da Chávez, Brezilya’da Lula da Silva, Arjantin’de Kirchner, Bolivya’da Morales, Ekvador’da Correa, Nikaragua’da Ortega, Şili’de Bachelet, Uruguay’da “Pepe” Mujica ve Paraguay’da Lugo’nun art arda gelen seçim zaferleriyle bölgede solun yükseldiği yeni bir dönem başlamıştı. “Pembe dalga” (pink tide) olarak da anılan bu sol dalga, ilk kez yerlilerin, işçi liderlerinin ve eski kent gerillalarının seçim kazandığı, Latin Amerika nüfusunun yüzde 60’ının sol hükümetlerce yönetildiği, Mexico City’den Bogotá’ya kadar birçok büyük kentin yönetiminin solculara geçtiği ve aşağıdan gelişen toplumsal hareketlerin siyaseti belirlediği eşsiz bir sürecin parçasıydı. Tam da Soğuk Savaş’ın ardından Sovyetlerin çöküşüyle beraber solun krize girdiğinin düşünüldüğü bir dönemde, Latin Amerika deneyimini izlemek, dünyanın her yerinden solcular için yeni bir umut ve heyecan kaynağı olmuştu.
Ne var ki, “sola dönüş” sürecini daha ilk virajda büyük bir engel bekliyordu. 2008’de patlak veren küresel ekonomik krizin etkileri, özellikle 2014’ün ikinci yarısından itibaren çevre ülkelerde kendini hissettirmeye başladı. Hızla düşen emtia (maden ya da tarımsal ürün) fiyatları, sol hükümetlerin uyguladığı, doğal kaynak sömürüsüne ve hammadde ihracatına dayalı (extractivist) kalkınma modeline büyük bir darbe indirdi. Latin Amerika’nın solcu liderlerinin birbirinden farklı hedef ve pratikleri olsa da, önemli bir ortak noktaları vardı. Her biri, neoliberalizme duyulan tepkiyi mobilize ederek iktidara gelmişti. Bu yüzden, ister Venezuela’daki gibi alternatif modellerle neoliberalizmin dışına çıkmaya çalışarak ister Brezilya’daki gibi neoliberal süreklilik içinde bir çıkış arayarak olsun, hepsinin odak noktası, neoliberalizmin dışladığı kesimlere ulaşmaktı. İhracat gelirleriyle finanse edilen sosyal politikalar, gelir dağılımı eşitsizliğini bir nebze iyileştirdiyse de, “post-neoliberal” olarak tanımlanan yeni kalkınma modelinin yüksek emtia fiyatlarına bağımlı olması, solun önündeki en önemli sınırlılıktı. Üstelik orta ve üst-orta sınıflarda, sosyal politikalardan faydalanan alt sınıflara yönelik bir nefret duygusu yayılmaya başlamış, toplumsal kutuplaşma ve politik şiddet tırmanmıştı.
Bu koşullarda Venezuela’da Chávez’in halefi Maduro, 2015’te parlamento seçimlerinde büyük bir yara aldı ve ardından ülkeyi adım adım büyük bir siyasi krize sürükledi. Aynı yıl Arjantin’de Kirchner’in yerine sağcı Macri geldi ve Brezilya’da Lula’nın halefi Dilma Rouseff’in azledilme süreci başladı. Bundan önce, 2010’da Şili’de Sebastián Piñera’nın seçilmesiyle, Pinochet diktatörlüğünün ardından ilk kez bir sağcının seçim kazanması, Latin Amerika’da solun en önemli yenilgilerinden biri olmuş, ancak solcu lider Bachelet 2014’te iktidara geri dönmüştü. 2017’de ise Şili’de Piñera’nın, iktidarı Bachelet’den bir kez daha geri alması ve 2018’de Brezilya’da aşırı sağcı Bolsonaro’nun seçilmesiyle Latin Amerika’da bir devrin sona erdiği, “pembe dalga sonrası” (post-pink tide) döneme girildiği, “yeni sağın” yükseldiği ve solun miadının dolduğu kanısına varıldı.[1]
Bugün ise Latin Amerika’da bir kez daha solun yükselişi konuşuluyor. 2019’daki kitlesel protestolar, sağa doğru yönelişin kalıcılaşmayacağının ilk önemli işaretiydi. Şili’den Kolombiya’ya, Porto Riko’dan Haiti’ye, Ekvador’dan Honduras’a uzanan protesto dalgası, solcuları iktidara getiren toplumsal hareketlerin hiçbir yere gitmediğini gözler önüne sermişti. Bu süreç, seçim siyasetinde de karşılığını bulmakta gecikmedi. 2018’de López Obrador’un zaferiyle, nihayet Meksika’da da solun iktidara gelmesinin ardından yeni bir ilerici dalga yükseldi: 2019’da Arjantin’de Alberto Fernández, 2020’de Bolivya’da Luis Arca, 2021’de ise Peru’da Pedro Castillo, Honduras’ta Xiomara Castro ve Şili’de Gabriel Boric, seçim zaferleriyle hem geleneksel sağcılara hem de “yeni muhafazakârlara” meydan okudular. Özellikle Boric’in zaferi, son yıllarda hem “yeni sağın” yükseldiği hem de geleneksel sağın yeni bir kurumsallaşma sürecine girdiği Şili açısından ayrı bir anlam ve önem taşıyor.
Neoliberalizm, parladığı yerde sönebilir mi?
David Harvey’in ifadesiyle[2] “neoliberal devlet oluşumunun ilk büyük deneyine” sahne olan Şili, 1980’lerde sadece çevre değil merkez ülkelerde de neoliberal politikaların uygulanması için önemli bir model teşkil etti. Önce Pinochet diktatörlüğünün baskı ortamında dayatılan, ardından 1990’larda demokrasiye geçiş sürecinde merkez-sol koalisyon (Concertación) hükümetlerinin “uzlaşı siyasetiyle” yeniden düzenlenen neoliberal reformlar, Şili’yi Güney Amerika’nın en istikrarlı ve müreffeh ülkelerinden biri haline getiren örnek bir “başarı hikâyesi” olarak sunuldu. Ne var ki 2006’da “Penguen Devrimi” ve 2011’de “Şili Kışı”na yol açan öğrenci hareketi, istikrarlı ve yüksek büyüme oranlarının ardındaki toplumsal eşitsizliğin ve adaletsizliğin ürünüydü.[3]
Arap Baharı’na atfen “Şili Kışı” olarak anılan kitlesel protestolar patlak verdiğinde, iktidarda Pinochet diktatörlüğünün doğrudan bir uzantısı olarak görülen sağcı Piñera vardı. Piñera’nın 2010 seçimlerindeki galibiyeti, 20 yıllık Concertación iktidarına son vermiş ve sağın diktatörlük döneminden itibaren kenar mahallelerde (poblaciones) ve mahalle komitelerinde (juntas de vecinos) taban örgütlenmesi düzeyinde aktif ve örgütlü kalmayı başardığını göstermişti.[4] 2014’te Concertación lideri Bachelet, iktidarı Piñera’dan geri aldığında, bu kez toplumsal mücadelenin aktörlerini de koalisyonuna dâhil etti. Öğrenci hareketinin liderleri Camila Vallejo, Giorgio Jackson ve bugün devlet başkanı seçilen Gabriel Boric, bu koalisyonla meclise girdiler.
Bu süreçte toplumsal hareketin ortaya koyduğu en önemli talep, yeni bir anayasaydı. Şili’de askerî rejim döneminde otoriter anayasa yapım sürecinin ürünü olan ve siyasal haklara kısıtlamalar getiren 1980 Anayasası, demokrasiye geçiş sürecinde çeşitli değişikliklerden geçtiyse de birçok otoriter unsuru barındırmaya devam ediyordu.[5] Bununla birlikte mevcut anayasanın, eğitim, sağlık ve emeklilik gibi sosyal hakların sorumluluğunu serbest piyasaya bırakması, neoliberal düzeni güvence altına alıyor ve anayasal değişiklik için nitelikli çoğunluk gerekmesi, herhangi bir radikal değişim ihtimalini ortadan kaldırıyordu. 2013 Seçimlerinde neredeyse bütün başkan adaylarının yeni bir anayasa vaadinde bulunması, toplumun farklı kesimlerinin aynı talep üzerinde uzlaştığının göstergesiydi. Ancak Bachelet, söz verdiği eşitlikçi ve katılımcı anayasa yapım sürecini hayata geçiremeyince, 2017’de Piñera’nın ikinci kez seçilmesi için önemli bir alan açılmış oldu. Şeffaf bir ortamda başlayan süreç, kapalı kapılar ardında bir taslağın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmış, Bachelet’nin taslağı yeni seçilecek kongreye bırakmasıyla proje rafa kaldırılmıştı. Ancak toplumsal talep ilk günkü kadar canlıydı.
Piñera iktidara döndüğünde, ülkedeki muhalefeti mobilize eden temel aktörler olan öğrenciler de sokaklara döndüler ve 2019’da bir kez daha isyanın fitilini ateşlediler. 18 Ekim’de metro ücretlerine yapılan yüzde 4’lük zammı protesto etmek için öğrencilerin başlattığı turnikelerden atlama eylemi, kısa sürede toplumsal bir direnişe dönüştü. Üstelik 2011’dekinden bile büyük bir kitlesellikle. “30 peso için değil, 30 yıllık zülüm için ayaktayız” sloganı, esas meselenin Pinochet’den sonra devam eden neoliberalizmin konsolidasyonu olduğunu ve müesses nizamla hesaplaşmanın devam ettiğini gösteriyordu.[6] Bu protestolar, neoliberalizmin ilk kez denendiği ülkede son bulacağı yönünde büyük bir umut doğurdu. “Şili neoliberalizmin beşiği değil mezarı da olacaktır!” diyen Boric’in zaferi de elbette bu umudu yeşertiyor. Ancak neoliberalizmin köklü ve derin bir şekilde yerleştiği Şili’de, o kökleri sökebilmek için ne kadar uzun ve sancılı bir süreç gerektiğini görmek gerek. Bunun için de Boric’in seçim kampanyası sürecine bakmak bile yeterli.
Faşizan Kast’a karşı “Millennial Solcu” Boric
Şili’nin 2021 Seçimleri, iki açıdan önemliydi. Öncelikle 2019’daki toplumsal patlama sonrası yapılacak ilk seçim olduğu için toplumsal hareketin siyaseti belirleme gücünü gösterecekti. İkinci olarak, protestoların ardından sosyal adaletsizlik sorununu çözmek için başlatılan anayasa yapım sürecinin akıbetini belirleyecekti. 21 Kasım’da gerçekleşen ilk turda Cumhuriyetçi Parti’nin (PLR) aşırı sağcı adayı José Antonio Kast yüzde 27 oy oranıyla birinci sıraya yerleşirken, Apruebo Dignidad (Haysiyetten Yanayım) adlı yeni kurulan sol koalisyonun lideri Gabriel Boric, yüzde 25’le ikinci oldu. Kast, yeni anayasa yapım sürecine en başından beri karşıyken, Boric sürecin en büyük destekçileri arasındaydı[7]. Kast, “sakıncalı” görürse anayasal taslağa karşı çıkacağını söylemiş, hatta “anayasa yapım sürecinde Şili halkının temsil edilmediği” gibi spekülatif tweet’ler atarak süreci baltalamaya çalışmıştı. Diğer yandan Boric ise kendi partisinin desteği olmaksızın anayasal süreci başlatan sözleşmenin altına imzasını atmıştı. Bu da ikinci turda esas olarak yeni anayasanın oylanacağı anlamına geliyordu.
19 Aralık’taki ikinci tur öncesinde iki aday da söylemlerini yumuşatarak merkeze yaklaşmaya, kararsız seçmenlerin oyunu almaya ve ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalıştı. İki tur arasında sadece bir ay vardı ancak bu bir aylık süreç yoğun bir kutuplaşma ortamında gerçekleşti. Şili siyaseti, son 16 yıldır Bachelet’nin temsil ettiği merkez sol ile Piñera’nın temsil ettiği merkez sağ arasında sıkışıp kalmıştı. Şimdi ise Bachelet’nin daha solunda bir solcu ile Piñera’nın daha sağında bir sağcı yarışıyordu. Sanki seçim iki radikal uç arasında gerçekleşecek ve Şili ya bir uca ya da diğerine savrulacaktı. Geleneksel orta sınıflar açısından iki ihtimal de yeterince ürkütücüydü. Radikal solun kazanma ihtimali, “Ya Venezuela gibi olursak” endişelerini beraberinde getirirken, radikal sağın kazanma ihtimali, “2019’daki gibi kitlesel ayaklanma olur” korkusuna yol açıyordu. İşte bu ortamda Boric’in merkez sola yanaşmayı başarırken Kast’ın aşırı sağcılığını pekiştiren Nazi skandalının ortaya çıkması[8], seçim sonuçlarını belirleyen esas dinamik oldu.
Faşist eğilimleri olan, Brezilya’nın Bolsonaro’suna benzetilen, aşırı sağcı lider Kast, daha önce, 2012 seçimlerinde yüzde 8 oy almayı başarmış, o günden sonra güvenlik ve göçmenlik konularına yaklaşımıyla gerilim yaratarak Şili siyasetinin önemli bir aktörü haline gelmişti.[9] Bir yanda kamusal düzenin yeniden sağlanmasına, vatan ve aile gibi değerlerin savunulmasına adanmış milliyetçi ve muhafazakâr görüşleri ve LGBTİ karşıtlığı diğer yanda ise vergi reformu gibi neoliberal politikalara desteğiyle “yeni sağa” yakın bir politik oluşum örgütlemişti. Kast’ın tutumu, geleneksel sağın temsilcisi olan Piñera’nın eğitim, göçmenlik ve güvenlik politikalarına doğrudan etki ederek onun da “yeni sağa” yakınlaşmasına yol açtı.[10] 2017 seçimlerinde “Pinochet yaşasaydı bana oy verirdi. Başkanlık sarayında birlikte çay içerdik” diyen Kast’ın, 2021 seçimlerinde yüzde 27 gibi bir oy oranına erişebilmesi, hem bu muhafazakârlaşma sürecinin etkisiyle mümkün oldu hem de yedi adayın yarıştığı ilk turda oyların bölünmüş olması ve katılımın düşük olması sonucu belirledi.
Diğer yandan 35 yaşındaki genç aday Boric, ikinci tura girerken gerek (daha önce sertçe eleştirdiği) eski Concertación liderleri Ricardo Lagos ve Michelle Bachelet’le uzlaşarak gerekse “ılımlı devletçilik” ya da “ılımlı Keynesyencilik” olarak adlandırılabilecek ekonomik söylemlerini daha da yumuşatarak, kampanyasını büyük ölçüde merkeze çekmeyi başardı. Aslında Boric’in öncesinde de “radikal” bir aday olduğu söylenemezdi. Boric’in içinde bulunduğu sol koalisyon içerisinde kendisinden daha solda bulunan Komünist Parti adayları vardı. Boric daha çok öğrenci hareketinin liderlerinden biri olarak gençliği, enerjisi, geleneksel siyasetçilerden farklı bir portreye sahip olması (“Dövmeli başkan” gibi), evli ve çocuklu olmaması gibi özellikleriyle Y kuşağının (millennial) temsilcisi olarak “yeni sol” anlayışıyla öne çıktı. Önce 2017 seçimlerinde kurulan ve öğrenci hareketinin uzantısı olan Frente Amplio (Geniş Cephe) içerisinde, ardından 2021 seçimlerinde Frente Amplio ve Chile Digno (Saygın Şili) tarafından kurulan Apruebo Dignidad içerisinde ön seçimleri kazanarak yükselmeyi başardı. İspanya’daki Podemos’u örnek aldığını, Ernesto Laclau’nun yazılarından etkilendiğini söylüyor, kendisini Marx ve Engels okumaya meraklı bir kitap kurdu olarak tanımlıyor, obsesif-kompulsif bozukluğu olduğunu açıkça dile getiriyordu.
Boric’in başarısı, daha çok birinci turda vurguladığı kimliğe dayalı taleplerle birlikte ikinci turda öne çıkardığı emekçilerin ihtiyacına yönelik sınıfsal talepler arasında bir denge kurarak farklı kesimleri temsil edebilmesindeydi. Bu süreçte Şili Tıp Fakültesi (COLMED) adlı meslek örgütünün lideri Izkia Siches’in Boric’in seçim kampanyasının başına geçmesi, stratejik bir önem taşıyordu. Covid-19 Pandemisi sürecinde toplumun güvenini kazanan Siches’in desteği, El País gazetesine göre Boric’e “dört haftada seçimi kazandıran” temel unsur oldu.[11] İlk turda yüzde 47 olan katılımın, ikinci turda yüzde 55,6’ya çıkması ve ikinci turda Boric’e birinci turdakinden 2,8 milyon fazla oy çıkması, bu oyların hem ilk turda başka adaylara oy veren seçmenlerden hem de ilk turda sandığa gitmeyen seçmenlerden geldiğini gösteriyordu.[12] Bu noktada belirtmek gerekir ki, yüzde 55,6’lık katılım, diğer Latin Amerika ülkelerine göre düşük gibi görünse de Şili açısından yüksek bir oran. Bunun nedeni, 2012’deki yasal değişikliğin ardından Şili’de oy vermenin zorunlu olmaktan çıkarılması ve katılım oranlarının yüzde 90’lardan yüzde 40’lara kadar düşmüş olması. Sonuçta Boric, 4,6 milyon oyla (yüzde 56) ülke tarihinde en çok oy alarak seçilen devlet başkanı oldu ve Bachelet ile Piñera arasındaki kısır döngüyü sona erdiren yepyeni bir sayfa açtı.
Yeni bir anayasaya doğru
Boric’in vaatleri arasında eğitim, sağlık, emeklilik sistemlerinde reform yapılması ve çalışma saatlerinin indirilmesi gibi refah toplumu oluşturmaya yönelik adımlar atmak, yeşil ekonominin gelişimi için yatırım yapmak ve marjinalleştirilmiş kesimlerin taleplerini dikkate almak yer alıyor. Bunları gerçekleştirebilmek içinse madencilik firmalarından daha çok vergi almayı planlıyor. Bu ekonomi modeli, her ne kadar Latin Amerika’daki solcu hükümetlerin “post-neoliberal” kalkınma modelinden farklı olsa da emtia fiyatlarına bağımlılık ve özellikle lityum gibi madenlerin nasıl çıkarılacağı sorunu gibi bazı benzerlikler var. “Pembe dalga” hükümetleri, sosyal politikalarını madencilik ve endüstriyel tarım ürünlerinin ihracatından aldıkları gelirlerle finanse ederken, Boric bunu madencilikten aldığı vergiyle yapmayı planlıyor. İki modelde de doğal kaynak sömürüsüne dayalı “ekstraktivizm” mantığı ön planda. “Yeşil devrime” geçiş sürecinin de bu bakımdan bazı sınırlılıkları olabilir. Yine de Boric’in önündeki en kritik süreç, öncelikle hâlihazırda devam eden anayasa yapım süreci olacaktır. Zira 1980 Anayasası değişmeden Şili’de neoliberalizmden bir çıkış yolu bulmanın mümkün olmadığı ortada.
2019’daki protestoların bir kazanımı olarak başlayan Şili’nin anayasa yapım süreci, birçok açıdan umut vaat ediyor ve dünyanın geri kalanında da ilgiyle izleniyor. 25 Ekim 2020’deki referandumda yüzde 78 Evet oyuyla kurucu meclis yoluyla yeni anayasa yapılması kararlaştırılmış, 15-16 Mayıs 2021’de ise 155 üyeli kurucu meclisin üyeleri seçilmişti. Temmuz 2021’de yemin ederek görevine başlayan kurucu meclis, gerek önemli bir çoğunluğunun bağımsız adaylardan oluşması gerekse de 78 kadın üyeye ve Mapuche yerlisi bir başkana (Elisa Loncón) sahip olmasıyla benzersiz bir örnek teşkil ediyor. Hem toplumsal cinsiyet eşitliğinin gözetilmesi hem de 17 koltukla yerli hareketinin temsilinin sağlanması daha demokratik bir sürecin işareti. Kurucu meclis üyelerinin yüzde 67’sinin siyasi partisinin olmaması ise toplumsal patlamaya yol açan siyasi partilere güvensizliğin ve temsil krizinin bir ürünü olarak görülüyor. Sağ ya da soldan hiçbir siyasi parti anayasal süreci tıkayacak veto gücüne değil, ancak bu aynı zamanda ortak paydada buluşmayı da zorlaştırabilecek bir unsur.[13] Kurucu meclisin 2022 sonuna kadar anayasa taslağını hazırlaması ve halkoyuna sunması gerekiyor. Şili, tarihinin en kritik aşamalarından geçerken, Boric’in bu süreçteki rolü çok önemli.
2021 seçimlerinin sonuçları, Şilililerin değişim isteğini açıkça ortaya koydu. Ancak bu değişim, o kadar hızlı ve radikal olmayabilir. Boric’in özellikle iktidarının ilk yıllarında daha ılımlı ve pragmatist bir yol izleme ihtimali yüksek çünkü ortada bölünmüş bir Kongre var. Her ne kadar “pembe dalga”ya fazla uzak bir lider olmasa da Boric’in Latin Amerika solu içindeki konumunu, iktidarının ikinci ya da üçüncü yıllarında daha net görebileceğiz. Yine de şunu unutmamalıyız ki, solun başarısını hükümetlerin seçim başarısına indirgeyerek, Latin Amerika’da neoliberalizme karşı mücadelenin dinamiklerini anlayabilmemiz mümkün değil. Salt seçim başarısının sol tahayyüllerin öngördüğü toplumsal dönüşüm için yeterli olmadığı ortada. Bölge genelinde solun iktidara gelmesiyle toplumsal hareketlerin taleplerinin ne kadarının karşılandığı, sol hükümetlerin neoliberalizme alternatif oluşturacak bir modelin temellerini atıp atamadıkları tartışmalı bir konu. Şili’deki süreci elbette heyecanla izlemeye devam etmeliyiz, ancak sadece Boric’in yaptıklarına ve yap(a)madıklarına odaklanmak yerine aşağıdan gelişen toplumsal hareketlerin seslerine kulak vermek gerekir. Boric, üzerine düşenin ne kadarını yapabilirse yapsın, öğrenci hareketi, yerli hareketi, kadın hareketi, LGBTİ hareketi, işçi hareketi ve ekolojik hareket başta olmak üzere Şili’nin toplumsal muhalefet aktörleri sokakları ve meydanları doldurmaya devam edecektir.
DİPNOTLAR
[1] Burada belirtmek gerekir ki, aslında “pembe dalga”nın sona erdiği ilk ülkeler, solcu liderlerin askerî darbelerle devrildiği Honduras ve Paraguay olmuştu. Honduras’ta 2009’da Manuel Zelaya’nın anayasayı değiştirme girişimi, Paraguay’da ise 2012’de Fernando Lugo’nun toprak reformu girişimi, darbeyle sonuçlandı. Ancak burada özellikle solcuların seçim yenilgilerini vurgulamak istedim.
[2] David Harvey, “Neoliberalism as Creative Destruction”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, No. 610, 2007, s. 27.
[3] Şili’de öğrenci hareketinin gelişimi üzerine detaylı bir analiz için bkz. Esra Akgemci, “Neoliberalizmin Laboratuvarında Direniş: Şili Kışı’nın Penguenleri”, Mülkiye Dergisi, 39 (2), 2015, ss. 179-216.
[4] Maria L. Urbina, “Pembe Dalga Sonrası Dönemde Yeni Latin Amerika Sağı”, Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih Toplum Kültür içinde, Esra Akgemci ve Kazım Ateş (Der.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2020, s. 292.
[5] Oya Yeğen, “Bağımsızlıktan 21. Yüzyıla Latin Amerika’da Anayasalar ve Anayasa Yapım Süreçleri”, Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih Toplum Kültür içinde, Esra Akgemci ve Kazım Ateş (Der.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2020, s. 123.
[6] 2019’da sadece Latin Amerika değil tüm dünya geneline yayılan kitlesel protestolarda müesses nizam karşıtlığını açıkça görmek mümkündür. Örneğin, Şili ve Lübnan’ın farklı deneyimler yaşamış olmalarına rağmen bu noktada benzeştiği görülebilir. Özge Özkoç’la birlikte yazdığımız yazıda iki ülkenin protestoları arasındaki benzerlikleri göstermeye çalışmıştık: “Gelecek Uzun Sürer”: Lübnan’dan Şili’ye kolektif mücadele, T24, 2 Kasım 2019,
https://t24.com.tr/haber/gelecek-uzun-surer-lubnan-dan-sili-ye-kolektif-mucadele,846480
[7] Raulo Gutiérrez, “¿Cuál es el futuro de la Convención Constitucional si gana Kast o gana Boric?”, Contracarga, 17 Aralık 2021, https://contracarga.cl/reportajes/convencion-presidencial/
[8] Kast’ın Almanya doğumlu olan babasının 1942’de Hitler’in partisine gönüllü olarak üye olduğu ortaya çıktı. Bkz. Federico Rivas Molina, “Una investigación prueba que el padre del candidato chileno José Antonio Kast fue miembro del partido nazi”, El País, 9 Aralık 2021, https://elpais.com/internacional/2021-12-09/una-investigacion-prueba-que-el-padre-del-candidato-chileno-jose-antonio-kast-fue-miembro-del-partido-nazi.html
[9] Maria L. Urbina, “Pembe Dalga Sonrası Dönemde Yeni Latin Amerika Sağı”, s. 296.
[10] A.g.e., s. 296.
[11] Rocío Montes ve Federico Rivas Molina, “Las cuatro semanas que dieron la victoria a Gabriel Boric”, El País, 26 Aralık 2021, https://elpais.com/internacional/2021-12-26/las-cuatro-semanas-que-dieron-la-victoria-a-gabriel-boric.html
[12] Oya Yeğen, “Şili’nin Yeni Devlet Başkanı ve Yeni Anayasa Yapım Süreci”, Birikim, 30 Aralık 2021, https://birikimdergisi.com/guncel/10825/silinin-yeni-devlet-baskani-ve-yeni-anayasa-sureci
[13] A.g.e.