Bugün, tarihte ilk defa, Latin Amerika’nın en büyük beş ekonomisinde, Brezilya, Meksika, Arjantin, Şili ve Kolombiya’da, aynı anda solcular iktidarda. Buna altıncı büyük ekonomi olan Peru da eklenebilirdi ancak iktidara geldiği Temmuz 2021’den itibaren iki azil süreci atlatan ve beş kez hükümet değiştiren Pedro Castillo, gittikçe derinleşen siyasi kriz yüzünden ülkeyi yönetemedi, iktidarda kalabilmek için sağa tavizler verdi ve kendisini neoliberal politikalar uygulamakla suçlayan partisi Özgür Peru’dan (Perú Libre) uzaklaştırıldı. Castillo, 7 Aralık 2022’de azledilmesi için üçüncü kez yapılacak oylama öncesinde olağanüstü hal ilan ederek Kongre’yi feshetme girişiminde bulununca aynı Kongre tarafından görevden alındı ve darbe girişimi gerekçesiyle gözaltına alınarak tutuklandı. Castillo’nun yerine atanan başkan yardımcısı Dina Boluarte de tıpkı onun gibi Özgür Peru Partisi’nden dışlanmıştı. Boluarte, Peru’da son beş yıl içinde göreve gelen altıncı başkan oldu. Son beş yıl içinde üçüncü kez azledilen bir başkanın yerine bir başkan yardımcısı geliyor, bu da ülkede parti sisteminin çöktüğünü gösteriyordu. Peru, her ne kadar kendine özgü dinamiklere sahip olsa da siyasi istikrarsızlığa yol açan en temel yapının oligarşi olması, Peru ile sınırlı bir mesele değil. Ülkedeki oligarşiyle hesaplaşma, Latin Amerika’da solun geleceği üzerine düşünürken dikkate alınması gereken en önemli unsurlardan biri.
Latin Amerika’da “sola dönüş” ya da “pembe dalga” gibi kavramlarla anılan inişli çıkılı süreç, genellikle iktidara gelen solcu liderlerin başarı ve başarısızlıkları ile ele alınıyor. Oysa bu liderleri sınırlayan oligarşik yapıları incelemek, solun sınırlılıklarını tespit etmek ve bu sınırlılıklar içinde sol siyaset için alan açabilecek imkânlara işaret etmek, sürecin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Sömürgecilik döneminden bu yana sınıfsal, etnik, ırksal, cinsiyetçi pek çok farklı zeminde kendini gösteren eşitsizlik ve adaletsizliklerle mücadele etmek için iktidar değişikliğinin yeterli olmadığı, daha radikal toplumsal dönüşüm süreçlerinin inşa edilmesi gerektiği ortada. Bunun için de esas olarak solcuları iktidara getiren toplumsal hareketlerin nasıl geliştiğine bakmak gerek.
2019’dan bu yana Latin Amerika genelinde yükselen yeni bir sol dalgadan söz edilse de önümüzdeki dönemde bölge genelinde siyasi krizlerin artması ve toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi muhtemel görünüyor. Peru’daki siyasi kriz derinleşirken Bolivya’da Luis Arce hükümetine karşı protestolar sürüyor. Arjantin’de eski devlet başkanı ve şimdiki başkan yardımcısı Cristina Fernández de Kirchner’in yolsuzluktan altı yıl hapis cezası alması ve kamu görevinden sürekli olarak men edilmesi de başka bir siyasi krizin habercisi. Şili’de ise anayasa referandumu yenilgisi (rechazo) ile duvara çarpan Gabriel Boric hükümetinin yeni bir taslak üzerinde uzlaşabilmek için siyasal elitlere ne kadar taviz vereceği tartışılıyor. O halde yeni bir sol dalgadan söz etmeden önce solu sınırlayan temel unsurlardan söz etmek gerek. Daha sonra bu sınırlılıklar içinde toplumsal hareketlerin doğurabileceği imkânları tartışabiliriz.
Birinci sınırlılık, doğrudan seçim siyaseti ile ilgili. Bölgedeki son seçimler solun zaferine işaret etmekle birlikte bu zaferi mümkün kılan temel dinamik, seçmenlerin kesin bir şekilde “sola dönüşü”nden ziyade, iktidardaki sağcı hükümetlere karşı gelişen “iktidar karşıtı” (anti-incumbent) sert tepkiydi. Arjantin’de Mauricio Macri, Şili’de Sebastián Piñera ve Brezilya’da Jair Bolsonaro gibi son dönemde iktidarda olan sağcılar, yolsuzluk ve kötü yönetimle eleştirdikleri solculardan daha çok yolsuzluk iddiasına karıştılar ve ekonomiyi çok kötü yönettiler. Solu yeniden iktidara taşıyan süreç, 2019’da, özellikle Arjantin, Şili, Kolombiya ve Honduras’ta neoliberal politikalar uygulayan hükümetlere karşı kitlesel protestoların gelişmesiyle başladı. Protestolarda öne çıkan müesses nizam karşıtlığı, bölgede sağın yükselişinin kalıcı olmayacağının göstergesiydi. Ancak bu, solun yükselişinin de uzun soluklu olacağı anlamına gelmeyebilir. Sağın başarısızlığı nasıl sol için yeni bir fırsat yarattıysa, solcuların başarısız olması durumunda da sarkacın yeniden sağa kayması hiç de zor görünmüyor. Örneğin, Brezilya’da 2018 seçimlerinde Bolsonaro’ya oy veren seçmenler arasında Bolsonaro’nun dört yıllık iktidarından memnun kalmayanlar, 2022 seçimlerinde solcu aday Lula da Silva’ya oy verdiler. Bu seçmenlerin bir sonraki seçimlerde yine solcu bir lidere oy vereceklerinin hiçbir garantisi yok. Bunu esas olarak Lula’nın iktidardaki performansı belirleyecektir. Dolayısıyla yeni bir sol dalganın geldiğinden iyice emin olmadan önce üç-dört yıl daha beklemek gerekebilir.
İkincisi, solcular seçimlerden galip çıkmayı başarmış olsa da sağcılar bir yere gitmiş değiller. Yine Brezilya’dan örnek verirsek, son seçimler Lula’nın dönüşü kadar Bolsonaro’nun da kalışı ile sonuçlandı. Lula’nın aldığı 60 milyon oya karşılık 58 milyon seçmen, Bolsonaro’nun “Tanrı, Vatan ve Aile” sloganı üzerine kurduğu aşırı sağcı kampanyasını destekledi. Üstelik Bolsonaro, Covid-19 Pandemisi sürecini kötü yönetmiş, silahlandırmayı kolaylaştırmış ve politik şiddeti tırmandırmış, birçok yolsuzluk iddiasına karışmış ve Amazon ormanlarında ekolojik bir yıkım süreci başlatmış olmasına rağmen bu desteği alabildi. Dahası oy oranları gösteriyor ki karşısında Lula gibi güçlü bir lider olmasaydı, Bolsonaro bütün bunlara rağmen seçimi kazanabilirdi. Bu açıdan Lula’nın dönüşü, Cas Mudde’nin ifadesiyle, “savaşın değil sadece bir muharebenin kazanılması” demekti. Bolsonaro, iktidarını kaybetmiş olsa da onun politik ideolojisi olan Bolsonarismo gerek kongrede gerek sokaklarda hâlâ güçlü ve kendini göstermeye hazır. Latin Amerika genelinde her zaman örgütlü bir güç olan sağın, ordu ve sermaye çevreleri ile geleneksel bir ittifak içinde olduğunu unutmamak gerek. Solcular iktidara gelse bile finans ve medya gücünü elinde tutan sağcılar, kongrede ataklarına devam edebiliyor ve yapısal reformların önüne geçebiliyorlar. Üstelik son dönemde yükselen yeni-muhafazakâr ideoloji ile birlikte “yeni sağ” ana akım haline geldi ve geleneksel sağcıların yerini giderek radikalleşen aşırı sağcılar almaya başladı. Bu da elbette sol mücadele açısından zorlu bir sürece işaret ediyor.
Üçüncüsü, bölgedeki son seçimlerde gerek Lula gerekse diğer solcu liderler, geniş koalisyonlar oluşturarak ve merkeze yönelerek iktidara gelebildiler. Dolayısıyla seçim süreçlerinde somut politika önerileri içeren, kapsamlı sol programlar öne çıkmadı ve solcu adayların kampanyalarının ne kadar sol olduğu çokça tartışıldı. Lula, sol bir program değil, tüm Brezilya toplumuna ait bir program benimsediğini açıkça dile getirdi. 2000’lerdeki “pembe dalga” sürecinde de liberallerle ittifak yapan Lula, bu defa daha geniş bir cephe oluşturmaya çalıştı ve kampanyasını, Bolsonaro’nun verdiği zararları telafi etmek üzerine kurdu: Açlıkla ve yoksullukla mücadele programlarıyla sosyal devleti geri getirmek ve demokrasiyi yeniden inşa etmek. Lula’nın başkan yardımcısı olarak geleneksel sağın temsilcilerinden Geraldo Alckmin’i seçmesi, bu politikaların ılımlı bir değişim sürecinde hayata geçeceğine işaret ediyordu. İlk “pembe dalga”nın radikal temsilcilerinden Arjantin ve Bolivya’da da sol, yeni liderlerle (Cristina Fernández de Kirchner’in yerine Alberto Fernández ve Evo Morales’in yerine Luis Arce ile) iktidara daha ılımlı bir şekilde dönmüştü. Solun yeni aktörlerinden Şili’de Gabriel Boric ve Kolombiya’da Gustavo Petro da radikal sola mesafeli olduklarını her fırsatta dile getirdiler. Bu liderlerin uzlaşmacı tutumları, yerleşik düzenin temsilcilerine tepki duyan farklı toplumsal kesimlere ulaşmaya yönelikti. O halde bölgede yeniden yükselen solun devrimci bir potansiyel taşıdığı söylenebilir miydi? “Yeni sol” tartışmalarında öne çıkan bu meseleyle ilgili peşin hüküm vermeden önce bu liderlerin sol mücadelenin gelişimi için ne kadar alan açabileceklerini görmek gerekiyor.
Dördüncüsü, yeni bir sol dalganın yükselmesinin önünde engel oluşturabilecek ciddi zorluklar olduğunu görmek gerekiyor. Her şeyden önce küresel ekonomik konjonktür, 2000’lerin başlarındaki gibi elverişli olanaklar sunmuyor. O dönem emtia fiyatlarındaki artış, Çin’in büyümesinden kaynaklanıyordu ve hammadde için talep yaratıyordu. Bugünkü fiyat artışlarının nedeni ise ekonomik büyüme değil, Ukrayna’daki savaş ve COVID-19 Pandemisi ile birlikte tedarik zincirinde yaşanan aksaklıklar. Üstelik Çin’in yaşadığı ekonomik sıkıntılardan dolayı emtia fiyatlarındaki artış uzun süreli olmayabilir ve enerji krizi ile birlikte hissedilen enflasyonist baskılar daha da artabilir.[1] Bu sürecin Latin Amerika ülkeleri için 1980’lerdeki gibi bir “kayıp on yıl” anlamına gelebileceği söyleniyor.[2] Buna göre, artan borçlar, bölge dışından gelen fiyat şokları ve ABD Merkez Bankası (FED) başta olmak üzere önde gelen merkez bankalarının keskin faiz artışları, Latin Amerika ekonomilerini bir kez daha iflasın eşiğine getirebilir ve on milyonlarca insanın aşırı yoksulluğa sürüklenmesine neden olabilir.
Solcu iktidarları bekleyen bir diğer önemli sorun, son dönemde giderek yoğunlaşan toplumsal ve siyasal kutuplaşmadan kaynaklanıyor. Yeni sol dalganın liderleri için ülkelerini yönetmek artık çok daha zor. Kutuplaşmadan beslenen sağcılar, daha önce kendilerini iktidara taşıyan otoriter popülist stratejileri uygulamaya devam ediyorlar. Kriz zamanlarında krizden sorumlu tutacak bir “ortak düşman” bulmaya ve o düşmanı ortadan kaldırmak için liderin otoritesi altında yekpare bir bütün oluşturmaya yönelik bu stratejiler, nefret söylemleri ve komplocu saldırılarla birlikte gelişiyor. Üstelik bu stratejinin sağcılar için muhalefetteyken iktidarda olduğundan daha etkin bir araç haline geldiğini vurgulamak gerek. Her ne kadar Lula, Boric ve Petro gibi solcular ayrıştırıcı söylemlerden uzak durmaya özen gösterseler de toplumdaki kutuplaşma derinleşmeye devam ediyor ve politik şiddet giderek tırmanıyor. Bu koşullarda sağcıların baskıcı ve darbeci mekanizmaları yüzünden solcu liderler her zaman diken üstündeler. Yargının en çok siyasallaştığı ülkelerin başında gelen Brezilya’da 2016’da PT lideri Dilma Rousseff’in azledilmesine yol açan dinamikler, Lula’nın azli için de devreye girebilir. Diğer yandan, yazının başında da belirtildiği gibi Peru’da Castillo’ya karşı bir buçuk yıllık başkanlık dönemi boyunca üç kere azil süreci işletildi. İlk ikisinde kongrede azil için gerekli olan 87 sandalyeye ulaşılamamıştı. Ancak üçüncü oylama öncesinde Castillo’nun “parlamenter diktatörlük”le suçladığı kongreyi feshetmeye kalkması, onu azil yoluyla devirmek isteyenler için en uygun koşulları oluşturdu. 130 kongre üyesinin 101’i Castillo’nun azli yönünde oy kullandı. Castillo’nun hamlesi, 1992’de kendi hükümetini deviren ve diktatörlük kuran Fujimori’nin “kendi kendine darbe”si (self-coup) ile özdeşleştirilmişti.
Bu noktada, beşinci ve sonuncu olarak, otoriterleşme eğilimi meselesini tartışmak gerekiyor. Tüm bu zorlu koşullar içerisinde ilk pembe dalgadan bu yana iktidarda kalmayı başaran Venezuela ve Nikaragua’daki sol hükümetlerin, bu “başarılarını” otoriterleşmeye borçlu olmaları, Latin Amerika solu için kötü bir model oluşturuyor. Venezuela’da Hugo Chávez ve Bolivya’da Evo Morales’in iktidarda daha uzun süre kalabilmek için referandumdaki yenilgilerine rağmen anayasayı değiştirmeleri, kendi kitleleri içinde bile tepkiye yol açmış, kitle hareketleri içinde kırılmalar yaşanmıştı. Chávez’in ardılı Nicolás Maduro’nun 2017’de kendi Kurucu Meclis’ini oluşturarak sağcıların ağırlıkta olduğu Ulusal Meclis’i askıya alması, Morales’in 2019’da seçim sonuçları henüz netleşmemişken kendi galibiyetini ilan etmesi, darbe yanlısı muhaliflerin eline büyük koz veren anti-demokratik hamlelerdi. Maduro, 2019’da Juan Guaidó’nun başlattığı askerî darbe girişimini atlatırken, Morales aynı yıl askerî darbeyle uzaklaştırıldı. Bolivya’da yerli hareketinin güçlü olması, demokratikleşmeden yana baskı oluşturduysa da Venezuela adım adım tek adam rejimine sürüklendi. Son olarak, Peru’da kongreyi feshetmeye çalışan ve azledilen Castillo da hem darbecilerin amacına hizmet etmiş hem de Latin Amerika solcularını potansiyel bir komünist diktatör olarak göstermek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş oldu.
Bugün, yeni sol dalganın liderleri ne kadar ılımlı olurlarsa olsunlar gerek Batılı devletlerin gözünde gerekse kendi ülkelerindeki çoğu seçmenin gözünde potansiyel bir “Caudillo” (Latin Amerika tarihinde giderek otoriterleşen, diktatör haline gelen güçlü liderler) olmaktan kurtulamıyorlar. “Venezuela gibi olma” korkusu, özellikle muhafazakâr orta sınıflar için başlı başına bir kaygı unsuru. Bu da hem darbe yanlıları için meşru bir zemin hazırlamaya yarıyor hem de solun orta sınıflara ulaşmasının önünde engel teşkil ediyor. Özellikle son dönemde, COVID-19 Pandemisinden bu yana yaşanan ekonomik daralmaya işaret eden The Economist, Financial Times ve Foreign Affairs gibi Batılı ana akım haber kaynakları, Latin Amerikalı solcu liderlerin bu zor koşullarda otoriterleşebileceklerine sıkça dikkat çekiyor ve bu liderleri bölge demokrasisine bir tehdit olarak gösteriyorlar.[3] Oysa Latin Amerika solunu topyekûn yaftalamaya yönelik bu çabanın kendisi, demokrasi kültürünün gelişmesine engel oluyor. Sağcıların anti-demokratik ataklarına karşı sürekli savunma pozisyonunda kalan solcular, en temelinde bir demokrasi mücadelesi vermek zorunda kalıyorlar.
Peki, bu zorlu koşullar, solun yeni bir model ve yeni örgütlenme biçimleri geliştirmesi için bir fırsat olarak da değerlendirilemez mi? Birinci “pembe dalga” ile ortaya çıkan solun en büyük sınırlılığı, sosyal yardım politikalarının doğal kaynak sömürüsüne dayalı yeni-ekstraktivist modele dayanmasıydı. Emtia fiyatlarındaki yükselişten elde edilen gelirin en yoksul kesimlerin lehine olacak şekilde yeniden dağıtılmasına dayanan bu model, hem çevreye zarar veriyor hem de gelir dağılımı eşitsizliğini bir ölçüde giderse de neoliberalizmin hâkim birikim rejimi olarak yerleşmesini sağlıyordu. Bu modelin sürdürülebilir olmadığı artık ortada. Emtia talebine dayalı ekonomik büyüme döneminin geride kalması, ekstraktivist kalkınma stratejisinin ötesine geçen daha radikal, çevreci bir sol gündemin kapılarını açabilirse, sol mücadele açısından önemli bir kazanım olacaktır.
POST-EKSTRAKTİVİST BİR SOL MÜMKÜN MÜ?
Amazon ormanlarını korumak, Lula’nın seçim kampanyasında öne çıkan en önemli vaatlerden biriydi. Bolsonaro döneminde Amazonlardaki ormansızlaşma oranı, yüzde 22’ye ulaşmıştı. Bu, 2006’dan bu yana en yüksek orandı ve bu oranın yüzde 25’e ulaşması, Amazonlarda geri dönüşü olmayan bir sürecin, yani sonun başlangıcı demekti.
Amazonlar, özellikle 1960’lardan itibaren geniş çaplı ormansızlaşma ile karşı karşıya kaldı. İşçi Partisi (PT) döneminde Amazonlarda ormansızlaşmayı önleyecek, tahrip edilmiş alanların yeniden kazanılmasını sağlayacak sürdürebilir kalkınma projelerine fon ayrılmıştı. Ancak, ekstraktivist kalkınma modelinin dayandığı temel sektörün endüstriyel tarım olması, Lula’nın Amazonlara yönelik politikasında ikiliğe yol açtı. PT döneminde (2003-2016), Amazonların geleceğini öncelemektense endüstriyel tarımın çıkarlarıyla ormanın korunması arasında denge kurmaya çalışıldı. Bu aynı zamanda yüzyıllardır ormanla uyum içinde yaşayan yerli halklara da yüz çevirmek anlamına geliyordu. Lula, Amazon bölgesinde endüstriyel tarım sektörünü desteklemek için gerekli olan, 1960’lardan beri uygulanan projelerin devamı niteliğindeki baraj ve otoyol projelerine yatırım yapmış ve bu yatırımlarla yoksul bölge halkının kalkınacağını savunmuştu.[4] Lula’nın, önceliğini bu şekilde endüstriyel tarım sektörünün gelişmesinden yana kullanması, sadece yerli hareketi ile değil Topraksız Kır işçileri Hareketi (MST) ile ilişkisini de olumsuz etkiledi. Lula, söz verdiği halde toprağın yeniden dağıtılmasını sağlayacak bir tarım reformunu hayata geçirememişti.
2022 seçimlerinde ise Lula ilk kez Brezilya Amazonlarında kaçak madenciliği bitirme sözü verdi ve yerlilerin Amazonlardaki topraklarını ve Bolsonaro döneminde gasp edilen haklarını korumak için Yerli Halkları Bakanlığı kuracaklarını açıkladı. Bolsonaro hükümeti, Amazonlarda sadece ekosistemi değil yerli halkları da tehdit eden “topyekûn bir imha krizine” yol açmıştı. Bu süreci tersine çevirmek için Lula’nın öncekinden farklı olarak post-ekstraktivist bir kalkınma planı benimsemesi gerekiyor. Bunu yapabilirse, Lula hem PT’nin toplumsal hareketlerle ilişkisini yeniden tanımlamış hem de neoliberalizme alternatif bir kalkınma modeli geliştirme açısından önemli bir adım atmış olacak.
Kolombiyalı Petro ve Şilili Boric de çevreciliği gündemlerinin en üstüne koyma sözü veren solcu liderler arasında. İki ülkede de 2019’da gelişen kitlesel protestolarda, madencilik şirketlerinin doğal kaynak sömürüsüne dayalı politikalarıyla mücadele edilmesi, özellikle yerli halklar tarafından dile getirilen temel taleplerden biriydi. Petro, bu doğrultuda ekonomi programının ana hatlarını ekolojik sürdürebilirlik ve iklim krizi üzerine kurdu ve ekonomiyi “karbonsuzlaştırma” misyonunu yüklendi. Çevreye büyük zarar veren, hidrolik kırılma (fracking) olarak bilinen, yeraltına hidrolik sıvı pompalanmasına dayalı petrol çıkarma yöntemine karşı çıkan Petro, Kolombiya’daki yeni petrol aramalarına son verdi. Doğa savunusunun ulusaşırı örgütlenmesi gereken bir mücadele olduğunu dikkate alırsak, Petro’nun bölge çapında bir ekolojik dönüşüm için diğer solcu liderlerle birlikte çalışma sözü vermesi de önemli bir adımdı.
Bir diğer önemli gelişme, 2022’de Kolombiya ve Şili’nin Escazú Anlaşması olarak bilinen, “Latin Amerika ve Karayipler’de Çevreye Dair Bilgiye Erişim, Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Hakkındaki Bölgesel Anlaşma”yı onaylamasıydı. İnsan hakları ve çevre ile ilgili bağlayıcılığı olan ilk bölgesel anlaşma olan Escazú Anlaşması, şimdiki ve gelecek nesillerin sağlıklı bir çevrede yaşama ve sürdürülebilir kalkınma haklarının korunmasına katkıda bulunmayı hedefliyor. Bu anlaşma, çevre demokrasisi alanında son yıllarda yapılan en büyük atılım olarak değerlendiriliyor.
Seçim vaatleri arasında yeşil ekonominin gelişimi için yatırım yapma sözü veren bir diğer solcu lider, Boric’ti. Böylelikle, diğer Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi Şili’de de sol ilk defa çevre ve iklim politikalarını merkeze almış oldu. Boric’in çevre politikalarını belirleyen ekibin içinde yer alan, öğrenci hareketinin içinde gelen aktivistlerden Pedro Glatz, 2020-2030 için yeni bir eylem planı öneren “Bizim Yeşil Amerikamız” (Nuestra América Verde) adlı ulusaşırı çevre hareketinin kurucularındandı. Bu ekip, gerçekten de Boric’in ekonomik programı için kapsamlı çevre politikaları önerdi. Örneğin, elektrikli araç bataryalarının önemli bir bileşeni olan geniş lityum rezervlerinin madenciliğini denetlemek için halka açık bir şirket oluşturmak ve ulaşım için “çift sıfır” projesini (sıfır emisyon ve yolculara sıfır maliyet) yürürlüğe koymak da Boric’in programında yer alıyordu.
Şili’nin mevcut anayasası yeşil devrim için gerekli adımların atılmasına izin vermiyor. Boric’in halka açık bir şirketin yeşil sosyal konut inşa etmesini sağlama gibi planlarının hayata geçmesi için kongrede yeterli çoğunluğu bulması da çok zor görünüyor. 4 Eylül 2022’de referanduma sunulan anayasa taslağı yüzde 62 gibi ezici bir oy oranıyla reddedildiği için Boric hükümeti çok büyük bir çıkmaza girdi. Bu taslak onaylansaydı, Şili, dünyanın en çevreci anayasasına kavuşmuş olacaktı. Bundan sonraki süreçte, anayasa yapım sürecinin toplumsal koşullarını oluşturmak, Boric için hiç kolay olmayacak. Zira Şili’nin güneyinde, Araucanía bölgesinde Mapuche yerlileriyle büyük toprak sahipleri arasındaki çatışmalar OHAL koşulları altında sürüyor ve yerli hareketiyle sol hükümet arasındaki gerilim, yeni bir sol modele yönelik umutları suya düşürüyor.
Bu noktada “Buen vivir” adını verdikleri dünya görüşüyle yüzyıllardır doğa ile iç içe, uyum içinde yaşayan yerlilerin, solcu liderlere daha radikal bir çevreci program uygulamaları için baskı uygulayan en temel aktörler olduğunu vurgulamak gerek. Latin Amerikalı solcu liderler, çevreci bir kalkınma modeli benimseyerek yerli hareketleri başta olmak üzere toplumsal hareketlerle aralarındaki ilişkiyi daha adil, eşitlikçi ve demokratik bir şekilde yeniden tanımlayabilirlerse, işte o zaman yepyeni bir sol dalgadan söz etmek anlamlı olacaktır. Bu da elbette çevreci politikaların ekstraktivist modelle birlikte uygulanmasıyla değil, bunun ötesine geçebilecek, ekolojik adaleti sağlayacak, post-ekstraktivist bir anlayışla mümkün olacaktır. Latin Amerikalı solcu liderler, ekstraktivist stratejiyi daha “yeşil” bir çerçeve içinde izlemeye devam ederlerse, sol hükümetlerle yerli hareketleri arasındaki gerilim de devam edecektir.
Bununla birlikte, çevre meselesinin iki açıdan Latin Amerika solunun gelişimi için fırsat sunduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, çevresel sorunlar ve iklim değişikliği, sol mücadele içindeki farklı nesilleri bir araya getiren, geleneksel solcularla daha genç yeşil hareket aktivistlerini kaynaştıran, bununla birlikte öğrencileri, kadınları, yerlileri ve köylüleri birlikte mobilize eden meselelerin başında geliyor. İkincisi, çevre meselesi, Latin Amerika’da solcuların bölgesel işbirliği mekanizmaları geliştirebilmeleri için de önemli bir zemin oluşturuyor. Latin Amerika solunun yeni dalgası bu açıdan “pembe”ye değil yeşile yaklaştıkça umut vadediyor. Hem çevrecilik anlamında hem de son dönemde yükselen feminist harekete referansla yeşil bir dalganın şekillenmesi hayati önem arz ediyor.
FEMİNİST BİR GELECEĞE DOĞRU
Latin Amerika solunda yeni bir dalgadan söz edeceksek bu dalgayı oluşturan temel aktörlerden kadınların rolünü mutlaka dikkate almamız gerekir. Kadınların, son dönemde Latin Amerika’da sol siyasetin gelişim sürecinde etkin rol oynaması, bölgedeki feminist mücadelenin kazanımları sayesinde mümkün oldu. Latin Amerikalı feministler uzun süredir hem siyasal mücadele alanını genişletmeye hem de gündelik hayatı demokratikleştirmeye yönelik bir mücadele yürütüyorlar. Son otuz yılda Arjantin’den Meksika’ya, Brezilya’dan Kosta Rika’ya kadar birçok ülkede feministlerin çabalarıyla kabul edilen toplumsal cinsiyet kotaları sayesinde bugün Latin Amerika, kadınların siyasette en yüksek temsil oranına sahip olduğu bölgelerden biri haline geldi. Diğer yandan devletten ve siyasi kurumlardan özerk olarak tabandan gelişen feminist hareketler, daha radikal bir toplumsal ve kültürel dönüşüm için hep sokaklardaydılar.
Feministler nasıl 1970’lerde Latin Amerika’nın askerî rejim döneminde militerleşmeye karşı direnişte ön saflarda yer aldılarsa bugün de otoriter rejimlere karşı kolektif bir mücadele inşa ediyorlar. Brezilya’da 2018’de Bolsonaro’ya karşı en büyük muhalif cepheyi kadınların oluşturması, Bolivya’da 2019’da Morales’e karşı gerçekleşen darbe sürecinde yerli kadınların darbe karşıtı gösterilerde en önde mücadele vermesi ve yine 2019’daki protestolarda Şili ve Kolombiya’da kadınların öne çıkması, bunun son örneklerinden. Feminist mücadelenin, bölgedeki toplumsal dönüşüm süreçlerinde etkin rol oynamasını sağlayan ise 2015’ten bu yana Ni Una Menos ve “Yeşil Dalga” hareketleriyle kendini gösteren örgütlü kadın gücü oldu.
Son dönemde giderek artan kadın cinayetlerini protesto etme amacıyla ilk kez 3 Haziran 2015’te Arjantin’de gerçekleşen Ni Una Menos (Bir kadın daha eksilmeyeceğiz) eylemleri feminist harekete çok güçlü bir dinamizm kazandırdı. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde kürtajın yasallaşmasını sağlayan “Yeşil Dalga” (Marea Verde) hareketi, bu dinamizm sayesinde mümkün oldu. Kadınların protesto gösterilerinde kullandıkları, güvenli kürtajı sembolize eden yeşil bandanadan dolayı Yeşil Dalga olarak anılan hareket, Latin Amerika ülkelerinde geleneksel olarak tabu kabul edilen kürtaj meselesini, siyasetin merkezine taşımayı başardı. Kısa sürede bölge geneline yayılan Yeşil Dalga sayesinde, 2020’de Arjantin’de, 2021’de Meksiko eyaletinde ve son olarak 2022’de Kolombiya’da kürtaj tamamen yasal hale geldi. Anayasa taslağı kabul edilmiş olsaydı, Şili, Latin Amerika’da kürtajın anayasal güvence altına alındığı ilk ülke olacaktı.
Ni Una Menos ve Yeşil Dalga eylemlerinde öne çıkan hak taleplerinin ve kadına şiddetle mücadelenin “toplumsal adalet meselesi” olarak ele alınması, feminizmin kürtaj yasaklarından devlet şiddetine, dış borçlardan LGBTQİ+’lere ve göçmenlere yönelik şiddete kadar birçok mücadele alanına nüfuz etmesini sağladı. Arjantin’de 2018’de IMF ile imzalanan 57 milyar dolarlık tarihi kredi anlaşmasının ardından kemer sıkma politikalarını protesto etmek için düzenlenen ulusal grev ve kitlesel eylemlerde Ni Una Menos ve Yeşil Dalga aktivistleri ön saflarda yer aldılar. 2019 protestolarında sadece Latin Amerika’da değil dünya genelinde kadınların öne çıkmasının nedenlerinden biri, otoriter rejimlerin doğrudan kadınları hedef alan söylem ve pratiklerine karşı gelişen feminist tepkiydi. Ancak Latin Amerika’da bu tepkinin ötesinde, feministlerin otoriter rejimlere karşı geniş tabanlı, barışçıl, etkin hareketler örgütleyebilme kapasiteleri toplumsal dönüşüm sürecinde önemli rol oynadı. Solcuların yeniden iktidara gelmesi, esas olarak bu sürecin ürünüydü.
Latin Amerika’nın yeni sol dalgası, karşı kaşıya kaldığı zorlukları aşabilmek için toplumsal hareketlerle ilişkisini geliştirmek zorunda. Bunun için de öncelikli olarak bölgedeki en dinamik hareketler olan çevre mücadelesi ve feminizmle ilgili hassasiyetleri dikkate almalı ve devletin dışındaki mücadele alanlarının önemini unutmamalı. Solun ihtiyaç duyduğu yeni kalkınma modeli, yeni bir dil[5] ve yeni örgütlenme biçimleri ile ilgili feministlerin somut önerileri var. Bunun da ötesinde, feminizm, toplumsal adalet ve eşitlik temelinde barış ve demokrasinin inşası için başlı başına bir yol oluşturuyor. Bugün, Meksika ve Şili’nin feminist bir dış politika benimsemiş ülkeler arasında yer alması, bu açıdan çok önemli. Güç siyasetine dayalı geleneksel realist anlayış, savaşların kaçınılmaz olduğunu ve barışın ancak hayalperestlerin düşleyeceği bir ütopya olabileceğini savunmaya devam ededursun, feministler dünya barışının nasıl inşa edilebileceğini adım adım gösteren çok boyutlu bir dış politika vizyonu geliştirdiler. Solun geleceği, başka bir dünyanın nasıl mümkün olabileceğini gösteren böyle “ütopyalara” bağlı.
[1] Bu noktada belirtmek gerekir ki Latin Amerika’da son dönemde yoğunlaşan ABD-Çin rekabeti, aslında solun yeniden yükselmesi ve ABD’ye olan ekonomik bağımlılığın kırılması için jeopolitik bir fırsat yaratmıştı. Çin’in ekonomik büyümesinin yavaşlaması, solun bu rekabetten jeopolitik olarak yararlanma stratejisini de zayıflatıyor.
[2] Will Freeman, “Is Latin America Stuck? Why the Region Could Face a New Lost Decade”, Foreign Affairs, 25 Kasım 2022, https://www.foreignaffairs.com/central-america-caribbean/latin-america-stuck
[3] Bu kaygının demokrasi sorunundan ziyade ABD-Çin rekabetinden kaynaklandığı söylenebilir. ABD’nin asıl endişesi, radikalleşen solun Çin ile daha sıkı işbirliği yapma ihtimali. Yani solu “radikal” ya da “ılımlı” yapan, ABD’li yatırımcılara olan mesafeleri.
[4] Ormansızlaştırma sürecinin sadece şirketlere kâr sağlamakla kalmayıp düşük gelirli insanlar ve topluluklar için gelirleri yükseltebileceği argümanı oldukça sorunludur. Büyük altyapı projeleri yeni iş imkânları oluşturabilir ancak bu süreç bölgenin göç çekmesine neden olacağı için rekabet artar ve ücretler üzerinde aşağı doğru bir baskı yaratır. Ayrıca kabuklu yemiş çiftçiliği ve ölü ağaçlardan sürekli kereste toplamak gibi ormanın kendisinin sağlayacağı gelir yaratan faaliyetler de sona erer. Üstelik ormansızlaştırma ile birlikte artan kuraklıklar ve su baskınları karşısında çiftçiler korunmasız hale gelir ve iklim değişikliğinin bedelini en çok düşük gelirliler öder. Kuraklık ve su baskını sonrası fiyatlar ani bir şekilde yükseldiğinde ihtiyaç duyduğu gıdayı alamayan yoksullar yine bu süreçten en çok etkilenecek kesim olacaktır. Detaylı bilgi için bkz. Noam Chomsky ve Robert Pollin, İklim Krizi ve Küresel Yeşil Yeni Düzen, Çev. O. Orhangazi, Ütopya Yayınevi, 2021, s. 48.
[5] Dil meselesi, feminist mücadele açısından merkezî bir öneme sahip. Kolombiya’nın ilk siyahi başkan yardımcısı olan Francia Márquez, Latin Amerika’da bu konuya en çok önem veren kadın liderlerden biri. Márquez, hem son derece eril nitelikte olan İspanyol dilinin gramerine meydan okuyarak cinsiyetçiliğin dille nasıl inşa edildiğini gösteriyor hem de “hiç kimseler” anlamına gelen “los nadies” ve “las nadies” söylemiyle Kolombiya’nın dışlanmış kesimlerine yönelik kapsayıcı bir politika inşa etmenin yolunu açıyor.