Liberallerin Dinmeyen Özlemi: Anti-Ceberrut, Anti-Derin, Anti-Paralel Devlet ya da Sadece Devlet

Türkiye’de devlete dair liberal adlandırmalar devletin ‘kötü’ bir şey olduğunu çağrıştıran sıfatlarla birlikte oluşturulagelmiştir: ‘Ceberut Devlet’, ‘Derin Devlet’, ‘Paralel Devlet’ vb. Bu adlandırmaların kendisi aslında politik bir tutumun göstergesidir, devletin kötüsüne işaret etmek, hep bir iyi devleti, bir tür ideal devleti düşündürür. Devletin ceberutunu, derinini tanımlayanların ufuklarında şefkatli ve şeffaf bir devlet vardır. Liberal politik tutumun muğlaklığı netliğinden gelir: Eğer bir hükümet burjuva hakları tanıyor, devlet içinde örgütlenmiş ‘yasa dışı çeteleri’ tasfiye ediyorsa bizi ‘iyi devlet’e yaklaştıracaktır. Dolayısıyla desteklenmelidir. Hakkını verelim liberal tutum bu konuda nettir, muğlaklıkları ise meselenin kendileri açısından bu netlikte savunulamaz olmasından kaynaklanır. Çünkü bu durumda devletin sıradan baskı işlevi de savunulmuş olacaktır. Dolayısıyla liberal tutum bir dolayıma girer. Devlet aygıtını doğrudan desteklemek yerine kendine bir düşman seçer. O düşmanı ‘derin devlet’ ile ‘ceberut devlet’ ile ilişkilendirip suçlayarak ‘demokratikleştirici’ hükümetin hizmetine girer.

AKP dönemi her aşamasında bu tutumun en açıktan ifadelerinin sahnesi olmuştur. 2002 yılında AKP milli görüş gömleğini çıkararak iktidar olduğunda, ikircikli liberal tutum kendini her kapıyı açan anahtar olarak merkez-çevre ilişkilerine gömülmüş olarak bulmuştur. Bunun yanında İdris Küçükömer’in yazılarının kabalaştırılmış özetleri ile Türkiye’nin batılılaşmasının AKP iktidarı ile mümkün olacağı, hatta AKP’nin sol, olduğuna dair analizler yapılmıştır.[1] Hatta geniş halk kesimlerini demokratik reformlarla siyasal alana dâhil etme marifetini gösterebilecek, kendi mağduriyetini, Türkiye’nin diğer ötekilerinin mağduriyetleriyle bir görerek bu kesimlerin haklarını tanıyacak potansiyele sahip tek parti olarak AKP devrimci bir parti olarak bile tanımlanmıştır.[2] AKP adeta “halkın yüzyıllar sonra iktidara el koyması” olarak tarif edilmiş ve bu analiz AKP’nin bütün günahlarını örten tılsımlı bir değnek gibi her AKP eleştirmenin kafasında patlatılmıştır.

Kemalist Türkiye’den kurtulmanın yolu ‘muhafazakâr demokratlar’dan geçmekteyse[3], liberal tutum elbette bunun yanında olacaktır. Avrupa Birliği’ne uyum kapsamında gerçekleştirilen 2004 Anayasa değişiklikleri ile ‘muhafazakar demokrat’ parti kendini kendini ispatlamış, 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi, ‘Cumhuriyet Mitingleri’ ardından -şimdi kayıplarda olan ve içeriğini bilmediğimiz Dolmabahçe Paktı’nın tarafı- Büyükanıt’ın başkanı olduğu Genelkurmay bildirisiyle, düşman bulunmuştu. Bu kadar garip olayın ardından düşman, tuhaf ve kolay bir biçimde tanıdık bir simaydı: Sol. Sol, AKP eleştirisiyle aslında Kemalizmi savunmaktaydı. Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyicileri ile mitinglere katılan kitleleri ayırmak gerekir dediğinizde liberal tutum niyetimizin kötü olduğunu hemen çıkarsayabiliyordu. AKP’yi eleştirmek, özellikle Ergenekon operasyonlarıyla birlikte Türkiye’yi yıllarca anti-demokratik düzenin bekçisi işlevi görmüş ‘askeri vesayet’ düzenini savunmak anlamına geliyordu. Örneğin -iyi devlet ufkunun bir reddiyesi olarak- baskıcı niteliği haiz iktidar klikleri arasındaki mücadeleyi derinleştirmek gerektiği anlamında okunabilecek ‘Yiyin Birbirinizi’ manşetini atan BirGün Gazetesi, açıkça “Ergenekoncu derin devlet”in ve statükonun savunucusu kodlarıyla yaftalanmıştı.

Dostları hakkında çok fazla konuşsa da bunu düşmanın dolayımından yapan liberal tutum bakımından, AKP öncülüğünde Ermenistan ile barışçı ilişkilere ışık yakılırken, derin devletin tasfiyesine başlanılmışken, burjuva haklar anayasal güvence altına girerken, ‘çözüm’ sürecine girilmişken AKP nasıl eleştirilebilirdi? Onu eleştiren sol, ya ulusalcı ya Ergenekoncu derin devlet yanlısı ya da kendini bilmez ‘paçavra’larda yazan zevattı. Hrant Dink’in katlinde devlet aygıtının rolünü ortaya koyduğunuzda liberal tutum, ya başbakana karşı komplo fikrini benimsedi ya da küçük eleştirilerle geçiştirmek istedi. Ayrıca onlara göre sol kendine baksındı, Hrant’ı gazeteden atmaya kalkmamışlar mıydı? HES’ler ile doğa katlediliyor dediğinizde, onlar için daha büyük sorunlar vardı. ‘Açılımlar dışlamanın yeni stratejisidir’ dediğinizde onlar elitist solun halkı anlamadığını söylediler. ‘Çözüm’ idaresi değil Türkiye halklarının barışı dediğinizde sürece zarar verildiğini ortaya koydular. Bu arada liberal tutum kendi programının ağır aksak ilerlediğini düşünüyordu. Hükümetin kanalı haline gelen TRT’de program yaparak, AKP’nin siyaset akademisinde ders vererek, Başbakan’ın teşekkürlerine mazhar olarak bunu başardıklarını düşündüler. Bu kanaat öyle bir noktaya geldi ki AKP’nin açıkça yargıyı ele geçirme savaşı olan 2010 referandumunda düşmanın çeperini de genişlettiler. Bu genişleme AKP’ye muhalefetin genişlemesiyle paraleldi.

2010 Referandumu: ‘Yine Hep O Sıkıntı’

12 Eylül 2010 tarihli anayasa değişikliği referandumunun, tam otuz yıl öncesinde olduğu gibi Türkiye siyasi tarihinin kritik eşiklerinden biri olduğu bugün itibarıyla kolaylıkla söylenebilir. Fakat liberal tutumun beklentileri açısından değil. O günlerin en “dramatik” fotoğraflarından birini hatırlatmak bunun için yeterlidir. Başbakan partisinin grup toplantısında Nevzat Çelik’in şiirini okuyarak gözyaşları içinde Necdet Adalı’yı anıyordu. Ölümlerin, işkencelerin sorumlusu 12 Eylül darbesini yapan Kenan Evren ve yanındaki dörtlüden oluşan Milli Güvenlik Konseyi olarak ilan edilmişti. Faşist düzenin diğer bütün yaratıkları ise onların yargılanması ile aklanacaktı. AKP soruyu şöyle koymuştu: Faşist düzeni kuranları yaptığı anayasayı mı savunacaksınız yoksa 12 Eylül’ün sorumlularını yargılanmasına olanak sağlayacak, kadına karşı ayrımcılığı önleyecek, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru imkanı getirecek, siyaset yasaklarını bireyler açısından engelleyecek, memurlara toplu sözleşme hakkı verecek, askeri yargıyı zayıflatacak bir anayasa değişikliğini mi? Liberal tutum soruyu aynen aldı, politik tavır olarak da zaten soruyu böyle koyması beklenirdi. Dolayısıyla ‘yetmez ama evet’ kampanyası tam anlamıyla liberal tutumu anlatmaktadır ve onun gereğidir. Bu bakımdan liberal tutumu savunanlardan kampanya yürütenlerden özür ya da özeleştiri beklemek anlamsızdır. Onlar siyasi hatlarının gereğini yapmışlardır. Bugün kandırıldıklarını düşünenler de samimidirler ve aslında kandırılmışlardır da. Çünkü politikayı bir mücadele değil müzakere olarak görürler. AKP’nin siyaset akademilerinde, hükümete yakın televizyonlarda, gazetelerde, bilmediğimiz başka yerlerde müzakere yürütmüşlerdi. Verilen sözler tutulmadığında da kandırıldıklarını idrak ettiler.

Bu dönemin fotoğrafında liberallerin ‘iyi devlet’ ufku dolayımıyla yanında durdukları hükümeti (yetmez ama evet tam olarak budur) desteklemek için yeni bir dolayımdan geçmeleri gerekiyordu. AKP’nin faşist anayasa ve demokratik anayasa arasında seçim yapmaya yönelik sorduğu soruyu değiştirmeye çalışan baş belası “solcu”ların dolayımından… Solcular, AKP döneminde kadına karşı şiddetin katlanarak arttığı, 2004’teki anayasa değişikliğinin kadınların konumu açısından herhangi bir yasaya yansımadığı, müstakbel değişikliğin de asıl amacı örtmek için süs olduğunu dile getirdiler. Kenan Evren’in yargılanmasının darbe ile hesaplaşmak anlamına gelmediğini, dönemin bütün faillerinin yargılanması gerektiğini, -Oğuzhan Müftüoğlu’nun ifadesiyle- “kendilerinin 12 Eylül’ün mağduru değil muhatabı olduğunu” ve mücadeleyi sürdüreceklerini söylediler. Memurlara tanınan toplu sözleşme hakkının grevsiz hiçbir anlam ifade etmediğini dile getirdiler. Asıl olarak bu değişikliğin Anayasa Mahkemesi ve Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun denetim altına alınması amacı olduğunu, bunun da diktatörleşme yolunda temel adım olacağını vurguladılar. Liberal tutum, bu soru değişikliğine tahammül edemezdi, çünkü kafası netti. İyi devlet istiyordu. Edemedi de. “Yüksek yargı içinde örgütlenmiş Aleviler” söylemi daha 2009’da Murat Belge tarafından gündeme sokulmuş[4] ardından açık Alevi düşmanlığı İslamcı yazarlarca Belge’ye atıfla yaygınlaştırılmıştı.[5] 2010 yargı reformu[6], bu yollarla meşrulaştırıldı. Yargının demokratik meşruluğu, bir önceki sayıda anti-demokratik niteliğini tartıştığımız siyasi temsil vasıtasıyla yetkiye sahip olanlara dayandırılarak gerekçelendiriliyor, böylece yargının da AKP’ye bağlanması “demokratik” kabul görmüş oluyordu. Anayasa değişikliklerinin bir paket olarak getirilmesi bile asıl meselenin yargının ele geçirilmesi olduğunu kanıtlamaya yetecekken referandumdan liberal tutumun da desteği ile yüzde 58 oy çıktı. Bu arada artık AKP, her muhalif eylemi terör eylemi olarak yaftalamaya başlamıştı bile. HES karşıtlarından ataması yapılmayan öğretmelere, açılım karşıtı Alevilerden, Roboski’de İstanbul’da, Diyarbakır’da adalet arayanlara kadar herkes terörist olarak adlandırılıyordu.

Yeni Anayasa’dan Anayasasız Devlete: ‘Yine Sövgü Kara Kışa’

Liberal burjuva devlet, hakların anayasal güvenceye sahip olduğu, bireyin devlet karşısında korunduğu bir düzeni vaat eder. İlkesi demokratik eşitlik değil, liberal özgürlüktür. Liberal müzakereci tutumun son yanılgısı da bu devletin AKP iktidarıyla mümkün olabileceği umuduyla kendini bunun müzakeresine adamasıdır. Bitmek tükenmez liberal müzakere (daha doğrusu liberallerin müzakere ile bütün temel siyasal sorunları sonsuza dek öteleyebileceklerine dair kanıları) Anayasa’nın bütününe sıçrayınca 12 Eylül 2010’da başlayan “Anayasasızlaşma Süreci” 2012’de başlayan yeni anayasa çalışmaları ile sonlandırıldı. Türkiye bugün burjuva liberal devlet kurumları baz alındığında anayasal bir devlet değildir, anayasa bütün olarak askıdadır. Bunun anlamı “anayasasızlaştırılmış bir devlet” ve “genelleşmiş olağanüstü hal”dir.

2010 referandumu, 1982 Anayasası’nın[7] bütün günahların müsebbibi olduğuna yönelik bir propagandaya sahne olmuştu. Bu anayasaya taraftar olabilecek kimse yoktu, olanlar zaten halk hatta insanlık düşmanıydılar.[8] Bu propaganda, 2012’de başlayan anayasa tartışmalarına zemin hazırladı. ‘Yeni Anayasa’ süreci bağlamında kurulan ‘Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ ise Türkiye’nin anayasasızlaşmasına. Başkanlık sistemine yönelmiş AKP için bu süreçte kaybetme olasılığı yoktu. Diktatörleşme eğiliminde başka bir aşamayı temsil eden başkanlık söylemi bir demokrasi modeli olarak yaygınlaştırıldı. Başkanlık sisteminin demokratik devletlerin hükümet sistemlerinden biri, hatta en demokratiği olduğu dile getirildi. Fakat Uzlaşma Komisyonu, beklendiği gibi yeni bir anayasa yapamadan dağıldı.

Uzlaşma Komisyonu’nun yeni anayasa yapmadaki başarısızlığı AKP’nin sonul başarısıydı. Çünkü yeni bir anayasayla bağlı değildi, eski anayasanın bütün meşruluğu altından çekilmişti. Türkiye’de artık siyaset saf güç dengeleri ile belirlenecekti. Bu durumda müzakere minimuma indi. Bunun ilk karşılığı AKP’nin bir bütün olarak karşısına aldığı halk kitlelerinin diktatörlüğe karşı söylemlerle ayaklanmasıydı. İkincisi ise Gezi’de sokağa çıkanları yıllar boyunca birlikte ezmiş iki şebekenin paylarında anlaşamaması sonucu 17 Aralık’ta yolsuzlukların, haysiyetsizliğin ortaya konduğu ‘tape’lerin ülke sathında konuşulur hale gelmesiydi. Gezi ile ilgili olarak liberal tutum çaresizdi. Ayaklanan kitleler açıkça diktatörlük eğilimi gösteren bir başbakanı hedef almaktaydı. Ciddiye almanın zor olduğu, Başbakan’ın sinirlerine dair tıbbi açıklamalar dışında kayda değer bir liberal tepki de geldiği söylenemez. AKP’nin kurduğu mülakat jürileri ile pazarlıklar sonucu ‘yasal’ yollarla devlet kadrolarında yerlerini alan Gülen cemaati mensuplarının sızdırdığı ‘tape’ler sonucu gündemimize giren ‘paralel devlet’ konusunda da liberal tutum çaresizdi. ‘Hangi devlet diğerinden iyi?’ sorusunun yanıtı neydi? Örneğin MİT, ‘eski Ergenekoncular’ ve hükümetin ittifakı çözüm süreci açısından iyi mi olurdu? Yoksa Cemaat CHP ve MHP ittifakı ile mi liberal özgürlükler güvence altına alınırdı? Hayır mesele bu sorulara liberallerin cevap verememesi değildi. Mesele artık onların iktidar klikleri arasında ezilmiş, iktidarın müzakere ‘çevresinin çevresi’nden çıkarılmış olmalarıydı. Kelimenin tam anlamıyla çaresizdiler.

İyi Devlet Değil, Eşitlik ve Özgürlük Ufku: ‘Yine Bahara Selam’

2014 yerel seçimlerini neredeyse diktatörlük koşullarında idrak ettik. İçişleri Bakanı’nın seçim kurullarında boy gösterdiğine varan iddialar seçimlerin nasıl geçtiğine dair tarihe kayıt olarak düşülecektir. Sandığı demokrasinin tek koşulu olarak gösteren hükümetin, sandığı iktidarını sürdürebilmenin yolu olarak gördüğü de böylece ortaya çıkmış oldu. Eğer sandık bunun için yeterli olmazsa sandık dışında yolların kullanılabileceği bir olasılığı bile düşünebilir durumdayız artık. Liberal tutumun, onların ‘yararlı yanlışlar’ının[9] sonucudur bu. Anayasasızlık ve ilan edilmeden yürürlükte olan bir olağanüstü hal ifadeleri de zaten tam da bu ‘her şeyin olabilirliği’ne işaret etmektedir. Bu koşullarda iki önemli seçim daha yaşayacağız. İlki Cumhurbaşkanlığı seçimi… Bu seçimde de 2010 ile birlikte her sandık kurulduğunda yanıtlanması istenen soruya, ‘Tayyip Erdoğan mı değil mi?’ sorusuna yanıt istenecek. Diktatörlüğün kadim sorusuna.

2014 Ağustosunda karşımıza kendisinin dışındaki bütün alternatiflerin Türkiye’nin büyük sorunları karşısında çözümsüzlük anlamına geleceği söylemi ile diktatörlük yetkisi isteyecek bir cumhurbaşkanı adayı olarak Tayyip Erdoğan çıkacaktır. Karşısında başka ve muhtemelen daha zayıf bir sağcı ile Kürt siyasal hareketinin önereceği ‘tüm emekçi halkları kucaklayacak’ bir aday olacak. Kürt siyasal hareketi dışında sosyalistler oy oranları itibarıyla Anayasaya göre aday gösterecek konumda değildir. Dolayısıyla fiilen kendi özgüçleri bakımından seçimlerin dışındadır. Seçimlerin de en azından ikinci turda iki sağcı arasında geçeceği açıktır. Sosyalistler açısından soruyu değiştirmekten başka bir yol yoktur.

Gezi ayaklanması halkın kendiliğinden yaratıcılığına güven için açık bir deneyim olarak önümüzde dururken ve devletin iyisinin olmayacağını yüzyıllardır deneyimlemişken bu soruyu değiştirmekten başka politika düşünülebilir değildir. Soruyu değiştirmenin kendisi ciddi bir mücadeleyi ve tartışmayı gerektirmekte, başka sorularda netliği zorunlu kılmaktadır. Liberal tutumun sol üzerinde bıraktığı izlerden arınmak bunun için başlangıç olmalıdır. Çünkü önümüzdeki süreçte bu tutum yenilenmiş, kendini yetkinleştirmiş formlarıyla karşımıza çıkacaktır.

Liberal tutuma uzaklık liberal özgürlüklere uzaklıkla karıştırılmamalıdır. Türkiye solunda 1990’ların ortasından itibaren ortaya konan özgürlükçü sosyalizm anlayışına dayanan politik perspektiften, bunun ürünü Türkiye’nin temel siyasal sorunlarına yanıtlar olarak geliştirilen özgürlükçü laikliğe, etnik, cinsel ve dilsel kimliklere kör kalmamaya ve sınıfı bir kimlik haline getirerek ulusalcılığı yeniden üretmemeye dayalı bir politika, iktidar perspektifini çağıracak bir biçimde kurgulanmalıdır. Çağrı liberal tutumun ‘iyi devlet’i ile bağları atacak bir politik çağrı olmalıdır. Bu politikanın siyasal pratikte karşılıkları konjonktürel olarak değişebilir, seçimlerde çeşitli stratejiler izlenebilir. Fakat Türkiye’nin yaşaması muhtemel ağır diktatörlük koşullarında tek geleceğin solda ve sosyalistlerin mücadelesinde olduğu artık açıktır. Sosyalistlerin görevi bunu bu açıklıkta Türkiye halklarının akıllarına ve duygularına götürmektir.

 

DİPNOTLAR

[1] Onlarca örnek arasından, Şahin Alpay’ın 2004’ün başındaki yazısını vermek yeterlidir. http://www.zaman.com.tr/sahin-alpay/chp-neden-sagci-akp-solcu-oldu_3177.html

[2] Kemal Karpat, seçimlerden yaklaşık bir ay sonra AKP’nin kısmen devrimci yönlerini vurgulamıştır. http://www.nuriyeakman.com/node/1297

[3] Zaten liberal tutuma göre başka bir yerden gelmesi mümkün değildir. 2000’lerin ilk on yılının entelektüel Kâbe’si Şerif Mardin’e bakınca başka bir ufkun gelişmesi mümkün müdür?

[4] http://www.taraf.com.tr/yazilar/murat-belge/cemaat-ve-yargi/8855/

[5] http://www.habervaktim.com/yazar/19777/benim-adim-ali-senin-babanin-adi-ali-onun.html

[6] Ayşegül Kars’ın yargının AKP tarafından nasıl ele geçirildiğine dair yazısı, meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair doyurucu bir analiz sunmaktadır. “Anayasal Devlette Siyasal İktidarın Sınırı”, Kampfplatz, c. 2, sayı: 5., 2014, s.45-69.

[7] AKP tarafından ustalıkla yürütülen kampanya, 12 Eylül’ün bütün otoriter araçlarını koruyup güçlendirirken Anayasa’nın değiştirilerek 12 Eylül rejiminin yeni anayasa ile yıkılacağı üzerine odaklanmıştır.

[8] Bu arada 2010 referandumuna kadar 1987, 1995, 2001 ve 2004 değişiklikleri ile önemli ölçüde değiştirilmiş olan Anayasa burjuva liberal bir devlete asgari koşulları sağlayacak bir hale getirilmiş bulunuyordu.

[9] Mithat Sancar’ın 2010’da icat ettiği ‘yararsız doğrular’ lafı liberal tutumun başını hafifçe yaslayarak rahatça uyuduğu yastıklardan en önemlisini çok iyi ifade etmekteydi. ‘Yararlı yanlışlar’ buna referanstır.