Klasik anlamıyla senfoni kalıbı dört bölümden oluşur: ilk bölüm senfoninin hızlı ve canlı bölümünü oluşturan allegro’dur, ikinci bölüm orta yavaşlığa sahip andante, üçüncü bölüm ikinci bölüme göre daha tempolu manuetto’dur ve dördüncü kısımda etkili bir son oluşturan presto yer alır. Bir senfoninin yapısı, Türk siyasal hayatının yakın tarihine bakıldığında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidar sürecinin yapısıyla neredeyse birebir örtüşmektedir. Hızlı bir giriş, kurguladığı dönüşümün başlatılması için ağırlaşan, devamı için ivme kazanan dönemler ve tüm dönüşümün sağlandığı, mutlak iktidarın tesis edildiği, devletin tüm erklerine sahip olunduğu parlak bir final. Kuruluşundan iktidarı tek başına ele geçirdiği 2002 seçimlerine kadar hızlı, iddialı ve vaatleriyle siyasi tahakkümün yörüngesini kaydıracağını vadeden AKP, iktidarı ele geçirdiği 2002 yılından 2007’deki e-muhtıra krizine kadar kendi kodlarını hâkim siyasal paradigmayla zıtlaşmadan üretme sürecine girmiş, 2010’daki referandum sürecine kadar bu kodların dolaşımı yaygınlaşmış, AKP stereotipi toplumda belirleyici kitle haline gelmiş ve bu kitlenin dışında kalanlar ayrıştırılmaya başlanmış, AKP’nin kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle -buna uygun zemin hazırlanması ve gerekli siyasal düzenlemelerin yapılabilmesi kudretiyle- beraber parlak bir final yaşanmıştır. Yaklaşık 13 senelik iktidar döneminde bu “orkestra” göründüğünden farklı bir gerçeklik üretme yoluna gitmiş ve mümkün olan her fırsatta bir “mağduriyet senfonisi” icra etmiş; toplumdaki muhafazakâr ve milliyetçi kitlenin kendisine duyduğu sempatiyi bu yolla daimi hale getirmeye çalışmıştır. Lakin son üç seçim döneminde de tek başına iktidar olan AKP, gücünü tesis etmeye başlamasıyla orantılı şekilde dilini sertleştirmiş, kendi gibi olmayanı ötekileştirmiş, iktidar fonksiyonlarını birer basınç mekanizması olarak kullanmaya başlamış ve kendisine yöneltilen eleştirilere karşı her manada orantısız güç kullanır olmuştur.
Nefret söylemi, “bir kişi veya topluluğa karşı önyargı veya ayrımcılık içeren söz, davranış, tercih veya kamusal teşhirleri içeren; nefret hissinin oluşmasından itibaren başlayıp, bir nefret suçu işlenen ana kadar geçen noktaya kadar uzanan bir doğrunun herhangi bir noktasında bulunabilen; aşırı dindarlık, ırkçılık, mizojini, homofobi, zenofobi gibi kavramlar üzerinden var olabilen; ırk, din, beden gibi üst başlıklar üzerinden gerçekleşen; aşağılama, terörize etme, alçaltma, tuzak kurma, yaralama ve saldırma amacı güden bir kavram” olarak tanımlanabilir. Nefret söylemi çeşitleri üç üst başlık etrafında toplanır. Her başlığın kendi alt türlerinin varlığının kabulüyle beraber bunlar; ırk temelli, din temelli ve beden temelli nefret söylemleridir. İnsanlar ırk ve kökenleri, dünyayla kurdukları inanç ilişkileri ve karşı cins veya kendi cinsleriyle kurdukları, kurmaya mecbur bırakıldıkları, kurmak istedikleri münasebetler bağlamında nefret söylemine maruz kalabilir. Türkiye’de nefret söylemini ve sonuçlarını görmek için uzağa bakmak gerekmez. Bireyler hayatın her alanında nefret söylemine maruz kalır ve içeriğine bağlı olarak bunun etkileri doğrudan görülür. Yoğun bir “nefret söylemi” bombardımanı sonucu 2007’de bir “nefret suçu” cinayetine, belki ömrü boyunca Hrant’ın yazdığı tek bir satırı bile okumamış, kendisini bir kere dahi dinlememiş ama ona kin güden, yaşamını elinden alma hakkını kendinde bulan bir stereotip tarafından kurban giden Hrant Dink; 2007’de Malatya’da meydana gelen hem ırk hem de din temelli yoğun nefret söyleminin sonucu gerçekleşen “Zirve Yayınevi Katliamı” ve ırkçı nefret söyleminin yükselmesinin yeşil sahalardaki yansıması sayılabilecek 2009’da Bursa’da oynanan “Bursaspor-Diyarbakırspor” müsabakasında üretilen ırkçı nefret söylemleri ve akabinde meydana gelen şiddet olayları ülkenin nefret söylemi zeminini gözler önüne serer.
İktidar, fıtratı gereği nefret söylemi içerir. Öyle ki iktidar fonksiyonu, nefret söylemini dile getireni ve söylemin muhatabının kim olacağını belirleme kudretine sahiptir. Nefret söyleminin içeriği de söylem üretilenin kimliği de iktidarın temsil ettiği kitleden beslenen referanslarla belirlenir. Lourau’ya göre, iktidarına bağlı tüm toplumsal ilişkilere eşdeğer biçimler dayatmak için tüm ideolojik kaynaklardan yararlanan hükümet, bir baskı aygıtını elinde tutar. Öteki, iktidarın kendi cemaat biçimi dışında kalanlardan ortaya çıkar ve bu baskı aygıtı dolayımıyla dönüşüme uğrar. Devletin –iktidarın– dayatmak istediği şey, biricik meşruiyetine ortak itaatleri içinde özdeşleşmiş biçimlerdir.[1] İktidarın sınırlayan, direnen, yasaklayan, frenleyen karakterine direnen her şey dışlanma tehdidi altındadır. “Normal”, “iyi”, ve “düşman”, iktidarın karakteristiği üzerinden belirlenir. Devletin gücü ve kavramları belirleme kudreti, iktidarın görünen biçimlerinden birisidir. 2001 ekonomik krizinin yarattığı siyasal boşluk ortamında “yeni seçkin” olma hevesiyle iktidarını inşa etmeye başlayan AKP, seçkin tortusunun değiştiği dönemlerde açığa çıkan bazı kategorik özelliklere sahiptir. Pareto’nun sözleriyle “yeni seçkinin egemenliği üç kategori altında sınıflanabilir: Krizin tırmanış döneminde olduğumuzu ispatlayan yükselen dini duyguların yoğunluğu, eski seçkinin düşüşü, yeni bir seçkinin yükselişi. Eski seçkinlerin düşüşü, insani ve fedakâr duyguların yükselişi olarak gözükür. Yeni seçkinin yükselişi ise aciz ve güçsüzün, nüfuzlu ve kuvvetliye karşı haklı çıkması olarak görünür”.[2] AKP’nin yükselişi de benzer şekilde dini duyguların yoğun olduğu kitleyle kurduğu ilişki ve 2001 krizi sonrası oluşan siyasal boşluğun yeni bir seçkin tortu tarafından doldurulması gerekliliğiyle örtüşür.
AKP, iktidarını tesis etmeye başladığı dönemden itibaren, kendisini toplumda dışlanmış bazı kesimlerin temsilcisi olarak tanımlamıştır. Bu kesimler; yoksullar, 28 Şubat sürecinden zarar görmüş muhafazakâr-Müslümanlar, Anadolu sermayedarları, genellikle taşrada yaşayanlar veya büyük şehirde taşra hayatı yaşayanlar gibi farklı gelir düzeyinde fakat dışlanmışlık bağlamında ortaklık ihtiva eden kesimler olarak göze çarpar. Bununla beraber, kendinden olmayanlara, kendi stereotipi dışında kalanlara -siyasal alanda geri kalanlar unsurların tümüne- yoğun ve açık bir baskı uygular. Parti’nin toplumun bütününü dönüştürmek istediği stereotipi şu özellikler dâhilinde tanımlamak mümkündür: Sünni Müslüman ve dindar; mümkünse Türk, değilse bile ‘devlet azınlığı’ (milletine bağlı, özgürlükçü hülyalar kurmayan etnik azınlık); erkek, muhakkak “straight”, eğer erkek değilse kadın değil “bayan” veyahut Parti kodlarıyla tanımlanmış, hayat algısı önceden ataerkil akıl tarafından belirlenmiş “hanım”. Açıkel de AKP’nin kendi dışında kalanları, muhalefeti olumsuz referanslarla işaretlediğini söyler. Ona göre Parti’nin muhafazakârlığı siyasal muhalefeti heretik/sapkın siyasal gelenekler olarak yaftalamaktadır. Bu yaftalamalar, CHP’nin dinsizliği, BDP’nin Zerdüştlüğü, KCK’nın teröristliği, Ermenilerin piçliği, Alevilerin darbe destekçiliği, üniversite öğrencilerinin terör örgütü sempatizanlığı, gazetecilerin doğal olarak Ergenekon üyeleri oldukları şeklinde görülebilir.[3] AKP için iktidarı elinde tutmak, uluslararası sermayeyi muhafazakâr popülizm dolayımıyla ülke siyasetinde dolaşıma sokup, muhafazakâr ve “hakkı yenmiş” kitleyi siyaseten daha aktif bir noktaya taşıma anlamına gelir. AKP’nin ülke dinamikleriyle kurduğu ilişkilerde görülen kırılmalar, partinin iktidar tesisi sürecinde nasıl pragmatist bir tutum içinde olduğunu gösterir. Bu, partinin geçici ortak çıkarları bulunan kitle veya gruplarla belirli dönemlerde birlikte hareket etme dinamiğini ve bunun sonucunda özellikle nefret söylemi üretiminde hedefe konma ihtimalini belirler. Kürt, Alevi ve kadın politikalarında kırılmalar yaşayan AKP, eşitlikçi görünmesi gerektiği dönemde kadınları ve partinin kadın politikalarını gündeme taşımış, özgürlükçü görünmesi gerektiğinde devletin resmi Kürt sorunu politikasından vazgeçmiş, dindar tabanıyla kurduğu ilişkiyi güçlendirmek adına da Aleviliği Parti ideolojisine uygun şekilde formüle etmeye çabalamış, yer yer sahiplenmiştir -partiye uzun süre başkanlık eden Erdoğan’ın kendisini belirli aralıklarla “alevi” olarak tanımladığını hatırlamakta fayda var.
Anlamlar ve değerler farklı sınıflar ve gruplar arası alanda çalınır, dönüştürülür, el konulur, bırakılır, yeniden sahiplenilir ve yeniden dillendirilir.[4] Her iktidar kendi biricikliğini ve büyüklüğünü bağlı bulunduğu ideolojik faktörler dolayımıyla, tabanının ihtiyaçlarına cevap verme güdüsüyle, sahip olduğu siyasi mirasla ve dönemin siyasal iktidarı olmak için gerekli özellikleri taşımasıyla sağlar. Dolayısıyla iktidarın kendini var etme biçimlerinden birisi olarak nefret söyleminin, modern anlamda her tür iktidar formunda farklı yoğunluk dereceleriyle görüleceği ve “iktidar-nefret söylemi” arasında tesis edilmiş bir ilişkinin varlığı, anlamın ve değerlerin yer değiştirmesi ve dolaşımda olması, olağan bir husus olarak kabul edilmelidir. Bu doğrultuda, nefret söyleminin AKP’nin iktidar mantığına ve anlam dünyasını oluşturan faktörlere uygun üretilmesi beklenir. İktidar süresi incelenip, partinin dili analiz edildiğinde, nefret söyleminin iktidarda geçen süre boyunca zihniyet haritasına uygun şekilde üretildiği görülmüştür. Özellikle ilk seçim zaferinden 2007’deki e-muhtıra olayına kadar oldukça durağan olan nefret söylemi, 2010’daki referandum sürecine kadar ciddi artış gösterip, referandumdan Gezi Parkı olaylarının yaşandığı döneme kadar geçen sürede ise tepe noktasına ulaşmıştır. Bazen ülke gündeminin seyrini değiştirmek veya gerçek gündemi saklamak amacıyla da partinin üretimine başvurduğu nefret söylemi (Hopa olayları esnasında dönemin başbakanının protestocuların birisinden bahsederken “kadın mıdır kız mıdır bilmem”; eğitim politikası olarak 4+4+4 sisteminin geçirilmeye çalışıldığı günlerdeki “milli içkimiz ayrandır” ve Gezi Direnişi günlerinde “anne, baba kızının birinin kucağında oturmasını ister mi?” şeklindeki ifadeler, kasıtlı olarak gündem değiştirme amacı güden nefret söylemi örnekleridir), bilinçli tercihler sonucu meydana gelir. AKP, iktidarı süresince nefret söylemini siyasi tahakkümünü sağladığı araçlardan birisi olarak kullanmıştır. Parti, en fazla din ve beden üzerinden üretilen nefret söylemine başvurmuş; bunu cumhurbaşkanlığı döneminden önce Erdoğan ve Arınç üzerinden dile getirmiş; aşırı dindarlık, kadınlar ve etnik azınlıklar nefret söyleminin içeriğinde en çok kullanılan alt türler olarak dikkat çekmiştir.
Mağduriyet orkestrasının senfonisi artık sona gelmiştir. Kendi stereotipinin dışındakileri nefret söylemine boğmasına rağmen her koşulda mağdur görünmeye çalışan iktidar (Soma faciası olduğunda, elektrikler kesildiğinde, yolsuzluk iddiaları ortaya atıldığında, polis aşırı şiddet uyguladığında, dolar yükseldiğinde, patates stokları bittiğinde, makam arabaları gündeme geldiğinde, saray tartışmalarında, üçüncü köprü ve havaalanı tartışmalarında vs.), klasik anlamıyla bir senfoninin bütün aşamalarını tamamlamış, miadını doldurmuştur. Yönetimin özü, halkı belirli sınırlar içinde tutmaktır; lakin toplumda kitleler arasındaki sınırı nefret söylemi gibi araçlarla çizen yönetimler, artlarında Ali İsmail Korkmaz, Nuh Köklü, Halil Serkan Öz, Bahadır Grammeşin gibi nefret söyleminin nefret suçuna evrildiği öyküleri fazlaca bırakırlar.
DİPNOTLAR
[1] Lourau, R. (2001) Bilinçaltında Devlet, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 29.
[2] Pareto, Y. (2005) Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü: Kuramsal Bir Sosyoloji Uygulaması, çev. Merve Zeynep Doğan, Ankara: Doğu-Batı Yayınları, s. 38-39.
[3] Açıkel, F. (2012) “Muhafazakâr Sosyal Mühendisliğin Yükselişi: Yeni Türkiye’nin Eski Siyaseti”, Birikim Dergisi 276: 14–20, s.18.
[4] Eagleton, T. (2005) İdeoloji, çev. Müttalip Özcan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, ikinci baskı, s.150.