Eko-distopik kurgular için malumun ilamı demek abartı gelebilir. Tartışmaya açık bir konu. Yine de şunu söylemek mümkün: Bu konuda farklı yaklaşımların olması dahi hem yaşadığımız ekolojik krizin yıkıcılığını hem de eko-distopik kurguların uzak bir gelecekten ‘şimdiye’ yaklaşmasını görmek açısından önemli. Günümüzde ekolojik krizin derinleşmesi ve buna rağmen doğru adımların atılmaması, aksine ‘hiçbir şey yokmuş gibi’ daha çok üretimin baskılanmasının sorunları birçok disiplinde ele alınır.
Foster, dünyadaki çevre krizinin bir doğa krizi değil toplum krizi olduğunu iddia eder. Foster’e göre; “Bugün karşı karşıya olduğumuz çevre yıkımının başta gelen nedenleri ne biyolojiktir ne de tek tek bireylerin tercihlerinin bir sonucudur. Bu nedenler, toplumsal ve tarihseldir. Sorunun kökleri üretim ilişkilerinde, teknolojik zorunluluklarda ve egemen toplumsal sistemlerin ayırıcı özelliği olan ve tarihsel olarak koşullanmış demografik eğilimlerdedir. Öyleyse, çevre krizine çare bulmak için ortaya atılan önerilerin çoğunda görmezden gelinen ya da önemsiz görülen şey, çevrenin kötüleşmesinin sadece küçük teknolojik temellerini kurcalamak değil, onun daha büyük toplumsal temellerini dönüştürme gerekliliğidir”[1]. Foster, ekolojik sorunların daha çok yaşanması ve yıkıcı hale gelmesinin cevabını kapitalizmin yapısal özelliklerine bakarak anlayabileceğimizi söyler. Gerçekten de dünyada artarak devam eden bir ekolojik sorunlar silsilesiyle karşı karşıyayız.
Başta iklim değişiklikleri olmak üzere tarımsal üretimin tehlikeye girmesi, denizlerdeki tuzluluk oranının değişmeye başlaması, sellerin, orman yangınlarının olağan hale gelmesi, virüslerin insanlık için daha tehditkâr olması sonucunda uygun koşullarda yaşamak için canlıların büyük göçlerinin ilk adımlarını görüyoruz artık. Bu durum, yani olası bir ekolojik facianın sonuçları, edebi kurmaca metinler aracılığıyla da karşımıza çıkar. Ekolojik distopya ya da eko-distopya olarak tanımlanan bu metinler gelecekte bizleri bekleyen tehlikelere karşı uyarı özelliği taşıma iddiasındadır. O geleceğin ne kadar uzak bir gelecek olduğunu tartışmadan önce söylemekte fayda var, insan kaynaklı ekolojik anlatıların edebi metinlerde yer bulması pek de yeni sayılmaz. Örneğin daha 1950’lerde John Wyndham’ın The Day of the Triffids ve John Christopher’ın Death of Grass gibi eko-distopyalar ortaya çıktı. Hatta çok daha önceye gidebiliriz. Rus bilim insanı, felsefeci ve yazar Aleksandr Bogdanov’un 1908 yılında yayımlanan, ilk Bolşevik ütopya olarak nitelendirilen ve Türkçe ’ye de çevrilen Kızıl Yıldız romanı, doğal kaynakların tükenmesi ve çevre kirliliği gibi çevreyle ilgili sorunları da merkezine almıştı. Ki o tarihlerde ekolojik sorunlarla ilgili söylemler çok cılızdı. Dini ve mitolojik referansları düşünürsek binlerce yıl geçmişe gidebiliriz.
“ENDÜSTRİYEL BİR TÜR MÜ?”
Son 20 yılda eko-distopik üretimlerin artması bu türün hem özgünlüğü hem de endüstriyelleşme ve metalaşma tartışmalarını da beraberinde getirdi. Özellikle de son yıllarda ekolojik felaketleri merkezine alan diziler ve sinema filmleri bayağı popüler oldu. Dahası bunları büyük bir kısmı sorunlar karşısında çözüm olarak yine sistemi adres gösterdi. Doğal felaketler ve yıkım nedeniyle dünyanın büyük çoğunluğunun yaşanmaz hale geldiği, ıssız çöllere dönüşen şehirlerin konu edildiği filmler, diziler ve edebi kurguların sayısı hiç de azımsanmayacak kadar fazla. Bu kurguların sınırlı bir kısmı, kapitalizmin hoyratça tahrip ettiği doğayı geri kazanmak ve dönüştürmekle beraber mevcut dünyayı çıkmasa sokan sistemin ciddi sorgusunu içeriyordu. Büyük bir kısmı ise kapitalist sistemin kendisini yeniden üretmesini sağlayacak bir anlatıdan başka bir şey değildi. ‘Distopya soslu’ bu içerikler toplumu kontrol altında tutmak, baskılamak gibi bir işleve sahip olduğunu iddia etmek abartı olmaz. Bu ‘ürünlerle’ oluşturulan toplumsal eğilim cli-fi diye adlandırılan yani iklim değişiklikleri ve sonuçlarını ela alan bir türün oluşmasına bile neden oldu. Bugün milyonlarca görüntülenen ‘cli-fi book’ aramaları, arama motorlarında kullanıcıların sordukları sorulara kısa cevap veren sekmelerde bile yer alıyor artık. Yani ‘ekolojik hikayeler’ büyük bir sektör de oluşturmuş durumda.
ŞİMDİYE YAKLAŞAN DİSTOPYA
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Bu sorunun cevabını ararken ütopyadan başlamak kaçınılmaz… Genel olarak mevcut düzenin aksayan yönlerinden yola çıkarak, ideal hayat tarzını anlatan sosyal projelere ütopya olarak nitelendirilir. Platon’un Devlet adlı eserini ütopyanın ilk örnekleri olarak görülmekte. Bu toplumsal ideali anlatan metinlere ütopya ismini veren ise bir Rönesans düşünürü olan Thomas More’dur. Kitap iki bölümden oluşur. Birinci bölümde hayali kahramanı Portekizli denizci Raphael Hythloday’in ağzından More, İngiltere’nin içinde bulunduğu durumu analiz eder. İkinci bölümde ise Ütopya Adası’nı ayrıntılı biçimde ele alır. Jameson’a göre, “More Birinci Kitap’ta İngiliz toplumunun ve onun çelişkilerinin korkutucu bir tablosunu çizer ve İkinci Kitap’ta buna yanıt olarak bir dizi dâhiyane ve makul çözüm önerileri sunar[2].
Tüm insanların eşit olduğu, adaletli yöneticiler sayesinde insanların huzur için içinde yaşadığı, para ve altının değerli olmadığı, özel mülkiyet ve sınıf farkının olmadığı bir Ütopya Adası’dır bu ada. Elli dört şehirden oluşan, insanların pazarlarda istediğini bedava aldığı, rahipler ve devlet memurları dışında herkesin zanaatkâr olduğu, insanların boş zamanlarında okumayı tercih ettiği ve inanç özgürlüğü olan bir ada.[3]
Ütopyada kurgulanan bu ideal, aslında bir kişinin ya da grubun idealidir. Yazarın düşü olarak kabul görülebilecek kusursuz dünya ideali, yirminci yüzyılın başından itibaren eleştirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla ütopyalar tersine bir işleve bürünmüştür ve böylece karşı-ütopyalar (distopya) ortaya çıkmıştır.[4]
Krishan Kumar, Türkçe ’ye Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşı-ütopya adıyla çevrilen eserinde ütopya ve karşı- ütopyanın birbirinin antitezi olduğunu söyler: “Anlamlarını ve önlemlerini karşılıklı farklarından alan, ‘zıt kavramlar’dır. Ancak ilişki simetrik ya da eşit değildir. Karşı-ütopya, ütopya tarafından alıştırılmış ve bir asalak gibi ondan beslenir. Hayatını sürdürmek için ütopyanın sürekliliğine yaslanır. Ütopya orijinal, karşı-ütopya kopyadır; yalnızca sanki daima siyah renklidir. Karşı-ütopyanın olumsuz yanıtı verdiği olumlu içeriği sağlayan ütopyadır.”[5] Kumar’a göre en başından beri karşı-ütopya yani distopya ‘gizlice ütopyayı takip etmiştir. “İşte tam da bu yaklaşımın sonucu olarak her ütopya çok geçmeden kendi distopyasını yaratmıştır.
Özellikle de 20. yüzyılda yaşayan savaşlar ve yıkımların etkisiyle dünya edebiyatında ütopyalardan daha çok distopya olarak da isimlendirilen distopya türünün yaygınlaştığını görürüz. Sanayileşme ve teknolojinin etkisiyle distopyanın aracılık ettiği bir kavrayış öne çıkar. H.G. Wells’in -Zaman Makinesi (1895), Jack London’ın- Demir Ökçe’si (1908) Yevgeni Zamyatin’in Biz’i (1921) Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı (1932), George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i (1953) ve William Golding’in Sineklerin Tanrısı (1954) bugün distopya denildiğinde birçok kişinin zihninde beliren türün en iyi örneklerini oluşturur. Bununla birlikte, Anthony Burgess’in Otomatik Portakal’ı (1962) ve Jose Saramago’nun Körlük (1995) romanı da öne çıkan romanlardır. Bu geleneksel distopik kurgularda, bir kavrayıştan çok daha öte bir düşünme sürecine katılmaya davet edilir okuyucu. Aynı zamanda distopik kurmacalar, mekân ile zamana, burada ile şimdiye indirgenemeyen gelecek zaman kurgusu geliştirilir. Yazarın kaygıları, korkuları, uyarıları merkeze yerleşir. Ve geleceği, ileri bir zamanı işaretler. Bilindiği gibi geleneksel distopya edebiyatının asıl gücü, toplumsal ve siyasi kritiğe odaklanmasında ve ikaz özelliği taşımasında yatar. Bu açıdan da bilim kurgu edebiyatından ayrılır. Kurgusal metinlerde, baskıcı devlet düzeni, teknolojinin aşırı kullanımı, insanın biyolojik sınırları, gelecekle ilgili tasarımlar, kentlerin dönüşümü, ekolojik felaketler gibi konular başattır.
DİSTOPYA İLE GERÇEK ARASINDAKİ FARKIN AZALMASI
Günümüz edebiyatında ise, bazı örneklerde yaşadığımız dünyanın sorunları, bugünün gerçekleri ve yıkıcılığının metinlerde yer aldığı pek çok örnek mevcut. Ama o gelecek uzak bir gelecek değildir ve alegori gerçekle yer değiştirir. Daha önemlisi bugünün distopyası uyarı özelliğinden de uzaktır. Doğuş Sarpkaya, distopyadaki bu değişime dikkat çeker: “Yakın zamana kadar bir uyarı sistemiymiş gibi davranılan ve sadece ütopyanın karanlık kardeşi olarak görülen distopyanın tüm işlevi de değişmeye başlar. Bu yüzden distopyaları düş gücünü harekete geçiren ütopyaların basitçe ters yüz edilmiş hali olarak değerlendirmek doğru olmaz. Kimi zaman uyarı, kimi zaman kehanet görevlerini üstlense de distopya aslında yaşadığımız dünyadaki görünümleri yansıtırlar. Zaten distopyaya yönelik itkinin belirleyeni değiştikçe, distopyanın politik mesajının değişime uğraması kaçınılmazdı.”[6]
Bu durumu eko-distopik edebi metinlerde de görmemiz mümkün. Bu metinler, insan ve sermaye merkezci uygarlığa yöneltilmiş ve insanlığın kendi sonunu nasıl hazırlayabileceğini anlatan uyarılardır. Özellikle distopik düzen sorgusunda hoşnutsuzluk üzerine kafa yormak durumunda kalır okuyucu. Genel olarak, ana karakterler üzerinden merkeze yerleşen hoşnutsuzluğun kurgunun ilerleyen bölümlerinde korunarak arttığını görürüz.
“Eko-eleştirel perspektifle oluşturulan kurmaca metinler arasında distopik bir kurguyla inşa edilenler ayrıca dikkat çeker. Zira edebi eko-distopyalar, gelecekteki olası ekolojik yıkım karşısında bugünün ekolojik krizine karşı uyaran ve bilinçlenmenin de eyleme geçmenin de zorunluluğunu en belirgin biçimde gösteren eko-kurmacalardır.”[7]
DİSTOPİK KURGULAR: SİSTEMİN KENDİNİ YENİDEN ÜRETMESİ Mİ YOKSA BİR UYARI MI?
İklim değişikliğiyle beraber, gezegenin tüm canlıları için artan sıcaklık değerleri, buzulların erimesi ve iklimsel dönüşüm, felaket senaryolarında ön plana çıkar. Yeşil alanların hızla yok olması; biyo-çeşitliliğin azalması; hava, su ve toprağın kirletilmesi; su kaynaklarının hızla azalması, denizlerdeki petrol kirliliği; termo-nükleer santrallerin yol açtığı radyasyon tehlikelerin; ekosisteme zarar verecek boyutta genişlemesi, enerji kaynaklarının aşırı tüketimi gibi sorunlar distopik bir dünya kurgusunun ürettiği metinlerin merkezine yerleşir. Bu kurmaca metinler ne kadar uzak bir geleceğe karşı bizi uyarıyor? Daha da önemlisi bu metinler kehanet özelliği koruyor mu? Yoksa dönüştürülmüş, bozulmuş bir şimdiye mi odaklanır?
‘YOK OLAN DÜNYA TURLARI’
2017 yılında yayımlanan, Kanadalı yazar Patrik Sampler’ın The Ocean Container isimli ekolojik distopya türündeki romanı, henüz Türkçe ’ye çevrilmemiş olsa da adından söz ettiren ekolojik romanlar arasında yer alır. Roman birden çok okumaya uygun açık uçlu kurgusal yapısıyla dikkat çekerken, dünyayı felakete götüren iklim değişikliği ve iklim kriziyle beraber mutasyona uğramış türler, nesillerinin tükenmesine odaklanır. Ocean Container’ın erkek anlatıcısı bir çevre aktivisti. Bu yüzden olacak ki mevcut hükümetle sorunlar yaşar. Hükümetten kaçarak kendi yönünü bulmaya çalışan, karakterin neredeyse romanın tümünde nakliye konteynırında yaşamını sürdürür.
Roman, çevresel felaket sonucunda yaşananları, kapitalizmin ve hırslı şirketlerin dünya dengelerini nasıl alt üst ettiklerini, dünyayı nasıl bir iklimsel yıkıma sürüklediğine işaret eder. Aynı zamanda romanda, şirketlerin, ‘Yok Olan Dünya Turları’ düzenleyerek, doğayı sanal bir tüketim unsuruna dönüştürdüğüne de yer verir. İnsan hareketiyle, bazı atıklar sonucunda asitlenen okyanuslarda pek çok türün yok edildiğine de dikkat çeker. Tüm bunları konteynerin içinde tek başına zaman geçiren anlatıcının gözlemlerinden öğreniriz. Anlatıcı, yaşanan krizin insanlara ve türlere nasıl zarar verdiğiyle ilgili sorunları iki dünya üzerinden aktarır. Konteynerin içindeki dünya ve dış dünyada, yaşanan olayları ve gözlemlerini paylaşır okurla. İki dünya arasındaki geçişlerde çevresel felaketle ilgili nasıl bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyar yazar.[8]
NÜKLEER SIZINTININ ORTASINDA BİR JAPONYA
Yakın zamanda yayımlanan Yoko Tawada’nın Tokyo’nun Son Çocukları romanı da bu türe dâhil romanlar arasında yer alır. Yazar, küresel ekolojinin yerle bir olduğu bir dünyayı anlatırken, felaketin tam ortasında bir ülkeyi gösterir bize. Bütün devletlerin sınırlarını kapattığı bir Japonya’da geçer roman. Ekolojik sistemin çöküşüyle en kötü koşulların yaşandığı kentin hikâyesi, karakterlerin düşüncelerinde geçmişe yaptıkları yolculuklarla, uzun bir zaman aralığında geçer.[9]
Belirli bir zaman ve olaya bağlamasa da nükleer santralden yayılan bir sızıntının, insan genomuna yerleşerek, radyoaktiviteye, neden olduğu yaşamın yeni biçimlere büründüğü, ağaçların bile zehirli meyveler verdiği bir ülkeyle karşı karşıyayız romanda. Aynı zamanda bu sızıntı gelecek kuşağı etkisine alan hastalıklara ve doğal felaketlere yol açar. Şehrin yirmi üç semtine yayılan radyoaktiviteden en çok çocukların etkilendiğini görürüz. Sağlıklarını kaybeden, giderek güçsüzleşen çocukların kalsiyum depolamakla ilgili sorunları; yürümekte bile güçlük çekmelerine neden olur. Bu durum, çocukların büyük çoğunluğunun tekerlekli sandalye ile yaşamasıyla sonuçlanacak kadar sarsıcı bir hale bürünür. Bununla birlikte yaşlılar güçlenerek daha uzun yaşamaya başlar. Felaketten sonra insanlar, zehirli toprak ve kirli havadan kaçınmak için daha güvenli alanlara yerleşmek durumundadır ve bu nedenle bir göç politikasıyla da karşı karşıya kalır ülke. Roman, modern dönemde ve sanayileşme sonrasında ortaya çıkan vahşeti, doğal felaketleri sorgularken, değişen dünyada romanın karakterleri Mumei ve dedesinin felaketin ardından hayatta kalma hikâyesini merkeze alır. Bununla birlikte, büyük felaketin etkisiyle ortaya çıkan ekolojik dengesizlikler, mutasyona uğrayan bitkiler, zarar gören canlılar, sağlıksız, güçsüz çocuklarla izole edilmiş bir toplum ortaya serilir Tokyo’nun Son Çocukları’nda.[10]
Tawada, yaşanan çevre felaketini bir olaya bağlamasa da, romanı okurken 2011’de meydana gelen Fukuşima felaketi akla geliyor hemen.
“YENİ BİR DÜNYA SEMBOLÜ”
2006’da yayımlanan Tahsin Yücel’in “Gökdelen” i de eko-distopya özelliği de taşıyan bir roman. Distopyanın en belirgin yanı ise, şehrin mimari göstergeleriyle açığa çıkar. Gökdelenlerin hâkimiyetinde sıkışmış bir İstanbul hikâyesini, kapitalizmin yeni biçimlere büründürdüğü İstanbul’u görünürleştirir Tahsin Yücel. Gökdelenler hiyerarşik ilişkilere de gönderme yaparcasına karşımıza dikilir bu romanda. İnsanın çevreyle ilişkisine de dikkat çekme çabasını görürüz yazarın. Roman, insan ve çevre ilişkisine odaklanarak, distopik geleceği ekolojik kaygılarla örerek bu alana işaret eder. 2073 Türkiye’sinde İstanbul artık sadece gökdelenlerin hâkim olduğu bir şehirdir. Küçük yapılara yıkılarak her geçen gün yeni ve büyük Gökdelenler inşa edilir. Bu dev yapıların en önemli özelliği genişlik, yükseklik ve iç mimarilerinin benzerliğiyle tektip yerleşime işaret etmesidir. Romanın ana karakteri Avukat Can Tezcan ve müteahhit Temel Diker’in iş birliğiyle yargının özelleştirilmesinin önünü açılır. Ve şehirde yeni bir yaşam yaratma ve kenti dönüştürme hırsları roman boyunca işlenir.[11]
Roman özelleştirmenin, vahşi kapitalizmin yıkıcı sonuçlarını “yeni bir dünya sembolü” Gökdelenlerle Gösterir bize. Geçmişe ait tarihi dokusunu yitiren bu kentte doğanın da giderek yok oluşa sürüklendiği bir atmosferde gözden çıkarılanları ilan ediyor adeta bu romanda Tahsin Yücel. ‘Dağlar, taşlar, ırmaklar, denizler, limanlar, havaalanları, gemiler, uçaklar, trenler, yollar, köprüler, fabrikalar, çöpler, okullar, üniversiteler’, stadyumlar her şey özel kurumların elindedir. Böylesi bir ortamda doğanın dengesi o kadar bozulur ki, sadece karga ve kara sinek türü hayatta kalır. Artık kelebeklerin yok olduğu bir kenttir burası. Dengesi bozulan doğada insanlar, toprağa çok uzak yaşar. Atların ve eşeklerin kökü de neredeyse yok olmak üzeredir. Doğadaki kaynaklar hızla tükenir ve gökdelenlerde yaşayanlar için besinler sadece seralarda üretilir. Bunun yanında ülkenin suları özelleştirildiği için deniz bambaşka bir anlam kazanır. Romanda aynı iki farklı dünyanın yaşandığını görürüz. Eşitsizliğin hüküm sürdüğü şehirde zenginler ve yoksullar arasında yaşanan ayrıma yer verilir. Şehir hayatından uzakta doğada yaşayan Yılkı İnsanları, görmezden gelinen, sınırlarının dışına çıkmadan yaşayan insanları temsil eder. Gökdelen insanlarıysa, kapitalizmin tüm nimetlerinden faydalanan, yukarıda yaşayan, ayakları toprağa basmayan, doğanın uzağında yaşamlarını sürdürür.[12]
Tahsin Yücel’in gelecek öngörüleriyle kurguladığı 2073 distopyası bugünü ifşa etmesiyle iyi bir kurgu. Ancak, akıllı şehirlerin konuşulduğu droneların hâkimiyetinde bir kent düşü için şimdi bile tüm teknolojik alt yapının uygun olduğu düşünülürse, 2073’te kim bilir bizi daha neler beklemekte…
UMUDU KÖRÜKLEYEN KÖPEKLİ ÇOCUKLAR
Bu konuya dahil edilebilecek bir başka roman ise, 2019 yılında yayımlanan, Eko-eleştirel distopik roman, Oya Baydar’ın Köpekli Çocuklar Gecesi. Roman, yakın gelecekte meydana gelen büyük bir iklim felaketini konu edinir. Yazar, roman boyunca ekolojik bozulmanın etkisiyle yaşadığımız çağı sorgular. Kurumuş dere yatakları, eriyen buzullar, talan edilmiş hayvanlar, bitki türlerinin azaldığı, kirletilmiş denizlerin ortasında bir ‘Dünya’nın’, yıkıma sürüklendiğine şahitlik ederiz. Yıllarca süren felaketler, ‘Dünya’yı’ yok oluşa sürüklerken; büyük bir tufanın meydana geldiği bölümler, başka bir felaketin eşiğindeki ‘Dünya’yı’ gösterir bize. Tufanın yarattığı yıkıcı koşulların yaşamı nasıl dönüştürdüğüne tanıklık ederiz. Kötümser ekolojik dehşet çevreyi yıka yıka ilerler. Ve Nuh tufanıyla ilgili dinsel metinler, destanlar ve söylenceler de metinlerarasılıkla eşlik eder romana. Tekin’de, Kur’an-ı Kerim’de, İncil’de, geçen alametlere tanıklık ederiz. İnsanların felaketi çaresizlikle izlediği, tüm kaynakların tükendiği kuraklığın yaşandığı dönülmez bir sürüklenme yaşanır. Romanın ilerleyen bölümünde ise, diğer karakterlerle birlikte, Dünyanın yükü ve acılarıyla mücadele eden Köpekli Çocuklar çıkar karşımıza. Savaşlardan, yıkımlardan açlıktan ölümden kaçan ana babalarını yitirmiş bu çocuklar, iyiliği ve umudu körükleyebilecek mi? Sorusuyla ilerleyen romanda, güncel konular da metne taşınır. İsveçli Greta Thunber’in başlattığı “iklim için okul grevi” protestosu, sınır tanımayan doktorlar, yaşam alanlarını kaybeden kutup ayıları, türleri yok olan hayvanlar, mülteci kampları, siber savaşlar da yer alır. Roman, ekolojik yıkım karşısında, bir uyarı niteliği taşırken, umudu hiç elden bırakmadan daha iyi bir dünya mümkün mü sorusunu eylemci girişimleriyle sorgulatır okuyucuya. Ekolojik yıkımın esas sorumluları, kapitalist sistemin siyasi aktörlerinin de üzerine düşünerek sistem eleştirisini ortaya koyar.[13]
Sonuç olarak, distopyalar içinde bulunduğu gerçeklikten yola çıkarak dünyayı, bekleyen tehlikelere karşı uyarır. Bu açıdan bakıldığında yıkıcı görüntüsüne rağmen daha kötü bir gelecekle ilgili ikazda bulunur. Ama öyle zamanlardan geçiyoruz ki yaşamın kendisi bir distopyaya dönüşmüş durumda. Sadece Kabil ‘de, havalimanında yaşananlar bile distopik bir kurgunun konusu olabilir. Öyle ya bir uçağın kanadına tutunarak, kurtulmayı umut etmekten daha güçlü bir distopik kurgu olabilir mi? Ya da Kastamonu Bozkurt’taki sel görüntüleri… Ve Böyle bir ortamda distopik/ eko-distopik eserlerin gerçekle güçlü ilişkisi karşımıza çıkıyor. Yine da daha kötüsüne pas geçmemek ve geleceğe dair ikazların kesilmemesi için geleneksel distopik kurmacalara ihtiyacımız var.
DİPNOTLAR
[1] Jonh Bellamy Foster, “Savunmasız Gezegen Çevrenin Kısa Ekonomik Tarihi”. Çeviren: Hasan Ünder, Ankara: Epos Yayınları, 2008
[2] Fredric Jameson, “Ütopya Denen Arzu”. Çeviren: Ferit Burak Aydar. İstanbul: Metis Yayınları, 2009
[3] Thomas More, “Ütopya”. Çeviren: Çiğdem Dürüşken. İstanbu: Alfa, 2019
[4] Firdevs Canbaz Yumuşak, “Ütopya, Karşı-Ütopya ve Türk Edebiyatında Ütopya Geleneği”. Blig Bahar, Sayısı 61. 2012
[5] Krishan Kumar, “Modern Zamanlarda Ütopya ve Karşıütopya”, Çeviren: Ali Galip. Kalkedon ,2006
[6] Doğuş Sarpkaya, “Yok Başka Bir Cehennem, Yaşıyoruz İşte: Liberhell’de Distopya ve Gerçeklik”. Ayrıntı Dergi 2015
[7] Sönmez Ürün Şen, “Bir Ekodistopya Olarak Köpekli Çocuklar Gecesi’nde Ekomarksizmin İzleri”. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: 60, Sayı: 1. 2020
[8] Patrik Sampler, The Ocean Container, www.patriksampler.com/the-ocean-container/ 2017
[9] Yoko Tawada, Tokyo’nun Son Çocukları. Çeviren H. Can Erkin, Siren Yayınları, 2020
[10] a.g.e
[11] Tahsin Yücel, “Gökdelen”. Can Yayınları 2006
[12] a.g.e
[13] Oya Baydar, “Köpekli Çocuklar Gecesi”, Can Yayınları, 2019