Diyalektik İmgelem’de Eleştirel Teori’nin postmodernizmle olan ilişkisine değiniyor ve şöyle diyorsunuz: “… Okul’un ilk kuşağının, en azından birkaç üyesinin genel teorik yörüngesinin, postmodern eğilim için temel hazırlamış ve böylece çalışmalarının yeni bir okur kitlesine ulaşmış olduğu söylenebilir.” Öte yandan, tüm koşutluklarına rağmen, sizin de belirttiğiniz gibi Okul, aklı büsbütün yadsıyan bir kinizmi hiçbir zaman açıkça savunmadı. Okul’un Point D’Appui’den son kertede vazgeçmemesi, modernizmin eleştirel ve heterodoks bir şekilde de olsa sahiplenilmesi anlamına geliyordu kuşkusuz. Fakat örneğin Adorno’nun Negatif Diyalektiği’nin, ilk bakıştaki rasyonalitesine rağmen, “Bütün yanlıştır” düsturu sonuna kadar götürüldüğünde postmodern epistemolojiyle uyuştuğu söylenemez mi?
İlk bakışta sorunuz karşısında şaşırdım çünkü Diyalektik İmgelem 1973 yılında ilk basıldığında, postmodernizm kavramı ufukta gözükmemekteydi. Sonrasında, 1996’da kitabın ikinci baskısında eleştirel teori ve o dönem “postmodern” olarak adlandırılan eğilimler arasında belirli benzerliklere işaret etmiştim. O anda, çığır açan bir değişimi doğru şekilde açıklamış gibi görünüyordu ki bu Habermas’ın adlandırdığı “modernitenin bitmemiş projesinin” başarılı şekilde hayata geçmeden önce terkedilmesi gerektiği anlamına gelmekteydi. İşin ironik tarafı 2022’de postmodernizmin kavramsal biçimlenim ve kültürel şekilde etkileyici varlığı neredeyse tükenmiş olsa da Frankfurt Okulu’nun tesiri hâlâ yankılanmaktadır. Bu iki kavramın 1996’da anlamlı bir karşılaştırmaya tabii olabilmesinin sebebi, modernitenin kavranışıyla ilgili belirli bir hayal kırıklığını paylaşıyor olmalarıdır. Bu bağlamdaki modernite teknolojik gelişmeyi ve araçsal aklın eleştirisiz kutlanışını kapsamakta ve tarihi içkin olarak ilerlemeci olarak görmektedir. İkisi de ivmelenmesini kaybetmiş ve geç 20. yüzyılda geçerliliğini kaybettiğinden dolayı radikal bir yenilenmeye ihtiyaç duymuş Marksist geleneğin krizini farklı şekillerde benimsemektedir. Ve iki kavram da kapitalizmin tüm eksiklerine rağmen sürdürülebilirliğini sağlayan ve radikal siyasi umutları yıpratma konusunda önemli bir rol oynayan kitle kültürüne karşı hassastılar. Doğru şekilde söz ettiğiniz, Eleştirel Teori’nin, özellikle Adorno ile iltisaklı negatif diyalektik olarak bilinen sürümü, post modernistlerle birlikte bütüncül düşünceye olan güvensizlik ve “kimlik düşüncesi” denilen kavramı meydana getiren soyut denkliklere karşı düşmanlık beslemektedir.
Frankfurt Okulu’nu diğer birçok postmodernistten ayıran şey ise Okul’un tereddütsüz şekilde ütopyacı ideallere ve geleneksel teolojik adlandırılmasıyla “kurtuluşa” dair umutlara bağlılığıdır. Bu yaklaşım, meta kültürünü ve alaycı aklı postmodernistlerin yaptığı şekilde benimsemelerini engellemiştir. Ayrıca her şekliyle aklın, 2016’da yazdığım Akıl Tutulmasından Sonra: Geç Eleştirel Teori Hakkında adlı kitabımda da göstermeye çalıştığım gibi bütünsel bir eleştirisini de yapmamışladır. Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanma’nın Diyalektiği adlı eserleri Aydınlanma rasyonalitesinin başarısızlıklarına dair kötümser bir yorum olarak okunabilir, özellikle resmi, prosedürel ve araçsal değişkenliğine indirgendiğinde. Fakat kitap Aydınlanma’nın daha özgürleştirici, estetik deneyimden çıkarım yapmış ve vücudun meşru istekleri hakkında psikanalitik çıkarımları benimsemiş kavrayışını kurtarmak için bir umut olarak yazılmıştır.
Postmodernizmin açık bir eleştirmeni olan ve Frankfurt Okulu’nun ikinci kuşağının ana aktörü olan Jürgen Habermas, aklın alternatif bir kavrayışını öznelerarası boyutu üstünde durarak savunmuştur. Bunu iletişimsel akıl olarak adlandırarak ilk kuşağın katı nesnel akıl ideasından ayrıştırmaktadır. Horkheimer, Marcuse, Adorno ya da diğer ilk kuşak Eleştirel Teorisyenler’i geçip geçmediği konusu ihtilaflı olsa da, bu isimlerin mitik irrasyonaliteye karşı araçsal olmayan aklın kavrayışına dair araştırmalarını devam ettirdiği aşikârdır. Diğer birçok modernistin aksine, bu isimler Heidegger ve Schmitt gibi, akla dair tavırları diyalektik kritiğin ötesine geçen ve aklı doğrudan reddeden isimlerin büyüleyiciliklerine alerjiktiler.
Yine Diyalektik İmgelem’de, entelektüelin huzursuzluğuna ve devrimci mücadeleyle olan gerilimli ilişkisine değinmiştiniz. Gelgelelim angajman ve eleştirel düşünce arasındaki ikilemden söz edince, akla gelen ilk isimlerden biri de hiç kuşkusuz ki Jean-Paul Sartre. Siz Okul’un düşünürleriyle Sartre’ı kıyasladığınızda, bu gerilimli ilişkiye dair nasıl sonuçlar çıkarıyorsunuz?
Total devrimci bir dönüşümü hedefleyen radikal bir harekette, entelektüellerin ya da teorisyenlerin uygun rolü her zaman oldukça tartışmalı olmuştur. Eleştirel teoriyi radikal praksisle birleştirme hedefi, Marx’ın da devrimci hareketlerle olan karmaşık ilişkisinden anlaşılacağı üzere, ulaşılması asla kolay olmayan bir hedeftir. Frankfurt Okulu’nun tarihini özellikle ilginç kılan özellik; üyelerinin hiçbir zaman kendilerini bir hareketin önderi ya da kitleleri yönlendiren elitler olarak görmemeleridir. Ya da entelektüellerin, ezilenlerin temsilcisi rolünü üstlenmiş devrimci bir partinin çizdiği sınırlara uymaları gerektiğini de düşünmemekteydiler. George Lukacs’ın sadık bir komünist olarak entelektüel bağımsızlığını feda etmesi onlara önemli bir örnek oluşturmuştur.
Bunun yerine kendi rollerinin sınırlarını anlamış, nihai hedeflerinin teorik spekülasyonun deneysel araştırmayla verimli bir şekilde bütünleşmesini içeren ve toplumu özgürleştirici bir yola doğru yönlendiren bir proje olduğunu savunmuşlardır. Bu Marksizm’i desteklemek için kullanılan farklı yaklaşımların dogmatik olmayan bir entegrasyonu anlamına gelmektedir ve başarısız olmaları durumunda da yeniden başlamak için hevesli olduklarını belirtmektedir. “Okul” metaforu, bir üstat tarafından eğitildikleri anlamına gelebilse de sayısız konuşmalarından ve geride kalan diğer dokümanlardan da anlaşılacağı üzere, üyeler her zaman fikirlerini dinamik şekilde münakaşa etmiş ve Eleştirel Teori’nin açık uçlu çerçevesi kapsamında genellikle farklı sonuçlara ulaşmışlardır.
Bu özellikle, eleştirel teori ve radikal praksisin bütünleşmesinin mümkün gözüktüğü 1960 Yeni Sol öğrenci hareketi kapsamında vermiş oldukları reaksiyonlarda da gözlenebilmektedir. Sonradan ortaya çıkan mektuplardan da anlaşılacağı gibi Horkheimer ve Adorno’nun bir tarafta, Marcuse’nin de diğer tarafta olduğu ve öğrencilere karşı desteği konu alan tartışmalar da bunu desteklemektedir. Marcuse, Sartre’ın somutlaştırdığı anlamda “entelektüel” olarak karşımıza çıkmaktadır ve bu hususta iş arkadaşlarının tavrı Adorno tarafından en iyi şekilde betimlenmiştir: “Teorik modelimi oluşturduğumda, insanların bunu Molotof kokteylleriyle gerçekleştirmeye çalışacaklarını düşünmemiştim.” Fakat Marcuse bile, Sartre’ın Komünistler ve Barış isimli kitabında Sovyet Marksizmi’ni savunmasına neden olan tavizleri vermemiştir. Frankfurt Okulu, genel olarak Sartre’ın “devrimcinin ellerini kirletmesi gerektiği” söylemi gibi düşüncelere sabır göstermemekteydi. Habermas’ın siyasi ihtilaflara olan müdahalesinin gösterdiği gibi, ahlaki değerlerini kaybetmeden harekete geçen bir entelektüel olmak mümkündü.
Biz bir süredir çeşitli düşünürlerin ve sanatçıların hatıralarını kayda geçirip kitaplaştırmayı hedefliğimiz uluslararası bir kültür tarihi projesi yürütüyoruz. Çünkü kültür tarihini etkilemiş isimlerin gündelik hayatlarının ve başlarından geçen acı tatlı olayların entelektüel kişiliklerine dair sayısız ipuçları verdiğini düşünüyoruz. Kaldı ki soyut faaliyetleri çevreleyen gündelik gerçeklikler, kısacası hayatın jestleri ve mimikleri, düşüncenin ve imgelemin temposunu doğrudan etkilemiyor mu? Bu bağlamda sizden, Okul’un bizzat tanışıklığınız olan düşünürlerine dair izlenimlerinizi dinlemek isteriz. Onlar nasıl insanlardı?
Bunun cevabı son derece uzun olacak. Tezimi yazarken birçok ilk kuşak Frankfurt Okulu düşünürüyle tanışmıştım: Horkheimer, Adorno, Pollock, Fromm ve Löwenthal. Ve onların cömertliklerinden, miraslarını yorumlama şeklim konusunda anlaşmazlık yaşasak da oldukça faydalandım. Ayrıca; Habermas, Albecht Wellmer, Oskar Negt ve Claus Offe gibi ikinci kuşak düşünürler ve Axel Honneth, Christoph Menke, Hauke Brunkhort, Detlev Claussen, Martin Seel ve Rainer Forst’u kapsayan üçüncü kuşak üyeleriyle de arkadaş oldum. Ve Eleştirel Teori’nin gelişmesinde de son yıllarda oldukça merkezi rol oynadım. Öncelikle, hayatlarının sonuna yakın zamanda tanışmış olduğum, birinci kuşak üstündeki izlenimlerime odaklanmam gerekiyor.
Bu isimlerin hepsi nevi şahsına münhasır tarihi bir ânın eseriydi: Alman tarihinin geç Wilhem ve Weimar döneminde en yüksek kültürel eğitime tabii olmuş Yahudiler’in bulunduğu ve bu ivmelenmenin bittiği ve sürgünlerinin başladığı 1933 tarihi. Tanıdığım isimlerin hepsi Berkeley Üniversitesi’ne girebilecek kadar şanslılardı. Löwenthal burada Sosyoloji Bölümü’nden emekli oldu ve sonrasında 21 yıl daha yaşayarak en yakın arkadaşım hâline geldi. Onun için Festschrift dergisini ve otobiyografi koleksiyonlarını düzenlemiştim. Son derece dikkat çekici bir insandı; hayattaki güzel şeylerin aşığı, insan sarrafı, eşitsizliğe son derece kızgın ve sosyal eşitliğe doyumsuz bir meraklıydı. Kendisinden oldukça küçük insanlarla çok iyi anlaşırdı ve emekliliğinden sonra sevilen bir akıl hocası olarak hatırlanmaya devam etti. Birbirimizi tanıdığımız süre boyunca yazdığım her şeyi okudu ve yapıcı şekilde eleştirdi.
İkinci en yakın ilişkiye sahip olduğum kişi Marcuse’ydi, onu 1968’den ölümüne kadar olan 11 yılda birkaç kez görmüştüm. Marcuse uluslararası bir ünlüydü bu dönemde ve onu az da olsa göz korkutucu bulduğumu itiraf etmeliyim. Benim olduğumdan daha çok siyasi bir militandı fakat muhalif düşüncelere karşı dogmatik ya da tahammülsüz değildi. Kesin bir espri anlayışı vardı ve edinmiş olduğu ünden etkilenmekteydi. Löwenthal gibi, Eros ve Medeniyet’in yazarından da bekleneceği üzere, umarsızca sevdi. Medyanın favori Yeni Sol gurusu haline gelmesinden sonra karşılaştığı tehditlerle cesurca savaştı.
Diyalektik İmgelem’in önsözünü yazarak bana inanılmaz bir onur bahşetmiş Horkheimer’la konuşmalar gerçekleştirmiş olsam da onunla 1969’da Montagnola’da sadece birkaç hafta geçirdim. Bana heybetli, onurlu ve ne söyleyeceği konusunda dikkatli bir figür olarak görünmekteydi. Konuşmalarımızı kaydetme arzumu üstü kapalı şekilde reddetti ve kitabım basıldıktan yalnızca birkaç ay sonra vefat etti. Beni en mutlu eden şey, çekilen son fotoğraflarından, birinde göndermeyi başarabildiğim kitabı okumakta olmasıydı.
Montagnola’da Horkheimer’ın hemen yanında oturan Pollock, 1969’da ziyaret ettiğimde son derece konukseverdi. O da aynı şekilde tezimi okurken dikkatliydi. Fakat Aralık 1970’te beklenmedik şekilde vefat etti. Onu sıcak, yüreklendirici ve konuşmalarımızı kaydetmeme izin verdiğinden dolayı Horkheimer’dan daha az ihtiyatlı olarak hatırlıyorum. Oldukça alçakgönüllü karakteriyle beni etkilemişti ve yan evindeki ömürlük arkadaşına bağlı madun rolü oynamaya hazır biriydi.
Fromm bana son derece faydalı bir söyleşi sağladı ve Eleştirel Teori’de Marx ve Frued’un birleşimindeki rolü hakkında yazmış olduğum bölümü dikkatlice okudu. Bana, benim rolünü ele aldığım şekle alternatif olarak belirttiği görüşlerinin mevcut olduğu uzun mektuplar yazmış ve ana taslağımı düzeltmede yardımcı olmuştu. Enstitüyle ilişkisini kesmesine neden olan tartışmada arkadaşlarından taraf olmamdan dolayı bariz memnuniyetsizlik duysa da çalışmama sağladığı cömert katkılardan dolayı her zaman Fromm’dan etkilenmişimdir.
Sanırım en başarısız etkileşimim, yıllar boyunca çalışmalarını gittikçe daha değerli bulduğum ve hevesli şekilde üstüne yazdığım Adorno’dur. 1969 Frankfurt’ta, öğrencilerin radikal taleplerini desteklemede başarısız olduğu eylemlerinin zirvesinde kendisiyle tanıştık. Onunla ofisinde iki kez söyleşi gerçekleştirmiştim ve onu gergin ve düşünceli olarak hatırlamaktayım. Horkheimer gibi o da konuşmalarımızı kaydetmeme izin vermemişti. Açtığım konuların sinirini bozduğunu ve bu nedenle bana ettiği yardımları sınırlama kararı aldığını Marcuse’ye göndermiş olduğu ve yıllar sonra yayımlanan bir mektuptan öğrendim. Bu olaydan sadece birkaç ay sonra vefat ettiği için bu olumsuz izlenimi tersine çevirme şansı bulamadım fakat Nankör Ölü isimli eserde Marcuse’ye göndermiş olduğu mektuba cevap verme fırsatım oldu. En büyük pişmanlığım Adorno’nun fikirlerini onunla gerçekten tartışabileceğim bir yaşta değerlendirme fırsatımın olmamasıdır. 24 yaşındayken onunla tanıştığımda daha Negatif Diyalektik’i okumamıştım ve öldüğünde Estetik Teorisi’ni okumayı hâlâ bitirememiştim. Gretel Adorno tarafından bir kopyası, onunla ilgili yazmış olduğum anı makalesine karşılık olarak tarafıma gönderilmişti. Bu yazıların bazıları İngilizce şekilde görece daha çok tanınmadığı bir dönemde yayımlanmıştı.
Ayrıca Enstitü tarihindeki diğer birçok isimle de tanıştım: Karl August Wittfogel, Paul Lazarsfeld, Gerhard Meyer, Olga Lang, Paul Mattick, Ernst Schachtel, M.I. Finley, Joseph ve Alice Maier, ayrıca Felix Weil’le sayısız yazışmalar gerçekleştirdim. Bahsettiğim kişiler üstümde en iyi etkiyi bırakan kişilerdir. Kendi anlatısının kahramanlarıyla tanışma ayrıcalığına sahip çok az tarihçi vardır, bu nedenle ne kadar şanslı olduğumun her zaman bilincindeyim.