“İnsanlar gülüyordu de / trende, vapurda, otobüste / yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle” diyor Hep Kahır şarkısında Cem Karaca. Buradaki “yalan da olsa hoşuma gidiyor” vurgusu, bir noktada herkesin ama iyi ama kötü niyetle yalana ihtiyaç duyduğunu kibarca fısıldar gibi. Aynı şarkının devamında “Dur! Bırak! / kalsın açma televizyonu” gibi bir temenni var ki, muhtemelen gerçeklerden kaçma korkusuyla söyleniyor. Şarkının ya da sözlerin internetten ve dahi sosyal medyadan çok önce yazıldığını anımsarsak insanın aklına ilk önce televizyonu (veya radyoyu) kapatarak gerçeklerden kaçmanın mümkün olduğu eski devirler geliyor. Dahası televizyonun gerçekleri haykıracağının düşünüldüğü o eski çağlar, babalarımızın saatlerini bile ana haber bülteninin saatine göre kurduğu o zamanlar. Akla bunlar düşüyor düşmesine de hemen ardından başka bir gerçekle yüzleşiyoruz. Acaba, Cem Karaca’nın şarkıda geçen “yalan da olsa hoşuma gidiyor” temennisi herkes için geçerli mi?
Sosyal medyada insanların kendi gettolarını kurma eğiliminde olması ve çoğunluğun sadece kendisi gibi düşünenleri takibe alması, içimizdeki “yalan da olsa hoşuma gidiyor” temennisinin hep diri olduğunu akla getiriyor. Bu elbette “herkes kendi kampının yalanlarına inanıyor” gibi düz bir çıkarıma yol açmamalı. Ancak herkesin yalana ihtiyaç duyduğu anlar var. Kimisi için sadece ihtiyaç olarak kalıyor, kimisi medyayı da araç ederek yalanını dolaşıma sokuyor. Bunu iktidar-güç ilişkileri belirliyor.
Oxford Dictionary’nin yılın sözcüğü olarak “Hakikat Sonrası” (Post-Truth) sözcüğünü seçmesi sadece her şeyi “kavramlaştırma” merakından olmasa gerek. Zira gün içinde defalarca deneyimliyoruz ki, insanlar sosyal medyada kendileri gibi düşünen insanları takip edip kamplaştıkça, objektif olgular değil kişisel inançlar bir habere inanma konusunda daha etkili hale gelmeye başlıyor. Manipülasyon da yalan da buna paralel olarak yepyeni şekilleriyle ortaya çıkıyor. Bu durum ister istemez “Hangi medya, hangi yalan?” diye sorduruyor. Bu makalede daha ziyade geleneksel medya üzerinden gidecek olsa da, yalanın nasıl bu kadar rahat ve sıklıkla dolaşıma girdiğini anlamak açısından hayati önemde bir soru bu.
Rasyonel yargı ve karar verme sürecini sorgulayan bir psikoloji çalışmasıyla 2002 Nobel Ekonomi ödülü alan Daniel Kahneman, Thinking Fast and Slow (Türkçede Hızlı ve Yavaş Düşünme, Varlık Yayınları 2015) kitabında “rasyonel insan”ı sorguluyor ve düşünmemizi yönlendiren iki temel sistemden söz açıyor. 1. Sistem; daha yavaş, kontrollü ve mantıksal olan, rasyonel kararlar alan yanımız. 2. Sistemse hızlı düşünen, sezgisel olan, çok da rasyonel kararlar almayan tarafımız. Hiç kuşkusuz medya yalanlarının bu kadar hızlı alıcı bulmasında da özellikle 2. Sistemin etkisi büyük. Hangi kaynaktan çıkarsa çıksın, alıcısı olan yalanlar, başka bir deyişle toplumun ağır ağır hazırlandığı yalanlar etkili oluyor. İşin bu tarafı psikoloji ve sosyal psikolojinin konusu. İşin bu tarafı aynı zamanda yalandan daha etkili olan “Rıza Üretimi” (Manufacturing Consent) benzeri kavramlarla açıklanacak kadar derin. Bu makaleyse sadece medya yalanlarını konu alıyor. Fakat medyaya yalan söyletenin ve bu yalanların kolayca alıcı bulmasının tek nedeninin medyanın kendisinin olmadığını baştan söylemek ve altını güçlüce çizmek gerek. Mark Twain’in artık bir atasözü muamelesi gören “Gerçek çizmesini giyene kadar yalan dünyayı dolaşır” sözünü biraz bu bağlamda okumak şart.
Bu girizgahın ardından medya yalanlarının ülkemizdeki seyrine bir bakmakta fayda var. Bu yalanların kimisi, dönemlerindeki iletişim olanaklarının kısıtlılığından ötürü yeterince yalanlanamadığı için etkili olmuş, kimisiyse zaten bu yalanlara inanmaya hazır kitlelelerin varlığıyla güç bulmuş. Asıl konu, bu kadar iletişim olanağının yani neredeyse her şeyi doğrulama imkânının olduğu ortamda medya yalanları hâlâ nasıl karşılık buluyor? Bu girizgâh tam da bu yüzden yapıldı ama şimdi bir de bu işin geçmişine bakalım.
ŞARTLARA UYGUN YALANLAR
Toplumun bir bölümü bir konuda kutuplaşmış ve kuvvetli yargılara sahip olmuşsa, bu şarta uygun yalanları yaymada medyanın maharetine ihtiyaç duyulması adetten. 1960 Askeri Darbesi öncesine gidelim. Türkiye her açıdan karanlık ve baskıcı bir dönem yaşar. Her açıdan özgürlüklerin kısıtlandığı basının elinden “iddiasını ispatlama” hakkının dahi alındığı demokrasiyle anılması zor bir dönem. Demokrasiye ket vuran askeri darbelerden söz ederken genellikle öncesinden pek söz edilmez ama öncesi de böyle. Ancak darbenin gerçekleştirilmesinin ardından meşruiyeti artırmak için de yalana başvurmaktan geri durulmaz. Örneğin Akşam’ın 4 Haziran 1960 tarihli nüshasının manşeti “Cesetler Yem Makinalarında Kıyılıp Toz Haline Getirilmiş” şeklindedir. Gazeteye göre üniversite öğrencileri, toz şeklinde kıyılıp hayvan yemi haline getirilmiştir. 2 Haziran tarihli Milliyet’in “Buzhanelerden toplu ceset” çıktı haberi de hızla yayılan, “Hükümet erkânı 12 uçak dolusu altın ve mücevheratı kaçırmak üzereyken yakalandı” haberleri de birer yalandır. Ancak ülkenin içinde bulunduğu ortam bu yalanlara inanmayı kolaylaştırmış, DP 10 yıl içinde biriken öfkenin bedelini ağır biçimde ödemiştir. Şartlar, yalanların sorgulanmasına müsait değildir ve yalan misyonunu gerçekleştirir.
PROVOKASYON İÇİN YALAN
Yalan kitleleri harekete geçirmek için önemli bir enstrüman. Özellikle bunalımlı dönemlerde. 1970’li yılların çatışmalı ortamında Türkiye bu gerçeğin sağlaması için maalesef önemli bir örnek oluşturuyor. Maraş ve Çorum Katliamları öncesi ve sonrası basının yalanlarıyla oluşturduğu ortamın katliamın provokasyonu ve normalleştirilmesinde önemli katkısı var. Özellikle sağ basının sıkı sıkıya sarıldığı “İç Savaş” argümanı, (Örn; Tercüman’ın “Kahramanmaraş’ta İç Savaş”, Hergün’ün “Komünistler Kardeş Savaşını Kahramanmaraş’ta Başlattı” manşetleri ) olayın bir katliam olarak değil de bir iç savaş olarak algılanması için önemli çabalardır. Uğur Mumcu 31 Aralık 1978 tarihli bir yazısında bizzat devlet televizyonu TRT’nin haber bültenleriyle Maraş Katliamı öncesi olayları nasıl manipüle ettiğini madde madde ortaya koyar. TRT bununla da kalmaz, Çorum katliamında doğrudan provokasyona dahil olur. Kitlelerin harekete geçmesini sağlayan “Alaaddin Camii bombalandı” yalanını sık sık haber bültenlerinde tekrarlar. Şaşırtıcı olan dönemin TRT Çorum Muhabiri Münir Tümtürk’ün Çorum’dan böyle bir haberi kendisinin geçmediğine dair açıklamalarıdır. Bu da provokasyon amaçlı yalanın çok daha yukarıda ve planlı bir şekilde tasarlandığına ilişkin bir delildir.
Kuşku yok ki bu olay 2013 Haziran’ında İstanbul’da başlayıp ülke sathına yayılan Gezi Direnişi’nde yapılan yayınları hatırlatıyor. “Camide bira içildi” yalanı ve dahi çok daha popüler bir yalan haline gelen “Kabataş Yalanı” bunun için önemli örnekler. Kabataş Yalanı’nın detaylarına girmek bu yazının kapsamını aşar. Ancak kısaca özetlemek gerekirse: Aynı zamanda AKP’li bir belediye başkanının gelini olan bir kadının polise verdiği “Gezi’ciler bana saldırdı ve taciz etti” şeklinde ifadesi ve bu ifadenin haliyle tüm medyada yankı bulur. Özellikle ifadedeki abartılı iddialar, olayın gerçekliğiyle ilgili bir kuşku yaratsa da “kadının beyanı esastır” şeklinde olay perdelenir. Bu olay, esasen direnişin şeklini değiştirir ve herkeste derin kuşkular yaratılır. Direnişin başındaki “haklıyız” algısı az da kırılır. Özellikle bu süreçte, o dönemde tamamen iktidara angaje olduğu düşünülmeyen eski Radikal gazetesi yayın yönetmeni ve Hürriyet yazarı İsmet Berkan’ın görüntüler olduğunu, o görüntüleri izlediğini ve durumun gerçekten vahim olduğunu söyleyen tweetleri oldukça etkili olur. Çünkü yalanın değeri, biraz daha onu kimin söylediğine bağlı olarak değişir. O gün İsmet Berkan gibi biri yerine zaten iktidara angaje medyadan biri çıkıp “görüntüler var, izledim dese” hiç kuşkusuz o kadar etkili olmayacaktı. Resmen o yalan üzerine paradigma kurulur. Sonraki dönemde sürekli çıkacak denilen Kabataş tacizi görüntüleri onlarca mobese ve işyeri kamerası incelemesine rağmen bulunamaz. Aksine o saatlerde herhangi bir hareketlilik göstermeyen bazı görüntüler ortaya çıkar. Yalan söylenmiş, provokasyonun fitili yakılmış –tahrik amacına ulaşmamış olsa da- böylece hem bir korku yaratmış hem de böyle dönemlerde yalanın medyada ve sosyal medyada nasıl yayılabildiğini göstermiştir. Gerçeği öğrenmek için üzerinden aylar geçmesi gerekir.
OTORİTE-MEDYA İTTİFAKIYLA YALAN
Türkiye’de 32 kişinin öldürüldüğü (medya deyimiyle ölü ele geçirilmek) bir operasyona devlet-medya işbirliğiyle “Hayata Dönüş” denilmişliği de var. Hükümet, 2000 yılında bir süredir inşası devam eden F tipi cezaevlerini açmaya karar verince, tecride karşı çıkan mahkûmlar açlık grevine başlar. Bu nedenle başlayan açlık grevi ölüm orucuna dönünce, devlet harekete geçer. Düstur açıktır: Devletle pazarlık olmaz. Güya cezaevlerine bir operasyon düzenlenecek ve mahkûmlar hayata döndürülecektir. Ana-akım medya bu algı ihalesini alır. Önce bir süre F Tipi cezaevleriyle ilgili “rıza üretim süreci” yürütülür. Hemen ardındansa operasyon başlar. O günlerde ana-akım medyaya yansımasına bakılırsa mahkûmlar askerlere kalaşnikoflarla direnmiş, hatta kendilerini yakmışlardır. Can kayıplarının nedeni de örgüt infazıdır. “Devlet Girdi” diye manşet atıp, “Örgüt yaktı, jandarma kurtardı” alt başlıklarıyla destekleyen Hürriyet’inden, “Sahte oruç, kanlı iftar” diye alaycı manşet atan Milliyet’ine kadar basından geniş bir yelpaze kendilerine servis edilen bilgileri aynen kullanır. Çekingence “iddia edildi” diye kullanalar da varsa da yalan dolaşıma girmiştir. Olayların ayırdında olan azınlık haricinde olayın toplumda bıraktığı tortu şöyleceydi: “Mahkûmlar ölüm orucu yaptı, devlet kurtarmak için girmek zorunda kaldı. Çatışma ve mahkûmların kendilerini yakmaları sonucu ölümler oldu. Üstelik şehitlerimiz de var.” Oysa bir yıl bile geçmeden gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Örneğin; Milliyet’in bir yıl sonraki haberi “Tutanaklar yalan söyledi: Koğuşlara öldürücü dozun üzerinde gaz bombası atıldığı ve mahkûmların güvenlik güçlerinin silahıyla öldürüldüğü ortaya çıktı” demektedir. Benzer şekilde Radikal’in haberi “Rapor “Kalaşnikofla ateş ettiler, kendilerini yaktılar diyen Bakan Türk’ü yalanlıyor” diye altını çizmektedir. Böylece resmi makamlardan servis edilen bilgilerle haber yapan medya, bir bakıma yalanın yayılmasına gönüllü ortaklığını da itiraf etmiş olur.
Resmi makamlarca servis edilip ortak olunan yalanlardan biri de 1998 yılındaki Andıç olayıdır. PKK üyesi ve yöneticilerinden Şemdin Sakık’ın tutuklanmasından sonraki ifadeleri, ekler yapılarak yani yalanlar katılarak basına servis edilir ve aralarında gazetecilerin de olduğu birçok isim hedef haline getirilir. Bu bir psikolojik harp metodur ve ana-akım medya yine servis edilen bilgiyi herhangi bir gazetecilik işleminden geçirmeden yayınlayarak yalana ortak olmuştur.
KİŞİLERİ HEDEF ALAN YALANLAR
Medya yalanlarının belki de en acıları, çeşitli nedenlerle sembol haline gelmiş tek bir kişiyi hedef alanlar. Bunun tarihimizde pek çok örneği var. Yakın tarihli iki örnekle sonuçları üzerine düşünelim derim. Ahmet Kaya 1990’lı yıllarda popülaritesinin zirvelerinde bir şarkıcıydı. Çok seveni vardı. Türk-Kürt demeden kitleleri etkileyebilecek güçte biriydi. Ne olduysa Magazin Gazetecileri Derneği ödül töreninde yaptığı konuşmadan sonra oldu. Konuşmada sadece Kürtçe album yapmak istediğini söyledi. Bugün Kürtçe yayın yapan devlet televizyonu dahi olan Türkiye’de o günlerde böyle şeylerin lafı bile edilemezdi. Önce ödül töreninde aralarında sanatçıların da olduğu birçok kişinin saldırısına uğradı ama asıl basın linci sonradaki günlerde başladı. Özellikle Hürriyet gazetesinin hedefinde günlerce Ahmet Kaya vardı. Örneğin; 20 Temmuz 1999 tarihli Hürriyet’in manşeti “Vay Şerefsiz” şeklindeydi ve Ahmet Kaya’nın Münih konserinde “Arabamı şerefsizlerin memleketinde bıraktım” dediği iddia ediliyordu. Oysa Ahmet Kaya sadece “Üç beş şerefsiz yüzünden arabamı memleketimde bıraktım” demişti. İfade düpedüz manipüle edilmiş ve Ahmet Kaya’yı itibarsızlaştırma kampanyasına bir malzeme olmuştu. Aynı günlerde Hürriyet’te Ahmet Kaya’ya saldıran birçok köşe yazısı da yazıldı. Hürriyet sonraki aylarda da her fırsatta “Şerefsiz iş başında” gibi haber başlıklarıyla Ahmet Kaya’yı taciz etmeye devam etti. Oluşan ortam ve bu yalanlar yüzünden yurtdışında yaşamaya başlayan Ahmet Kaya, 16 Kasım 2000 tarihinde ani bir kalp kriziyle hayata veda etti.
“Ermeni toplumu çok kapalı yaşıyor. Kendimizi iyi anlatırsak ön yargılar kırılır” gibi bir amaçla Agos gazetesini kuran Hrant Dink, hayatı boyunca hem Türk hem toplumunu hem de içinden geldiği Ermeni toplumunu birbirlerini anlamaya davet etti. Yine böyle bir yazıda Diaspora Ermenilerine sesleniyor Diaspora Ermenilerindeki Türk algısını sorguluyordu. Bu yazının bir cümlesi önce Cumhuriyet gazetesinde Deniz Som, sonra daha geniş kitlelere yayılmasını sağlayacak şekilde Hürriyet gazetesinde Emin Çölaşan tarafından cımbızlandı. Bu cımbız öyle bir cımbızdı ki, hem yazının hem de cümlenin anlamını tamamen tersi şekilde saptırıyordu. Dink, Ermenilerin kafasındaki zehirli Türk algısının temizlenmesi için çağrı yaparken, “Türklerin kanı zehirlidir” dediği iddia ediliyordu. Bu cımbızla birlikte Hrant Dink için 301. Maddeden yani Türklüğe hakaret etmekten dava açıldı. Bu dava, Hrant Dink’in hedef haline gelme sürecinde önemli bir aşama oldu. Üç yıl sonra 19 Ocak 2007 tarihinde de gazetesinin önünde vurularak öldürüldü. Yalanların kişiler üzerine odaklanması ve onları hedef haline getirmesinin sonuçları ağırdı ve sadece bu iki örnekten ibaret de değildi.
YALAN HABERE AÇILAN SAVAŞ
Neyin gerçek neyin yalan olduğu her zaman verdiğimiz örneklerdeki kadar net değil. Kaldı ki, verilen örneklerde bile yeni bir gerçek kurma çabası var. Bakmayın “gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” şeklinde büyük laflara. Kimi zaman iş işten geçtikten sonra oluyor ki, Hrant Dink ve Ahmet Kaya örnekleri de bunu doğrular nitelikte. Zaten herkesin gerçeğinin farklı olduğunu yazının girişinde belirtmiştik. Bu noktada ilginç bir örnek var. Turgut Özal, 1983’teki seçim zaferinin ardından, ilkin biraz yalpalasa da 1987 yılındaki iki seçim zaferiyle beraber, iyice havaya girerek “gerçeği” tekeline almak ister. Bunun için de “Yalan Haber Yasa Tasarısı” hazırlatır. Tasarı şöyledir: “Gerçek dışı haber yayımlanması yasaktır. Bu yasağa aykırı davrananlar hakkında yirmi milyon liradan yüz milyon liraya kadar ağır para cezasına hükmolunur. Gerçek dışı haberi iktibas yoluyla yayımlayanlar hakkında da 10 milyon liradan 50 milyon liraya kadar ağır para cezası hükmolunur. “ Tasarı böyledir de, hangi otorite “neyin gerçek, neyin yalan” olduğuna hükmedecektir. Hele ki Türkiye gibi darbe koşulları hâlâ alttan alta süren, henüz dört yıl önce sivil yönetime geçmiş bir ülkede. Hal böyle olunca büyük tepki yükselir. O zamanlar iktidar karşısında şimdiki gibi savunmasız ve güçsüz olmayan basın kuruluşları bu tasarıya şiddetle karşı çıkar. Toplu tepki göstermek için ilanlar hazırlatırlar. Baskılara karşı direnemeyen Özal, tasarıyı geri çekince, patronlar da tepki ilanını yayınlamaktan vazgeçer. Böylece “gerçeğin” tek bir otoritenin eline geçmesi tehlikesi engellenmiş olur.
GAZETECİLİĞİN VARLIĞINI YALANLAR HALE GELMESİ
Gazetecilerin gerek demokrasilerde dördüncü güç olma iddiasından gelen, gerekse de varlık sebebi olan “halka gerçekleri aktarma” misyonu var. Varlık sebebi böyle olunca yalanı sadece yapılan şeyler üzerinden incelemek yetersiz kalır. Görüldüğü halde saklanan, üstü örtülen her şey aslında yalanın bir parçasıdır. Zira bu kez varlığını yalanlar hale gelmiştir. Örneğin; İstanbul’un orta yerinde Gezi Direnişi gibi bir olay sürerken, bir haber kanalının penguen belgeseli yayınlaması, görmemişler ama yalan da atmamışlar diye geçiştirilemez. Böylesine kitlesel bir olayda bir haber kanalının sessizliğe bürünmesi, varlığını yalanlar hale gelmesidir. Bu sadece bir örnek. Burada belki doğrudan siyaha beyaz demek gibi yalan yoksa da bir gizleme çabası var. Ülke çıkarları gibi sınırı tartışmalı, muğlak kavramlar üzerinden yola çıkılıyorsa daha büyük sorun. Başka bir örnek; ülkenin bir bölgesinde olanlara tamamen gözlerinizi kapatıyor ve sadece size servis edilen doğrultuda haber yapıyorsanız aynı şekilde kendi varlığınızı yalanlar hale gelmişsiniz demektir. Örnekler kuşkusuz çoğaltılabilir.
PARAYI VEREN YALANI ATAR
Medya dediğimiz kavram haliyle bir takım gazeteciler ve onların yöneticilerinden oluşan bir topluluk. Peki medyanın attığı yalanlardan sadece kişileri ve onların kişisel ahlaklarını sorumlu tutabilir miyiz? “Basın Ahlâkı” kavramı kişileri sorumlu tutuyor. Gazetecilere ahlâki bazı yükümlülükler veriyor. Ancak bu kavram günümüzün medya ortamında oldukça naif kalıyor. Çünkü medya kuruluşları büyük yatırımlar isteyen birer şirket haline geldi. Hal böyle olunca da sermaye gruplarının eline geçti. Bu sermaye gruplarının hem kendi çıkarları hem de devletle ilişkilerinden doğan çıkarları var. Dolayısıyla gerçeklerin bu çıkarlara göre dizayn edilmesi gerek. Gazeteci eğer böyle bir medya kuruluşunda çalışıyorsa ne kadar esnetirse esnetsin, çıkarların çizdiği sınırlara denk gidebilir. Örneğin; patronu nükleer santral ihalesine giriyorsa, nükleer santralin riskleri üzerine haber yapamaz. Bunu tamamen görmezden gelip, vicdanını hafifletmek için başka bir çevresel soruna dikkat çekiyorsa, “en azından yalan söylemiyor” diyebilir miyiz? O yüzden gazetelerin sahiplik yapısının her şartta yalana zemin hazırladığını söylemek zor değil. Burada tek tek kişileri yalancılıkla suçlamak ve basın ahlâkını bireysel bir değer olarak fetişleştirmek çözüm değil. Sistem sorunlu. Ne kadar iyi niyetli insanlarca yönetilirse yönetilsin yalan yine bir yerden sızacak. Profesyonellik biraz da bu yüzden tehlikeler içeriyor. Bunu özellikle Batıda örneklerini gördüğümüz çok ince bir şekilde yapanlar da var. Örneğin; bir kritik dönemeçte bir gün yalan söylemek için, yılın 364 günü doğruları yazmak gibi. Bir de özellikle bizimki gibi demokrasilerde rastladığımız şekilde “kör gözün parmağına” yalan söylemek gibi. Makalenin girişinde belirttiğimiz nedenlerle her ikisinin de alıcısı var.
Bu sebepler yüzünden Hitler’in propaganda makinesinin kuramcısı Goebbels’in “Yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur” kuramına yakından bakmak gerek. Sistem böyle kurulmuşsa, yani sadece otoriteye göbekten bağlı büyük sermaye gruplarının medyası kitlelere ulaşıyorsa büyük yalanı baştan söylemişsiniz demektir. Yaptığımız; bu büyük yalanın içinde kendi doğrularımızı bulmak ve paylaşmak, küçük yalancıları teşhir edip oyalanmaktan ibaret ama yapmak zorundayız. Çünkü sistemi baskı altında tutmak da önemli.
Oxford Dictionary yılın sözcüğünü “Hakikat Sonrası” diye seçmiş olsa da biz “Hakikat Sırası” ve “Öncesini” de biliyoruz. Belki de bu “Hakikat Sonrası”na geçişte, önceden “hakikat” diye sunulan olguya tepki de vardır. Bu dünya Hitler’i, Mussolini’yi, çok değil daha 1990’larda Bosna’da yaşananları gördü. Bu dünya “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarcadır” diyen Adorno’yu da gördü. Türkiye’de son üç yılda kaç tane katliam gördük. Şimdi yeni bir hakikat sonrasında “medya ve yalan” deyip tek tek örnekler üzerinden tartışmaya devam edeceğiz. Sistem baştan yalan kurulmuş olsa da yine tek tek insanlara “umut bağlayacağız.” Bu da bizim çaresizliğimiz. Doğruları yazan kahraman kişiler umacağız. Bu da bizim umutsuzluğumuz. Oysa her şey bize, sermayenin araçlarıyla kendi doğrularını inşa edemezsin, örgütlenerek medyanı kurmak, varolan bağımsız medya kuruluşlarını güçlendirmek zorundasın diyor. Müslüm Gürses ile Adorno’ya düet yaptırarak söylemek gerekirse: Vicdanının sesini dinle bak ne diyor: Yalan medya doğru yaşanmaz diyor.