“Medya Kuruluşu Bağımsız Değilse Toplumsal Hakikate Resmi Yollarla El Konuşmuştur” (Hüseyin KÖSE ile Söyleşi)

Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümü öğretim üyesi olan ve “Medya Mahrem”, “Kara Perde”, “Kamusal Alan”, “Flanör Düşünce”, “Alternatif Medya”, “Medya ve Tüketim Sosyolojisi”, “Şovenist İnşa”, “Skolastik Fantazya”, “Şair ve Taifesi” ile “Gözdeki Kıymık” gibi pek çok bilimsel çalışmaya imza atmış olan Prof. Dr. Hüseyin Köse, esas olarak kültürel çalışmalar, medya ve sinema sosyolojisi, tüketim kültürü ve alternatif medya gibi alanlarda çalışmalar yapmaktadır. Hüseyin Köse ile gazetecilik eğitimi, Türkiye’de iletişim özgürlüğü, medyaya kamusal denetim engeli, havuz medyasının serencamı ve daha başka şeyler üzerine konuştuk.

Özgür YUSUFOĞLU: Sizce ideal bir gazeteciliğin ne gibi özellikler barındırması gerekiyor?

Hüseyin KÖSE: Ben mesleki gazetecilik dersleri veren birisi değilim. Bu nedenle etik ilkelerden, evrensel değerlerden söz edebilirim sadece. Bunlar da üç aşağı beş yukarı bellidir. Haber kaynaklarıyla ilişkiler, eğlence-haber-reklam arasındaki ilişkilerin doğru biçimde belirlenmesi, paraşüt gazeteciliğinden, manipüle edilmiş, çarpıtılmış, çıkar odaklarına hizmet eder hale gelmiş eğilimlerden, vb. etik dışı uygulamalardan uzak durulması, vs. Beuve-Méry’nin namlı deyişiyle söylersek, bir tür “temas ve mesafe” sanatı olan gazeteciliğin, mesleğin onurunu yüceltecek, söz konusu etik değerleri militanca savunacak gazetecilere ihtiyacı var. Bir de önemli bir insan hakları gazetecisinin ağzından duyduğum bir öneriyi burada da tekrar ederek son derece önemli bir uyarıda bulunmak istiyorum, bu mesleği hakkıyla icra edecek olan arkadaşlara: Gazetecilik, sıradan insanların sıra dışı durumlarına odaklanmalı, sıradışı insanların sıradan hallerine değil…

Özgür YUSUFOĞLU: Günümüz Türkiye medyasında son yıllarda siyasal ve ideolojik görüşlerin içeriklere yansıdığı söyleniyor. Siz bunu doğru buluyor musunuz?”

Hüseyin KÖSE: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, dünyanın hiçbir ülkesinde -şayet orası totaliter bir rejimle yönetilmiyorsa- “havuz medyası”, “yüzde 50’nin medyası”, “yandaş medya”, “milli irade medyası”, “misyon gazeteciliği”, vb. acayip nitelemelere reva görülecek bir medya düzeni yoktur. Hele de siyasal erkin kendi çalıp yine kendi söylediği bir medyası hiç yoktur, olamaz da.

Özgür YUSUFOĞLU: Peki, gazeteciliğin, gazetecilikten uzaklaşarak yandaşlık ya da muhaliflik kavramları üzerinden tanımlanarak icra edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hüseyin KÖSE: Medya kuruluşlarının liberal çoğulcu sistemdeki asli görevi kamusal denetimin dolaysız aracı olmalarıdır. Varlığına dayanak noktası oluşturan temel argüman ise, hükümet edenlerin ve politik karar süreçlerini belirleyip denetleyenlerin kamusal çıkar ilkesi ekseninde gözetimini yapmasıdır. Bu bakımdan havuz medyası olarak nitelendirilen medya kuruluşlarının, kamusal denetim sağlayıcı işlevleri açısından göz önüne alındığında gerek yapısal açıdan, gerekse editoryal içeriği bakımından bağımsız olduklarından söz edilemez. Şayet bir medya kuruluşu bağımsız değilse, orada toplumsal hakikate resmi yollardan el konulmuştur. Tek yönlü hakikat üretimi ise, en iyimser tahminle ajitasyon propagandadan başka bir şey değildir. Bu tür bir haber medyasının potansiyel alıcısı ise, kesinlikle aydınlanmış bir kamuoyu değil, kendi düşüncelerinin tutsağı olmuş, her gün mutlak biçimde kendi fikir ve inançlarının yeniden doğrulanışını görerek rahatlayan ve kendi gücünden gitgide daha bir emin olan kesimlerdir; belli bir görüşün ateşli taraftarları, inanmışlarıdır… Medyaya yönelik bu tür derin bir sapma, hiç kuşkusuz yaratılmak istenen homojen toplum hayallerinin bir ürünüdür ve çoğulcu bir medya sistemine fikirleri özgürleştirme görevini değil, beklentileri yönlendirme misyonunu yükler. Kısaca, haber kuruluşları belirli çevrelerin toplumsal hassasiyetlerinin açığa vurulduğu, farklı temsil ve görünürlük biçimlerine destek sunan bir mecra olabilir, bundan daha doğal bir şey yoktur, ancak siyasal bir erkin toplumun her zerresi üzerinde muktedir olmaya heveslenen eğiliminin sözcülüğünü yaparak devlet gücünü arkasına alamaz. Çünkü o zaman medyatik sistem içinde güç yanlısı medyanın sahip olduğu ayrıcalıklı konumundan dolayı haksız rekabete neden olması bir yana, toplumsal alanda çok yıkıcı sonuçları olabilecek bir tür güç asimetrisi oluşur. Düşünce özgürlüğüne ve demokratik iletişime duyulan gerekliliğin son bulduğu yerdir burası…

Özgür YUSUFOĞLU: Bu tür medyatik bir kamplaşmadan kanaatler iklimi nasıl zarar görür, toplumsal psikoloji nasıl etkilenir?

Hüseyin KÖSE: Ünlü düşünür John Stuart Mill’in veciz bir sözü var. Diyor ki, “İnsanlar savundukları görüşler konusunda yeterince haklı, reddettikleri görüşler konusunda ise hatalı olabilirler.” Yani bir tür perspektif kaybı, ufuk kaybından duyulan endişeye işaret ediyor Mill. Haklı da… Çünkü ufkun sonsuzluğu kendi üstüne kapatır insanı. Kendi düşüncelerinin, doğrularının doğrultusu içine hapseder. Kendi doğrularının içinden bakanlar ise onun sınırlarını göremezler… Göremedikleri sınırla birlikte de her tür sınır duygusu, farkındalık algısı yok olup gider… “Karşı yaka”dan ses verenlerle kurulması muhtemel empati ilişkisi yok olur gider böylece. İşte biz tam da bu noktadayız şu aralar: Aşırı kamplaşmış siyasal önermelerin birbirleriyle acımasızca söylemsel mücadele içine girdiği, karşıtından onun özgürlük açlığını yiyerek beslenen, kendi kendinin büyüleyicisi mutlakiyetçi sözün sahne aldığı bir kanaatler arenasında… Demek istediğim şu; düşüncede de hissiyatta da ufuk giderek yok oluyor, ardından düşünsel ufuk silinip gidiyor.

Özgür YUSUFOĞLU: Yaşanan bu kutuplaşma iklimi medya pratiğine nasıl yansıyor? Bu işin sonu nereye varacak?

Hüseyin KÖSE: Kendi doğrularının dolambacı içinde kaybolmanın bulanık ufkuna, yanılsamalı hazzına varılacak korkarım. En “doğrucu” siyasal partinin miting meydanlarının televizyon ekranlarındaki görüntülerine bakıyoruz, alt yazılar, kj’ler, kesitleri çerçeveleme biçimleri, ekranın yarıçapı içinde yaratılan ürkütücü kaos, karşıdan bakıldığında göz alabildiğine uzanan baş döndürücü alan derinliği, vb. öylesine dehşetengiz bir güç algısını dayatıyor ki izleyiciye, insan selini yorumlayan konuşmacının vecit halinden titreyen sesinde hiçbir mutedil his, hiçbir tevazu içeren dalgalanma yok! Allah’tan ki sadece haftada bir salı günlerinde temerküz ettirilen gerilim harikası, nezaket, zarafet ve saygı kıtlığı gösterilerine sahne olan parti grup toplantıları da öyle; özellikle iktidar partisinin her saat diliminde her kanalı kaplayacak ölçüde bizleri her neredeysek yakalayan salgın nitelikli görüntüsü bile başlı başına simgesel bir şiddet… Her iktidar yanlısı televizyon ekranında, hatta neredeyse her kanalda siyasetin bunaltan dili, azarlayan, bağıran, suçlayan, tehdit eden o müsamahasız parmak sallayan dili… Eh, haliyle asal tablo bu olunca, toplumsal psikolojide de gerginlikler, daralma hissi yaratıyor bu, algıda ise sonu gelmez bir kapanma…

Özgür YUSUFOĞLU: Cumhurbaşkanı ve Başbakanın tek haber kaynağı ve haber aktörü işlevi gördüğü bir medya düzeninin demokratik ve adil işleyişinden söz edebilmek mümkün mü demokratik bir toplumda?

Hüseyin Köse: Öncelikle, demokratik bir toplum düzeninin temel ilkelerini ne ölçüde içselleştirip içselleştiremediğimiz meselesi üzerinde durmalı. Demokrasi, farklılığa ilişkin hoşgörü eşiğinin genişlemesi ise eğer, bu eşiğin kısır çekişmelerle daha da daraltıldığı ve karşıt tarafların birbirlerine karşı teyakkuzda kalarak güdülendikleri bir siyasal sistemde ne ölçüde demokratik reflekslere sahip olunabilir ki toplum olarak? Demokrasinin olmazsa olmazı diyebileceğimiz sivil siyaset olanakları ve zemininin genellikle siyasal otoriteye muhalif çevrelere yakıştırılan kimi yaftalarla kirletildiği bir siyasal kültürün sunduğu vaatler çok da iç açıcı görünmüyor maalesef. Üstelik yaşamak için iktidarın serumuna bağlanmak zorunda kalmış liberal merkez medya aracılığıyla gerçekleştirilen bir dizi toplumsal hafıza operasyonunun da altını çizmek gerek, bu ayrışmayı daha da körükleyen bir saik olarak. Sözgelimi uzunca bir süredir bazı televizyon kanalında ana haber bültenlerine ilaveten hızlarını alamayıp program araları ve reklam kuşaklarını da istila ederek iktidar partisine ve egemen siyasal zihniyete kurulan tuzaklardan, postmodern ya da pamuk darbe girişimlerinden, dış güçlerin oyunundan, görünmez çetelerden, öcülerden, hainlerden, vs. bahseden kallavi ikaz cümleleri serpiştirmekteler ekranlarının her santim karesine. Deyim yerindeyse, sistemli bir beyin ilga operasyonuna gösterdikleri ihtimam her şeyin üstünde, iddia ettikleri ‘tarihi yayıncılık’ misyonları uyarınca… Ya da birkaç gün önce haklı olarak sosyal medyada ironi konusu edilen bir televizyon kanalı muhabirinin Alman ZDF kanalını eleştireyim derken akla ziyan müptezellikte bir ‘habercilik’ biçimine tevessül etmesi örneğin… Sistematik, dikişsiz bir algı yönetimi örneği gerçekten de. Hal böyle olunca, safını açıkça belli etmiş birkaç haber kuruluşunun artık evrensel habercilik değerlerini ağzına almaya hakkı var mı diye sormak gerek.

Özgür YUSUFOĞLU: Gazeteci, özellikle güç odaklarına dokunduğunda ya da kamu yararı-devlet sırrı çatışmasını gündeme getiren kimi ihtilaflı durumlar ortaya çıktığında, çok rahatlıkla devlet otoritesi tarafından “suçlu” ilan edilebiliyor. Böyle bir iklimde etik ilkeleri gözeten gazeteciliğin icra alanının daraldığını düşünüyor musunuz?

Hüseyin KÖSE: Biraz düşününce, ben her iki kavram arasında bariz bir karşıtlık görmüyorum; dahası, her ikisi de birbirinin mütemmim cüzü gibi neredeyse. Çünkü devletin sırlarının kamusal yararla bir tutulduğu bir algılama biçimi çok da mantığa aykırı gibi görünmez bazen, üstelik devletin sırlarının korunmasının kamusal yararın korunmasından başka bir amacı da olamazmış gibi gelir, bu bakış açısından yaklaşırsak. Peki o halde çatışma nereden doğuyor diyeceksiniz, şuradan; devletin sırrı bütün bir ulusun çıkarlarınaysa eğer mutlaka korunmalıdır elbette, zira devlet işlerinde şeffaflığın kimi hallerde uluslararası toplumsal düzenin bazı aktörlerinin lehine bir tuzağa dönüştüğü durumlar söz konusu olabilir biz sıradan insanların bilemeyeceği, ancak, devlet sırrı kavramının bir tür koruyucu zırha dönüştürülerek bütün toplumun değil de belli bir yönetici azınlığın kendi sırrına tekabül ettiğine ilişkin kimi güçlü emarelerin belirdiği durumlarda, bu sırların neler olduğunu kamuoyunun bilme hakkı vardır diye düşünüyorum. Yani her ikisini birbirinden ayırmak gerekir. İkinci olarak, devletin toplumundan gizlediği ve ülke insanlarının beka ve mutluluklarıyla –ve hatta bazen yaşamlarıyla- yakından ilgili kimi kritik sonuçları olabilecek karar ve uygulamaların araştırılmasını da sorun edinebilir gazeteci kendisine, gerçeğe ulaşma özgürlüğünü toplum adına kullanırken.

Özgür YUSUFOĞLU: Sizce dijital medya çağında geleneksel gazetecilik uygulamalarında ne gibi değişiklikler mevcut? Ve bu köklü dönüşümü nasıl yorumlamalı?

Hüseyin KÖSE: Gerek haber toplama ve işleme, gerekse yayım tekniklerinin hızlanması ve izleyici katılımını maksimize eden etkileşimli içeriklerin/ara yüzlerin öne çıkması anlamında, çevrimiçi yayıncılık birçok vaatler barındırıyor içinde. Üstelik erişim sorununu da ortadan kaldırıyor, ve hemen şunu da ekleyelim ki, neredeyse bedava. İzleyiciyi/okuyucuyu/dinleyiciyi belli bir zamana, mekâna veya bayii bağımlılığı gibi klasik erişim döngüleri içine de hapsetmiyor, görece daha özgürlükçü bir teknoloji. Pek çok insan bu gelişmelerde habercilik mesleği adına hayra alamet fırsatlar görebilir, ancak ne var ki ben meseleye biraz temkinli bakmak gerektiğini düşünüyorum. Evet, teknolojik olanaklar, hız, haber güncelleme olanağı, canlı ve anında yayın, etkileşimli gazete içeriğinin geleneksel gazete dergi ya da televizyonun yer, zaman ve sayfa sınırlılıkları gibi handikaplarına güçlü alternatifler oluşturduğu, vb. doğru. Ancak, tüm bu gelişmelerin birtakım kör noktaları beraberinde getirdiği de doğru.

Özgür YUSUFOĞLU: Biraz daha açabilir misiniz sözünü ettiğiniz bu kör noktaları?

Hüseyin KÖSE: Demek istediğim, dijital medya çağının geleneksel gazetecilik pratiklerinde neden olduğu dönüşümlerin, malum teknoloji-ekoloji geriliminin kaçınılmaz sonuçlarını daha da çok boyutlu bir hale getirdiği. Daha somut ifadelerle söylersek; haberin toplumsal sistem içinde bir gerçeklik olarak dolaşımı hızlandıkça, gazeteci bedensel devinimini yitirmekte. Haber üretim ve yayım sürecinde teknolojiyi yetkin biçimde kullanabilme becerisi ve kapasitesi geliştikçe ya da dijital iletişim teknolojisiyle biçimlenmiş yeni gazetecilik standartları ve normları egemen olmaya başladıkça, geleneksel yaratıcılığa dayalı gazetecilik refleks ve güdüleri daha da körelmekte. Yeni medya biçimleri ve etkileşimli ortamların sunduğu olanaklar sayesinde sıradan insanların haberin üretim sürecine daha fazla katılmaları ve içerik üzerinde kontrol sahibi olmaları gerçeği belirginlik kazandıkça, mesleki gazetecilik formasyonunun gözden düşüşü daha da hızlanmakta ve dahası, gazeteciliğin profesyonel statü talep etmeyen bir uğraş haline geldiği iddiası sıklıkla telaffuz edilmeye başlanmakta gitgide… Daha da sayabiliriz bu kör noktaları ya da dilemmaları. Aynı şekilde, dijital iletişim teknolojisinin (internet, mobil/akıllı telefon uygulamaları, dijital kamera/fotoğraf makinesi, dijital montaj teknikleri, vb.) geleneksel gazetecilik uygulamalarına dâhil oluşu, bir yandan gazetecinin teknik beceri ve donanımlarını geliştirerek gazeteci kimliğinin “yeniden-hünerlileşmesi”ni (re-skilling) zorunlu kılarken; öte yandan, bu sürece, gelişen yeni iletişim teknolojilerine hükmetmedikçe yayıncılık alanındaki yeni gelişmelere ayak uyduramayan geleneksel gazetecilerin “hünersizleştirilmeleri” (de-skilling) olgusu eşlik etmekte.Bir yandan, haberin gerçeklik olarak deneyimlenmesindeki eş-anlı (canlı/live) bilgi aktarım süreci “prematüre haber” gibi sakıncalı bir eğilimin belirişine yol açarken; öte yandan, bu gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak, haberde doğruluk ilkesi hızlı enformasyon aktarım sürecine kurban edilmekte bariz biçimde. Bir yandan gelişen olayların ve olgusal gerçekliğin anbean kaydını tutmak kolaylaşırken; öte yandan, gerçekliği çarpıtarak manipüle etme ve doğrulanmamış enformasyonun dolaşım ve yayılım alanı fütursuzca daha da genişlemekte mesela. Bir yandan “an beklentisinin habere dönüştürülmesi”, maruz kalınan gerçekliğin izleyici üzerindeki travmatik etkisini arttırdıkça; öte yandan, enformasyonun doğruluğunun teyidi için belli bir zamansal süreyi gereksinen haber denetim zorunluluğu da gitgide güçleşmekte, vs. Kısaca, tüm bu sıralanan gelişmelerin, teknolojiyle güçlendirilmiş dijital gazetecilik uygulamalarının kör noktalarını oluşturduğu söylenebilir. Dolayısıyla, yeni medya çağında geçerli kılınacak gazetecilik normlarının neler olacağına karar verirken, yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu olanakları dışlamaksızın, yaratıcı gazetecilik pratiği ve güdülerini, geleneksel gazeteci refleksi ve yeteneklerini, habercilik etiği ve evrensel habercilik değer ve ilkelerini de ciddiyetle dikkate almak gerekmekte. Bu anlamda, The Independent gibi gazetelerin matbu olarak yayınlarını sonlandırıp dijital gazetecilik formatına geçiş yapmaları teknik yetkinliğin getirdiği kuşku götürmez olanaklar dışında, gazeteciliğin nitel sorunlarına odaklanmadıkça bir değer taşımayacak. Yani aslında, gazeteci ne kadar vicdanlı, ne kadar dürüst, ne kadar cesur, ne kadar doğru, ne kadar adil, ne kadar halktan ve haklı olandan yana, asıl bu kriterler önemli ve dijital gazetecilik döneminde de yine önemli olmayı sürdürecek. Başka bir deyişle, biz herhangi bir haber örgütünü veya gazeteciyi pratiğinden dolayı yargılarken yine bu göstergelerden hareket edeceğiz, hareket etmeliyiz.

Özgür YUSUFOĞLU: İktidar partisinin medya alanına yönelik, özellikle de medyanın kamu denetimi işlevini önleyici uygulamalarına karşı sivil toplumsal tepkiyi yeterli buluyor musunuz? Ya da daha genel bir yaklaşımla şöyle sorayım: Toplumun genel çoğunluğunun iktidar partisiyle kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hüseyin KÖSE: İlkin, Türkiye toplumunun iktidar partisine oy veren kesiminin öncelikleri arasında özgürlükler, demokrasinin işlerliği, adalet, eşit bölüşüm, eşit temsil, vb. değerler yok. Sadece gündelik geçim kavgasıyla iştigal eden bir kesim var. Zaman zaman sağlam sosyal güvenlik politikaları yerine, bölük pörçük yardımlar, küçük simgesel tesellilerle gönlü alınan, teskin edilen, avutulan; zaman zaman da Hovland’ın “korku çekiciliği” şeklinde tanımladığı, ikna etmek için korkuya ve tehdide başvuran bir yöntemle denetlenen, gazı alınan bir kitle bu. Dahası, sosyal medyayı kullanma konusunda da eğitimli ve genç nüfustan daha dezavantajlı bir konumda bulunuyor aynı çoğunluk. Hal böyle olunca, gündelik pragmatizmin güdümündeki popülist bir dilden, hamasi söylevlerin rasyonel mantığı boşa çıkaran retoriğinden besleniyor iş başındaki siyasal irade. Bu dilin alıcısı olan kitle de, davranışlarını da, fikirsel yapısını da, kendine göre rasyonelini de buna göre kurguluyor. Dolayısıyla potansiyel seçmenlerin büyük bir bölümü, bu kitlesel baştan çıkarılmanın bireysel defansından da yoksun. İkinci olarak, aynı siyasal irade, iktidara gelirken de iktidar olduktan sonra da muhalefetteki bir partinin halet-i ruhiyesi içinden seslendi bu kitleye hep. Ezilen, aşağılanan, hakir görülen, eğitim hakları elinden alınmış -dolayısıyla da geri bıraktırılmış- saf Anadolu insanının sözcüsü gibi davranan söylemler tutturdu. Ayrıca yaratılan seçkin-avam ikileminin meydanlarda her fırsatta körükleyici, ayrıştırıcı bir dil üzerinden aklileştirilmesi de iktidarının güvencesini getirdi beraberinde.

Özgür YUSUFOĞLU: Totaliterleşmeyi de beraberinde getiren bu siyasal manzara nasıl aşılacak?

Hüseyin KÖSE: Hak da, özgürlükler de, adalet de, barış dili de, umutlu gelecek vaatleri de, insanca yaşam da, demokrasi de artık dikkat çekici bir geist olarak bu siyasal iktidarda barınmıyor. Yakın gelecekte tanıklık edeceğimiz gelişmelerin, her türlü iktidar dayatmasının ve siyasal kısır döngünün dilini çözen daha özgürleştirici bakış açılarının, yeni demokratik toplumsal hareketlerin dilini konuşan hassasiyetlerin, ufkunu yitirmiş insanları kendi tabiiyetlerinin koşullayıcı gücünden kurtarıcı mantığını döşeyeceği umudunu koruyacağını düşünüyorum.

Özgür YUSUFOĞLU: İletişim fakültelerinde verilen gazetecilik eğitimi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Hüseyin KÖSE: Bana kalırsa, bugün ülkede yükseköğretim faaliyetini sürdüren iletişim fakültelerinde ciddi materyal altyapı sıkıntıları olduğu gibi, akademik altyapı eksiklikleri de mevcut. Hala kendine ait müstakil bir binası olmayan iletişim fakülteleri var mesela. Adı iletişim olan fakültelerin yönetiminin, sözgelimi fen ya da doğa bilimleri bölümlerinden mezun olmuş kimselere emanet edildiği vahim örnekler var. Müfredattaki çeşitlilik ve zenginlik ancak ülkedeki sayılı birkaç iletişim fakültesinde göze çarpmakta. Bir diğer önemli sorun, gazetecilik mesleğinin teorik/uygulamalı eğitimini veren bunca fakültenin, kendisinden beklenen toplumsal yararı yeterince üretememesi… Çoğu fakülte, yabancı dil gibi çok ciddi bir gerekliliği ıskalamakla kalmıyor, aynı zamanda gazetecilik adayının salt teknik bir beceri kazanması halinde mesleğe hazır olacağı gibi sorunlu varsayımlardan hareket ediyor. Oysa gazetecilik öğrencisinin her şeyden önce çok sağlam bir kültürel ve toplum bilimsel donanıma sahip olması gerekiyor. Bu ciddi eksiklikten dolayı, mesleki istihdam tablosuna bakıldığında, sektörün talep ettiği niteliklere sahip kişilerin gazetecilik formasyonu alan kişiler değil de çoğunlukla uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, sosyoloji, siyaset bilimi, vb. alanlardan gelen kişiler olmaları hiç de şaşırtıcı değil bu açıdan. Bu konuda son bir şey daha söylemek gerekirse, özellikle televizyon muhabirlerinin dil yetisi yoksunlukları, kültürel altyapı eksiklikleri, gramer kurallarına uygun cümle kurabilme zorluğundan da söz etmek gerekir…