15 Temmuz darbe girişiminin birinci yılını idrak ettik. Darbe girişiminin ardından ülkede yaşanacak olanların sinyalini her zamanki netliği ile Erdoğan vermişti: “Bu çıkış, bu hareket Allah’ın bize büyük bir lütfudur”. Bu sözün ete kemiğe bürünmesi 21 Temmuz 2016 saat 01.00’den itibaren ilan edilen OHAL ile gerçekleşmiştir. Gerçekleşen ve bir yıldır içinde yaşamakta olduğumuz OHAL anayasal sınırlar içinde kalan bir tedbir uygulaması olmaktan ziyade, 15 Temmuz gecesi Erdoğan’ın lütuf ifadesiyle tanımladığı egemenlik iddiasıdır. Erdoğan’ın kararı Allah’ın lütfu ile Anayasanın bütünüyle askıya alınmasıdır. Bu kararın hemen ardından 23 Temmuz’da ilk OHAL kararnamesi yayımlanmış “Milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı belirlenen ve ekli listeler” bu kararname ile gündemimize girmiştir. Kararnameler sadece kişilerin hiçbir gerekçe ve kanıt ileri sürülmeden haklarından yoksun bırakılması, kurumların, yayınları kapatılması anlamına gelmemektedir. Bunun çok daha ötesinde, başarılı darbelerin sonrasında verilen “1 nolu” kararlarla aynı niteliği taşımaktadır. Bunun adı Anayasa hukuku literatüründe deconstitutionalization-anayasasızlaştırmadır.[1] 1 nolu kararlar bundan sonra darbeyi gerçekleştiren grubun vereceği kararların anayasanın üzerinde olduğunu söyler. Örneğin 1961’e kadar 1924 Anayasası ve 1982’ye kadar 1961 Anayasası yürürlükten kalkmış değildir; sadece hukuk düzeni anayasasızlaştırılmış, darbeci MBK ve MGK’nın verdiği kararların anayasanın üzerinde olduğu deklare edilmiştir.
AKP liderinin tek başına anayasanın üzerinde olma yetkisini aldığı 21 Temmuz OHAL ilanı bir darbedir. Erdoğan’ın kurduğu, kimin cezaevinde olup kimin çıkarılması gerektiğine[2] kimin terörist olup gerçek ya da sivil bir ölüme terkedilmesi gerektiğine karar veren, rejim bir darbe rejimidir. Türkiye’de daha önce yaşanan darbelerden çok temel bir farkı vardır. 1960 ve 1980 darbesini yapanlar isteseler de istemeseler de sivil bir rejime döneceklerini biliyorlardı ve vaatlerini böyle kurdular: Demokrasiyi kurtarmak. Fakat AKP lideri kurduğu darbe rejiminin demokrasi olduğunu deklare ediyor. Yargının nasıl davranması gerektiğini beyan eden AKP lideri, ardından, işte yargı bağımsızlığı budur diyor. AKP demokrasi ile kendini bir tutuyor ve dolayısıyla tek vaadi iktidarda kalmak. Anayasayı ortadan kaldıran yetkilere ilişkin teferruatlar bu nedenle aksatılmadan uzatılıyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından beri ve özellikle de 2007 yılında kurulan ve Gülen cemaatiyle iltisaklı olduğu gerekçesiyle hükümet tarafından Olağanüstü Hal kararnamesiyle kapatılan Taraf Gazetesi aracılığıyla üretilen demokrasi-darbe ikiliği söylemi bugün Erdoğan diktasının temel ideolojik dayanağı. Bu söylemin 2000’li yılların başındaki kaynakları hatırlandığında, İdris Küçükömer’in yapıtlarının akıl almaz biçimde çarpıtılmasıyla demokrasinin sivil yönetime, darbenin de askeri yönetime indirgendiği, dolayısıyla askeri darbe olmayanın demokrasi olduğu fikrinin zemininin oluşturulduğu görülecektir. Bugün cemaatle “irtibatı ya da iltisaklı” olduğu hükümet tarafından beyan edilmiş savcıların Ergenekon ve Balyoz davalarında yaptıkları hukuksuzlukların, dönemin liberal entelijansiyası tarafından görmezden gelinmesinin temel sebebi buydu. Türkiye’de ilk kez bir sivil yönetim (demokrasi) kurulacaktı ve böyle bir dönemde birkaç kaza olabilirdi. 2010 referandumunu hatırlayın. Darbe anayasası değiştiriliyor söylemi, cemaati yargıya hâkim kıldığı açık olan düzenlemenin değişikliğin esası olduğu çok açık ortadayken, ülkede tutabilmiş ve liberal kamuoyu belirleyicilerinin (burada anket manipülasyonlarını da unutmamak gerek) katkısıyla yüksek bir kamuoyu desteği sağlayabilmiştir. Gezi direnişinin özgürlük haykırışı dahi aynı entelijansiyanın, AKP’nin reformlara devam edeceği beklentisiyle, darbecilik etiketlemesiyle karşılanmıştır.
AKP’nin kendi diktatörlüğünü demokrasi ile eş tutmasını, liderinin yargıya, yasamaya, üniversiteye verdiği emirlerin yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, üniversite özerkliği gibi ilkelerle çatışmadığını söylemesini şuursuzluk olarak okumak doğru değildir. Bunun ideolojik zemini , demokratik çatışmanın asli unsurları olan toplumsal sınıfları, sınıfları yatay olarak kesen etnik ve cinsel eşitsizlikleri yok sayarak asker ve sivil arasındaki mücadeleye indirgeyen söylem olduğu belirlenimini yapmak şuursuzluğun şuurunu ortaya koyacaktır. Bütün ara kademelerin ve kurumların ortadan kaldırıldığı, ordunun ve polisin tek kişinin ilan ettiği terörist iç düşmanlara karşı seferber edildiği bir dikta rejimi içindeyiz. Rejimin askeri bir rejim mi sivil bir rejim mi olduğu sorusunun hiçbir şey ifade etmediğini açıkça ortaya koyan asker-polis ve paramiliter gruplar ittifakı içinde darbe dönemini yaşıyoruz. Bu nedenle CHP çevrelerinde dile getirilen sivil darbe söylemi de dayanağı açısından anlamsızdır. Darbe darbedir. Türkiye’de devlet içine yerleştirilen Gülencilerin 15 Temmuz’da devleti ele geçirmek için yaptıkları başarısız darbe girişiminin ardından son adımı 21 Temmuz’da atılan başarılı bir darbe yapılarak anayasa ortadan kaldırılmış, yurttaşlar burjuva anayasal düzeninin sunduğu mülkiyet ve yaşam hakkı dâhil tüm haklarından mahrum bırakılmış, anayasanın sosyal boyutunu oluşturan grev ve çalışma hakları bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Son kertede, bir kişinin sözünün ya da bir bakanlar kurulu kararının anayasanın üzerinde olduğu bir hukuk düzeninde anayasadan bahsedilemez.
Temmuz Darbelerinin Bilançosu[3]
27 Mayıs ve 12 Eylül anlatıları fişlenen yurttaşlar, üniversiteden atılan öğretim üyeleri, hukuksuz göstermelik yargılamalar ve bunlara ilişkin sayılarla başlar. 27 Mayıs’la karşılaştırıldığında 12 Eylül anlatılarında daha büyük rakamlar çıkar karşımıza. 15 Temmuz Darbe girişimi sonucu sokaklarda salâlar ve Erdoğan’ı kurtarma çağrılarıyla toplanan 246 yurttaşımız çeşitli iktidar dönemlerinde ve en çok da AKP eliyle devlete yerleştirilen Gülencilerin kullandığı devlet kurşunuyla öldürülmüş, 2194 yurttaşımız yaralanmıştır. Başarısız darbe girişiminden sonra 21 Temmuz’da OHAL’in yürürlüğe girdiği ikinci darbenin ardından Türkiye benzer rakamların en uçuk düzeyine ulaşmıştır. Hafızamızda kalan asmayalım da besleyelim mi benzeri sözler çokça telaffuz edilmiş, tank ve panzer gibi darbe sembolleri yerini, tutuklanmış insan hakları anıtı, çiğnenmiş öğretim üyesi cübbelerine bırakmıştır.
AKP Darbesinin siyasal bilançosu bütün siyasal iktidarın bir kişinin hırs, hınç ve hayallerine bırakılmasıdır. Yasama organının kanun yapma gücü, kararnameler ile elinden alınmış, yargı organı gayrı meşruluğun ötesine geçen bir yalan düzeneği aracılığıyla yapılan plebisit sonucu doğrudan AKP liderine bağlanmıştır. Muhalif gazeteciler cezaevlerine kapatılmış, gördüğünü araştırmak ve açıklamak ile kendini sorumlu hisseden akademisyen ve entelektüeller sivil ölümle tehdit edilmiştir. Böylece demokratik bir siyasal düzen çerçevesinin bütün unsurları; özgür ve demokratik seçimler, kuvvetler ayrılığı, kamuoyunun doğru biçimde oluşturulması için elzem olan basın özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü, ifade özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır. İşçilerin haklarını savunmasının başlıca yolu olan grev hakkı, Erdoğan’ın işverene daha ne istiyoruz diye seslenerek belirttiği gibi kullanılamaz kılınmıştır.
Darbenin toplumsal bilançosu bu siyasal bilançonun nasıl realize olduğunu göstermektedir. Yüz binin üzerinde kamu personeli hiçbir yargı kararı olmadan kanun hükmünde kararnameler ile işlerinden atılmıştır. Bir yıl boyunca Anayasa Mahkemesi dâhil bütün yargı makamları kapılarını kapatarak yurttaşların hak arama yollarını tıkamıştır. Yurttaşların haklarını aramak, seslerini duyurmak için yaptıkları demokratik protestolar büyük bir şiddetle bastırılmış, işlerinden atılan iki eğitimcinin başlattıkları açlık grevi, onların hukuksuz bir şekilde cezaevine atılmasıyla sonlandırılmaya çalışılmıştır. Semih ve Nuriye’nin yaşam haklarını savunmaya çalışanlar da baskı ve işkencelerle karşı karşıya gelmişlerdir. Toplum devlet katında imtiyazlı ve hükümete yakın bir grup azınlık ile dışlanmış ve her ses çıkardığında terörist ilan edilme tehdidini duyan çoğunluk arasında ikiye bölünmüştür.
Temmuz Darbeleri ile Mücadele
15 Temmuz darbe girişimi ile mücadele stratejisi, AKP açısından ideolojik belirlenimi ve içeriği aktarılan lütuf darbesi stratejisidir. Terör ve iç düşman mantığı izlenerek, Erdoğan’ın kurduğu düzene karşı olan bütün kurum ve kişiler hedefe oturtulmakta ve yok edilmeye çalışılmaktadır. Sadece gazeteciler ve entelektüeller değil, üçüncü büyük muhalefet partisinin lideri de cezaevinde rehin tutulmakta, ana muhalefet partisi lideri tehdit edilmektedir.[4] 15 Temmuz, Erdoğan tarafından mitik bir örtüyle kaplanmış, Mustafa Kemal’in içinde yer alması nedeniyle eski resmi tarihin içindeki Çanakkale Zaferi’nin payesi, Erdoğan tarafından 15 Temmuz’a verilmiştir.[5] Dolayısıyla 15 Temmuz, Erdoğan için kanlı bir darbe girişimi olmanın çok ötesinde, yeni rejimin şanlı kuruluşudur.
Siyasal ve toplumsal muhalefetten, Temmuz darbelerine karşı CHP liderinin Adalet Yürüyüşü başlayana kadar, güçlü ve birleşik bir tavır çıkamamıştır. 15 Temmuz darbe girişiminin faillerinin, solda yer alan bütün muhalefeti bastırma, onların üzerine atılan iftira ve kamusal karalama ve fişleme faaliyetlerinin de ortağı olan Gülen cemaati üyelerinden oluşmasının da etkisi küçümsenmemelidir. Cemaate karşı yaygın ve haklı nefret toplumsal ve siyasal muhalefet tarafından dini cemaatlerin imtiyazlarının ortadan kaldırılmasına yönelmemiş, cemaat aracılığıyla sürdürülen hukuk dışı faaliyetlerin hükümet tarafından devranılmasına direnememiştir.
Emek alanında verdiği onurlu mücadeleyle kamu emekçilerinin tek sesi olan KESK ve Eğitim Sen’in direnişi, baskı ve tehditlerin büyüklüğü ile baş edebilecek düzeye gelememiş, sokakta kitleselliğe dönüşmemiştir. Bireysel olarak sürdürülen haysiyet eylemleri orantıdan bahsedilemeyecek bir şiddetle bastırılmaya çalışılmış, kitleselleşememiştir.[6]
16 Nisan plebisit sürecinde büyüyen Hayır kampanyası, özellikle toplumun en dinamik kesimleri kadınların çabalarıyla yaygın bir özgürlük arzusunu yönlendirmiş, fakat seçim süreci başından sonuna anti demokratik ve gayri meşru araçlarla hükümet tarafından yönlendirilmiş, “atı alanın Üsküdar’ı geçmesi”nin[7] ardından muhalefet güçlü bir tepki ortaya koyamamıştır.
CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasının ardından Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a kadar yürüme kararı alarak başlattığı Adalet yürüyüşü, CHP’nin bu süreçte merkez sağ tavrından ilk kez saptığı, gerçek bir muhalif siyasal karar olmuştur. Roboski ailelerinden, tutuklu askeri lise öğrencilerinin ailelerine, tutuklu gazetecilerden barış için akademisyenler bildirisini imzalamış bilim insanlarına kadar toplumun dışlanmış ve en temel demokratik hakları elinden alınmış bütün kesimlerine “herkes için adalet” söylemiyle hitap eden bu eylem, Maltepe Meydanı’nda milyonu aşkın kişinin miting için toplanmasıyla son bulmuştur.
Mitingin gerçekleştiği 9 Temmuz gününü bir milat olarak ilan eden Kılıçdaroğlu’nun Temmuz darbeleri sırasında izlediği teslimiyetçi ve pasif siyasetin ötesine geçeceğinin işaretini verdiği bu mitingin CHP’nin siyasal stratejisinin ötesinde iki büyük sonucu olmuştur. Bunlardan birincisi, AKP’nin kitleleri taşıma gücünün aşılmasıdır.[8] Bu aşma iktidar havuzunu büyük bir yalan dalgalanmasına sürüklerken, muhalif ve direngen kitlelerde büyük bir özgüven yaratmıştır. Gezinin, Hayır’ın taşıyıcısı olan, hukuksuzluğa karşı çıkan bu kitleler ahlaki üstünlüğün yanında moral üstünlük de kazanmıştır. Yürüyüşün ve mitingin çok daha önemli sonucu, bugüne kadar yan yana gelmesi zor toplum kesimlerinin “herkes için adalet” arzusunda bir araya gelebilmeleridir. CHP’nin ilk defa ateşleyebildiği arzuların siyasallaşması, muhalefeti çoklaştıran ve bir araya getiren bir etkiye sahip olmuş, büyük bir potansiyeli açığa çıkarmıştır.
Siyasal iktidar tekelinin tepkisi elbette sadece yalan, iftira düzeyinde kalmayacak, kriminalize etme araçları işleyecek ve demokratik protesto yaygınlaşmadan bastırılmaya çalışılacaktır. 9 Temmuz’dan atılacak geri adım, Temmuz darbeleriyle verilecek mücadelenin akamete uğraması demektir. Özgür, laik, demokratik, sosyal, eşitlikçi bir toplumun mücadelesi için bu düzene ihtiyacı olan bütün halk kesimlerinin hak arayışını her gün büyütmek ve buna cesaret etmek siyasal muhalefetin en temel mücadele aracıdır. Herkes, cumhuriyettir; herkesin sınırlarının genişlemesi saray rejiminin bir adım geriye düşmesi, demokratik mücadelenin gerçek zemininin kuruluşuna doğru bir adım atılması demektir.
Sonuç Yerine
Toplumsal rızayı sağlamakta zor kullanmaktan başka bir aracı kalmayan Erdoğan rejiminin sürdürülebilir olmadığı artık ortadadır. Temmuz darbelerine karşı verilecek mücadelenin biçimi tam da bu nedenle sıradan bir siyasal muhalefetin ötesinde kurucu bir anlam taşımaktadır. Muhalefetin en sert çekirdeği olan kadınların, imtiyazsız halk sınıflarının, Kürtlerin, Alevilerin, gazetecilerin ve aydınların, Türkiye halklarını eşit ve özgür bir siyasal birlik olarak yeniden kurma potansiyelini gösteren Gezi’den Adalet Yürüyüşü’ne varıncaya kadar, sergiledikleri bir aradalık AKP sonrası Türkiye’nin özgür ve demokratik kökleri olacaktır. Muhalefetin en temel ihtiyacı Türkiye’nin yeniden kuruluşuna ilişkin siyasal ilkeleri belirlemek, siyasal birliğe ilişkin gerçek kararı vermektir.
İlköğretim programlarına “cihad”ı sokan, bunu “dinimizde var” ifadeleriyle savunan[9] bir milli eğitim anlayışı laikliğe karşı açılan cephenin açık deklarasyonudur. Çıkarılan her OHAL kararnamesi demokrasinin ortadan kaldırıldığının beyanıdır. Anayasal hak olarak grevin ve çalışma hakkının OHAL ile kullanılamaz hale getirilmesi anayasanın sosyal niteliğinin terkedildiğinin beyanıdır. KHK’ler aracılığıyla anayasa hükmünün değiştirilmesi hukuk devleti ilkesinin açıkça değersizleştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu mitleri bütünüyle AKP’nin yeni Türkiye’sinin mitleriyle değiştirilmeye çalışılmaktadır.
“Siyasal birliğe ilişkin gerçek karar” ifadesinin somut karşılığı, bu bağlamda, Türkiye’de cumhuriyetin içeriğini belirleyen siyasal karar olarak anayasada ifadesini bulmuş ilkelerin ortadan kaldırıldığı bir dönemde, halkın arzularının siyasallaştırılması ile üretilecek kurucu bir karardır.
DİPNOTLAR
[1] Kemal Gözler, “Asli Kurucu İktidar – Tali Kurucu İktidar Ayrımı: TBMM Yeni Bir Anayasa Yapabilir mi?”, in Ece Göztepe ve Aykut Çelebi (Ed.), Demokratik Anayasa: Görüşler ve Öneriler, İstanbul, Metis Yayınları, 2012, s.45-61.
2 Ahmet Türk için Bakan’a meydanlardan seslenen Erdoğan onun nasıl bırakıldığını, sağlık raporuna bakılıp bakılmadığını sordu. Çünkü Türk adalet yürüyüşüne katılmıştı. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/781291/Erdogan_dan_Bozdag_a__Ahmet_Turk_u_nasil_biraktiniz_.html Benzer bir yakın tarihli olay gazeteci Deniz Yücel ile ilgilidir. http://www.diken.com.tr/erdogan-tutuklu-die-welt-muhabiri-icin-ant-icti-ben-oldugum-surece-asla-iade-yok/
[3] Verilen sayılar için CHP’nin hazırladığı rapor kullanılmıştır. https://www.chp.org.tr/Public/0/Folder//33743.pdf
[4] http://www.diken.com.tr/erdogandan-kilicdarogluna-sokaga-cikamaz-hale-gelecegini-iyi-bilmeli/
[5] http://www.ntv.com.tr/turkiye/cumhurbaskani-erdogan-15-temmuz-bizim-yeni-canakkalemizdir,u2haQ5rDFEi4rg8NkGVb2g
[6] Bu yazının yazıldığı tarihte açlık grevinin çok kritik bir aşamasında olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın sesi muhatapları tarafından hala duyulmamış, duyurulamamıştır.
[7] http://www.gazeteduvar.com.tr/politika/2017/04/16/erdogan-turkiye-200-yillik-tartismada-kararini-verdi/
[8] http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/07/12/adil-duzenden-adalet-yuruyusune-erdoganin-kitle-tekeli-kirilirken/
[9] https://www.evrensel.net/haber/326679/tartismali-mufredat-aciklandi-cihat-resmen-kitaplarda