Costas Douzinas “devrimci eşitlik arayışının” burjuva haklar söylemi karşısında sadece eleştirel kalmadığını aynı zamanda komünizmin pratik realizasyonunu imkânlı kılan adikia’ları (eklemlenmeleri, süreksizlikleri, kopuntuları, altüst etme, kaydırma…) tarihsel olarak görünüşe çıkardığını ve komünizmi yaşamın içkin bir bağlamı olarak varoluşa geçirebileceğini ifade eder. Bir başka ifade ile komünizmin kendisini fikrî, ideal ya da metafiziksel bir bütünsel hakikat söyleminden ziyade, gündelik ve yaşamsal edimleme faaliyetlerinin somut, tikel, öznel ve tarihsel bir eşitlik arayışı olarak belirler.
Michel Henry Marx’a Göre Sosyalizm çalışmasında[1] Douzinas’la benzer bir izleğe sahiptir. Henry, Marx’ın maddi olanın öznel olduğunu kabul ettiğini ve bu yüzden, Hegel ve Feuerbach karşısında nasıl bir yeniliğe sahip olduğunu bildiğini ifade eder. Henry için “Hegelci-Marksist mitoloji” karşısında materyalist bir antropolojinin kavram setlerine yönelmek ya da oluşturmak söz konusu yeniliğin ne olduğunun fark edilmesini de sağlayacaktır. Örneğin Henry şunu ileri sürer:
“[İ]ster Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde kendi döndürdüğü doğanın çarklarına ilgisiz olduğunu söylediği yaşam ırmağı olsun, isterse de tin ve tinin devlet içindeki gerçekleşmesi, yani yine politik öz olsun, Marx bu tümele karşı çıkar ve aynı anda hem dirimselliği, hem de idealizmi ve materyalizmi reddeder. Evrensel/tümel, bütün, tür birincil değildir, kurulmuştur ve onu kuran (fonder), ona mutlak olarak karşı duran, en radikal ve en tikel belirlenimdir, bireydir” (s.24).
Yani burada iki şey ileri sürülmektedir: Birincisi Marx’ın Hegel ve Hegelciliğin her tür mirasını materyalist bir antropoloji çerçevesinde reddettiği ve ikincisi “evrensel/tümel, bütün ve tür” gibi soyutlamaların karşısına bireyi, yaşam tarzını, somut yaşamı, gerçek bireyi çıkardığı. Bu “reddetme” ve “karşı çıkma” durumu kimi kez Hegelciliğin veya daha geniş çerçeveden geleneksel felsefi/metafiziksel düzlemin hakikat albenisi tarafından çoğunlukla küçümsenir, kimi kez de Marksist düşünce içinden tepkisel olarak güçlü teorik yaklaşımlar oluşturmak adına zayıflatılır. Oysa Marx’ın ya da herhangi bir materyalist “teori”nin her şeyi tutarlı bir şekilde açıklama iddiasının imkânsız olduğu kabullenilse, işler bir nebze daha doğru bir dayanağa sahip olarak çözümlenebilecektir.
Örneğin “evrensel/tümel, bütün ve tür” gibi soyutlamalarla Marx’ın kalemine en çok hız kazandırdığı erken dönem eserlerine bakıldığında, söz konusu kavramların Hegelci diğer kavramlarla (öz, yabancılaşma, temsil gibi) birlikte, deyim yerindeyse kendi teorik düşünce ikliminin dahilinde dönüştürülerek terk edilmeye başlandığı görülür. Bu terk etmeyi, Louis Althusser’in “epistemolojik kopuş”undan daha farklı anlamak gerekir. Çünkü burada Marx’ın “insanın/dinin/varlığın özünü” yabancılaşma ile açıklamaktan vazgeçmesinden daha fazlası vardır. Yani bilakis Marx yabancılaşmayı sadece bilinç düzeyinde gerçekleşen bir süreç olmaktan çıkarmakla kalmaz, materyalist bir antropolojiyi keşfederek Marksizmin temel kavramlarına aykırı bir hatta düşüncesini geliştirir. Bireyi ve yaşamı kavramsal belirlenimlerin ötesinde “monadolojik bir öznellik felsefesi” ekseninde “Hegelci-Marksist mitolojinin” karşısına diker. Bir başka ifade ile yabancılaşmayı insanın kendi gerçekliğinin “içeriğini kendi dışında görme olgusundan” daha derin bir temsil/bilinç/zihin/düşünce sorunu olarak algılar. Kısacası Henry bunu şöyle açıklar:
“Marksizmin kullandığı kavramlar bir anlamda doğrudur: Tarihçi ya da politik düşünür Marx’ın gözünde tarihinde sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu söylemek doğrudur. Fakat bu kavramların (üretici güçler, üretim ilişkileri, diyalektik, sınıf vd.) belirttikleri gerçeklik mutlaklaştırılırsa; her seferinde bir genellik olan bu gerçeklik, ontolojik düzen içinde tözsel ve doğrulabilir varlık (étre véritable) olarak kabul edilirse; sınıfın ya da üretimin gerçekliğin dokusunu kendi başlarına oluşturduğuna, hatta gerçekliğin özü ve bütün belirlenimlerin –örneğin bireylerin- kurucu öğesi olduğuna inanılırsa, bu kavramlar yanlış olur” (s.28).
Toparlayacak olursak Henry, Marx’ın herhangi bir “gerçekliği mutlaklaştırma” eğilimi göstermediğini tespit eder. Onun tarihsel-politik metinlerinde başvurduğu Hegelci kavramları Marksizmin doğallaştırılması, Marx’ın bu kavramlara getirdiği soykütüksel radikal eleştirinin gözden kaçmasına yol açar. Örneğin sınıf kavramı soykütüksel olarak ele aldığında, sınıfın işbölümü tarafından üretildiği, işbölümünün özel ve genel çıkar çatışması arasındaki gerilimden doğduğu ve özel mülkiyetin gelişmesi ile tamamen derin bir sosyolojik olguya dönüştüğü belirlenir. Sosyalizm o halde işbölümünün ilgası yoluyla sınıfların kaldırılmasıdır. Bu noktaya kadar belki Marksistler (Hegelci-Marksist mitolojinin içindekiler) ile Henry uzlaşmaktadır ama Henry, Marksistlerin özel mülkiyet, işbölümü, genel çıkar gibi kavramları Hegelci bir içererek-aşmacadan/yürürlükten kaldırmadan (aufheben, aufhebung) hareketle ontolojik özlere dönüştürdüğünü iddia etmektedir. Oysa Marx, söz konusu soykütüksel incelemenin ulaştığı her kavramsal düzeyi/biçimi kurucu bir öğeye indirgeyerek ilerler, bu da şu anlamda bir yeniliğe yol açar: Her öğe somut öznelliktir, tümele işaret etmekten uzaktır. Yani Marx’ın soykütüksel çözümlemeleri ile “Hegelci-Marksist mitolojilerin” bilim yapmak için gerekli olan kökene inme ve yargı pratikleri (epokhe) ayrıdır.
O halde tekrar yabancılaşma gibi Marx’ın erken dönem eserlerinde yoğun bir şekilde kullandığı Hegelci terminolojik ifadelere dönerek şu denilebilir: Marx’ın monadik öznellik felsefesi yabancılaşmayı öznelliğin bölünmesi olarak adlandırmakta haklıdır. Dolayısıyla (insan türüne, emeğin kendisine, emeğin ürününe, emeğin sürecine bağlı olarak ortaya konan) yabancılaşmanın materyalist yorumuyla yetinmek, aslında tamamen emeğin öznel ve asla tek başına iktisadi kavram olamayacağını gözden kaçırmak demektir, yani soykütüksel açıklamayı bir yerlerde dondurmak demektir. Henry’nin iddiası, bu materyalist yorumun Marx tarafından antropolojik bir düzeyde üretildiğidir. Bu üretimin en önemli dayanakları, Marx’ın olgunluk dönemine tekabül eden yapıtlarındadır. Örneğin Grundrisse’de dediği gibi, “kullanım değeri değerin iktisadi biçimi değildir”, bu yüzden emek tek başına iktisadi bir şey olamaz, yani öznel, somut etkinlik olarak yaşamın kendisi olmaya devam eder. Aynı minvalde Kapital’de söylemeyi sürdürdüğü gibi, emek her zaman “öznel etkinlik”i, “emek gücünün öznel faktörü”nü, “nesneleşmemiş emek”i, “canlı emek”i işaret eder, yani bizzat yaşamın kendisi olarak yabancılaşmanın ortadan kalkmasını ifade eder. O halde Marx iktisadı iktisat dışında bir şeye indirgeyerek, kendi felsefi yaklaşımının önünü açıyor.
Henry Marx’a Göre Sosyalizm derlemesinin ikinci bölümünde, tam da yukarıda ifade edilen gerekçelerle, Marx’ı bir yaşam filozofu olarak adlandırır. 1984’te kaleme aldığı “Yaşam, Ölüm: Marx ve Marksizm” makalesi Marx’ın neden yaşam filozofu olduğunu uzun uzadıya açıklamaktadır.
“Her tür nesnel belirlenim yokluğunda, düşüncelerin ve ‘ideolojik reflekslerin’ bu benzerliği, onların somut öznel soykütükleriyle açıklanabilir ancak: Her bireyin dünyayı anlama ve kendini düşünme tarzını dolaysız olarak güdüleyen şey kendi etkinliğidir; ve bu anlama ve düşünme tarzı da, her hangi bir aşkın ideolojik yapının dolayımı olmaksızın bizzat yaşamdan kaynaklanır”(s.75).
Bir başka ifade ile, materyalist bir antropoloji aşkınlığa ihtiyaç duymayan bir bilme edimi elde edebilecekse, yani yaşamın kendisi kendi dışında yapılmış bir şey olarak ifade bulmayacaksa, ne ideoloji, devlet, hukuk, sınıf, din gibi toplumsal soyutlamalar ne de hakikat, tarih, toplum, proletarya gibi soyut kendilikler yaşam karşısında mutlak ya da göreli özerklik içinde varlığı sürdüremeyecektir. Eğer bunlar halen varlığını sürdürebiliyorsa, bunun nedeni metafiziğin/yaşamın ontolojik belirlenimlerinin değişim değerinin korunması için artı-değer üretimini sürdürme yönünde yaşama galebe çalmayı sürdürmesindendir. Henry’nin Marksistler ile uğraşmasının temel gerekçesi de budur.
Marksistlerin çok iyi bildiği gibi kapitalizm bir değerlenme sürecidir ve bu değerlenme canlı emeğin sömürüsü olmaksızın sürdürülemez. Canlı emek eğer öznel etkinliğinin bir sonucu olarak üretim sürecini gerçekleştirirse devindirici bedensel belirlenimini, ihtiyaçlarını, tatminini, kökensel deneyimine ait edimlerini somutlaştırır ama canlı emek nesne(l)leşmiş bir üretim süreci içinde etkinliğini gerçekleştirirse o zaman kapitalist değerlenme sürecine katılmak zorunda kalır. Bu döngüden çıkmak canlı emeği sermayenin (ölü emeğin) sömürüsünden kurtarmakla mümkün olur. Marksistler bu yüzden sosyalizmi kapitalist sermaye ilişkilerinin bağrında yatan çelişkiden (canlı ve ölü emek) hareketle kurmak isterler, canlı emeği özgürleştirmek isterler. Sorun bu özgürleşmeyi neden gerçekleştiremediklerinin anlaşılması ile çözüme kavuşacaktır ancak Henry’nin yine de bir cevabı vardır: Fetişleştirici meta düzeninin (şeyleşme, nesneleşme, yabancılaşma) soyut/toplumsal emeği geliştiren metafizik/ontolojik düzleminde, devrimci amaçlara sahip olsa da Marksistler, teorik olarak Hegelci toplumsallık ve tarihsellikten kopamadıkları için canlı emeğin özgürleşmesin önünü açamazlar. O halde Marx’a göre sosyalizm nedir?
“Canlı emeğin toplumsal üretim dışına atılması sosyalizm kavramına dahil olsa da, bunu içeren tematik ve buyruklar –toplumsallaştırma, özyönetim, vb.- ancak ikinci bir role, dışrak bir anlamlanışa sahiptir (une signification extrinséque). Bir topluma sosyalist denebilmesi, yalnızca, 1) bir aşırı bolluk toplumu, 2) bunun içinde de canlı praksisin artık üretimle ilgilenmemesi koşulunda mümkündür” (s.127).
Tekrar yazımızın başına dönersek Douzinas’ın “devrimci eşitlik arayışı”, tıpkı Henry’nin materyalist bir antropolojisinin epokhe’si gibi, komünizmi yaşamla kapitalizmi ölümle özdeş kılmaktadır ve aslında “komünist İdea” mücadelesinin ölüme/zombiliğe karşı yürütüldüğünün altını çizmektedir.
DİPNOTLAR
[1] Michel Henry, Marx’a Göre Sosyalizm, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Monokl, 2011.