Ne Oldu Bütün O Öfkeye?

1968’de dünyayı kasıp kavuran öfke Vietnam’da başladı, daha sonra Asya’ya sıçradı, denizi ve dağları aşıp Avrupa’ya ve ötesine geçti. ABD’nin yoksul bir Güneydoğu Asya ülkesine karşı yürüttüğü acımasız savaş, her gece televizyonda izleniyordu. Düşen bombaların, yakılan köylerin ve üzerinde napalm ve Agent Orange[1] kullanılan bir ülkenin televizyonlardan seyredilmesinin birikmiş etkisi, daha önce veya o zamandan bu yana görülmeyen bir küresel ayaklanma dalgasını tetikledi.

Eğer Vietnamlılar dünyanın en güçlü devletini mağlup ediyorlarsa, bizler de kendi tepemizdekileri yenebilirdik: 60’lar kuşağının daha radikalleri arasındaki egemen ruh hali buydu.

Vietnamlı komünistler, Şubat 1968’de, tüm Güney Vietnam şehirlerindeki Amerikan birliklerine yapılan ünlü Tet saldırısını başlattılar. Vietnamlı gerillaların nazarında büyük final, Saigon’daki (Ho Chi Minh şehri) ABD büyükelçiliğinin işgal edilmesi ve bayraklarının binanın çatısından yükseltilmesiydi. Kuşkusuz bu bir intihar göreviydi, ama inanılmaz cesurcaydı. Etki anında gerçekleşti. İlk defa ABD vatandaşlarının çoğu savaşın kazanılmayacağını fark etti. Her büyük ABD şehrinde, savaştan dönen siyah Amerikan askerlerinin önemli bir rol oynadığı siyah gettolarındaki toplumsal patlamayla Amerikan vatandaşlarının görece yoksul olanları aynı yaz yoksulluk ve ayrımcılığa karşı bir ayaklanma ile Vietnam Savaşını Amerika’ya taşıdılar.

Tek bir kıvılcımla dünya aydınlandı. İki Daniel’in (daha sonra Nanterre öğrencileri olacak olan Cohn-Bendit ve Bensaid’in her ikisi de hâlâ yeşil veya sol siyasetin içindedir) Fransız aslanına meydan okumasıyla Mart 1968’de, Fransa’daki Nanterre Üniversitesi’nde öğrenciler sokaklara çıktılar ve böylece 22 Mart Hareketi başlamış oldu. Beşinci Cumhuriyetin kendi halindeki monarşik cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün çocuksu çıkışıyla, daha sonra Chie-en-lit “yataktaki bok” olarak tanımlayacağı Fransa’daki bu olaylar onu neredeyse devirmeye yaklaşmıştı. Öğrencilerin üniversite reformları talepleriyle başlayan hareket devrim düşüncesiyle devam etti.

Aynı ay Londra’da, Vietnam savaşına karşı bir eylemde Grosvenor Meydanı’ndaki ABD büyükelçiliğine yüründü. Gösteri şiddetlendi. Vietnamlılar gibi biz de büyükelçiliği işgal etmek istedik ama “kaleyi” korumak için atlı polisler yerleştirilmişti. Çatışmalar oldu ve görüntüleri izleyen ABD’li senatör Eugene McCarthy, diğer şeylerin yanısıra, “Avrupa’nın en dost başkentindeki elçiliğimize” sürekli kuşatmaya yol açan savaşa son verilmesini istedi. Britanya, başka yerlerdeki karışıklığa kıyasla, küçük bir gösteriydi (o yıldan sonraki şarkısında Mick Jagger “… uykulu Londra Kasabasında bir sokak dövüşçüsüne yer yok,” diyecekti): Grosvenor Meydanı’ndaki üniversite işgalleri ve isyanlar ABD’ye destek veren ama Vietnam’a asker göndermeyi reddeden İşçi Partisi hükümetine karşı gerçek bir tehdit oluşturmadı.

O dönem varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın Fransa’daki etkisi doruk noktasındaydı. Stalinizm savunucularının aksine Sartre, bugünkü haksızlık, baskı ya da sefalet pahasına yarınki mutluluk için hazırlanmanın mantıklı olmadığını savunuyordu. Gerekli olan ilerleme şimdi gerçekleşmeliydi.

Mayıs ayına gelindiğinde, Nanterre öğrencilerinin ayaklanması Paris’e ve işçi sendikalarına yayıldı. 10 Mayıs’ta Fransa’nın başkentinde olaylar patlak verdiğinde Kara Cüce’nin (The Black Dwarf)[2] ilk sayısını hazırlıyorduk. Göz yaşartıcı gaza boğulan Paris muhabirimiz Jean-Jacques Lebel, gelişmeleri her birkaç saatte bir bildiriyordu. Olayları bize şu şekilde aktarıyordu: “İyi bilinen bir Fransız futbol yorumcusu gecenin olaylarını anlamak için Latin Mahallesi’ne gönderildi ve şöyle dedi: ‘Şimdi CRS [isyan polisi] (patlayıcıları) dolduruyor, barikata saldırıyorlar – aman Tanrım! Şiddetli bir şavaş. Savaş karşıtı öğrenciler kontra atak yapıyorlar, gürültüyü duyabiliyorsunuz – CRS geri çekiliyor, şimdi yeniden toplanıyorlar, tekrar doldurmaya hazırlanıyorlar … . Mahalle sakinleri CRS’ye pencerelerinden bir şeyler fırlatıyor – Oo! Polis misilleme yapıyor, el bombalarını apartman pencerelerine fırlatıyor …’ Yapımcı araya giriyor:’ Bu doğru olamaz, CRS böyle şeyler yapmaz! ‘ “ ‘Sana gördüğümü söylüyorum…’ Sesi kesildi. Onu öldürdüler.”

Polis, şimdiki adı Kahraman Vietnam Bölgesi olan, Latin Mahallesi’ni geri almayı başaramadı. Üç gün sonra, bir milyon insan Paris sokaklarını işgal etti, devletin çürümesine son vermek ve duvarları sloganlarla doldurmak istiyorlardı: “Kolektif Tahayyülü Savun”, “Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var”, “Metalar Halkın Afyonu”, “Devrim Tarihin Çoskusudur”.

Eric Hobsbawm, Kara Cüce’de şöyle yazmıştı: “Fransa’da yaşananlar birileri halkın güçsüz olmadığını gösterdiğinde, halkın yeniden harekete geçebilir olduğunun kanıtıydı”.

Paris’e gitmeyi düşünüyordum –bu kağıt üstünde tartıştığımız bir şeydi- ama sonra bir gece bir telefon aldım. Sıradan bir ses, “Kim olduğumu bilmiyorsun, ama beş yıla kadar ülkeyi terk etme. Geri dönmene izin vermeyecekler” dedi. O günlerde, Commonwealth[3] vatandaşları için vatandaşlık hakkı beş yıl sonra otomatik olarak kazanılıyordu. Beş yılımı 1968 Ekim’ine kadar tamamlayamayacaktım. İşçi hükümeti kabine bakanları, sınır dışı edilip edilemeyeceğimi kamuoyunda tartışıyorlardı zaten. Avukat arkadaşlar ülkeden ayrılmamam gerektiğini doğruladı. Dergimizin yayıncısı Clive Goodwin, yolculuğumu veto etti ve Paris’e kendi gitti.

Bir yıl sonra Mayıs 1968 ayaklanması liderlerinden biri olan Alain Krivine’nin, Devrimci Komunist İttifakı’nın (Lique Communiste Révolutionnaire) başkanlık kampanyasına yardım için gittim. Toulouse’deki yürüyüşten dönerken Orly havaalanına indiğimizde, Fransız polisi uçağı sardı. “Umarım sensin, ben değil” diye mırıldandı Krivine. Öyleydi. Bana Fransa’ya girmemi yasaklayan, François Mitterand’ın seçiminden yıllar sonraya kadar yürürlükte kalan, yurtdışı yasağı tebliğ edildi.

Devrim olmadı ama Fransa olaylarla sarsılmıştı. De Gaulle, tarih bilinci ile bir devlet darbesi düşündü: Haziran başında, Paris’in devrimciler tarafından düşürülmesi durumunda ona destek olup olmayacaklarını sormak için askeri üssünden Fransız birliklerinin konuşlandığı Baden-Baden’e uçtu. De Gaulle’ün Cezayir’den çekilmeye karşı oldukları için ateş açtığı aşırı sağ generaller için rehabilitasyon talebinde bulunmaları dışında anlaştılar. Anlaşma sağlanmıştı. Hatta, De Gaulle, Sartre’ın tutuklanmasını öneren iç işleri bakanını tokatladı: “Voltaire’i hapsedemezsiniz” diye emretti.

Yayılan Fransız örneği Moskova’daki bürokratları, batıdaki yönetici elitler kadar endişelendirdi. Asi ve disiplinsiz halkın dize getirilmesi gerekiyordu. Le Monde muhabiri Robert Escarpit, 23 Temmuz 1968’de şöyle yazmıştı: “Yurtdışına seyahat eden bir Fransız, kendisini kötücül bir hastalıktan kurtulmuş gibi hissediyor. Peki, ama barikatların isilikleri nasıl kuruyup iyileşti? 29 Mayıs akşamı saat beşteki ateş kaç dereceydi? Gaullist ilaç gerçekten de hastalığın köklerine ulaşıyor mu? Nüksetme tehlikesi var mı? … Ve, neredeyse hiç sorulmayan bir soru var, belki de cevabı duymaktan korkuyorlar. Ama aslında herkes umut ederek ya da korkarak hastalığın bulaşıcı olup olmadığını bilmek istiyor.”

Yaşananlar bulaşıcıydı. Prag’ta, komünist reformcular -bunların çoğu İkinci Dünya Savaşı sırasında antifaşist direnişin kahramanlarıydı- zaten o baharda “insancıl bir sosyalizm”i ilan etmişlerdi. Alexander Dubček ve destekçilerinin amacı Çekoslovakya’daki politik hayatı demokratikleştirmekti. Bu sosyalist bir demokrasiye doğru ilk adımdı. Moskova ve Washington’da da böyle görülüyordu. 21 Ağustos’ta, Ruslar tanklarını gönderdiler ve reform hareketini bastırdılar.

Bütün batı Avrupa başkentlerinde protestolar vardı. Britanya’daki magazin basını sürekli olarak solcuları Moskova ajanı olmakla itham ediyordu ama Sovyet büyükelçiliğine doğru yürüdüğümüz zaman, işgali güçlü bir dille kınadığımızda ve Sovyet lideri Leonid Brejnev’in kuklalarını yaktığımızda gerçekten afalladılar. Alexandr Soljenitsin daha sonra Çekoslovakya’nın Sovyetler tarafından işgalinin onun için bardağı taşıran son damla olduğunu belirtti. O zaman, sistemin hiçbir zaman içinden reforme edilemeyeceğini, ancak devrilmesi gerektiğini fark etti. Yalnız değildi. Moskova bürokratları kendi kaderlerini mühürlemişlerdi.

Meksikada, öğrenciler üniversitelerinin yönetimini ele geçirerek, baskıya ve tek parti iktidarına son verilmesini talep ettiler. Ordu üniversiteleri işgal etmek için gönderildi ve işgal aylarca sürdü, bu onları dünyanın en eğitimli ordusu haline getirdi. 2 Ekim’de binlerce öğrenci -dünyanın gözü önünde, Mexico City’de Olimpiyat oyunlarından 10 gün önce başlayacak- gösteri için sokaklara döküldü. Katliam günbatımında başladı. Birlikler şehrin ana meydanlarından birinde konuşma yapan kalabalığa ateş açtı- onlarca kişi öldü ve yüzlerce kişiden fazlası da yaralandı.

Ve sonra Kasım 1968’de Pakistan’da olaylar patlak verdi. Öğrenciler ABD’nin desteklediği yozlaşmış ve çürüyen bir askeri diktatörlüğün devlet aygıtını ele geçirdi (tanıdık geliyor mu?). İşçiler, avukatlar, beyaz yakalı çalışanlar, seks işçileri ve diğer sosyal katmanlar da dâhil oldular ve şiddetli baskıya rağmen (yüzlerce kişi öldürüldü), mücadele yoğunluğu arttı ve ertesi yıl, Mareşal Eyüb Han devrildi.

Ben 1969 yılının Şubat ayında geldiğimde ülkenin havası coşkuluydu. Şair Habib Jalib ile ülkenin her yerinde katıldığımız mitinglerdeki konuşmalarda, Avrupa’dakinden çok farklı bir atmosferle karşılaştık. Burada gücü ele geçirmek çok uzak görünmüyordu. Eyüb Han zaferi, ülke tarihinde ilk genel seçimle sonuçlandı. Doğu Pakistan’daki Bengalci milliyetçiler, seçkin ve kilit politikacıların kabul etmeyi reddettiği bir çoğunluk kazandı. İç savaş, Hindistan’ın askeri müdahalesine yol açtı ve bu da eski Pakistan’ı bitirdi. Bangladeş kanlı bir sezaryan sonucu doğdu.

Muhteşem on yıl (1965-75), sadece 1968’in en yüksek nokta olduğu, üç eşzamanlı bir anlatıdan oluşuyordu. Siyaset egemendi, ancak daha derin bir iz bırakan iki mesele daha vardı: cinsel özgürlük ve aşağıdan gelen bir hedonistik girişimcilik. Sonuncusu için minnettar olmamız gerekiyordu. 1968-69 yıllarında Kara Cüce’yi (the Black Dwarf) düzenlediğimde sürekli olarak okuyuculardan fon arıyorduk. Bir gün işçi tulumlu bir adam Soho büromuza girip toplamda £25 olan kirli 5 tane banknot çıkardı, yayın için teşekkür etti ve parayı bıraktı. Bunu her iki haftada bir yapıyordu. Son olarak, kim olduğunu ve onun cömertliği için belirli bir sebep olup olmadığını sordum. Portobello Yolu’nda küçük bir büfesi olduğu ortaya çıktı, neden yardım etmek istediğine gelince, nedeni basitti: “Kapitalizm o kadar da mükemmel değil, dostum.” Şimdi sadece fazlasıyla yüce ve çok daha kötü.

60’lar bazı yönlerden 50’lere ve soğuk savaşın yoğunluğuna bir tepkiydi. ABD’de, McCarthyci cadı avı 50’lerde hasara yol açmıştı, ama şimdi kara listeye alınmış yazarlar tekrar çalışabilirdi; Rusya’da yüzlerce siyasi tutuklu serbest bırakıldı, gulaglar (Rus çalışma kampları) kapatıldı ve Stalin suçları Kruşçev tarafından kınandı ve Doğu Avrupa, hızlı reformun heyecanı ve umutlarıyla titriyordu. Boşuna umutlandılar.

Yeniliğin ruhu, kültür alanını da etkiledi: Soljenitsin’in ilk romanı, resmi edebi dergi Novy Mir’de serileştirildi ve yeni sinema akımı, Avrupa’nın büyük bir bölümünü etkisi altına aldı. Nato’nun favori faşistleri Franco ve Salazar tarafından yönetilen İspanya ve Portekiz’de sansür devam etti, ancak Britanya’da 1928’de yazılan DH Lawrence’ın Lady Chatterley’in Sevgilisi, ilk kez 1960 yılında yayımlandı. Kitap, tam haliyle, iki milyon kopya sattı.

Simone de Beauvoir’ın The Second Sex’te (1949) öncülük ettiği çalışmasının ardından, Juliet Mitchell Aralık 1966’da yeni bir salvo çıkardı. Mitchell’in uzun denemesi, Kadınlar: En Uzun Devrim, New Left Review’de çıktı ve kadınların karşılaştığı sorunlara değinmesiyle dikkatleri üzerinde topladı.: “Gelişmiş sanayi toplumunda, kadın emeği tüm ekonomik faaliyet içinde küçük bir yere sahiptir…. Kadınlara, kendilerine ait bir evren sunulur: Aile. Kadın gibi, aile de doğal bir durum gibi görünür ve aslında kültürel bir yaratılıştır… Her ikisi de paradoksal olarak, ideal(ler) olarak yüceltilebilir: ‘Gerçek’ kadın ve ‘gerçek’ aile, barış ve bereket simgeleridir: Gerçekte ikisi de şiddet ve umutsuzluk alanları olabilir.

Eylül 1968’de ABD feministleri, Atlantic City’deki Miss World yarışmasını engellediler ve erkek egemen dünyada tanınma, bağımsızlık ve eşit söz hakkı talep ederek kadınların hayatlarını değiştirecek bir kadın kurtuluş hareketine işaret ettiler. Kara Cüce’nin Ocak 1969 sayısının kapağı o yılı kadınlara adadı. İçeride Sheila Rowbotham’ın cesur feminist silahlanma çağrısını yayımladık. (Ben bunu yazarken, seçkin bir akademisyen olan Profesör Rowbotham, Manchester Üniversitesi’ni yöneten gri muhasebecilerin muazzam tehdidi altında çalışmaktadır. Şimdi haftada sekiz saat ders vermek için servet ödeyen ünlülerin olduğu seri üretim bandı üniversiteler çağındayız ve gerçek akademisyenler çöp kutusuna atıldı.)

Ve evet, aynı zamanda bir haz ilkesi de söz konusuydu. 60’ların hedonist olduğu tartışılmazdır, ancak bugünün şirketleşmiş versiyonundan farklıydı. O dönemde sansürün, ekranda evli çiftlerin aynı yatakta görülmesini yasakladığı ve pijamaları mecburi tuttuğu 40’lı ve 50’li yılların ikiyüzlü püritenliğinde bir kırılmaya işaret etmekteydiler. Radikal başkaldırılar tüm sosyal kısıtlamalara meydan okur. Bu her zaman böyle olmuştur.

  1. yüzyılın öncü Londra’sında, cinsel deneyler, Moravyalılar ve (kendileri için “kutsal olana sevgi”nin en iyi “meninin fırlatılmasında” ifade edildiğini düşünen) gerçeküstü Swedenborglular gibi bağımsız kiliselerin korumasına ihtiyaç duymaktaydılar: Her ikisi de dinsel ve cinsel çoşkuyu birleştirmenin erdemlerini vaaz etmekteydi. Cinsel ayinler, penetrasyonu İsa’nın vücudundaki yaralara girmeye benzeten Moravya ritüellerinin genel bir özelliğiydi. William Blake ve çevresi yoğun olarak bütün bunların içindeydi ve bu dünyayı tasvir eden resimlerinden bazıları o dönem sansürlendi. Umarım bu, eski dostum Tony Benn ve Kudüs’e, gizli anlamını fark etmeden şarkı söyleyen diğerlerine çok sarsıcı gelmez:

Bana yanan-ateşli altın yayımı getirin!

Bana arzularımı getirin!

Bana mızrağımı getirin!

Britanya’da eşcinsellik sadece 1967’de suç olmaktan çıkarıldı. Tüm homofobik yasaların kaldırılmasını talep eden aktivistler ile eşcinsel kurtuluş hareketleri ortaya çıktı ve eşit haklar ve Siyah Onuru (black pride) talep eden Afro-Amerikan mücadelelerinden ilham alan Gay Pride yürüyüşleri başlatıldı. Tüm hareketler birbirinden etkilendi. Şimdi olağan görülen yurttaş hakları, kadın ve eşcinsel hareketlerindeki ilerleme için “korkuyla savaşta” olan düşmanlara karşı sokaklarda mücadele verilmesi gerekiyordu.

Tarih nadiren kendini tekrar eder, ancak yankıları asla ortadan kaybolmaz. 2004 yılının sonbaharında, Bush’un yeniden seçim kampanyasına denk gelen bir konferans turunda ABD’deyken, Madison’daki büyük bir savaş karşıtı toplantıda, araba arkasına yapıştırılan ütopist bir etikette çok doğrudan bir yankı olduğunu fark ettim: “Irak, Vietnam’ın Arapça’sıdır” Salondaki Meksikalı-Amerikalı olan bir ses mühendisi kulağıma, 25 yaşındaki bir denizci olan oğlunun, ABD askerleri tarafından kuşatılmış olan korkunç katliamlar sahnesi Irak kenti Felluce’deki bir görev turundan yeni döndüğünü fısıldadı ve o toplantıda bunu anlatabilirdi. Yapmadı, ama sonradan birkaç sivil arkadaşla bize katıldı. Odanın savaş ve Bush karşıtı aktivistlerle dolu olduğunu görebiliyordu.

Genç denizaltı mürettebatı G, görev (hizmet) ve kahramanlık masalları anlattı. Neden deniz kuvvetlerine katıldığını sordum. “Benim gibi insanlar için başka bir seçenek yoktu. Eğer burada kalırsam, sokaklarda öldürülürdüm ya da ömür boyu hapis cezasına çarptırılırdım. Deniz birlikleri hayatımı kurtardı. Beni eğittiler, bana baktılar ve bu beni tamamen değiştirdi. Irak’ta ölseydim, en azından beni öldüren düşman olacaktı. Felluce’de, bütün düşünebildiğim komutam altındaki adamların güvende olacağını nasıl sağlayacağımdı. Barış için gösteri yapan çocukların sorunu yok burada. Kolejlere giderler, gösteri yaparlar ve iyi ücretli işlere geçtiklerinde hepsini hemen unuturlar. Benim gibi insanlar için o kadar kolay değil. Bence zorunlu askerlik olmalı. Neden orada olması gerekenler sadece yoksul çocuklar? Birlikte çalıştığım tüm denizcilerden, belki de yüzde dört ya da beşi hevesli bayrak sallayıcılarıydı. Geri kalanımız burada bir iş yapıyor, iyi de yapıyoruz ve şavaşta ölmeden ya da yaralanmadan kurtulmayı umuyoruz.”

Daha sonra, G, ikisi de eski iki savaşçı arasında bir koltukta oturdu. Solunda, orduya 17 yaşındayken katılmış, Mississipi doğumlu 60 yaşındaki Will Williams vardı. O, Mississippi’den ayrılmasaydı, Klu Klux Klan ya da başka bir ırkçı çetenin onu öldüreceğinden emindi. O da, ordunun “hayatını kurtardığını” söyledi. Almanya’daki bir görevin ardından, Vietnam’a gönderildi. Savaşta yaralandı, bir Mor Kalp ve iki bronz yıldız aldı; Ayrıca, ABD ordusu içindeki ırkçılığı protesto eden Camranh Koyu’ndaki siyah birliklerin isyanı sonrasında da değişmeye başladı.

Zorlu bir dönemin ardından Williams, siyaset ve tarih okumalarında derinleşti. Ülkeye tekrar yalan söylendiğini hisseden O ve 43 yıldan uzun bir süredir arkadaşı olan Dot, Irak’taki savaşa karşı çıkan harekete katıldı ve kilise korosunu mitinglere ve gösterilere taşıdılar.

G’nin sağında, bu yaz 90 yaşına giren, İspanyol iç savaşında Cumhuriyetçilerin tarafında savaşan Abraham Lincoln Tugayından hayatta kalan birkaç kişiden biri olan Clarence Kailin vardı. O da, Irak’taki savaşa karşı olan harekette aktifti. “Yolculuğumuz kayda değer bir gizlilik içinde yapıldı – ailelerimizden bile gizli. Ben bir kamyon şoförü, daha sonra bir piyade adamı ve kısa bir süre sedye taşıyıcısı oldum. Savaşın acımasızlığını yakından gördüm.” Benimle İspanya’ya gelen beş Wisconsinliden ikisi öldü… Sonra, Vietnam vardı bu kez buradan çocuklar yanlış tarafta öldü. Şimdi Irak var. Bu gerçekten çok kötü, ama hala insanlarda doğuştan gelen bir iyilik olduğuna inanıyorum, işte bu yüzden pek çoğu değersiz geçmişlerinden kopabilir.

2006 yılında, başka bir görev gezisinden sonra, G artık savaş için herhangi bir gerekçe kabul edemedi. ABD’deki en istikrarlı ve etkili savaş karşıtı grup olan Cindy Sheehan ve Savaş Karşıtı Asker Ailelerine hayran kalmıştı.

Fransız Devrimi’nden on yıl önce Voltaire, “Tarih, üzerinde anlaştığımız yalanlardır” demişti. Daha sonra, herhangi bir şey üzerine çok az anlaşma sağlandı. 1968 üzerine olan tartışma, geçtiğimiz yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki zaferinin ‘68 tabutundaki son çivi olduğunu öven Nicolas Sarkozy tarafından yeniden canlandırıldı. Felsefeci Alain Badiou’nun sert-keskin cevabı, 1815 Cumhuriyeti’nin yeni cumhurbaşkanı ve Marshal Pétain’i savaş sırasında karşılaştırmaktı. Onlar da tırnaklar ve tabutlar hakkında konuşmuşlardı.

Sarkozy, “1968 Mayıs’ın hepimize entelektüel ve ahlaki bir görecelilik empoze ettiğini” söylemişti. “Mayıs 68’in mirasçıları, iyi ve kötü, hakikat ve yalan, güzellik ve çirkinlik arasında artık bir fark kalmadığı fikrini dayatmıştı. Mayıs 1968’in mirası, sinizmi topluma ve siyasete soktu.”

Hatta açgözlü ve köhnemiş mesleki uygulamalar için Mayıs ‘68’in mirasını suçladı. Mayıs ‘68’in etik değerlere yönelik saldırısı “kapitalizmin ahlakını zayıflatmaya, hilekâr patronlara özel emeklilik tazminatları vaadeden vicdansız kapitalizme zemin hazırlamaya” yardımcı oldu. Bu yüzden 60 kuşağı Enron, Conrad Black, yüksek faizli mortgage krizi, Northern Rock, yozlaşmış-rüşvetçi politikacılar, deregülasyon, “serbest piyasa” diktatörlüğü, çılgın oportünizm tarafından boğulmuş bir kültürden sorumlu tutulmaktadır.

Vietnam savaşına karşı mücadele 10 yıl sürdü. Çok daha fazla sayıda insan 2003’te Irak savaşını durdurmak için Avrupa ve Amerika’da tekrar greve gittiler. Önleyici grev başarısız oldu. Hareket, seleflerinin dayanıklılığı ve etkisinden yoksundu. 48 saat içinde, zamanın değiştiğine vurgu yaparak adeta ortadan kayboldu.

‘68’in bütün hayalleri ve umutları boş birer fantazi miydi? Ya da zalim tarih doğmak üzere olan yeni bir şeyleri engelledi mi? Devrimciler -ütopyacı anarşistler, Fidelciler, Troçkistler ve Maoistler- bütün ormanı istiyorlardı. Liberaller ve demokratlar tek tek ağaçlara göz dikmişlerdi. Bizi uyarmışlardı, orman dağınıktı, tanımlamak için çok geniş ve imkânsızdı, oysa bir ağaç, bir sandalye ya da bir masaya dönüştürülebilen, geliştirilebilen ve hazırlanabilen bir ağaç parçasıydı. Şimdi ağaç da gitti.

“Sen hiçbir zaman misinayı görmeyip de sadece ucundaki yemi gören bir balık gibisin” diye karşılıklı alay ederdik. Çünkü insanların mal varlıklarıyla değil, başkalarının hayatlarını değiştirebilme yetenekleriyle ölçülmesi ekonominin yoksul ve az ayrıcalıklı çoğunluğun çıkarlarına göre yeniden örgütlenmesi gerektiğine ve demokrasisiz sosyalizmin asla işe yaramadığına inandık -hala da inanıyoruz. Her şeyden önce, konuşma özgürlüğüne inandık.

Bunun büyük bir kısmı şu anda ütopik gözüküyor ve 1968’i bile yeterince radikal görmeyen kimileri bugünkü durumu kabullendi. Bunlar sefahattan iffete kolayca geçen eski tarikat üyeleri gibi şimdi de sosyalizmin herhangi bir şeklini cennette Havva’yı baştan çıkaran yılan gibi görüyorlar.

1989’da “komünizm”in çöküşü, yeni bir toplumsal sözleşme olan Washington Uzlaşısı’nı yarattı. Uzlaşı’yla, deregülasyon ve özel sermayenin o güne kadar kamunun hükümranlığında olan kutsal alanlara girmesi, geleneksel sosyal demokrasiyi gereksiz kılıp demokratik süreci bizzat tehdit ederek, her yerde norm haline gelecekti.

Bir zamanlar daha iyi bir gelecek hayali kuranlar basitçe bundan vazgeçtiler. Diğerleri zahmetli bir ahlaki ilkeyi savunuyor: Yeniden öğrenmeden kazanamazsın.[4] Aydınlanmadan itibaren Paris’i dünyanın politik atölyesi haline getiren Fransız entelijansiyası bugün cepheden geri çekilmeye öncülük ediyor. Dönekler, her Batı Avrupa hükümetinde sömürü, savaşlar, devlet terörü ve yeni sömürgeci işgalleri savunan yazılarda yer alıyor; diğerleri de şimdi, akademideki, blog dünyasının gerici posa üretme uzmanlıklarından emekliye ayrıldılar ve bir zamanlar eleştirdikleri en soldaki hizipçi rakipleriyle aynı gayreti gösteriyorlar. Bu da yeni bir şey değil. Fransız Devrimi’ni kabul ettikten sonra, pastoral bir muhafazakârlığa geri çekilen Wordsworth’a Shelley’in sitemi[5] bunu iyi ifade etmiştir:

Onurlu yoksulluk için sesin şarkılar ördü,

Hakikak ve özgürlüğe adanan şarkılar

Tüm bunları terk ederek beni acı içinde bıraktın,

Böylesin ama böyle olmayı bırakmalısın .

Çeviri ve Katkı: Züleyha Keskin

68 Hareketi’nin 40. yıldönümü vesilesiyle kaleme alınan bu makalenin orijinaline şu adresten ulaşabilirsiniz: https://www.theguardian.com/politics/2008/mar/22/vietnamwar

DİPNOTLAR

[1] ABD ordusu tarafından özellikle Vietnam Savaşı‘nda kullanılmış bir kimyasal. Bu madde savaş boyunca uçaklarla 20 milyon galona yakın kullanılmıştır. Savaş bittikten yıllar sonra bile hala insanlar üzerinde kas ve kemik bozuklukları, doğumsal anomali gibi etkiler göstermiştir. Gazın rengi sarı ya da turuncu değildir,Vietnam Savaşı sırasında gazların saklandıkları tankların üzeri turuncu çizgiyle işaretlendiği için agent orange ismini almıştır, ç.n.

[2] İngiltere’de 1968-1972 yılları arasında sosyalistlerin çıkarmış olduğu siyaset ve kültür dergisi, ç.n.

[3] Milletler topluluğu ülkeleri

[4] Unless you relearn you won’t earn, en.

[5] Bu şiir, Shelley tarafından ünlü romantik şair Wordsworth’a adanmış, ona atıfta bulunuyor, sen eskisi gibi değilsin, eski olan sen artık sen değil diyor.