Neoliberal Otoriterleşme, Devletin Şirketleşmesi ya da Şirket-Devlet: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ekonomik ve siyasi krize karşı “çözüm” olarak sunulan neoliberalizm ve neoliberal politikalar doğrultusunda toplumsal, siyasal, ekonomik alanlarda yaşanan hızlı ve muazzam bir dönüşüme tanıklık ediyoruz. Bütün kapitalist ülkelerde devlet eliyle sunulan kamusal hizmet alanları dâhil olmak üzere emeğin bütün varlık alanlarında ve bütün kazanılmış haklarında “kamu yönetimi reformları” adı altında yapılan düzenlemelerle topyekûn bir gerileme yaşanırken; bu gerilemeye neoliberal otoriterleşme, devletin dönüşümü ve teknokratik yönetimlerin yükselişi eşlik ediyor. Bu yazıda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini neoliberal otoriterleşme ve devlet aygıtının şirketleşmesi bağlamında incelemeyi amaçlıyoruz.

Ana Akım Kamu Yönetimi Yazınında Devlet Kavrayışı

Kapitalist ülkelerde siyasal rejimin neoliberal otoriterleşmesine devletin yapısal (örgütsel görünümü/iç mimarisi) ve işlevsel (kamu politikalarının belirlenmesi ve yürütülmesi) yönüyle yeniden yapılanması eşlik ediyor. Ana akım kamu yönetimi yazınında devletin yeniden yapılanmasını inceleyen çalışmalarda dikkati çeken şey, kamu yönetimindeki değişime odaklanılarak devlet biçimindeki dönüşümün, yeni kamu işletmeciliği (YKİ) reformları olarak nitelenen “kamu yönetimi reformu”na indirgenmesidir. Bu noktada işaret etmemiz gereken sorun, kamu yönetimi sisteminin devlet biçiminin bir yönü olarak görülmemesi; devlet aygıtının doğrudan kamu yönetimine indirgenmesidir. Bu sorunlu yaklaşımın disipline başından bu yana hâkim olduğunu söyleyebiliriz.

Kamu yönetimi teorileri, devlet konusuna ve devlet tartışmalarına nadiren odaklanırlar ya da görmezden gelirler. Disiplinin tarihsel evrimi üzerine yapılan çalışmalar devletin, genel olarak “aldatıcı, içi boş bir gösterge, olmayan bir varlık” olarak değerlendirildiğini ortaya koyuyor. Devlet (state), yönetim/kamu yönetimi (government) ve bürokrasi (bureaucracy) kavramları arasında kurulan sorunlu ilişkilendirme yoluyla devlet analiz dışına atılır. Devlet yerine ısrarla yönetim/kamu yönetimi, yönetim/kamu yönetimi yerine de bürokrasi kavramının kullanılması genel bir eğilimdir. Başka bir deyişle, bürokrasi, kamu yönetiminin yerine ikame edilirken kamu yönetimi de devletin yerine konulur. Kavramların bu şekilde yanlış ikame edilmesinin mantıki sonucunda kamu yönetiminin devlet olduğu yanılsaması yaratılır ve böylelikle devlet biçiminin kapsamlı bir analizine en başından itibaren kapılar kapatılır (Harney, 2006; Baltodano, 1997).

Marx’tan günümüze kapitalist devlet üzerine yapılan eleştirel tartışmaları dışlayan; kapitalist toplumsal ilişkilerin ve sermaye birikiminin yeniden üretiminde devletin rolüne yönelik bütünlüklü analizlere alan açmayan (Nickel, 2008; Baltodano, 1997) kamu yönetimi yaklaşımlarına tarih ve toplum üstü, araçsal, iradeci, dar görüşlü ve devlet merkezli bir bakış açısı hâkimdir. Bu nitelikler tarihsel ve toplumsal değişim ile kamu yönetimi sistemindeki değişimler arasındaki ilişkinin ortaya konulmasını olanaksızlaştırır. Kapitalist toplumsal örgütlenmenin ayırt edici özelliği ve doğal bir sonucu olan ekonomi ve siyaset arasındaki; siyasal alanda da yönetim ve siyaset arasındaki biçimsel ayrımlar doğal ve verili bir gerçeklik olarak kabul edilir. Böylelikle kapitalist toplumsal formasyona özgü bir yönetim ilişkisi olan bürokrasi de siyaset dışı, nesnel, yansız ve homojen bir olgu olarak kavranır. Bürokrasinin teknik bir araç olduğu varsayımı, gerçekliğin olduğu gibi kabul edilmesine dayanır. Yönetim aygıtı ve bürokrasiyi verili ana, o anki konjonktüre donduran bu bakış açısının son dönemin yeni kamu işletmeciliği (YKİ), yönetişim, post-bürokrasi, post-YKİ, ortaklaşa yönetim, bütünleşik yönetim, kamu değeri yönetimi, dijital çağ yönetişimi gibi çeşitlenen yaklaşımlarına da hâkim olduğu görülüyor. Hem toplumun ana bileşeni olup hem de bu toplum tarafından reddedilen emek, canlı emektir. Kapitalist toplumda devleti var eden emek-gücü olduğu halde devlet onu reddederek yok sayar. Bu reddedişe kamu yönetimi kuramcıları da destek çıkar. Liberal kuramın devletin nesnel ve tarafsız olması gerektiği önermesi veri kabul edilerek benimsenir; kamu yönetimi ve bürokrasi gerçekliği de bunun üzerinden analiz edilmeye çalışılır. Kamu yönetimi ve bürokrasi bir araç olarak kabul edildiği ölçüde, üretilen bilgi de “sorun çözme odaklı” olmaktadır. Devlet meşru bir aktör olarak değerlendirilince devletin “şeyleşmesi” de kolaylaşır. Kamu yönetimi kuramcıları bu “şey”i garantiye alarak meşruluğunu sürdürme, ona istikrar kazandırma ve dengede tutma gayretiyle devlet yönetimi fikrinin kararlı bir şekilde korunmasına dayanak oluşturan bilgi üretimini sunarlar (Harney, 2006; Baltodano, 1997).

İster devletin ve kamu yönetiminin dönüşümü olsun ister başka alanlardaki dönüşümler olsun meydana gelen köklü değişimlerin dayandığı mantığı eleştirel bir çerçeveden açıklayabilmemiz için öncelikle analizin dayanacağı metodolojik ilkeleri ortaya koymamız gerekiyor. Ollman’ın Diyalektiğin Dansı kitabında işaret ettiği gibi tarihsel ve toplumsal gerçekliği anlama ve açıklama çabası düşünsel bir etkinlik, düşünsel bir uğraştır. Ollman bu çabanın birincil uğrağında ve toplumsal iktidar ilişkilerinin tam ortasında yer alan sosyal bilimcilerin, bu iktidar ilişkilerini aşmalarının bir yolunun, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin farklı açıklama, anlama ve kavrama biçimlerine odaklanmalarında olduğunu söyler (Ollman, 2006:155-188). Öyleyse rotamızı belirleyen ilk şey tarihsellik ilkesidir. Bu ilkeyi hesaba katan bir analiz yaptığımızda olguları, örneğin devletteki ve kamu yönetimindeki dönüşümü şimdiki ana ait, konjonktürel ya da rastlantısal bir biçimde ortaya çıkmış verili bir durum olarak değil, aksine tarihsel gelişmelerin bir ürünü ve sonucu olarak değerlendiririz. Başka bir deyişle kapitalist üretim koşullarında kapitalist devletin ortaya çıkışı, gelişimi ve dönüşüm evrelerini, tarihsel kırılma ve süreklilik içeren değişken ve unsurlarıyla birlikte ele alarak; bunların arasındaki ortak mantığı ve içsel ilişkiler setini ortaya koymaya çalışırız.

İkinci ilke, meydana gelen değişiklikleri içinde yer aldıkları genel yapının dönüşümü bağlamında değerlendirmemizi sağlayan yapısallık ilkesidir. Bu ilke, içinden geçtiğimiz dönüşüm sürecinin, tekil öznelerin, ulusal ya da uluslararası aktörlerin/kurumların iradesinden, isteğinden ziyade yapısal koşulların ürünü olduğunu; gelişmiş ya da azgelişmiş bütün kapitalist ülkelerin kendi özgünlükleri bağlamında farklılaşma pahasına, yaşadığı bir gerçeklik olduğunu hesaba katmamızı salık verir. Örneğin, Türkiye’de son dönemde kamu yönetimindeki hızlı ve muazzam dönüşümün, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş ya da daha spesifik olarak kamu-özel ortaklığı hastanelerini doğrudan AKP iktidarı, hatta Erdoğan’ın kendi iradesi, isteği üzerinden açıklanması; ya da Erdoğan’ın bunları “kendi hayalimdi” diyerek bireyselleştirmesi, dönüşümlerin yapısal mantığını ve değişkenlerini görmemizi engeller.

Olan biteni bu bağlamı hesaba katarak değerlendirmemizi, sosyal gerçekliği bir bütün olarak ele almamızı ve onunla ilgili dönüşümü bütünlükçü bir bakış açısıyla değerlendirmemizi gerekli ve mümkün kılan bir diğer metodolojik ilke ise bütünsellik ilkesidir. Zira sözünü ettiğimiz bütün bu alanları da içeren genel yapı, yani tarihsel ve toplumsal ilişkiler bütünü olarak kapitalizm yeniden yapılanıyor. Ollman’ın işaret ettiği gibi Marx’ın maddeci ve diyalektik kavramlaştırmasında “bütün” dediğimiz şey parçalarının karşılıklı bağımlılığı üzerinden görülür. Parçaların sürekli gelişimi ve etkileşimi neticesinde bütün de değişecektir. Bütünün herhangi bir parçasını incelerken, bütün hakkında tek yönlü de olsa bir görüşe sahip oluruz. O nedenle inceleme ve araştırma konumuz ne olursa olsun, nasıl ilerlersek ilerleyelim üretim araçlarının toplumda ayrı bir sınıf oluşturan sermayenin elinde bulunduğu bir üretim tarzı olarak kapitalist bir toplum gerçekliği içinde yaşadığımızı kendimize hatırlatmamız gerekiyor (2006: 155-188).

Neoliberal Otoriterleşme Ve Devlet Aygıtının Merkezileşme Üzerinden Otoriterleşmesi 

Siyasal alanın daralması ve devlet aygıtının iç hiyerarşisinde yürütmenin özerkleşerek ön plana çıkması ile kapitalist devletin “yeni demokratik” formu olarak açığa çıkan “otoriter devletçilik”, dünyada ve Türkiye’de kapitalist ülkelerin çoğunda siyasi rejimin yeni biçimi olarak karşımıza çıkıyor (Oğuz, 2016). Tarihsel olarak bakıldığında esas itibariyle sınıf temelli politikalara son verme, emek gücünü siyasal karar alma süreçlerinden dışlama amacıyla siyasal alanı yeniden dizayn ederek devlet aygıtını piyasanın gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırma stratejilerini içeren neoliberal otoriterleşme ve siyasi rejimin otoriter devletçilik doğrultusunda dönüşümü, AKP’nin iktidara gelişinden çok daha öncesine, 1980’li yıllara dayanır. 2002 yılında iktidara gelen ve bu “mirası” devralan AKP iktidarının siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlarda önemli dönüşümlere yol açan politikaları, neoliberal otoriterleşme yöneliminin devamı niteliğindedir. Kuşkusuz bu eğilimin artarak yoğunlaşması bakımından AKP’li yılların ayırt edici özellikleri söz konusudur

1990’ların sonlarından itibaren sınıflar arası ilişkiler ve bu ilişkilerin devlet üzerindeki etkileri ile devletin işleyiş biçimindeki farklılıklar giderek belirginleşti; devletin sermaye temelli sınıf karakteri daha belirgin hale geldi (Ercan, 2009). İlk iktidar döneminde yerelleşme, âdemi merkezileşme, depolitizasyon, üst-kurullaşma, düzenleyici devlet, demokratikleşme, sivilleşme söylemleriyle biçimlenen siyasal, yönetsel ve ekonomik programa iktidarın “polis, istihbarat ve yürütme” ekseninde merkezileşmesi eşlik etti. 2011 yılından itibaren, özellikle 2013’deki Gezi eylemlerinin ardından yeni bir dönemece girdi. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Olağanüstü Hal (OHAL) rejimine geçilmesiyle otoriterleşme biçiminde niteliksel bir değişimle birlikte siyasi rejimin olağanüstü bir devlet biçimine evrilmesi hızlandı. Faşizme özgü öğelerin belirgin bir biçimde öne çıktığı bu süreçte yapılan yeni düzenlemelerle, yasama karşısında güçlenen yürütme, temel yargı işlevlerini de üstlendi ve böylelikle yargı yürütmenin kontrolü altına alındı (Oğuz, 2016).

AKP’nin üçüncü iktidar döneminde (2011 sonrası) kamu reformunun KHK’ler üzerinden örgütlendiği yeni bir döneme girildi ve bu süreçte iktidarın “yerelleşme” söylemi yerini “merkezileşme”ye bıraktı. Neoliberal yapısal reformlar he ne kadar yerelleşme ve ademi-merkezileşme söylemleriyle meşruluk kazanıyor olsa da uygulamada ekonomide, siyasette ve kamu yönetiminde yeni bir merkezileşme eğilimi açığa çıktı. Bu yeni merkezileşme stratejisi yönetim örgütlenmesi ve işleyişi bakımından hiyerarşik olarak yukarıdan aşağıya katı bir şekilde ilerleyen bir sistemden farklı olarak siyasal iktidarın tek merkezde toplanmasını; karar verme sürecinde siyasi aktörlerin bürokrasiye üstün kılınmasını ifade eder. Devletin örgütsel ve işlevsel boyutlarıyla siyasi olarak merkezileşmesi sadece merkezi idarede değil yerelde de açığa çıkmakta; yerel yönetim birimleri de kendi içinde merkezileşerek, merkezi güç odağı haline gelmektedirler. (Fedai, 2015: 163-203).

Merkezileşmenin odağında 2011 KHK’leri ile yeniden düzenlenen bakanlık örgütlenmesi yer alıyor. Karar verme sürecine engel oldukları ileri sürülerek üst kurulların bakanlıklara bağlanarak, merkezi idarenin bu yapılarla hiyerarşik bir ilişki kurmasının sağlanması; bakanlıklarda bakan yardımcılığının oluşturulması, yardımcıların atama yoluyla yasama organı dışından ve istenirse özel sektörden göreve getirilmesi ve görev sürelerinin hükümetin görev süresi ile sınırlandırılması; 2012 yılında çıkarılan 6360 sayılı yasayla ölçek genişlemesi adı altında yerelde merkezileşmeye gidilmesi, belde belediyelerinin kapatılıp, köylerin mahalleye dönüştürülmesi, il özel idarelerinin kaldırılarak yerine başında valinin olduğu Yatırım İzleme Koordinasyon Başkanlığı’nın kurulması, il sınırlarının belediye sınırlarına eşitlenmesi, ilçe belediyelerinin imar ve planlama yetkilerinin büyükşehir belediyelerine geçmesi yönünde yapılan bütün değişiklikler geleneksel merkez-yerel ilişkilerinden farklı olarak hem merkez örgütlenmesinde hem de yerelde yeni bir siyasi merkezileşme eğiliminin kurumsallaştığına işaret etmektedir (Fedai, 2015: 163-203).

Ancak neoliberal ideolojinin yerelleşme, ademi merkezileşme söyleminden uzaklaşılarak merkezileşme eğiliminin güçlendirilmesi, neoliberalizmden ve neoliberal reformlardan kopma ya da uzaklaşma olarak değerlendirilemez. Aksine, olan biten kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden yapılanması bağlamında otoriterleşmenin yeni bir biçim kazanmasıdır. Parlamento başta olmak üzere temsili demokrasi kurumlarının, siyasal partilerin önceki dönemlere göre görece etkinlik ve işlevlerinin zayıfladığı, yürütme organının güçlendiği ve giderek yasamanın işlevini üstlendiği kurumsal dönüşümlerin, kişiselleşmiş bir başkanlık sistemine dönüşme eğilimini açığa çıkarması, yürütmenin başının devletin yöneticisi haline gelmesi (Doğru, 2016) açısından 2012’de Meclis Anayasa Komisyonuna sunulan “Türk tipi başkanlık sistemi”, iktidarın merkezileşerek yürütme aygıtında toplanması bakımından önemli bir hamleydi. Süregiden tartışmalar, 16 Nisan 2017 Referandumu ile yasal meşruiyet zeminine kavuşturuldu. Anayasa’da yapılan 18 maddelik değişikliğin odağında hükümet sistemi yer alıyordu. Bu değişikliklerle 24 Haziran 2018’de erken seçime gidildi ve yeni sistemin Anayasa’sı tüm hükümleriyle yürürlüğe girdi. 9 Temmuz 2018 tarihinden bu yana başta Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle biçimlenen siyasi ve kurumsal dönüşümün ayırt edici özellikleri ve söylemlerini ekonomide, siyasette ve kamu yönetiminde merkezileşme, güçlü koordinasyon, verimli yönetim, şirket-devlet, devlet-piyasa işbirliği ve teknokrat yönetim olarak belirleyebiliriz.

9 ve 10 Temmuz kararnameleriyle oluşturulan aşırı merkezileşmiş yeni yönetim sistemi, merkezileşme üzerinden otoriterleşmenin derinleşmesine olanak sağlayacak bir yapı sergiliyor. Anayasa değişikliklerine uyum sağlanması amacıyla yapılan bu düzenlemelerle yargıda da merkezileşme ve siyasallaşma yoğunlaşmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının 17’den 15’e düşürülerek, 3 üyesinin YÖK’ün önerisi ile Cumhurbaşkanı tarafından; 4 üyesinin doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından; 5 üyesinin Yargıtay ve Danıştay’ın göstereceği adaylar arasından Cumhurbaşkanı tarafından ve 3 üyesinin de Meclis tarafından seçilecek olması; Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin sadece Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenebiliyor olması siyasal merkeziyetçiliğe işaret eden önemli değişikliklerdir. Ayrıca HSYK’de de hâkimler kaldırılarak Savcılar Yüksek Kurulu oluşturuldu ve üye sayısı 22’den 13’e düşürüldü. Adalet Bakanlığı müsteşarı kurulun doğal üyesi kabul edildi. Adalet Bakanı, Adalet Bakanlığı müsteşarı ve 4 üye doğrudan Cumhurbaşkanı; kalan 7 üye ise Meclis tarafından atanıyor. Cumhurbaşkanı, mecliste çoğunluğu oluşturan partinin genel başkanı olduğunda Savcılar Yüksek Kurulunun tüm üyeleri de Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır.

Şirket-Devlet Ya Da Cumhurbaşkanlığı Yönetişim Örgütlenmesi

Türkiye’de 2001 krizi sonrasında kamu yönetiminin yeniden yapılanmasının ve kamu yönetimi reformlarının genel çerçevesi, yeni kamu işletmeciliği ve yönetişim yaklaşımından beslenmektedir. Kamu yönetimi sisteminde özel sektörün yönetim ve örgütlenme tekniklerinin kullanılması ile kamu hizmeti sunumunda piyasa mekanizmalarının ve piyasa odaklı yönetişim modellerinin kullanılması 1990’lı yıllardan bu yana kapitalist ülkelerde yaygınlaşan bir eğilimdir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde neoliberal politikalarının ortaya çıkmasına, konsolidasyonuna ve krizinin başlamasına tanıklık ettik. Yönetişim söylemi böylesi bir dinamiğin içine doğdu. Başka bir deyişle, yönetişim genel olarak sermayenin birikim sorunlarıyla, büyüyen ve artan toplumsal çatışmalarla ve yeniden üretim kriziyle karşı karşıya kaldığı bu konjonktürde neoliberal söylemin en önemli unsurlarından biri oldu. Yönetişimde temel sorunsal çatışan çıkarları uzlaştırmak olarak belirlenir.

Yaygın tanımıyla siyasette ise açıkça tanımlı amaçları ve araçları olan devlet aygıtının eylemleri karşımıza çıkar. Siyaset söz konusu olduğunda kurumların rolü, karar alma ve uygulama olarak şekillenirken; yönetişim söz konusu olduğunda ise mesele uyum geliştirme ve güçlendirme olarak formüle edilir. Bir başka fark da hükümet dışı aktörlerin rolüyle ilişkilidir. İlkinde bu aktörlerin rolü yukardan gelen normlara uymak, ikincisinde ise kuralların belirlenmesine, karar alma sürecine doğrudan katılmaktır. Bu bağlamda yönetişim söylemi, birikimin hızla değişen koşullarının ve farklılaşan talepleriyle sermaye içi çelişkilerin devlet eliyle idaresini kolaylaştırmak üzere yetkinin doğrudan sermayenin devlet aygıtı ve bürokrasi içindeki temsilcilerinde toplanması stratejisine dayanır. Neoliberal politikaların toplumsal yeniden üretimde yarattığı boşluğun kapatılması ve toplumsal yeniden üretimin gereksinimlerinin karşılanmasında yönetişim, devletin yerini “piyasa” ve neoliberal devletin gündemini aktif olarak paylaşan “sivil toplum örgütleri”nin alabileceğini ve alması gerektiğini; devlet kurumlarının küresel rekabete aktif ve tam olarak katılmaları için yönlendirilmelerini önerir. Bu nedenle yönetişim, neoliberal pratiklerin ötesinde bir paradigma değişimini temsil etmez. Bu noktada altını çizmemiz gereken mesele, sermaye içi çelişkilerin artmasının ve sermayelerin çelişkili taleplerinin idare edilmesi işlevinin, neoliberal otoriterleşmeyi ve otoriter devlet biçimini açığa çıkarması ve güçlendirmesidir.

İçinden geçtiğimiz süreci ele aldığımızda yukarıda ifade ettiğimiz çerçevenin Türkiye özelinde özgün ve somut bir gerçekliğe büründüğünü söyleyebiliriz. Bu nedenle yeni yönetim sistemini “Cumhurbaşkanlığı Yönetişim Sistemi” olarak tanımlayabiliriz. Kapitalist sınıfların hükmettiği piyasa-odaklı kuralları destekleyen; piyasa için kurumsal inşa anlayışını benimseyerek, devlet ve kamu yönetimi kurumlarının geleneksel rolünü işletme yönetimi ideolojisine dayalı olarak dönüştürmeyi öncelikli hedefleri arasına koyan AKP iktidarı, piyasa için kurumsal inşa anlayışını ileri bir noktaya taşıdı. Bununla birlikte devletin ve toplumun bir anonim şirket gibi yönetilmesi ve buna uygun yapısal ve işlevsel dönüşüm sadece Türkiye’ye özel değildir.

2015 yılından bu yana Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sıklıkla “bürokratik oligarşiyi aşarak, devleti ve ülkeyi anonim şirket gibi yönetmek” istediğini dile getirmesi[1] kişisel bir isteğin dışa vurumundan çok daha derin bir anlam içeriyor. Devletin şirketleşmesi stratejisiyle şirket-devlet ve sermaye sınıfının içsel ilişkilerinin ve bağlantılarının kurumsal ve yasal bir çerçeve kazanması bakımından yeni yönetim modeline geçilmesini kritik bir dönemeç olarak değerlendirebiliriz. Aşağıda ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağımız Cumhurbaşkanlığı örgütlenmesi bünyesinde biçimlenen yeni otoriter devlet sisteminde, yürütme yetkisinin tümüyle cumhurbaşkanında toplanması, siyasal alanının daralması, devlet aygıtı içinde Cumhurbaşkanlığı sisteminin özerkleşerek ve merkezileşerek yasama organı karşısında ön plana çıkması, yargıda merkezileşme ve siyasallaşmanın yoğunlaşması, sermaye sınıfının temsilcilerine ağırlıklı yer verilerek yürütme yetkisine ve gücüne sermayenin doğrudan ortak edilmesi ve devlet-sermaye işbirliğinin devlet aygıtının bütünsel işleyişine içkinleştirilmesi bakımından yeni bir döneme işaret ediyor.

24 Haziran seçimlerinin ardından yeni sistemde yürütme yetkisini kendisinde toplayan, hem devlet hem de hükümet başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanı yardımcısı ve 16 bakandan oluşan yeni kabineyi açıkladı. Eski sistemde Bakanlar Kurulu’nda olan yürütmenin ve bakanların yetkilerinin çok büyük bir kısmı da cumhurbaşkanına aktarıldı. Cumhurbaşkanlığı örgütlenmesinde yetkileri itibariyle Erdoğan’dan sonra gelen ve sistemin en tepesinde yer alan kurum “Cumhurbaşkanı Yardımcılığı”dır. Şirketlerde icra kurulu başkanının (CEO) yetkisi ve rolü ne ise Cumhurbaşkanı Yardımcısı da benzer yetkilerle donatılmıştır.[2] Yardımcıların, bakanların ve üst-kademe kamu yöneticilerinin atama ve görevine son verme Cumhurbaşkanının yetkisindedir ve kendisine vekâlet eden yardımcı(lar), yasama ve yürütme yetkilerini doğrudan kullanma yetkisine sahiptir. Atanan bakanlar da meclis onayına, teklife ya da denetime tabi değiller. Yardımcıların ve bakanların siyasi sorumluluğu da meclise karşı değil cumhurbaşkanına karşıdır.

Siyasetçiler, bürokratlar[3], ve sermaye kesimlerinin temsilcilerinden oluşan yeni kabinede sermaye sınıfının daha fazla temsil edildiği dikkati çekiyor[4]. Kabine üyelerinin neredeyse tamamının ortak özelliği ağırlıklı olarak özel sektörde görev almış olmalarıdır. Özel sektör tecrübesinin ve doğrudan temsilcilerinin devlet aygıtına ithalinin sermaye çevreleri için anlamı ise “hızlı karar, verimlilik ve kârlılıktır”[5]. Kabinenin oluşturulmasının ardından 10 Temmuz 2018’den bu yana çıkartılan ve halen devam eden bir dizi yeni düzenlemeyle yeni Cumhurbaşkanlığı sisteminin ana bileşenleri oluşturuldu. Sistem ofisler, kurullar, başkanlıklar ve bakanlıklardan oluşuyor. Bu yapıların siyasi olduğu kadar idari birçok işlevi de bulunuyor.[6] Kurullar ve ofisler kabine üyelerinin üstünde görev yapacak yeni yapılardır.

Cumhurbaşkanına doğrudan bağlı biçimde örgütlenen dört Ofis (Finans Ofisi, İnsan Kaynakları Ofisi, Dijital Dönüşüm Ofisi ve Yatırım Ofisi), tüm bakanlıkları ilgilendiren konularda kamu politikalarının oluşturulması faaliyetini yürütecek uzmanlık birimleridir. Kamu politikalarının altyapısının Cumhurbaşkanı tarafından verilecek emir ve direktifler doğrultusunda çalışmakla yükümlü, idari ve mali özerkliğe sahip bu ofislerde oluşturulacağı anlaşılıyor. Önceki sistemde mevcut olan 65 kurul, komite ve konseyin ortadan kaldırılmasıyla oluşturulan ve bizzat Erdoğan’ın başkanlık ettiği ve üyelerini doğrudan atadığı dokuz Kurulun temel işlevi ise yapısal politika önerileri geliştirmek ve icrai raporları incelemektir. Politika yapımında etkin olarak çalışacak bu kurullarda milletvekillerinin yanı sıra akademi, iş dünyası, kültür-sanat, ekonomi vb. alanlardan çeşitli uzmanlar da yer alabilecektir.[7] Kurullara atananların genel profiline bakılacak olursa çoğunluğu kamu ve özel sektörde, üniversitelerde, düşünce kuruluşlarında AKP iktidarları döneminde pozisyonlarını güçlendiren akademisyenler, rektörler, şirket CEO’ları, holdinglerin yönetim kurulu üyelerinin yanı sıra önceki dönemde Erdoğan’ın başdanışmanlığını yapan isimler ve üst kurul başkanlarından oluşuyor.[8]

Yeni yönetim modelinde Ofisler ve Kurullar ile koordineli çalışacağı öngörülen Başkanlıklar[9] sayesinde, “güçlü koordinasyon ve verimli yönetim” amacına ulaşılacağı ileri sürülüyor. İktidarın yürütme aygıtlarında toplanması ve yeni yönetim sisteminde yürütme yetkisinin cumhurbaşkanında toplanması, politik ve ekonomik stratejilerin esas merkezleri olarak işleyecek olan bu yapılar ve uygulayıcı kurumlar arasında farklı düzeylerde kurulması beklenen koordinasyonun nasıl işleyeceğinin henüz netleşmediğini söyleyebiliriz. Ancak farklı düzeyler arasındaki yönetsel koordinasyonun, kamu-özel işbirliğine dayalı mekanizmaları genişleteceğini öngörmek mümkün. Ofislerden, sorumlulukları altındaki alanlarda dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri izleyip projeler üretmesi; kurulların, bu projeleri siyasi strateji ve politikalara dönüştürmesi beklenirken; bu politikaların uygulayıcıları olarak sayısı yirmi altıdan on altıya indirilen Bakanlıklar karşımıza çıkıyor. Bakanlık sayısının düşürülmesiyle daha fazla “etkinlik, verimlilik ve ekonomikliğin” sağlanacağı; karar alma süreçlerinin hızlandırılarak sonuç odaklı çalışmalara ağırlık verileceği ileri sürülüyor. Devletin iç mimarisindeki konumları ve yetkileri bakımından Ofis ve Kurul başkanlarından sonra gelen ve müsteşar düzeyine düşürülen, çoğunluğu seçilmiş politikacılardan değil dışarıdan atamayla göreve gelen bakanlar,politikaların uygulayıcısı konumundadır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz mekanizmalarla devlet aygıtı bünyesinde sermaye sınıfına açılan geniş temsiliyet hakkı, devletin ve ülkenin anonim şirket gibi yönetilmesi önermesinin kurumsal ve yasal bir çerçeve kazanması bakımından ileri bir hamledir.[10] Devletin ve ülkenin şirket gibi yönetilmesinin en önemli örneklerinden biri de Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan Türkiye Varlık Fonudur. Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketince yönetilmek üzere özel hukuk hükümlerine tabi bir anonim şirket olarak 2016 yılında kurulan Varlık Fonu, bu niteliğiyle cumhurbaşkanlığı teşkilatı içinde özgün bir yere sahiptir. Kamuya ait olan varlıkları daha “etkin ve verimli” bir şekilde yöneteceği ileri sürülen ve Sayıştay denetimine tabi olmayan Varlık Fonu’na oldukça geniş bir vergi muafiyeti tanınırken tabiat ve kültür varlıklarının korunmasına dair kanunların da kapsamı dışında tutulmuştur.[11] Yeni sistemde cumhurbaşkanlığına bağlanan Varlık Fonu’nun başkan vekili olarak Hazine ve Maliye bakanı Berat Albayrak’ın atanması dikkati çekiyor. Bu durum, devleti ve ülkeyi şirket gibi ama aile şirketiyle yönetme hamlesinin de açık bir örneğidir. Bu örnek yeni yönetim sistemine başta ekonomi yönetimi olmak üzere kilit kurumların başında “aile bireylerinin bulunduğu bir aile şirketi” görüntüsü kazandırıyor.

Portföyünde Türkiye’nin en büyük şirketleri, kurumları ve bankaları bulanan Varlık Fonu’nun[12] yanı sıra cumhurbaşkanlığına bağlanan bir diğer kurum, yaklaşık 50 milyar liralık aktif toplamı ile THY’den sonra Türkiye’nin en büyük ikinci şirketi konumunda olan Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’dur (TMSF).[13] Türkiye’nin anonim şirket gibi yönetilmesi talebine karşılık gelen bir başka değişiklik de cumhurbaşkanının 703 No’lu KHK ile anonim şirket kurma yetkisine sahip olmasıdır. KİT’lere ilişkin KHK’ye eklenen madde uyarınca, cumhurbaşkanınca anonim şirket şeklinde kurulan kamu sermayeli şirketler, Türk Ticaret Kanunu’nun hükümlerinden muaf tutulacaktır. Cumhurbaşkanı’nın kurduğu şirket, yatırım görevini kendi olanağı ile karşılayamazsa bu kısım o yıl içinde devlet bütçesinden karşılanacaktır.[14] Kısacası gerek Varlık Fonu ve TMSF’nin tanınan bütün ayrıcalıklarıyla cumhurbaşkanlığına bağlanması gerekse cumhurbaşkanının anonim şirket kurma yetkisiyle donatılması olsun, tüm bu değişiklileri devletin sermayeden görece özerkliğinin artması olarak değerlendirmemiz mümkün.

Esasen devletin bir firma gibi yönetilmesi eğiliminin kaynağında “yönetsel tahakküm olarak işletme ideolojisi”nin (Gaulejac, 2013) yükseldiği kapitalist ülkelerde son otuz yıldır üretimin ve çalışmanın örgütlenmesinde açığa çıkan yapısal dönüşümler yatmaktadır. İşletme ya da şirket yönetimi dediğimiz şey, emek gücünün sermaye sınıfının isteklerine uygun bir şekilde çalışmasını amaçlayan, sermaye ve emek arasında kurulu bir iktidar tekniğidir. Kaldı ki 20. yüzyılın sonunda emek-sermaye ilişkisindeki dönüşümlere bakıldığında sınıf ilişkilerinin sermaye sınıfı lehine dengesini yitirmesi, işletme ideolojisinin politik programlara girmesi yönündeki girişimleri tetikliyor. Toplumun ve devletin şirketle bir tutulması, siyasetin de içeriğini dönüştürüyor (Gaulejac, 2013).

Neoliberal küreselleşmeyle üretimde yeni örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması ve bunlara eşlik eden yeni yönetim pratiklerinin biçimlendirdiği “yeni bir yönetim paradigması” ile karşı karşıyayız. Bu anlamda yeni kamu işletmeciliği, kapitalizmin yeni zihniyetiyle uyumlu bir yaklaşımdır. Sadece iş yerlerini ve çalışma yaşamını değil, benliğimizi, gündelik yaşamımızı ve devlet örgütlenmesi dahil olmak üzere toplumsal kurumların tümünü biçimlendiren bu paradigma, özünde risk hedefli ve girişimci ruhuyla beşeri sermayesini artıran bir emek gücü oluşturmayı amaçlıyor. Gaulejac bu paradigmayı işletme ideolojisi ve yönetsel tahakküm olarak kavrar. İşletme ideolojisinin temelinde hemen her şeyi ölçülebilir hale getirmeyi amaçlayan bir nesnelcilik, örgütü, amaçları önceden tanımlanmış veri olarak kabul eden bir işlevselcilik, uzmanlığa dayalı teknokratik bir araçsallık ve emek gücünü firmanın “insan kaynağı” olarak gören bir faydacılık bulunmaktadır. Kapitalist toplumsal örgütlenmeye hâkim olan bu yönetsel ideoloji siyasal makamlara, kamu bürokrasisine yansıyan bir siyasal doktrine dönüşerek tüm kurumları etkisi altına almış durumdadır. Yönetsel ideoloji siyasi makamlara, bürokratlara sirayet ederek siyasal bir doktrine dönüşüyor. Girişimcilik söylemi siyasi söylemin önüne geçiyor (Gaulejac, 2013). Sermayenin, emek-gücünün yarattığı değere daha fazla el koymak amacıyla üretim sürecini daha etkin bir şekilde örgütlemesi çabalarını içeren yönetsel ve işlevsel mekanizmalar artık kamu kurumlarında da benimseniyor. Kurumların “verimliliklerini” artırması, maliyet ve personel kısıtlamasına gitmesi, kamu çalışanlarının işletme mantığını benimsemesi, sonuç odaklı çalışılması, karlılık için “daha azla daha fazla iş yapma”, performans yönetimi ve denetimi, fayda-maliyet, maliyet-etkinlik analizleri, müşteri memnuniyeti gibi bir dizi teknik uygulama giderek yaygınlaşıyor ve bir zorunluluk hali olarak sunuluyor.

Şirket-Devlet Ama Devlet

Yukarıda ana hatlarıyla ortaya koyduğumuz yeni yönetim sistemini her ne kadar şirket-devlet ya da devletin şirketleşmesi olarak nitelesek de karşımızda dikili olan şeyin şirket-devlet ama devlet olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu noktada kamu ve özel sektör arasındaki sınırların giderek ortadan kalktığı, muğlâklaştığı gerçeğini saklı tutarak, işlevsel açıdan kamu ve özel arasındaki ayrımları hatırlamakta fayda var.

Kamu hizmetlerinin ilgili olduğu konu, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için mal ve hizmet üretimidir. Kamu hizmeti, piyasa dışındaki bir aktörün, yani devletin, piyasanın işleyiş kurallarından belirli oranda bağışık kılarak üstlendiği mal ve hizmet üretimini ifade eder. Esasen kapitalist üretim biçiminin geçerli olduğu bir toplumsal düzende, rejimin temel ilkesi her türlü ihtiyacın piyasa tarafından karşılanmasıdır. Kamu, sermayesini hiçbir piyasa aktörünün sahip olmadığı bir ayrıcalıkla kurabilir. O da vergidir. Devlet, şirketlerden farklı olarak vergi toplama yetkisine sahiptir. Devletin vergi şeklinde ortaya çıkan böyle bir ayrıcalığı vardır. Öte yandan kamu hizmetleri alanında emek gücü, piyasadan farklı olarak, işe tarafların iradesinden bağımsız olarak önceden belirlenmiş yasal kurallara dayanan bir ilişki üzerinden bağlanır. Siyasal alana emek gücünü bağlamak için, sözleşme ilişkisi kullanılmaz. Bunun en uç örneği askerliktir. Ayrıca kamu malları da özel mülkiyetteki mallar gibi değildir. Üzerinde mülkiyet rejimi yoktur (Karahanoğulları, 2002).

Kamu hizmeti alanındaki mal ve hizmet üretiminin gerçekleşmesinde kullanılan yöntemlerden biri mal ve hizmet üretiminin bizzat devlet (kamu) tarafından örgütlenip yerine getirilmesidir. Bu durumda hizmet alanı piyasanın işleyiş kurallarından bağışık kılınmış olur. İkinci ve günümüzde hâkim bir uygulamaya dönüşen yöntem ise devletin özel kesimden yararlanması, yani kamu hizmet alanının piyasa ile ilişkiye geçmesidir. Bunun için ya belli bir kamu hizmeti alanındaki mal ve hizmet üretimi özel sektöre yaptırılır, yani piyasadan karşılanır ya da devlet hizmetin kendisini özel kesime imtiyaz usulüyle gördürtür. Bu noktada altını çizmemiz gereken şey kamu hizmeti alanının varlığını korumasıdır. Özel kesim, kamu hizmet alanının piyasa kurallarından görece bağışık olma ayrıcalığından yararlandığı için geniş imtiyazlara sahip olur. Örneğin kamu hizmeti alanında faaliyet gösteren hiçbir şirket batmaz. Hiçbiri iflas etmez. Kamu hizmetinin yürütülmesi söz konusu olduğundan batan firma kurtarılır, bu bir zorunluluktur. Bu şirketler iflas etmez, batmaz ve yüksek kâr elde ederler, uzun vadede kârlarının ne olacağını öngörebilirler. Fiyatı devlet belirler, gerekirse özel girişime sübvansiyonda bulunur; kamu kredisi verir; kamulaştırma izni verir; şirket lehinize kamulaştırmalar yapar vs. tüm bunlar piyasa aktörlerine verilen ayrıcalıklardır (Karahanoğulları, 2002).

Kuşkusuz kapitalist ülkelerde ve Türkiye’de farklılaşan yönleriyle açığa çıkan siyasal, ekonomik ve toplumsal yeniden yapılanma, devlet-sermaye ve sermaye-emek ilişkilerindeki dönüşümlerden de bağımsız değerlendirilemez. Ercan’ın da işaret ettiği gibi sermayenin yayılması ve genişleyerek yeniden üretimini sağlamasında kamu hizmetlerinin de birikim alanı olarak dönüştüğü bir süreçten geçiyoruz. Neoliberal politikalar doğrultusunda 1980’lerde yapısal reformlarla başlayan özelleştirme (kamu hizmetinin tamamı ya da bir kısmını sermayeye aktarma), ticarileştirme (üretim koşullarını değiştirmeden kullanan-öder mantığıyla hizmetin fiyatlandırılması) süreçlerine son yirmi yıldır kamu hizmetlerinin metalaştırılması ve piyasada işlem görebilecek değişim birimleri haline getirilmesi eşlik ediyor. Metalaşma, kamu hizmetinin emek sürecinin ve üretim koşullarının sayısal verilerle ölçülerek birim zamanda daha fazla üretimin amaçlanması olarak karşımıza çıkıyor (Ercan, 2018).

Emek gücünün metalaşmasının önemli bir göstergesi ölçülebilir olması, ölçülebilmesi için de standartlaşmış farklı tekniklerin kullanıma sokulmasıdır. Bu politikalara meşruiyet katan yeni kamu işletmeciliği retoriği piyasa-temelli yönetim ve örgütlenme stratejilerinin kamu yönetimine uyarlanması; kamusal mal ve hizmetlerin etkinlik, verimlilik ve ekonomiklik ölçütleri uyarınca en az maliyet en fazla çıktı üretmesi ve mümkün olan en hızlı, verimli, proaktif (değişime hızlı tepki verebilen) ve hatasız üretim önermelerine dayanır. Kapitalist toplumda zenginliğin kaynağı muazzam miktara varan metalara içkin olan karşılığı ödenmemiş emek zamanlarıdır. Bu bağlamda artık girişimci gibi davranması beklenen devletin temel amacı bir ücret karşılığı belirli bir zamanda kullanım/denetim hakkına sahip olduğu kamu çalışanlarına verilen ücretten daha fazlasını üretim sürecinde yaratmasını sağlamaktır. Zira kapitalist toplumda devletin kendini yeniden üretmesi için ihtiyaç duyduğu kaynağı karşılaması doğrudan sermayenin yeniden üretim koşullarına ve üretim sürecinde emeğin yarattığı artı-değere bağlıdır ve başından bu yana ulus-devletler kapitalist toplumun toplam yeniden üretimi için sermayenin yeniden üretim koşullarını hazırlar. Ancak günümüzde yeni, farklı olan şey, devletlerin kaynak ihtiyacı için sadece söz konusu koşulları hazırlamakla yetinmeyip, doğrudan kendisinin emek-gücü üzerinden değer yaratma sürecine girmiş olması; vergi ve benzeri dolaylı yollarla değil doğrudan karşılığı ödenmemiş emekten yararlanmak istemesi ve bunun mekanizmalarını harekete geçirmesidir (Ercan, 2018: 27).

Kamu politikalarının ve hizmet üretiminin sayısal veriler üzerinden değerlendirilmesi eğiliminin Türkiye’de son rejim değişikliğiyle devlet aygıtının tamamında uygulanmaya çalışılacağını söyleyebiliriz. Her şeyin birer sayı olarak görülmeye çalışıldığı yeni sistemde elbette her şeyi ölçmenin de bir yolu bulunacaktır. Kamu-özel işbirliği projelerinden ve özel sektör kökenli bürokratlardan iş ve proje yönetimini öğrenen bürokrasi ve siyasetçiler, öğrendiklerini yeni devlet yapısında uygulamaya çalışırken sermayenin temsilcileriyle işbirliği içinde olacağı anlaşılıyor. Kamu çalışanları önümüzdeki on yılda büyük oranda, iş hayatına devam edebilmek için özel sektörde de uygulanan performans ölçüm yöntemlerine, özlük haklarına, zorunlu özel sigortalara, sendikalaşma yasağına kadar giden ağır şartlara maruz kalacaktır. Yürütme bunun için tüm enstrümanlarını farklı zamanlama ve stratejilerle kullanmaktadır. Ölçme yöntemleri dünyada iyi bilinen, tanımı yapılmış alanlar için standartlar çerçevesinde belirlenecektir. Ancak bunların dışında kalan günlük hizmet üretiminin performansını ölçmek, siyasileşmiş kamu yöneticilerinin takdirine kalacaktır. Neoliberal reform programlarının idaresinde kamu yöneticilerine daha fazla yetki verilmesiyle kararlar üst kademe yöneticilerinde yoğunlaşmakta, karar alma süreci merkezileşmektedir. Uluslararası eğilimlerin işaret ettiği koordinasyon sorununa karşı yeni sistemde rekabet dilinin yerini işbirliği, koordinasyon ve ortaklık dilinin aldığı görülüyor. Bu sebeple yeni yönetim sisteminde çeşitli kamu kuruluşları, özel sektör işletmeleri ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği dâhilinde kamu politikalarının belirlenmesi işlevi ile doğrudan hizmet sunumu işlevi ve kurumları net bir şekilde ayrıştırılmaktadır. Elbette siyasetin ve siyasal karar alma süreçlerinin merkezileşmesi ve emekçi sınıfın siyasal karar alma mekanizmalarına demokratik katılımını kaldırma girişimleri yeni değil. Günümüzde gerçekleşen şey şirket-benzeri merkezi yönetim kurullarına odaklanılması ve böylelikle yeni kamu işletmeciliği bağlamında merkezi yönetimin teknokratik yönetim anlayışı bağlamında iktidarı tek elde yoğunlaştırmasıdır. Devlet ve sermayenin ittifakı ile biçimlenen yeni yönetim sistemi, gerek kamu hizmetlerinin metalaşması gerekse kamu emek gücü üzerinde artan denetim ve kontrol bakımından oldukça sert bir döneme girdiğimizin işaretidir.

Kısacası tipik bir şirket örgütlenmesi mantığıyla dizayn edilen otoriter devlet biçiminin değişen içsel mimarisinin, hâlihazırda hala oluş halindeki bu kurumsal gerçekliğin, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi, devlet-sermaye ve sermaye-emek ilişkilerinin yeniden yapılanması bağlamında kavramsallaştırılarak incelenmesi bu yazının sınırlarını aşan kapsamlı analizleri gerekli kılıyor.

 

DİPNOTLAR

[1] “Ben bu ülkenin anonim şirket gibi yönetilmesini istiyorum” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Balıkesir Ekonomi Ödülleri 2015 Töreni konuşmasından, bkz. https://www.cnnturk.com/video/turkiye/ben-bu-ulkenin-anonim-sirket-gibi-yonetilmesini-istiyorum ; yine 24 Haziran seçimleri öncesinde katıldığı bir canlı yayın programında da şöyle diyordu: “Devlet, anonim şirket gibi yönetilmelidir. Aksi takdirde bürokratın, teknokratın eline avucuna düşersin, ülkeyi de doğru yönetemezsin.”, 23 May 2018 tarihinde TRT Haber. “Bir teknokratlar kabinesi asla düşünmem. Çünkü biz bürokratik oligarşiden çok çektik. Benim bir lafım var biliyorsunuz. Devleti şirket gibi yönetmek. Bunu başarırsak netice alırız. Şu anda birçok dünya ülkesinde piyasadan gelen insanlar bir yerlere yerleşiyor. Bizim için de siyasi vizyon sahibi olacak, aynı şekilde bir şirket yönetiyor gibi yönetecek, sonuç odaklı bir kabine olacak” https://www.evrensel.net/haber/354395/erdogan-devleti-sirket-gibi-yonetirsek-netice-aliriz (Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, CNN Türk-Kanal D ortak yayınındaki konuşmasından)

[2] Erdoğan eski Başbakanlık Müsteşarı Fuat Oktay’ı yeni sistemde yardımcısı olarak görevlendirdi. Kamu ve özel sektörde kilit konumlarda görev alan Fuat Oktay halen Türk Hava Yolları Teknik A.Ş. yönetim kurulu üyeliği ve Türk Telekom A.Ş. yönetim kurulu başkan yardımcılığı görevlerini sürdürüyor.

[3] Erdoğan kabineye mevcut bakanlardan sadece dört ismi aldı. Kabinenin siyasi kanadını oluşturan Abdülhamid Gül Adalet, Mevlüt Çavuşoğlu Dışişleri, Süleyman Soylu İçişleri Bakanlığı koltuklarını korurken, parlamenter sistemin son Enerji Bakanı, Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak yeni sistemde Maliye ve Hazine Bakanlığı görevine getirildi. Birleştirilen Hazine ve Maliye’nin başına gelen Albayrak yeni dönemde ekonomi yönetiminin en kilit ismi oldu. Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlarından olan Mustafa Varank birleştirilen Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile Kalkınma Bakanlığı’nın başına geldi. Varank, Sanayi ve Teknoloji Bakanı olarak görev yapacak. Daha önce Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) üyeliği de yapan Fatih Dönmez, 2015’te Enerji Bakanlığı müsteşarı olmuştu. Berat Albayrak’la çalışan Dönmez, yeni kabinede Enerji Bakanlığı koltuğuna oturdu. Ekonomi yönetimine konut sektöründen de bir bakan geldi. Konut piyasasındaki daralmaya karşı kampanyalara öncülük eden Emlak Konut Genel Müdürü Murat Kurum, Çevre ve Şehircilik Bakanı; halen özel sektörde görev yapan Bekir Pakdemirli de Tarım ve Orman Bakanı oldu. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na ise Karayolları Genel Müdürlüğü yapan Cahit Turan getirildi. Turan son olarak kuzey Marmara otoyolu inşaatını üstlenen konsorsiyumun CEO’luğunu yapıyordu.

[4] Sermaye gruplarının siyasal temsilciliğini doğrudan yerine getirecek olan bu yeni profil doğrudan ya özel sektörde şirket yöneticisi ya da sahibi konumundadır. Turizm şirketi sahibi Turizm Bakanı, hastane zincirleri sahibi Sağlık Bakanı, özel okul sahibi ise Milli Eğitim Bakanı oldu, özel sektörde CEO’luk yapan Ruhsar Pekcan da Ticaret Bakanlığı görevine getirildi. Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı görevine getirilen Zehra Zümrüt Selçuk ise İslam İşbirliği Teşkilatı SESRIC’te görev yapan bir isim. https://bianet.org/bianet/siyaset/199041-ozel-sektorden-kabineye-atanan-bes-bakan

[5] Örneğin bkz. http://bigpara.hurriyet.com.tr/haberler/ekonomi-haberleri/is-dunyasi-yeni-kabine-icin-ne-dedi_ID1447495/ ; http://www.karar.com/adana/ozden-girisimci-bir-kabinemiz-var-908911

[6] Yeni devlet örgütlenmesi ve yönetiminde Cumhurbaşkanlığı Teşkilatının kurumsal içeriği ve işleyişine ilişkin en kapsamlı düzenlemeler 9 Temmuz 2018’de çıkartılan 703 sayılı KHK ile ve 10 Temmuz 2018’de çıkartılan 1 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesidir (CK).

[7] Cumhurbaşkanlığı Politika Kurulları Üyeliklerine Yapılan Atamalar Hakkında Karar (Karar Sayısı: 2018/196), 9 Ekim’de Resmi Gazete’de yayımlandı. 9 Kurula 76 isim atandı. Cumhurbaşkanlığı kurulları şunlardan oluşuyor: Yerel Yönetim Politikaları Kurulu, Sosyal Politikalar Kurulu, Sağlık ve Gıda Politikaları Kurulu, Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu, Hukuk Politikaları Kurulu, Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu, Ekonomi Politikaları Kurulu, Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu, Bilim Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu

[8] Örneğin, 11 kişilik Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu’nda Petrol Ofisi’nin eski CEO’su, Tekfen Holding Bağımsız Yönetim Kurulu üyesi, Halkbank Yönetim Kurulu üyesi ve bir İslami Finans uzmanı akademisyen yer alıyor. Bu isimlerin yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ekonomi Başdanışmanı Cemil Ertem, Hatice Karahan ve Yiğit Bulut da bulunuyor. Eski Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci kurulda görev alırken BDDK Başkanı Mehmet Ali Akben de Ekonomi Politikaları Kurulu’nun bir üyesi oldu.

Tam liste için bkz. https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/cumhurbaskanligi-politika-kurullari-uyeliklerine-getirilen-isimler/26

[9] Doğrudan cumhurbaşkanına bağlı sekiz başkanlıktan ikisi yeni örgütlenmiştir: Genelkurmay, MİT, MGK, Diyanet İşleri, Devlet Denetleme Kurulu, Savunma Sanayi (önceden müsteşarlıktı), İletişim (yeni) ve Strateji ve Bütçe Başkanlığı (yeni).

[10] Kabaca bir benzetme yapacak olursak dünyada en çok kullanılan şirket yönetici unvanlarına göre yeni şirket-devlet yönetiminin kritik görev dağılımını şöyle şematize edebiliriz. Şirketlerde yönetim kurulu vardır ve yönetim kurulunun başında başkan bulunur. Son tahlilde yönetim kurulu ve başkanın dediği olur. En tepede Cumhurbaşkanı (Başkan/Yönetim Kurulu Başkanı); başkanın altında Cumhurbaşkanı Yardımcısı (İcra kurulu başkanı-CEO); onların da altında İçişleri Bakanı (Operasyonlardan sorumlu başkan-COO); Maliye ve Hazine Bakanı (Finans grubu başkanı/mali işler başkanı-CFO) + Finans Ofisi + Ekonomi Politikaları Kurulu; Adalet Bakanı (Hukuk grubu başkanı-CLO) + Hukuk Politikaları Kurulu; Sanayi ve Teknoloji Bakanı (Teknolojiden sorumlu başkan-CTO) + Yatırım Ofisi + Bilim Teknoloji ve Yenilik Politikaları Kurulu.

[11] 26 Ağustos 2016 tarihli 29813 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Türkiye Varlık Fonu Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanuna göre kurulan Şirket ve Türkiye Varlık Fonu ile Şirket tarafından kurulacak olan şirketler ve alt fonların muafiyet ve istisnalarından bazıları şunlardır: Gelirler ve kurumlar vergisi; elektrik ve havagazı tüketim vergisi ve yangın sigortası vergisi hariç olmak üzere Belediye Gelirleri Kanunu gereğince alınan vergi, harç, katılma payı ile tasdik ücretleri; sahip olduğu taşınmazlar dolayısıyla emlak vergisi; satın alınan ve satılan taşınmazlar ile ilgili olarak tapu ve kadastro döner sermaye bedelleri, her türlü harç, banka ve sigorta muameleleri vergisi. Bunların yanı sıra Şirket tarafından kurulacak varlık kiralama şirketleri de varlık kiralama şirketlerine tanınan tüm hak, istisna, indirim ve muafiyetlerden yararlanacaktır.

[12] Ziraat Bankası, TPAO, BOTAŞ, PTT, Türksat, Borsa İstanbul gibi kamuya ait şirketlerin tamamına sahip olan Fonun THY, Halkbank, Türk Telekom, TCDD İzmir Limanı, Türkiye Denizcilik İşletmeleri, Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü, Kayseri Şeker Fabrikası gibi şirketlerde de hisseleri bulunuyor.

[13] OHAL döneminde çıkarılan KHK’ler ile FETÖ ile ilişkili oldukları gerekçesiyle el konularak kayyım atanan şirketlerin ve bu şirketlerin varlıklarının satışı konusunda yetkili kılınan TMSF’nin elinde hâlihazırda Boydak Holding, Kaynak Holding, Koza İpek Holding, Dumankaya ve Fi Yapı’nın da olduğu 15 büyük grup bulunuyor. Bkz. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1030963/Dev_sirketler_Erdogan_a_baglandi.html

[14] Bkz. 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (Ek madde 2).

 

KAYNAKÇA

Baltodano, Andres Perez (1997) “The Study of Public Administration in Times of Global Interpenetration: A Historical Rationale for a Theoretical Model”, Journal of Public Administration Research and Theory, 7 (4), 615-638.

Ercan, Fuat (2009) “Sermayeyi Haritalandırmaya Yönelik Kavramsal Düzenekler”, Praksis, Sayı 19, 9-53.

Ercan, Fuat (2018) “Şehir Hastaneleri Üzerinden Ezberleri Bozmak”, Şehir Hastaneleri Çalıştayı,  SES Yayınları, Ankara.

Fedai, Recep (2015) “Kamunun Yönetiminde Artan Merkez Etkisi”, AKP Nasıl Yönetti? (2002-2015), Der. Barış Övgün, Nika Yayınevi, Ankara, 163-203.

Gaulejac, Vincent de (2013) İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum, Çev. Özge Erbek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Harney, Stefano (2006) “Governance, State, and Living Labour”, Cultural Logic, 9, Retrieved June 13, 2013.

Karahanoğulları, Onur (2002) Kamu Hizmeti- Kavram ve Hukuksal Rejim, Turhan Kitabevi, Ankara.

Nickel, Patricia Mooney (2008), “On the Convenience of ‘Postmodern’ Public Administration ‘and’ the State for the Continuation of Modern Public Administration as a Legitimized State”, Administrative Theory & Praxis, 30 (3), 344-348.

Oğuz, Şebnem (2016) “Yeni Türkiye’nin Siyasal Rejimi”, “Yeni” Türkiye? Kapitalizm, Devlet, Sınıflar, Der. Tolga Tören – Melahat Kutun, SAV, İstanbul, 81-126.

Ollman, Bertel (2006) Diyalektiğin Dansı- Marx’ın Yönteminde Adımlar, Çev. Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap, İstanbul.