15 Temmuz darbe girişimi yaygın bir şekilde demokrasiye, hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne ve “milli irade”ye karşı gerçekleştirilmiş bir saldırı olarak değerlendiriliyor ve bu girişimin tanklara, helikopterlere ve uçaklara göğsünü siper eden “halk” tarafından önlendiği iddia ediliyor.
Bu iddiaları ancak demokrasiyi ve hukuk devletini AKP ile bir ve aynı şey olarak görürsek makul bulabiliriz. Oysa AKP bir süredir gittikçe sertleşen otoriter bir rejimin inşası yolunda demokrasinin olmazsa olmaz koşullarının hemen hepsini çiğnemekte, en temel insan hak ve özgürlüklerini ihlal etmekte ve hatta yok saymaktadır. Hukuk devleti anlayışını ve hukukun üstünlüğü ilkesini ilga eden bizzat AKP iktidarıdır ve egemenliğinin kaynağı olarak gösterdiği “millet” de çeşitli kitle teknolojileri ile çerçevelendirilmiş, din ve milliyet (Sünni-Türk) temelli homojen bir niteliğe haizdir. 16 Temmuz ile 10 Ağustos 2016 tarihleri arasında “demokrasi nöbeti” adı altında meydanlara çıkan, 7 Ağustos 2016’da Yenikapı “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”nde bir araya gelen kitleler içerisinde dolaşımda olan imge, simge ve semboller; kitlenin liderle kurduğu ilişki üzerinden varlık kazanması bu homojenliğin bizatihi ispatı niteliğindedir. Ayrıca homojenliği sürdürmeye yönelik arzunun kitle tarafından nasıl taşındığını ve sahiplenildiğini de göstermektedir.
Kuşkusuz meydanlardaki kitle oluşumunda AKP’nin iktidar olmanın çeşitli olanaklarından yararlanmasının etken olduğu söylenebilir: Ücretsiz taşıma, meydanlarda yiyecek-içecek dağıtımı, taşeron personelin, emekçilerin imza karşılığı veya görevli olarak (iş tehdidi ile) alana “zor” ile getirilmesi gibi. Fakat kitleye sadece çıkarlarının peşinde bir “çokluk” olarak bakmak, rıza üretimi için kullanılan teknolojileri ve üretilen rızanın dayandığı temelleri görmeyi imkansızlaştıracak, kitleyi bir araya getiren etkenlerin gözden kaçırılmasına yol açacaktır. Bu mekanizmaları anlamak, özgürleştirici kitle pratiklerini gerçekleştirebilmek açısından da son derece önem taşımaktadır. Kaldı ki salt ekonomik çıkar temelli açıklamalar, insanların ölümü neden bu denli arzuladıklarını açıklamakta da yetersiz kalacaktır. Bununla birlikte ölüme koşan “halkın” darbe girişimini önlediği iddiası gerçekçi görünmemektedir. Öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yapılmış bir girişim olmaması veya emir-komuta zincirinin bir aşamada kopmuş olması, Emniyet Teşkilatının dahli, uluslararası bir takım anlaşma ve pazarlıkların etkili olması – halen açık ve seçik kanıtlar olmamakla birlikte – girişimin başarısız olmasında en önemli etkenler olarak görünmektedir ve bu açıklamalar akla daha uygundur. Kullanılan silahlar ve teçhizat ile “halk”ın elindeki olanakların asimetrisi düşünüldüğünde halkın darbeyi önlediği iddiasının AKP iktidarı tarafından manipüle edildiği söylenebilir.
Egemen olmak ve iktidarı elde tutmak/ele geçirmek için islamcı iki “güç” arasındaki mücadele olarak görülebilecek darbe girişimi karşısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sokaklara çağırdığı kitleyi kendisi ile “darbeciler” arasında bir tür tampon/canlı kalkan işlevi görmek ve kendi iktidarını korumak üzere araçsallaştırdığı, kitle anlayışının da bu araçsallaştırmada etkili olduğunu savunan bu makalede AKP’nin kitle anlayışını ortaya koyabilmek için kitle kuramlarında kitleye ilişkin iki temel görüşe (Le Bon ve Canetti’de cisimleşen iki farklı anlayışa) başvurulacaktır. Bununla birlikte kitlenin seferber edilmesinde “ölüm”ün ele alınış biçiminin de son derece önemli olduğu düşüncesiyle AKP’nin kitleler dolayımıyla ölümle kurduğu ilişki tartışılacaktır. Son olarak kitlede özgürleşme ve eşitlik imkânı gören Canetti’nin lidersiz kitle tahayyülünün eşit, özgür, adil bir yaşamı kurmak için taşıdığı potansiyele değinilecektir. Bu tartışmanın, AKP’nin kendisini “milli irade”nin cisimleşmiş, tecelli etmiş hali biçiminde kurarak otoriter, baskıcı uygulamalarını “demokrasi” adı altında meşrulaştırma girişimleri ile tamamen içeriksizleştirilen demokrasi kavramına ilişkin tartışmalara da dolaylı yoldan katkı sağlaması umulmaktadır.
Tartışmaya başlamadan önce son bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Darbe girişiminin ardından sokaklara çıkan, kitle içerisinde yer alan kişilere yönelik bazı çalışmalar[1] kitlenin ne ölçüde çerçevelendiğini, homojenliğini, bu kişilerin hangi amaç ve etkilerle kitleye katıldığını bir ölçüde açıklamıştır. Fakat bu açıklamalar daha ziyade olguların betimlenmesi ile sınırlı tutulmuştur ve kitlenin oluşumundaki psikolojik, psikanalitik etkenleri irdelemek amacı taşımamaktadır. Bu etkenlerin tartışılması ancak ayrı bir yazı konusu olabileceğinden bu yazının da kapsamına alınmamıştır. Kitle kuramları içerisinde zaman zaman değinilmekle sınırlı kalınacaktır.
Kitle Korkusu Çağı: Lidersiz Olmaz
19. yüzyıl birçok düşünür tarafından kitleler çağı olarak nitelendirilmiştir. Çokluk veya kalabalık her zaman siyaset etmede önemli bir kategori olarak dikkate alınmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesinin, sanayi devriminin, kentleşmenin yol açtığı büyük insan seferberliklerinin yanı sıra özellikle Fransız Devrimi ile birlikte geniş halk yığınlarının belirleyiciliği ve yıkıcılığının ortaya çıkmasıyla kitleler ayrı bir önem kazanmıştır. Dolayısıyla egemenliğin sağlanması ve istikrarlı bir şekilde sürdürülebilmesi adına kitlelerin yönetilir olması, denetim ve kontrol altında tutulması önemli bir uğraş alanı olmuştur[2]. Kitlelerin yıkıcı gücünün bilinci ve buna karşı bu gücü sınırlama ve denetim altında tutma ihtiyacının karşısında ise yaratıcı yıkıcılığa olan güvenin ve kitlenin özgürleşme için açtığı imkânların temel ayrımı teşkil ettiği söylenebilir. Bu ayrım aynı zamanda muhafazakâr-sağ ideolojilerle sol ideolojilerin kitleye bakışı arasında temel bir farklılaşmaya da tekabül etmektedir.
Le Bon’un, kendisinden önce de kitlelerin yıkıcılığını, bireyin kitle içinde akıl yitimine uğradığını, uygarlıktan çıkarak arkaik dönemlere doğru gerilediğini ele alan düşünürler olmasına rağmen, onların görüşlerini referans göstermeksizin alıntılayarak da olsa derli toplu bir kuram oluşturan ilk kişi olduğu söylenebilir. Bu bağlamda Le Bon’un görüşlerinin söz konusu temel ayrımın ilk kısmına düştüğü belirtilmelidir. Fietkau’nun Le Bon’u “kitle korkusu kuramcısı” olarak nitelemesi de oldukça isabetlidir (Fietkau’dan aktaran Çelebi, 2014: 34).
Kitleler Psikolojisi’nde Le Bon kalabalıkların gücünün yalnızca yıkıcı bir niteliği olduğunu belirtir. Ona göre istikrarlı olacak tek şey, bütün medeniyetlerin harabeleri üzerinde muzaffer edayla duran kalabalıkların yıkıcı karakteridir. Bu tespitle birlikte Le Bon kitlelerin gittikçe artan bir egemenlik işlevine haiz bulunduğunu ve hâkimiyetinin kaçınılmaz olduğunu da teslim eder. Bu noktada asıl mevzu bu yıkıcı gücün nasıl kontrol altına alınabileceği sorunudur. Yanıtı ise kitlelerin psikolojisini iyi bilen yöneticilerdir. Kitleleri ancak “ruhlarına işleyen edilen tesirler cezbedebilir” (Le Bon, 2009: 11). Bu yanıt belki kitlenin tam anlamıyla kontrol altına alınıp yönetilmesini sağlamayacaktır ama kitleler tarafından yönetilmeyi engelleyecektir. Görüldüğü üzere kitle oluşumu ve kitlenin gücünün sınırlandırılması için “lider” kurucu unsurdur. Kitle, kaçınılmaz olarak liderle birlikte anılır, varlığını lidere borçludur. Lider, kitlenin duygulanımlarını çok iyi bilen, onlara “seslenme” tekniklerine hâkim, duy(g)uları harekete geçirebilen bir donanıma sahip olmalıdır. Le Bon bu noktada prestij kavramını devreye sokar.
“Gerçekte, nüfuz [prestij] bir şahsın, bir eserin yahut bir inancın ruhumuz üzerine yaptığı bir çeşit afsunlamadır. Bu afsunlama bizim bütün eleştiri kabiliyetimizi felce uğratır ve ruhumuzu hayret ve saygı duygularıyla doldurur. O zaman meydana gelen hisler, bütün hisler gibi açıklaması olanaksız bir hal alırlar. Bu hisler manyetize [hipnotize] edilen bir şahsın etkisi altına girdiği zaman telkinin verdiği duygu çeşidindendir. Nüfuz [prestij], her hakimiyetin en kuvvetli zembereği, en kudretli aracıdır. İlahlar, krallar, kadınlar onsuz hiçbir zaman hükmedemezler”[3] (Le Bon, 2009: 107-8).
Kitle halini bir çeşit hipnoz hali olarak gören Le Bon’a göre, birey tek başına iken sahip olduğu özelliklerin tamamen zıddı bir karaktere bürünür kitle içinde. Telkine açık hale gelir; eleştirel düşünce ve akıl tamamen ortadan kalkar (bir tür akıl yitimi); kitle içindeki birey liderin bütün emirlerine uyan, tam itaat gösteren robotlaşmış bir “şey”e dönüşür. Ancak aşırı duygulanımlarla, heyecanlarla, esrime halinde harekete geçen kitleyi yönlendirmek isteyen lider, bunun için kitleye büyük bir iddia sunmalı (büyük yalan söylemeli), bu iddiayı sürekli tekrar etmeli, bu tekrarlar sırasında ateşli ifadelere başvurmalıdır[4]. Lider eğer kitleyi bir iddiaya inandırmak istiyorsa öncelikle kendisi bir inanca kuvvetle bağlı olmalıdır. Kitle içerisindeki “düşünceler” sirayet etme, bulaşma yoluyla yayılır. Eleştirel düşüncenin ve aklın devre dışı kaldığı kitlelerin “büyülenmesi” için ise imgeler büyük önem kazanır. Kitlenin bilinçaltına ve bilinçdışına yönelik imgelerin dolaşıma sokulması, liderin söyleminin de bu yönde hazırlanması gerekir.
“Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Hoşlarına gitmeyen açık gerçekler karşısında, sahte olan eğer kendilerini cezbederse, sahte olanı ilahlaştırarak açık gerçeklere yüz çevirmeyi daha uygun bulurlar. Kitleleri hayallere çekmeyi başaranlar onlara hâkim olurlar” (Le Bon, 2009: 91).
İmge yaratımı ve yaratılan imgelere gerçeklik kazandırma, duyuların kitleselleştirilmesi ve teknik/teknoloji dolayımıyla kitleleri yönlendirme yeteneği açısından oldukça kilit bir noktada durmaktadır.[5] Algı ve kavramayı toplumsallaştırabildiği ve kendi arzularını kitlelere kabul ettirebildiği ölçüde “lider” kendini sürekli yeniden kurabilmekte, prestijini devam ettirebilmek için gerekli olan başarıyı sürekli yeniden üretebilmektedir. Aytaç’a göre “prestij, bir bakıma, kitlelerin iktidara duyduğu saygının psikolojik terimlerle ifade edilmesidir ve bu potansiyelin sürekliliği, liderin sürekli güçlü olmasını gerekli kılmaktadır” (Aytaç, 2011: 144).
Le Bon’un kitlelere ilişkin düşünceleri bireyin tutum ve davranışlarını yönlendiren akıl dışında bir temel olduğu varsayımına dayanır ve bilinçdışının, bilinçaltının harekete geçirilmesinin önemini ortaya koyması bakımından dikkate alınması son derece önemlidir[6]. Onun kitle ile lider arasında güce saygı, itaat, telkin üzerinden kurduğu ilişkiyi Freud sevgi bağı üzerinden kurar. Le Bon ve Freud arasındaki en temel farklardan biri birey-kitle ilişkisine yaklaşımlarıdır. Le Bon’da birey-kitle tamamen zıt ve çelişik özellikler gösteren bir niteliğe sahipken Freud bireyi diğer bireylerle ilişkisi içinde toplumsal konumuyla ele alır. Ona göre böyle bir karşıtlık söz konusu değildir; hatta kitleyi anlamak için bireyi incelemek gerekir. Yine de bireyin kitle içerisinde farklı davranışlar geliştirebileceğini reddetmez.
Freud’a göre Le Bon düşüncesinde telkin birçok şeyi açıklamak için kullanılmış ama telkinin kendisi açıklanmadan kalmıştır. Dolayısıyla telkini sağlayan etkile(n)me koşullarını anlayabilmek açısından Freud telkin yerine libido kavramını önerir. Kitle ruhunun özünü oluşturan duygusal bağlanımlardır. Buna göre tek tek bireyler liderle ve lider dolayımıyla da birbirileriyle libidinal bağlar geliştirirler. Bireyin kendisini kitlenin bir parçası olarak kurmasını ve gönüllü olarak kendisini açmasını sağlayan şey bu bağdır. Tek tek bireyler ile lider arasında bir ortaklığın kurulmasında işleyen mekanizma özdeşleşmedir[7]. Birey kendi ego idealini terk ederek onun yerine liderle cisimleşen grup idealini koyar. Freud bu bağlamda kitleyi “bir ve aynı nesneyi ego ülkülerinin [idealinin[8]] yerine geçirmiş ve bunun sonucunda kendilerini birbirlerinin egolarıyla birbirleriyle özdeşleştirmiş bireyler topluluğu” olarak tanımlar (Freud, 2004: 134). Bu ilişkide cinsel arzu ve tatminin söz konusu edilmemesi beklenir. Ego ideali olarak seçilen sevgi nesnesine bir tür yücelik atfedilir; o her tür eleştiriden muaftır, varılması istenilen hedefleri temsil ettiğinden dolayı ona ulaşmak için her şey yapılabilir hale gelir.
Buraya kadar aktarılanlar şu açılardan önemlidir. Gerek Le Bon’da gerekse de Freud’da lider, kitlenin içerisinde değil dışarısında yer alır. Bunu liderin bir tür kurucu ilke rolü oynadığı, kutsallaştırıldığı, aşkınlaştırıldığı şeklinde açıklamak da mümkündür. Her ne kadar kitle lider karşısında kendi içinde eşit gibi görünse de liderle kitle arasında hiyerarşik bir ilişki söz konusudur. Kitlenin oluşumdaki etken liderin sahip olduğu güce korkuyla karışık bir saygı duymak da onunla sevgi bağı kurmak da olsa ilişkinin tam bir itaat ilişkisi olduğu vurgulanmalıdır. Dolayısıyla da liderin her “sözü” kitle için bir emirdir, sorgulanamaz.
Kitleyi kuran ilkenin lider olması, kitlenin kontrol altında tutulması, yönlendirilebilmesi ve hatta dağıtılması için bir liderin varlığının da zorunlu görülmesi anlamına gelir. Bu ilke de aslında iktidar aklının kitlelere yaklaşımını yansıtır. İktidarın kendisini tehdit eden kitleleri (bunları Canetti’nin karşıtına dönme kitleleri olarak tarif edebiliriz[9]) bertaraf etmenin çaresini o kitlelerin liderini yok etmek ya da kapatmak olarak görmesi de bu anlayışın bir uzantısıdır. Tersinden liderin egemenlik hakkını elde etmesi ve kullanması için bir kitleye hükmetmesi de gereklidir ve dolayısıyla kitle egemenliğin aracı olarak görülür. Çoğunlukla kitlelerin yönetilmeyi arzuladığı söylenir; fakat bu, başka bir açıdan kitleleri yönetme arzusunun yansıtılmasıdır. Kitleyi aslında kendi iradesinden ve düşünme yeteneğinden yoksun olarak tanımlayıp (aynı zamanda yoksun olmasını arzulayan) nesneleştiren, küçük gören bir anlayış hâkimdir. Fakat zaman zaman liderin egemenliğinin pekiştirilmesi, yeniden üretimi ya da liderin varlığına yönelen tehditleri bertaraf etmek adına kitleleri harekete geçirebilmek, coşkuyla doldurup istediği gibi yönlendirebilmek için kitlenin egemenliğin yegâne kaynağı olduğuna, hükmettiğine, başarılı ve hatta muktedir olduğuna inandırılması gerekir. Eleştirel düşüncenin, aklın devre dışı bırakıldığı, daha ziyade anti-rasyonalist temelde işleyen bu anlayışın milliyetçilikle eklemlenmesi her an şan, şeref, vatan, din uğruna mobilize edilebilecek bir kitlenin varlığını güçlendirir.
Homojen bir millet tahayyülüne dayalı, sınırlarla çevrilmiş bir toprak parçası üzerinde kurulan süreklilik mantığıyla temellenen ulus-devlette şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran devletin egemenliği ile halkın egemenliği arasında bir çelişki olduğunu gören Carl Schmitt, egemenlik edimini düşmanın belirlenmesi olarak tarifler. Düşmanın belirlenmesi “biz”i ya da başka bir şekilde ifade etmek gerekirse kitleyi kurar. Susan Buck-Morss’a göre “düşmanı tanımlamak, kolektifi ortaya çıkaran edimdir” (2004: 23). Düşman belirlenmeden, egemenlik kurulmadan kolektif de oluşmaz. Bu durumda ise egemenliği kuran halk değil, “halk”ı kuran egemenliktir.
“Modern egemenliğin münhasıran ulus-devletlere tanındığı modelde, ulus ve devlet imgesel alan içinde bir ve aynı şey olarak görülürler. Yurttaşların hayatı üzerinde egemenlik iddiası olan ve yurttaşlardan oluşan ordu bu farazi özdeşliğe tanıklık eder” (Buck-Morss, 2004: 40-1). Yurttaşlardan oluşan “ordu” ise düşmanın tanımına bağlı olarak görece istikrarlı fakat zaman zaman genişleyebilen ya da daralan bir esnekliğe sahiptir. Bunda da iki farklı düşman imgesi rol oynar. Normal düşman, “içimizdeki hainler” olarak nitelenebilecekken, mutlak düşman kolektif kimliğin kurulması, varlığını sürdürmesi için dışarıda tutulan, mutlak/uzlaşılmaz düşmandır[10]. Le Bon ve Freud’un etkileyici bir biçimde bilinçdışının önemini ortaya koyması bu noktada kritiktir. Buck-Morss’un deyişiyle “kolektif bilinçdışının derinlerine yerleşmiş imgelerden” yola çıkarak düşmanı görselleştirmek, mekansallaştırmak mümkündür ve egemenler arası savaş da bu imgeler olmadan halklara yayılamaz; kitleler arasındaki bir savaşa tahvil edilemez.
Yurttaş-devlet özdeşliği, bu özdeşliğin tanıklığı olarak ordu, sivil toplum – devlet arasındaki mesafenin orduda ortadan kaybolmuş gibi görünmesi, ordunun bir şekilde hep siyasetin aktörü olarak işlemesinin nedenlerinden biri olarak ele alınabilir. Darbe girişimi üzerinden gelişen egemenlik savaşını böyle okumak da mümkündür.
Bütün bu laf kalabalığına neden gerek duyulduğuna gelince…
Ebabiller Demir Kuşlara Karşı
Düşmanı belirleme edimi ile kimlerin halk/yurttaş sayılacağına bir süredir Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’da cisimleşmiş olan AKP iktidarı karar veriyor. Fethullah Gülen Cemaati uzun bir süre sınırın “yurttaş” tarafında iken 17-25 Aralık sürecinde iyice görünür olan çatışmanın ardından (normal) düşman olarak belirlendi[11]. Egemenin gücünü görselleştirmek ve mekansallaştırmak üzere sınırları düşman üzerinden belirlenen kitle/halk bizzat liderin çağrısıyla meydanlarda toplandı. “Bir ideolojinin mesihçi çağrısı ile milliyetçi coşku arasındaki olağanüstü sentezi”[12] kullanan Erdoğan, bu yolla egemenliğini duyularla sürekli algılanabilir bir hale getirmek için kitle gösterileri düzenledi. Bu çabanın başka bir etkisi de kuşkusuz normal düşman olarak yeniden kurulan Gülen Cemaati’yle işbirliğini, cemaati devletin en kılcal damarlarına kadar yerleştiren eylemleri gerçekleştirenlerin bizzat AKP olduğunu unutturmaktır. AKP kendilerini bir dönem iç içe geçtikleri Cemaatten ayırmak için darbe girişimi sırasında olan biten bütün şiddeti ve halen süregiden şiddet tehdidinin sorumluluğunu cemaate yüklemiştir. Bunun yanı sıra Cemaat’in, Kürt illerinde gerçekleşen katliamların, ülkede yaşanan yolsuzlukların, kamu kurumlarına giriş sınavlarına ilişkin hırsızlıkların, düşen uçakların, faili meçhullerin vb. sorumlusu ilan edilmesiyle AKP kendini sorumsuz kılmış, başka bir deyişle kendini ak-lamaya çalışmıştır. “Fethullahçı Terör Örgütü” belli amaçlarla Türkiye’nin (Cumhurbaşkanının) üzerine salınan bir proje olarak sunulmuş, böylece cihan devleti söylemi yeniden dolaşıma sokulmuştur. AKP’nin, Türkiye’nin gittikçe otoriterleşen, mezhepçi, faşist bir yapıya sürüklenmesinde “suç ortağı” olan Cemaat üzerinden egemenliğini üzerinde yeniden tesisi edeceği ve kendisine meşruiyet sağlayacak “millet”ini yeniden kurma çabası ise sokağa çağrılan kitle sayesinde kelimenin tam anlamıyla gözle görülür hale gelmiştir.
Darbe girişiminin yaşandığı gece tankların, uçakların, helikopterlerin saçtığı “ölüm” karşısında kendi deyişleriyle duraksamaksızın sokaklara çıkan bir kitle mevcuttur. Girişimin başarısız olmaya mahkûm olduğu anlaşıldıktan sonra meydanları dolduran kitle ile bu kitle arasında bir ayrım yapmak zorunlu görünmektedir. Bu noktada Elias Canetti’nin hâkim duygularına göre yaptığı kitle sınıflandırılmasına başvurulması yerinde olacaktır.
Darbe girişiminin ilk saatlerinde, bu girişimi önlemek adına “çağrılanların” mütecaviz kitle olarak değerlendirilmesi mümkündür. Burada “çağrılan” tabirinin tercih edilmesinin iki nedeni vardır. İlki varlığını lidere/Erdoğan’a borçlu görerek görev bilen ve lideri uğruna ilahi bir çağrıya kulak vererek sokağa çıkanları anlatması açısından kullanılmasıdır. İkincisi ise televizyonlar aracılığıyla bizzat Erdoğan’ın verdiği emirdir. Bu noktada bir parantez açarak “emir”e, yine Canetti’nin emir ve ölüm arasında kurduğu ilişkiye ve kitlenin ölümü arzulamasındaki estetikleştirme sürecine değinmek gerekiyor. Bu aynı zamanda yazıda amaçlanan “kitle dolayımıyla ölümle kurulan ilişkinin” serimlenmesi açısından da önem taşıyor.
Ölümü Alt Etmenin İki Yolu: İtaat ve Ölmek
Canetti’ye göre emir, nihai ve kategorik olduğu için hiç sorgulanmamıştır, adeta doğası gereği emirdir; fakat Canetti emir’in birbirinden farklı güçteki iki hayvan arasındaki ilişkisellikten doğduğunu belirtir. Daha güçlü olanın diğerini avlama, yeme niyetini belli etmesi ile güçsüz olanı kaçmaya sevk etmesi söz konusudur. Aksi takdirde zayıf olanın varlığı sona erecektir. Dolayısıyla emir ve ona itaat bir tür ölüm-kalım meselesidir. En eski emir idam emridir ve “bütün emirlerin altında ölüm cezasının acımasızlığı parıldar. İnsanlar arasında emirler o kadar sistemleşmiştir ki, ölümden normal olarak kaçınılır ama ölüm tehdidi ve korkusu bütün emirlerin içinde her zaman vardır […]” (Canetti, 2010: 306). Emir’e itaat edilmeyen her aşamada daha üst bir yaptırım ve ceza uygulanır ve uygulanabilecek en yüksek, son ceza ölümdür. Bundan dolayı Canetti, her emir’in ölümden pay aldığını söyler. Savaşacak, emir’e karşı gelecek güç olmadığından emir’in gerektiği eylemi gerçekleştirmek ise itaat edende bir sızı bırakır. Bu asla ortadan kalkmayacak bir sızıdır. Sızının üstesinden gelmek veya onu bir şekilde bastırmak değil, sızıyı yaratacak emir’i bertaraf etmek özgürleşmeyi sağlayabilir[13].
Görüldüğü gibi emir verenle (idam cezasını ilan edenle) emir’in kendisine ilan edildiği taraf arasında eşitsiz bir ilişki söz konusudur. Lider ile kitle arasında kurulan ilişkide eşitsizlik ve liderin emirlerini sorgusuz, tartışmasız doğru kabul ederek uygulayanlar açısından ölüm, itaatsizliğin sonucudur. Hayatta kalma isteği tek başına kitlenin neden itaat ettiğini açıklamasa da liderin, kitlesiyle ölüm dolayımıyla kurduğu ilişkiye ışık tutabilir.
“Lider hayatta kalmak ister, çünkü her hayatta kalma onu daha kuvvetli kılar. Düşmanları varsa, bu daha da iyidir; onların karşısında hayatta kalır. Düşmanları yoksa kendi insanları vardır. Her olayda ister peş peşe ister birlikte ikisini birden kullanır. Düşmanları açıkça kullanabilir; düşmanlarının olmasının nedeni de budur. Kendi insanlarının gizlice kullanılması gerekir” (Canetti, 2010: 243).
Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse lider yaşasın diye kitle ölür ve liderler daha uzun yaşayabilmek için kitlelerini ölüme yollarlar. 15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi karşısındaki çağrıyı bu şekilde okumak da mümkündür.
Ölümün ele alınması gereken diğer bir boyutu da kitlenin ölümü arzulamasıdır. Ölümden kaçmak için emir’e itaat ile kitlenin ölümü arzulaması arasında bir çelişki var gibi görünür. Fakat emrin sorgulanamaz, tartışılamaz karakteri, kitlenin kendisinden daha güçlü olan yahut sevgi bağıyla bağlandığı ve varlığını kendisine borçlu olduğu lider uğruna her türlü fedakârlığı yapmaya hazır oluşu bu çelişik durumu bir anlamda ortadan kaldırır. Fiili varlığın ortadan kalkması ölmek anlamına gelmez; tam tersine ölümsüz olmayı, sonsuzca “var olmayı” getirir ve bu haliyle gelenekleri, ataların (ölülerin) kurduğu düzeni devam ettirmekle yükümlü yaşayanlar üzerinde bir çeşit otorite kazanmış olur; ölüm ve ölüler kutsanır, kahramanlara dönüştürülürler. Bu dönüşümün yaşayanların ölümü arzulamalarında önemli bir etkisi vardır: ölümsüzlük vaadi.
“Müthiş Ölmek”: Yaşasın Ölüm!
Friedlander’in “Faşizmi anlamak için ölüm meselesi üzerinden düşünmek gerekir” tespitini temel alan Neocleous, ölümün faşist ideolojide kilit önemdeki temalardan biri olduğunu ileri sürer (2015: 149). Ölümün canla başla kucaklanmasında, “ölülerin asla gerçek ölü olmadıkları varsayımı ve bu itibarla, ölülerin tekrar savaşa döndürülebilecekleri inancı” etkilidir (Neocleous, 2015: 166). “Viva la muerte!” (Yaşasın Ölüm!) sloganı da anlamını burada bulur. Bu slogan, düşmanın yok edilmesinden ziyade “kendi” ölümünün arzulanmasını anlatır. Göbbels’in bir konuşması da bu tespiti destekler niteliktedir: “Biz Almanlar belki yaşamak hakkında çok şey bilmiyoruz ama sıra ölüme gelince; işte onu müthiş beceririz! Bu genç adam[14] nasıl ölüneceğini biliyordu ve bunu müthiş becerdi” (Aktaran Neocleous, 2015: 165).
Bütün şaşaalı cenaze törenleri, bu törenlerde yapılan konuşmalar[15], kahramanlaştırmalar, ölenlerin isimlerinin çeşitli mekânlara verilmesi gibi yöntemlerle ölüm estetize edilir[16] ve arzulanır bir şey haline getirilir. “Şehitlik” mertebesi bu bakımdan önemli bir işlev görür. Ölümsüzlüğe ve dirilişe olan inanç ise feda fikrini oldukça kolaylaştırır. Ölüm, ulusun şanlı dirilişinde önemli bir adımdır; ölümü arzulamak ölümsüzlüğü yakalamanın bir aracıdır: “Düştükse daha güzel ayağa kalkmak için./Vurulduksa daha güzel dirilmek için./Her şey senin için güzel memleketim…” (Özdemir, 201:89).
Şehitliklerin mezarlıklardan ayrı olması biraz da bu mantığa dayanır: Zamanı geldiğinde kalıp savaşacak ölümsüzler ordusu. Yine benzer bir mantıkla “düşman”ın mezarları da bu yüzden tahrip edilir. 15 Temmuz darbe girişimine karşı Erdoğan için kendisini feda eden herkes şehit ilan edilirken, girişimde yer alan ve ölenler hain ilan edilmiştir. İstanbul’da bir hayvan barınağının oldukça yakınında oluşturulan “Hainler Mezarlığı[17]”nın konumu, isimsiz ve tarihsiz bir şekilde hiçbir ritüel yerine getirilmeden defin işlemi yapılması gibi durumlar mezar tahribatlarının dayandığı temel mantıktan hareketle oluşturulmuş gibidir. Şehitlerden oluşan ölüler ordusunu tehdit edebilecek başka hiçbir ölü ordusuna izin verilmez.
Ulusun şanlı dirilişi için ölümsüzleşmek olarak özetlenebilecek bu anlayışın en tipik sloganı “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”dir; en tipik anlatımını da darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra yazılmış olan “Tankları Durduran Ebabiller: 15 Temmuz Demokrasi Mücadelesinin Ölümsüz Kahramanları” kitabında bulur.
Kitabın kapağı ve kapağında yer alan bir ayet ise bütün bu anlatılanların yalın bir ifadesi gibidir: “ve onların üzerine ebabil kuşlarını gönderdi”. Açıkça bir propaganda metni olan bu yayın, fillerin saldırısına karşı ebabil kuşlarını yollayan Rab ile darbe girişimine kalkışanlara karşı “savaşmak” üzere sokağa Erdoğan’ın emriyle çıkan kitle arasında bir özdeşlik kurmaktadır. Çok uzun bir süredir sosyal medya üzerinden Erdoğan’ın aşkın, kutsal bir kişilik olarak kurulması için yürütülen propaganda burada en üst noktasına ulaşmış, Erdoğan tanrısallaştırılmıştır. Ebabilleri demir kuşların üzerine yollayan Erdoğan’dır, tanrının yeryüzündeki suretidir; tanrı ondan üstün tek güçtür ve onun sesiyle konuşur. Her şehirde, her mahallede camilerden okunan salalar da Ebabilleri çağıran Erdoğan’ın sesi olmuştur. Bu sesi duyanların yaşadığı rahatlama ve bu aşkın, yüce varlığın verdiği güç ile kitle içindeki bireyler “birer ebabil olmuş, toplara, tüfeklere, tanklara, jetlere kafa tutmuşlardır” (Özdemir, 2016: 11).
Erdoğan’ın söylemlerine paralel olarak metin boyunca demokrasinin, milli iradenin, hukukun üstünlüğünün hedef alındığı belirtilmekte, bu büyük iddiaya inandırabilmek adına çeşitli tanıklıklara ve açıklamalara yer verilmektedir. Bu açıklamaları yapanların iktidar ile bir çıkar birliği olması da ayrıca önemlidir. Tıpkı Hitler’de cisimleşen Alman ulusu gibi, milli irade, millet ve hatta demokrasi dahi Erdoğan’da cisimleşmiştir. Prestij sahibi, güçlü, korkusuz, ölüme meydan okuyan lider imajı pekiştirilmiştir. Marmaris’te kaldığı otele düzenlenen suikasttan “mucize eseri” kurtulan, kendisine kaçma teklifi getirildiğinde “vatan aşkı her şeyden ağır basan”, bu uğurda “ölümün üzerine yürüyen” niteliklere haiz bir imge dolaşıma sokulmuştur[18]. Oluşturulan bu imgenin, aslında darbe girişimi ile Erdoğan’ın dokunulabilir olduğunun ve güçsüzlüğünün açığa çıkması karşısında bu güçsüzlüğü örtmeye, kendisine inanan kitleler gözünde onlardan/sıradan biri gibi görünmemeye yönelik olduğu söylenebilir.
15 Temmuz gecesinin ilk saatlerinde, demir kuşlara karşı meydanlara çıkan ebabillerin mütecaviz kitle olarak değerlendirilebileceğine değinilmişti. Mütecaviz kitle kavramı, “kan kokusuyla tahrik olup saldıran kitle” anlamında kullanılmıştır. Canetti’ye göre bu kitle, “çabucak ulaşılabilecek bir hedefe dayanır. Hedef bilinir, açıkça tanımlanmıştır ve üstelik yakındır da. Bu kitle öldürmeye çıkmıştır ve kimi öldürmek istediğini bilir. Bu hedefe kendine özgü bir kararlılıkla yönelir ve bu konuda aklını çelecek hile yoktur. Hedefin beyan edilmesi, yok edilecek olanın kim olduğunun duyulması kitleyi oluşturmaya yeter” (2010: 49-50). Boğaz köprüsünde gerçekleşen kafa kesme hadisesi, medya aracılığıyla yansıyan linç görüntüleri, linçe bizzat katılmayan fakat linç edilenlerin başında muzaffer edayla fotoğraf çektirenler bu kitleye dahildir. Ölüm tehlikesi olduğunu bilerek, bir daha dönmemek üzere helallik alarak sokağa çıkmışlardır:
“ve tankları durduran ebabiller arasında olmayı Rabbim, evladımla birlikte bana da nasip etmişti…Şehit olamadık, üzgünüz! Lakin o darbe girişiminin ilk anından itibaren, başta başkomutan Recep Tayyip Erdoğan’ın konutlarının önündeki ve diğer yerlerdeki meydanlara sahip çıkmayı millet olarak başardık” (Özdemir, 2016: 12).
Bu kısa alıntıda, ölüm arzusunu, liderin varlığını korumak için kendini fedayı, lider tarafından belirlenmiş düşman üzerinden kolektifin belirlenmesini işaretlemek mümkündür. Dolaşıma sokulan imgelere ve sloganlara baktığımızda benzer birçok ifade ve resimle karşılaşırız:
- “Onlar canları pahasına hainlere karşı bedenlerini demokrasi kalesinin tuğlaları olarak feda ettiler” (Özdemir, 2016: 154).
- “Ölüm, hiç bu kadar güzel olmamıştı” (Özdemir, 2016: 159).
- “Biz oraya ölmeye gittik, nasibimize gazilik düştü”
- “Demokrasi bize emanet, nöbetteyiz Reis”
- “Biz milletiz, Türkiye’yi darbeye, teröre yedirmeyiz” (reklam filmi)
- “Vur de vuralım, öl de ölelim”
- “Oy Verdik Bitti Sanıyorsunuz, Can Vermek İçin Meydanlardayız!”
- “Pes etmiyoruz/ Vazgeçmiyoruz/ Geri durmuyoruz/ Yolumuzdan dönmüyoruz/ Vatanımızı seviyoruz/ Allahımıza arz ediyoruz!” (Özdemir, 2016: 96)…
Dolaşımdaki her imgede Erdoğan’ın resmini görmek mümkün… Türklerin Anadolu’ya gelişiyle başlatılan, “Kurtuluş Savaşı”yla kurulmaya çalışılan süreklilikte 15 Temmuz da bağımsızlık mücadelesinin bir momenti olarak işaretlenmeye çalışılıyor. Din ile milliyetçiliğin sentezi yeni kurulmak istenen “millet” için seferber ediliyor. Mitinglerin devam ettiği her gün camilerden okunan salalar, mitinglerde kurulan kürsülerden okunan mevlütler ve alanları kaplayan bayrakların birleşimi seferber edilen sentezi algılanır kılıyor. Karşı çıkılan eski rejimin imgeleri de bu uğurda ele geçirilmeye çalışılıyor. İktidarın, egemenlik ediminin duyularla algılanabilir kılınması amacıyla Boğaz Köprüsü’nün, meydanların, metro duraklarının isimleri süratle değiştiriliyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın gönderdiği bir genelge ile eğitim-öğretim yılının “15 Temmuz Demokrasi Zaferi ve Şehitleri Anma” etkinlikleri ile başlaması öngörülüyor[19]. 15 Temmuz yeni “Zafer Bayramı” olarak işaretlenmeye çalışılıyor.
Dolayısıyla tekrar vurgulamakta fayda var: Kitle, liderin emriyle ve liderin varlığını korumak için meydanlara çıkmıştır. 16 Temmuz-10 Ağustos arasında meydanlarda olan kitleyi de (zor ile kitleye dâhil edilenleri dışarıda tutarak söyleyecek olursak) egemen ediminin bir uzantısı olarak oluşmuş kolektif olarak görmek mümkündür. Özellikle Yenikapı “Demokrasi ve Şehitler Mitingi”nde Erdoğan maskesini hem yüzüne takmış hem de elinde taşıyan kişinin fotoğrafı, bu bahiste lider-kitle ilişkisinin niteliklerini ortaya koyan tam bir özet niteliğindedir. Liderin emri ile başlayan ve yine liderin emri ile sonlandırılan kitle gösterileri Erdoğan kültü etrafında gelişmiştir. Kitlelerin kendiliğindenliğine hiç yer bırakılmamış, atılacak sloganlardan sergilenecek jestlere kadar her tür eylem yapılandırılmıştır. Bu da bize mevcut anlayışın kitlenin yıkıcı gücünü dizginlemek için teknikler uygulayan, kutsallık halesiyle donatılmış, prestij sahibi lider ile her türlü telkine ve yönlendirmeye açık kitle anlayışı olduğunu göstermektedir. Kitleler hakları kendisine teslim edilmeden liderin yaşaması, iktidarın sürekliliği ve meşruiyeti için seferber edilen araç konumundadır. Özetle bu anlayış, temel ayrımın Le Bon kısmına denk düşmektedir. Kitleye yaklaşımda işleyen bu iktidar aklı, gerçeği retrospektif bir biçimde yeniden kurmaya çalışmaktadır. Gezi isyanı da Cemaat projesi çerçevesinde Türkiye’nin karşı karşıya bırakıldığı bastırılmış bir tehdit olarak lanse edilmekte, darbe girişimi ise “devleti ve hükümeti ele geçirmeye yönelik farklı teşebbüslerin” silahlı darbe girişimi halini almış olmasıyla açıklanarak Gezi ile süreklilik kurulmaktadır. AKP, Cemaat’le mücadeleyi 3 yıl öncesinden başlatarak Gezi isyanına katılan kitleleri de kendi “aklı” uyarınca çerçevelemeye çalışmaktadır.
Bir İhtimal Daha Var: Yaşamak mı Dersin?
Gezi isyanı, doğanın el altında durana/metaya indirgenmesine, yaşam tarzına müdahaleye, kamusal alanların yok edilmesine, otoriterleşmeye, gericileşmeye karşı bir mücadeledir. Kapitalizmin kitleyi tüketici olarak çerçevelendirdiği yerde dayanışmacı, paylaşımcı bir yaşamın yeniden örgütlenmesiyle bu çerçeveyi kırılmıştır. Her türlü temsil ilişkisi, mevcut bütün siyaset biçimleri reddedilmiş, insanlar kendi hakkındaki kararlarda söz sahibi olacak mekanizmaları geliştirmiştir. Kendiliğindenliği ve bir öncü veya lider tarafından yönlendirilmemiş olması da önemli özelliklerdir. AKP, bu direnişi bastırabilmek, kitleleri dağıtabilmek için uzun bir süre kurulan çeşitli dayanışma platformlarından “lider”ler yaratmaya çalışmış, kitleleri yönlendiren bir lider aramış; fakat başarılı olamamıştır.
Gezi direnişine katılan kitleler eleştirel düşüncenin olduğu, akılcı, dayanışmacı, her bireyin birbiriyle ilişkilenmek için bir liderin dolayımına ihtiyaç duymadığı, duy(g)uların öneminin bilincinde, eşit ilişkilerin geliştiği niteliklere sahiptir. Canetti’nin özgürleşmenin, emrin yarattığı sızıdan ve hatta emirden kurtulmanın olanaklarını taşıyan kitle tahayyülünün izlerini burada takip etmek mümkündür. Gezi kitlesi içinde yer alanlar başkaları tarafından dokunulma korkularından kurtulmuş, her tür hiyerarşik ilişkiyi reddederek eşit ilişkiler geliştirmiş bireylerden oluşmuştur. Temsil olunanı hiçleştirirken, onun adına konuşanın yüceltildiği, kutsallaştırıldığı liderli kitlelerin temsil mantığını temelden reddetmiştir. Seçim zamanları oy deposu olarak görülmeye, iktidarın yeniden üretilmesi için araçsallaştırılmaya karşı çıkmıştır. Kendisi hakkındaki kararları bizzat kendi katılımıyla verecek mekanizmaların kurulması ve işletilmesi için mücadele vermiştir. Bu mücadele sürerken devlet şiddeti sonucunda ölenler olmuştur fakat ölüm kutsanmamıştır. Ölüm yaşamın doğal bir parçası olarak kavranmakla birlikte mücadelenin olası sonuçlarından biri olarak görülmüştür; ölüm arzulanmaz. Ölülerle kurulan ilişkisi Benjamin’in ifade ettiği gibi bir kefaret ilişkisidir. Kolektif akılla, dayanışmayla yaşamın çoğaltılması hedeflenmiştir.
Gezi direnişi lidere meydan okumuş, liderin varlığını ortadan kaldırmıştır. Kapitalist düzene ve liderin varlığına yönelttiği tehdit nedeniyle Erdoğan tarafından halen ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü iktidar tarafından kitleye yüklenen olumsuz anlamı da tersyüz etmiştir. Tüm bu özellikleriyle Gezi kitlesi, özgürleşmek için yapılması gerekenler konusunda daima ışık saçacak bir kitle kristali özelliği kazanmıştır ve her an yeniden büyümeyi beklemektedir. Gezi direnişi kitlenin özgürleşme olanakları bakımından kutup yıldızı olmuştur ve olmaya devam edecektir.
DİPNOTLAR
[1] Erk Acarer, “Birgün Fatih’te Bu Sorunun yanıtını aradı: demokrasi nöbetine neden katıldılar?” http://www.birgun.net/haber-detay/birgun-fatih-te-bu-sorunun-yanitini-aradi-demokrasi-nobetine-neden-katildilar-124287.html (Erişim tarihi 28.08.2016)
Buket Türkmen, Bülent Küçük, “Gezi’den Demokrasi Nöbetlerine Değişen Meydan Siyaseti” http://t24.com.tr/haber/geziden-demokrasi-nobetlerine-degisen-meydan-siyaseti,354646 (Erişim tarihi 28.08.2016)
[2] Kapitalist üretim tarzı ve üretici güçlerin gelişim durumu da bu kontrol tekniklerinin gelişmesinde son derece önemlidir. Burjuvazinin üretim araçlarına sahip olan, onların alım-satımına karar veren ve finanse eden kesim olarak toplumun yapısında belirleyici olması söz konusudur. Bu kesimler orta sınıfı da içine alan bir tür homojenlik oluşturur; proletarya ise her ne kadar emek gücü olarak bu “toplum”a dahilmiş gibi görünse de üretim araçlarının sahibi olmadığı ve kardan pay almadığı için gerçekte bu homojenlik içinde yer almaz. Hatta bu homojenliğe bir tehdit olarak, bir düşman gibi algılanır ve mutlaka kontrol altında tutulması gereken bir “unsur” olarak görülür. Kapitalist üretim tarzının meta anlayışı, kitlelerin kontrol altına alınmasında kullanılan teknikler açısından da önemli bir momenttir.
[3] Vurgular bana ait.
[4] Hitler’in ateşli konuşmalar için mimik ve jestleri üzerinde saatlerce ayna karşısında çalıştığı bilinmektedir. NSDAP’nin de fotoğrafçılığını yapan, Hitler’in kişisel fotoğrafçısı Heinrich Hoffmann bu çalışma anlarını da fotoğraflamıştır.
[5] Walter Benjamin, “Teknik Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı”nda kitlelerin lider kültü etrafında yeknesak olarak kurgulanması ve bu doğrultuda siyasetin estetikleştirilmesi çabasına değinmiştir. Söz konusu yeniden üretilebilirlik yalnızca kapitalist meta üretimi tekniklerine gönderme yapmakla kalmaz, aynı zamanda insan davranışları ve hünerlerinin de kitlesel olarak yeniden üretilmesine dikkat çeker. İnsan algısı değişken olduğu gibi algının örgütlenme tarzlarında da değişiklikler olabilmektedir. Faşizm özellikle bu anlamda modern kitle algılama tekniklerinin gücünü kavramada “ürkütücü” bir başarıya sahiptir. Kitleleri çeşitli yollarla (gazete, broşür, medya – günümüzde sosyal medya – sokak gösterileri ve bunların yayınlanması vb.) kendileri için de seyirlik nesnelere dönüştürmek söz konusudur. Benjamin’in “Teknik Yeniden Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı” adlı eserinin aslında bir kitle, kitlesellik, kolektif algılama üzerine düşüncelerin aktarıldığı bir metin olarak önemli bir değerlendirmesi için bkz. Aykut Çelebi. 2014. “Teknik Yeniden Üretilebilirlik Çağında Kitle ve Kitlesellik: Walter Benjamin Üzerine Bir Deneme”, iç: Kitle ve İktidar, Doğu-Batı, sayı:69, s.11-59.
[6] Bilinçdışı Le Bon’da kolektif zihin halini tanımlamak üzere kullanılırken, Freud için bireyin ruhsal aygıtının bir bileşenini anlatır (Aytaç, 2011: 157).
[7] Birey model olarak seçtiği bir dışsal varlığa göre kendi kişiliğini şekillendirebilir. Özdeşleşme, model alınan bir ben’e benzeyerek onun özelliklerini özben’e kazandırmak, içselleştirmek olarak karşımıza çıkabileceği gibi ben idealini nesneleştirerek nesneyle özdeşleşme veya onu ele geçirmeye çalışmak olarak da gerçekleşebilir.
[8] Vurgu bana ait.
[9] Karşıtına dönme kitlelerini tek bir kelimeyle açıklamak mümkündür: Devrim. Bu kitleler, sınıflı, sınıf çelişkisinin açık-seçik ve derinleşmiş olduğu, gündelik yaşamda kendisini hissettirdiği toplumlarda ortaya çıkar. Çok sayıda kişinin bir araya gelerek şimdiye kadar kendilerine “emir vermiş olana” hep birlikte karşı çıkmalarıyla oluşur. Canetti’nin deyişiyle “deşarjı, emrin neden olduğu sızılardan kolektif kurtulma eyleminden oluşan kitle karşıtına dönme kitlesidir” (2010: 60).
[10] Bu ayrım Canetti’de çifte kitle olarak ele alınır: “Bir kitlenin kendi varlığını korumasının en emin, belki de tek yolu kitlenin ilişkili olduğu ikinci bir kitlenin varlığıdır. Bu iki kitle bir oyunda rakip taraflar ya da birbirleri için ciddi bir tehlike olarak karşı karşıya gelseler de, ikinci kitlenin görüntüsü ya da yalnızca güçlü bir imgesi birinci kitlenin dağılmasını engeller.” (2010: 65).
[11] Sosyalist ve komünistler ise mutlak düşman kategorisinde yer alıyorlar. Egemenlik için verilen her mücadelede, her darbe veya girişiminin ardından güç savaşında kaybedenlerin yanı sıra operasyonun devrimcileri de hedef almasının nedenlerinden biri bu olsa gerektir.
[12] Susan Buck-Morss, 2004: 27.
[13] Herman Melville’in Katip Bartleby adlı eseri bu açıdan özel bir anlam taşır. “Yapmamayı tercih ederim” emri bertaraf etmenin oldukça etkili bir yolu olmuş ve mevcut iktidar ilişkilerini işlemez hale getirmiştir.
[14] Nazi kahramanı ilan edilen Hans Maikowski’den bahsediliyor.
[15] Hitler’in 1935’te Feldernhalle ölülerini anmak için yaptığı konuşmadan: “Bu on altı asker dünya tarihinde benzersiz bir dirilişi kutladılar (…) Şimdi Alman ölümsüzlüğüne katılıyorlar. […] Bizim için onlar ölü değil. Bu anıt kabirler birer mahzen değil, sonsuz birer muhafız binası. Burada Almanya için nöbet tutuyorlar ve halkımızı gözetiyorlar (…) Yaşasın Nasyonal Sosyalist Almanya’mız! Yaşasın halkımız! Hareketimizin ölüleri, Almanya ve onun ölü ve diri insanları yaşıyorlar!” (Neocleous, 2015: 172).
[16] Benjamin, savaşın ve ölümün estetikleştirilmesinin, savaşın kültleştirilmesi, savaşçı figürünün imgeleştirilip mistisize edilmesinin Alman faşizminin ideolojisinin oluşumundaki önemine dikkat çeker. Savaşın varoluşun en yüksek koşulu gibi görülmesi, sınıf çelişkilerinin, üretime/kâra aşırı önem vermenin toplumsal ilişkilerde yarattığı tehlikenin üzerinin örtülmesi, maskelenmesi için önemli bir işlev görmesi sonucunu yaratır. Böylelikle üretici güçlerin enerjisi bir devrimden ziyade “ulusal” kurtuluşa kanalize edilebilir hale gelir. Kitlelerde birikmiş enerjinin boşalımı sağlanır; kitleler siyasete yönelir ve “ulusal” şeref, haysiyet, onur bir hedef olarak ideolojik bir biçimde belirlenir. Savaş, sınıfsal ayrımları, uluslaştırarak aşmanın, organik bir bütünlük/birlik oluşturmanın yolunu açmış olur. Aynı zamanda da kendi ekonomisini yaratır ve yeniden üretir.
[17] Hainler Mezarlığı tabelası tepkilerin yoğunluğu nedeniyle kaldırılmıştır.
[18] Erdoğan’ın suikast girişimi sonrasında verdiği demeçlerde otelden ayrılma saati ile saldırı arasındaki zamanın kısalığına vurgu yapılmaktadır, adeta bir ilahi gücün uyarısı sonucu ölümden kurtulmuştur. Kendisine Yunan adalarına gidilmesi teklif edildiği zaman ise soğukkanlılığını ilk kez yitirip sinirlendiği ve vatan aşkı ile ölüm ihtimalini bile bile İstanbul’a gitme kararlılığını ortaya koyduğu aktarılmıştır. Berat Albayrak, Erdoğan’ın ilk tepkilerini şu şekilde özetlemiştir: “Cumhurbaşkanımız o gece besmele çekti, iki rekat sefer namazını kıldı ve sonra o geceyi yönetti. Birçok şey yaşadık bu süreçte ama benim aklımda kalan, o gece ‘haydi besmele’ deyip helikoptere binmemizdi” (Aktaran Özdemir, 2016: 44). Burada da görülebileceği gibi tanrısallaştırma mekanizmaları işlemektedir.
[19] http://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2016/09/18/okul-acilislarinda-15-temmuz-duasi/ (erişim tarihi: 18.09.2016)
KAYNAKÇA
Aytaç, Ahmet M. (2011). Kitlelerin Ruhu: Siyasal ve Sosyal Kuramda Kalabalık Tahayülleri. Ankara: Dipnot.
Buck-Morss, Susan. (2004). Rüya Alemi ve Felaket: Doğuda ve Batıda Kitlesel Ütopyanın Tarihe Karışması. İstanbul: Metis.
Canetti, Elias. (2010). Kitle ve İktidar. İstanbul: Ayrıntı.
Çelebi, Aykut. (2014). “Teknik Yeniden Üretilebilirlik Çağında Kitle ve Kitlesellik: Walter Benjamin Üzerine Bir Deneme”, iç: Kitle ve İktidar, Doğu-Batı, sayı:69, s.11-59.
Freud, Sigmund. (2012). Kitle Psikolojisi. İstanbul: Cem.
———————-(2004). Uygarlık, Toplum ve Din. İstanbul: Payel.
Le Bon, Gustave. (2009). Kitlelerin Psikolojisi. Ankara: Alter.
Melville, Herman. (2010). Kâtip Bartleby. İstanbul: Helikopter.
Neocleous, Mark. (2015). Canavar ve Ölü: Burke, Marx, Faşizm. İstanbul: H2O.
Özdemir, Ferudun. (2016). Tankları Durduran Ebabiller: 15 Temmuz Demokrasi Mücadelesinin Ölümsüz Kahramanları. İstanbul: AZ.