Orman Yangınları, Sel ve Heyelanlar Kapitalizmin Felaket Fırsatçılığı Üzerine (Yakup OKUMUŞOĞLU ile Söyleşi)

EMRE BATURAY ALTINOK: 2021 yılının Temmuz ayı sonlarında Turizmi Teşvik Kanunu ile orman alanlarının turizm bölgesi ilan edilmesinde orman alanları ile ilgili bir kısım yetkileri turizm bakanına veren yasal düzenlemenin yürürlüğe girdiği günlerde, Avrupa Orman Yangınları Bilgi Sistemi’nin (EFFIS) verilerine göre son 10 yılda kaybedilen alanın 9 katına yakın bir alanı 2 hafta içinde yok eden bir yangın felaketi yaşadık. Dersim ve çevresinde yangınlar halen durdurulamadı. Bartın, Kastamonu ve Sinop’ta yaşanan sel felaketi ile yüzlerce kişiye ulaşan kayıpları arama çalışmaları halen devam ediyor.

Bir yandan kayıplarımızı tespit etmeye ve yaralarımızı sarmaya çalışırken yangın, sel ve heyelan nedeniyle devlet, Genel Hayata Etkili Afet Bölgesi ilanını gerekçe göstererek vergi yapılandırma kanunu başvuru ve ilk taksit ödemelerini 1 ay uzatmasını bir tedbir(!) olarak yayınladı, banka kredi borçlarını yıl sonuna öteledi.

Bölgesel yangınların kontrol altına alındığı günün hemen ertesinde yangın bölgelerinde “Keşke benim evim de yansaydı“ iştahına kapılacağı belirtilen yurttaşa ‘zorla’ borçlanma taahhütleri imzalatılmaya çalışıldığına şahit oluyoruz. Orman yangınları, sel ve heyelan gerekçeleri ile “ihtiyaç duyulan yapılaşmanın gerçekleştirilmesi amacıyla” TOKİ tarafından alınan acele kamulaştırma kararları Resmi Gazete’de jet hızıyla yayınlanıyor. Kriz, 1999 depremi sonrasında alınması 20 yılı aşkın süredir tartışılan kalıcı çözümler üzerinden değil, zarar gören yapıların yeniden inşa edilmesi, konutların güçlendirme tartışmaları üzerinden yönetiliyor. Kriz, fırsat bilinerek rant ve inşaat odaklı çözümler üretilmeye, her zaman olduğu gibi bu felaketlerde de kalıcı çözümler yerine eklektik ve rant odaklı çözümler üzerine yoğunlaşılmaya devam ediliyor.

Yurttaşlar ve sivil toplu örgütlenmeleri bir yandan devletin rolünü üstlenmiş yangını söndürmeye çalışır, yıkılan binalardan tahliye ve kurtarma çalışmalarını sürdürürken; aynı anda “yangın söndürme uçaklarının envanter kayıtları”nı, “yangın söndürme ihaleleri”ni; “müteahhitler ve kusurları”nı, “ranta yönelik imar düzenlemelerini” tartışıyor. Sivil toplum ve yurttaş inisiyatifleri felaketin yıkıcılığı hizmet kusurlarından ayrı değerlendirilecek bir husus olmadığı çok iyi biliyor.

Öncelikle uzun yıllardır üzerinde çalıştığınız; bir hukukçu olarak yüzlerce, hatta binlerce davanın içinde bulunduğunuz bu kriz iklimini birlikte değerlendirelim istedik. Su havzaları, dere ıslahları, nehir ve santral tipi hidroelektrik santrallerinin yaşam alanlarına etkilerini konuşalım. Sizin de yaşadığınız Zonguldak ilinin Çaycuma ilçesindeki Filyos Çayı üzerinde bulunan köprünün 2012 yılında taşkın nedeniyle yıkılması ile başlamak isteriz. 1998 taşkın ve sel felaketinden sonra 2012 felaketini yaşadık. Filyos’ta neler oldu?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Zonguldak’ın Çaycuma ilçesinden geçen Filyos Çayı üzerindeki köprünün bir bölümü, 6 Nisan 2012’de yağış nedeniyle ayaklarının oyulması ve kazıkların taşıma gücünü yitirmesi sonucu tabliye yüklerini taşıyamaması nedeniyle çöktü. Çökme esnasında minibüsteki şoför ve 9 yolcu ile 5 yaya hayatını kaybetti. 11 kişinin cesedi bulunabildi, 4 kişinin bedenine ise o tarihten bu yana ulaşılamadı. Zonguldak İl Afet Acil Durum Müdürü, suyun akıntısının şiddetli olması nedeniyle dökülen dolgunun yarısının suyla birlikte gittiğini, bir diğer ifade ile yok olduğunu açıkladı. Düşünebiliyor musunuz? Bloklar, araçlar, insanlar yok oldu? Nereye gittiler halen düşünürüm.

2012 senesindeki Zonguldak’tan tüm yurda yayılan haber, büyük tartışmalara neden olmuştu. Üzülerek söylemeliyim ki 2021 senesinde hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Bizi o günlerde şok eden ifadenin Çaycuma Belediye Başkanı AK Parti’li Mithat Gülşen’den geldiğine dikkat çekmek isterim. Kayıp minibüste babası ve yeğenini kaybeden belediye başkanının birkaç ay önce ‘her an her dakika burası göçebilir’ diye aklına geldiğini basına açıklaması sonrası “olan babama oldu, takdiri ilahi” cümleleri ile felaketi ve etkilerini kadere bağlamasını halen unutamıyoruz. Bugün dahi felaketin takdirinin göklerden değil, gerekli önlemleri almayan rant odaklı bakışa hizmet eden devletten geldiğini halen anlayamamış durumdayız.

EMRE BATURAY ALTINOK: Filyos felaketininin üzerinden yaklaşık 10 yıl geçmeden yurtta ve bölgede sayısız taşkın, sel ve heyelan felaketi meydana geldi. Samsun, Artvin derken, şimdi de Sinop, Bartın ve neredeyse bir yerleşim bölgesinin tamamını yok eden Kastamonu- Bozkurt sel felaketi. Bunca senedir felaket senaryolarının birbirinin birebir benzeri olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Günlük yaşıyoruz. Bilime kulak vermiyoruz. Doğa tarihini bilmiyoruz. Coğrafya bilmiyoruz. Az yazıp, az okuyoruz. Böyle olunca bugün olan yarına kalmıyor. Bugün olanı yarın unutuyoruz.

Neden böyle bir topluma dönüştüğümüzü sosyologların irdelemesi gerekir. Ben, dikey bir devlet yapılanmasının toplumun uyuşmasında önemli etkileri olduğunu düşünüyorum. Konuşamadığın, konuşsan sesini duyuramadığın, iletişim kanallarının tıkalı olduğu bir düzende toplumsal dinamiklerin motivasyonu kırılıyor, zamanla da toplumun uyuşmasına neden oluyor. Yatay yapılanmış bir devlet düzeninde bu uyuşukluğun hızla ortadan kaldırılması mümkün ama bunun istenmediği de bir gerçek.

Hukuk da bu devlet düzenine göre şekillenince hak arama yollarının da tıkandığı, mahkemelerin de işlevsizleştiği bir süreci tecrübe ediyoruz. Uyuşturulan toplum, bilimden uzaklaşma, denetimin mekanizmalarının tıkanması ile yok oluş projelerine karşı her türlü denetim sıfırlanmış oldu. Ekonominin ranta dayalı bir modelde işleyişi ile de sesini çıkarabilen bir tek doğa kaldı.

Doğa ise ne topluma bakar ne insana. Ne insan devlet düzenine. Eğilip bükülmez, manipüle edilemez. Katı ve basittir. Sözünü söylemekten de çekinmez. Son yıllarda doğa bunu yapıyor. Felaket olarak adlandırılan doğa olayları doğanın kendini ifade edişinden başka bir şey değil. Birbirinin benzeri doğa olaylarının tamamının ortak noktasının rant olmasına dikkat çekmek isterim. Rantın doğa bilimleri ile uyuşmayan yanı birbirinin benzeri doğa olaylarına maruz kalmamızın sebebidir.

EMRE BATURAY ALTINOK: Sel ve heyelan insanlık tarihi boyunca hep var oldu. Ne var ki yıkıcılığının kentleşme ve enerji politikaları nedeniyle son 20 yılda olağanüstü bir şekilde arttığını görüyoruz.

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Biraz önce de ifade ettiğim gibi Türkiye’de ekonominin temeli ranta dayalıdır. Rantın gözleri kör eden, akılları durduran parıltısı toplumun geneline de sirayet etmiş durumda. Yaygın medya ve iletişim kanallarından 24 saat ranta dayalı rezidanslar, siteler, şahane yaşamlar vaat ediliyor. Yaratılan histeri ekonominin giderek tek yakıtı haline gelmiş gözüküyor. Rantın toplumun geneline genişletilmesi ile ekonominin yakıtı sürekli kılınmaya çalışılıyor.

İşte bunun sonuçlarını görüyoruz her sel bölgesinde. Merkezi ve yerel yönetimlerin de dahil olduğu ranta dayalı işleyiş; kimi yerde dere manzaralı, kimi yerde dağ manzaralı, kimi yerde deniz manzaralı şahane yaşamları vaat ederken bizim felaket dediğimiz doğa olayının nedeni oluyor. Akıl, bilim, tarih, coğrafya bilgisinin görünmez, duyulmaz olduğu sürece tek itiraz doğadan geliyor artık. Doğa kendini ifade ediyor. Dili böyle. Yoksa doğa intikam almak için yapmıyor bunu.

EMRE BATURAY ALTINOK: Bozkurt’ta felaketin çarpan etkisinin nehir tipi hidroelektrik santrali olduğu söyleniyor. Karadeniz’de bulunan HES’lerin birçoğunun keşif ve incelemelerine birebir katıldığınız için size de soralım. Sorun HES’ler mi, yoksa su havzalarının yönetimi mi?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Usulüne uygun yapılan nehir tipi HES’lerin ani su baskınlarını bir miktar geciktiren bir yanı var. Küçük bir göl alanına sahip, bu yönü ile kısa bir süre için de olsa bir miktar depolama yetisine sahip. Uygun bir alarm sistemi ile alt kotlar için hatta bir sigorta işlevi bile olabilir. Ancak ülkemizde yapılan HES’lerin ne yer seçimi bakımından ne inşaatında kullanılan teknik ve teknolojiler bakımından ne ekoloji ne de doğa yasaları dikkate alınarak inşa edilmedi. HES’ler inşa edilirken de bunları kimse denetlemiyor.

Denetim olmayınca da inşa sırasında el dokunulmamış doğa alanlarında büyük bir yıkıma neden oluyorlar. Bu yıkımın atığı olan hafriyatlar, kesilen kırılan ormandan geri kalanlar ile bu yıkımın tetiklediği heyelanların tamamı dere yataklarında birikiyor, yatağın dolmasına neden oluyor. Su akar yolunu bulur denir ama işte bu koşullarda su geldiğinde yatağını bulamıyor. Ortada bir dere yatağı kalmadığından yatağını ararken birikiyor, doluyor, taşıyor, sürüklüyor, her metrede gücünü artırıyor ve önüne ne gelirse onu da yıkarak yatağını temizliyor. Dere yatağını yeniden tanımlarken kentleri, köprüleri tanımıyor. İşleyişi böyle.

Sorunuza dönersek, Türkiye de havza yönetimi yoktur. Bizde tek gerçek var olan model ranttır. Mesela HES işinden örnek vermek gerekirse rantın bir tarafı kaçınılmaz idaredir. HES, elektrik üretir, ürettiğini devlete satarken KDV öder. HES şirketinden elde edilen geliri kişi şahsına aktarırsa şahıs olarak gelir elde ettiğinden gelir vergisi öder, bildiğim kadarı ile bir de stopaj öder. Şirket üzerinden devam edersek şirket ayrıca kurumlar vergisi öder. Diğer yanda süreç DSİ tarafından işletildiğinden DSİ kullanım hakkını verdiği suyun m3’ünü ihale ile satar. Ciddi bir tutar her sene şirket tarafından bir kez daha ödenir. Üretilen elektrik ise pazara TEİAŞ vasıtası ile iletilir, TEİAŞ iletim hakkı parası tahsil eder. EPİAŞ, arz talep dengesini temin etmek üzere üretici ile tüketiciyi buluşturur, bu buluşturmadan dolayı hem satıcıdan hem alıcıdan komisyon alır. Öte tarafta HES firması da riski olmayan sürekli bir gelir elde etmiş olur. Bu işleyiş dinamikleri gereği devlet HES firmalarının arkasındadır. Bu yüzden denetlemez. HES firmaları da bu durumdan yararlanır ve maliyetleri düşürmek için tüm yıkımını doğaya bırakır. Bu işleyişi belirleyen bu sonsuz ranttır. Aynı rant bizim felaket dediğimiz doğa olaylarının nedenidir.

Bu işleyiş nedeni ile belki doğrudan değil ama HES’lerin doğada bıraktığı yıkımın oluşan doğa olaylarında çarpan etkisinin olduğu tartışma götürmez.

EMRE BATURAY ALTINOK: TBMM Başkanı Mustafa Şentop başta olmak üzere hükümetin birçok yetkilisinin “Bozkurt ilçesinde yapılaşmaya izin verilmemeliydi” şeklinde açıklamalar yaptığını görüyoruz. Devletin ve siyasal iktidarın ve yönetim aygıtlarının bu ve benzer krizlerde benzer çıkışlar yaparken potansiyel felaket alanlarında söylediklerinin aksine tutum almasını ve rantın sürdürülebilirliği gerçeğini nasıl yorumluyorsunuz?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Ekonominin rant gazı ile döndüğünü ifade etmiştim. En son 2019 yılında yine bir doğa olayından sonra insanlar ölüp binalar yıkılınca, Çevre ve Şehircilik Bakanı Küresel iklim değişimine bağlı sözde Karadeniz Acil Eylem Planı diye bir plan açıkladı. Bu planda dere yataklarından konutlar kamulaştırılacak, vatandaşlar güvenli bölgelerde inşa edilecek konutlara yerleştirilecek, 1/100.000 ölçekli imar planları revize dilecek, buna uygun şehir ve kasabaların da imar planlarını yenilemesi sağlanacaktı. Bu plan halen bakanlığın sayfasında durur. 2021 yılına geldiğimizde daha yeni Çamlıhemşin İlçesinde dereye bitişik ve her zaman sel alma riski olan bir yerde TOKİ’nin konut yapımına dair kamulaştırmalar başladı. Bir kez daha siyasi ekonomik rantın parıltısı ve dayatması ile akıl ve bilim rafa kalkmış oldu.

Yani rantın varlığı ekonominin esası olduğu müddetçe bu doğa olaylarını görmeye devam edeceğiz diyorum. Afet denir, ölenlere rahmet, kalanlara afiyet, dua edilir ama rantın gereği devam eder. Bu bir kısır döngü. Bu döngüden çıkış da maalesef zor. Önce ekonominin bütünü ile yeniden yapılandırılması gerek. Ama buna el atmak büyük siyasi risk almayı gerektirir. Toplumun bunu talep eder hale gelebilmesi için daha çok ölmemiz gerekecek.

EMRE BATURAY ALTINOK: Felaket iklimi üzerine tartışmalar olanca hızıyla devam ediyor. Siyasal iktidarların krizi ortadan kaldıracak kalıcı çözümlere imza atmadığını, insanların da konfor alanlarını terk etmediklerini görüyoruz. Bir kısım uzmanların “küresel ısınma” nedeniyle bu etkilerin yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmeleri, krizin etkilerinin iklim politikaları ve insan eliyle değil de doğal bir sonuç olarak değerlendirilmesine neden olduğu şeklinde eleştiriliyor, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: İklim krizinin kendisi insandan kaynaklı. Gezegenin varlığını tehdit eder bir ekonomik anlayışla devam ediyoruz. Bugünü kurtarmak yarını öldürüyor, yok ediyoruz. Bunu biz görüyoruz. Bunu siyaset yapanların görmemesi imkansız. Ancak kara odaklı ekonomiler ekonominin devamı uğruna kafalarını öte tarafa çevirmeyi yeğliyorlar. İnsanlar birbiri ile, şirketler birbiri ile, ülkeler birbiri ile rekabet halindeler. Ekonominin kaynağı gezegenin sunduğu imkanlar. Gezegenden çalıp insan konforunun hizmetine sokuyoruz. Gezegenden çaldığımız her bir taş, dere, deniz, dağ ve hava ile gezegenin işleyişini bozuyoruz. Damarlarını kelepçeleyip, kemiklerini kırıp, derisini yüzüp insan konforu hizmetine sunan bir işleyiş gezegeni hasta etti. Hastalık gözle görülür halde kendini gösteriyor. İnsan aklı ise kendini aklama yönü ile işlediğinden her bir suçu kendisi dışında arıyor. Bu yüzden küresel iklim değişimi gündeme geliyor. Küresel olunca kimse yereldekini suçlamamış oluyor. Adına afet deniyor, felaket deniyor, Allahtan geldi deniyor.

EMRE BATURAY ALTINOK: Gelelim orman yangınlarına. EFFIS verileri dehşet verici. Türkiye’nin 2 haftalık süreçte yaklaşık 130 bin hektar orman alanını kaybettiği belirtiliyor. Bu alan, son 10 yılda yangın nedeniyle yok olan alanların 9 katına yakın. Kabaca 1,9 milyar metrekare. Dersim’de 2 haftayı aşkın süredir yangınlar devam ediyor ve halen kontrol altına alınamadı. Yangınlardan birkaç hafta önce Bakan Pakdemirli “Ormanları 24 saat gözetliyoruz. Duman çıkınca hemen ordayız. Alev parlamadan gidip müdahale ediyoruz. İnanılmaz başarılıyız. 776 orman gözetleme kulesi var. Anında; itfaiye, helikopter ne gerekliyse gönderiyoruz” açıklaması yapmıştı. Tarım ve Orman bakanının bu açıklamalarının gerçekçiliği son yangında görüldü. Devletin orman yangınlarındaki yeterliliği, yangın söndürme ihalelerinin özel sektöre verilmesi, devletin envanterinde yangın söndürme uçağının bulunmaması, bunun “karlı” görülmemesi nedeniyle ihale edildiğinin belirtilmesi, devletin bu yetkiyi neredeyse tamamen ihale alan firmaya devretmesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Devletin bu yangın sınavından geçtiğini söyleyebilir misiniz?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Rant gelecek yerden yangın esirgenmez. Orman yangınları tarihi tarla açma, alan açma amaçlı orman yangınları ile dolu. Psikolojik harp bakımından da orman yangınları çıkartıldığını biliyoruz. Bütün bu nedenler orman yangınlarına şüphe ile yaklaşılmasına neden oluyor. Sınırlarını bile gözetlenmediği bir gerçeklikte Türkiye’nin ormanlarını 24 saat gözetlendiği beyanı gülünç. Yangın söndürme işini karlı olup olmadığı üzerinden değerlendiren bir zihniyet ile orman varlığının korunması zaten mümkün olmaz. Karlı olmadığı için yangın söndürme işi ihale ediliyorsa kar odaklı çalışan özel sektörün neden bu ihalelere girdiği sorusu da zaten havada kalır. Kuzu kurda emanet edilemez. O ihale şartnamelerinde neler var bilmiyoruz ama yangın başına para ödeniyorsa, bu sene normal ötesi çıkan yangınların ciddiyetle soruşturulması gerekir. Öte yandan yangın söndürme uçağı bulunmaması, yasal olarak Orman Genel Müdürlüğü’ne ait koordinasyon hususundaki eksikliklerin tamamı görev ihmali kapsamındadır. Anayasa ile, yasalarla verilen ormanların korunması görevi devlete verilmiştir. Ancak devletin bu konudaki eksikliği açık. Karlı olup olmadığı üzerinden yürüyen bir devlet organizasyonu kendisini sorgulatır. En son Dersim’de, Ovacık ve Hozat bölgelerinde çıkan yangınlara 12-13 gün sonra müdahale edilmiş olması da aynı ihmal ya da görevi kötüye kullanımı göstermektedir. Ormanlar 24 saat gözetleniyorsa sebebi ne olursa olsun 12-13 gün sonra müdahale ediliyor oluşu bakanlığın bir kez daha görev ihmali içinde olduğunu gösterir.

EMRE BATURAY ALTINOK: Turizm Teşvik Kanununda yapılan değişikliklerin tam da orman yangınları ile eş zamanlı yürürlüğe girdiğini görüyoruz. Yıllardır, orman alanlarında hiçbir yapılaşmaya izin vermeyeceğiz çıkışı yapan iktidarların söylemlerinin aksine bu alanların turizme açıldığı ve özellikle buralara lüks oteller yapılıyor. Öyle ki bir gün bakmaya kıyamayacağımız bir koy, birkaç sene sonra otele dönmüş, aynı iktidar çevrelerince şenlikli bir şekilde açılışı yapılıyor, istihdam ve turizm gelirlerinden bahsediliyor. Sahil şeridinde bir orman yandığı zaman, toplum nezdinde oraya otel yapılacağı bir kod olarak geliyor. Toplumun büyük bir kesimi, bunun sermayenin bir gerçeği ve kriz fırsatçılığına döndüğünü düşünüyor. Bu döngüden kurtulmak nasıl mümkün?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Korkarım bu döngüden çıkışın kısa bir vadesi yok. Ranta dayalı ekonomik model uzun yıllardır toplumun her tarafını sarıp sarmalamış, doğal bir sürece dönüşmüş durumda. Ekonomik modeli değiştirmedikçe bu döngüden çıkılmaz. Rantın sirayet ettiği ülke vücuda sirayet etmiş kanser hücresi gibi. Uzun, acılı, ağrılı, sancılı bir tedavi süreci yaşanmadan tedavi yok. Kısa yoldan zengin olmayanın adam yerine konmadığı bir ülkede toplumun bu tedaviyi ne zaman kabul edeceğini hep beraber göreceğiz. Ama bana kalırsa kısa vadede doğanın bize öğreteceği, göstereceği hala çok şey var. Eğer son emniyet supabı olarak gösterilen +1,5 derece sıcaklık artış trendini durduramazsak gezegenin bildiğimiz gezegen olmaktan çıkacağını söylüyor bilim adamları. Bunu bilim söylüyor. Denizlerin yükselmesi, kasırgalar, sel baskınları, heyelanlar, şiddetli kuraklıklar, çölleşme, gıda güvenliği sorunlarımız tüm ülkelerdeki ekonomileri ve sosyal dokularını iklim kaynaklı çökertecektir. Bu olmaya da başladı ve üstelik tahmin edilenden daha hızlı tepki veriyor gezegen. İşte bir tek bu tepki tedavi olmayı erkene çekebilir. Bir tek bu tepki kapitalizmin sonunu getirecekse getirir düşüncesindeyim.

EMRE BATURAY ALTINOK: Yangın felaketi kamuoyunda büyük bir tepki oluşmasına neden oldu. Bu krizin kapitalizmin değil de toplumsal bir farkındalık ve uyanışın işareti olduğunu söyleyenler var. Siz nasıl değerlendiriliyorsunuz?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Ben farkında olanların farkında olmaya devam ettiğini ama farkında olmayanların bu süreçten etkilenmediğini düşünüyorum. Toplumun hangi vasıtalarla bilgilendiği, bilgilendirildiği kaynağa bağlı olarak toplumun da ikiye bölündüğü bir düzende herkesin yerinde saydığını düşünüyorum. Farkında olan daha çok farkında oluyor belki ama olmayanlar bakımından bir değişiklik olduğunu düşünmüyorum. Bana kalırsa doğa, herkesin hayatına dokunana dek kitlesel bir uyanışın gelmeyecek. Kapitalizmin baronları da şüphesiz sistemlerini sonuna kadar korumaya devam edecektir.

EMRE BATURAY ALTINOK: Kapitalizmin krizlerden beslendiği gerçeği bir yana, krizlerin kapitalizmin sonunu getirecek bir forma dönüşmesi mümkün mü? Felaketin kapitalizmine yenik mi düşeceğiz, kapitalizmin felaketini getirebilecek miyiz? Ne dersiniz?

YAKUP OKUMUŞOĞLU: Kapitalizmin sonunu demeye çalıştığım gibi insanoğlu getiriyor aslında. İnsanoğlunun gezegene yaptığı kötülükler gezegeni harekete geçirmiş durumda. Doğanın kendini korumak için yöntemleri var. İnsanoğlu başına gelen felaketleri, doğanın uyguladığı yöntemleri tahlil ederse ki bir noktada kaçınılmaz olarak bunu yapmak zorunda kalacak, işte o zaman bir başka yaşamı kurgulamak mümkün olabilecek. Ya zor yoldan bunu anlayacak ya da en zorunu görmeden bunu yapacak. Bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ne kadar zaman alacağını bilmem ama dünyanın her yerinde son 10 yılında yaşanan ve insanlığın felaket olarak adlandırdığı doğa olaylarındaki bu artış bu sürenin çok da uzun sürmeyeceğini düşündürtüyor.

İnsanlığın, yaygın bir şekilde gezegendeki varlığı sadece 1.5 derecelik ilave sıcaklık artışına sıkışmış durumda. Bu bir açmaz. Bu açmazdan doğanın galip çıkacağı kesin. Kapitalizm ile insanlığın ilişkisi noktasında ne çıkacağını ise zaman gösterecek. Şu sıralarda dünyanın her yerinde yaşanan doğa olayları ile aslında bu süreci tecrübe ediyoruz. ■