Oy kullanmış olmak bir insanı ne kadar politik kılar? Demokrasiyi seçime indirgemek, katılımcı bir politika yaratma çabasının önünde bir engel midir? Bu sorulara verilecek yanıt, bizim politikadan ne anladığımızla doğrudan ilintilidir. Eğer politikayı üstümüze hızlıca giyip çıkarabileceğimiz, hayatımızda çok da önemli bir yeri olmayan, daha çok bizi yönetenleri seçme odaklı bir konu olarak ele alırsak, bütün politik kimliğimizi doğru elitleri seçme çabasına indirgemiş oluruz. Seçimlerin temel amacı halkın iradesinin tecellisini sağlamak ya da halkın politik konulardaki fikrini almak değil, halkı yönetecek olan elitleri doğru bir biçimde tespit etmek olur. Bu bağlamda, seçimler ile halk iradesi arasında zorunlu bir ilişki yoktur ve hatta mümkün olduğunca bunlar birbirinden ayrı tutulmalıdır. Herkesin politikayla uğraşması gerekmez çünkü politika özel bir ilgi ve beceri alanıdır. Onunla haşır neşir olacak zümre, bu konu üzerine eğitim almış ve ona derin bir ilgi duyan ve zaman ayırabilecek kişiler olmalıdır. Oyunu veren kişi bu anlık politik eylemden sonra kendini hemen politik kimliğinden arındırıp, sosyal hayatına dönmeli ve politikayı elitlerin sorumluluğuna teslim etmelidir. Halk nezdinde politika, bir anda yapılıp sonra da bırakılabilen birşey olmalıdır çünkü bu türden bir politik bukalemunsuluk toplumun yararı için gereklilik arz eder.
Demokrasinin ve politikanın bu türden seçkinci tanımları, halkın katılımcılığını önemli bir ölçüde imkansız kılar ve demokrasi kavramını çok minimalist bir yere çeker.[1] Halkın politikanın içinde olması büyük bir kuşku uyandırır çünkü kitlelerin politikaya eklenmesi, devreye kişisel çıkarları, duygusal bağlılıkları ve toplumsal önyargıları sokar. Hal böyle olunca, politika soğukkanlılıkla ve bilgi birikimiyle kararların alındığı seçkin bir alan olmaktan çıkar. Kısacası, elitist politika anlayışına göre, katılımcı bir demokrasi, apolitik olanın (yani halkın) politikaya tacizi anlamına gelir ve bu da politikayı yozlaştıran ve kamu yararına karşı bir durum demektir. Bu türden seçkinci politika anlayışının ne kadar sorunlu bir yerde durduğunun farkında olmak için çok da çaba gerekmez. Halkı politikanın düşmanı olarak belirlemek, halk iradesinden aşkın bir iradenin olduğunu varsaymak olur, ki bu da çok ufak bir kitlenin, vatandaşlara fikir danışma ihtiyacı duymadan, politik kararlar alması anlamına gelir.
Fakat bu elitist argümanları çok daha yapıcı bir yerden okumak ve onların vardığı yargılardan demokrasi adına bir pay çıkarmak da mümkündür ve benim bu makalede yapmaya çalışacağım şey de bir anlamda bu. Elitist teoriler için halkın iradesi seçkinlere karşı bir tedhit içerir. Ama bu korkuyu demokrasiye içkin bir yerden ele alırsak, daha farklı bir soru sorma şansımız olur: hangi koşullarda, halkın kendi iradesi demokrasiye bir tehdit teşkil etmeye başlar ve bunu nasıl bir demokrasi tahayyülü ile dengeleyebiliriz? Soruyu böyle sorduğumuzda, artık konumuz elitler ile halk arasındaki gerilim değil, mevcut halk iradesinin kendinden farklı olan diğer görüşlere karşı aldığı tutumdur. Yani, konumuz demokrasinin kendisiyle nasıl bir ilişki kurduğu ve bu ilişkinin olumlu ve olumsuz yönleridir. Bu sorunun önemini tam olarak anlayabilmek için, öncelikle demokrasi kavramını biraz açmamız ve konuyu teorik bir yere çekmemiz gerekiyor.
Demokrasinin İki Ayağı: Çoğunluk ve Çoğulculuk
Demokratik düşünce iki temel unsur üzerine kurulmuştur. Bunlardan birincisi, siyasi iradesinin ya da J. J. Rousseau’nun deyimiyle ‘genel iradenin’ tayinidir. Gücün kralın bünyesinde toplandığı ve herhangi bir halk temsiliyeti olmayan monarşik düzenlere kıyasla demokrasilerde yurttaşlar kanunun hem nesnesi hem de öznesidirler. Yani, kanunu hem yapmakla hem de ona uymakla görevlidirler ve bundan dolayı da demokrasilerde halk iradesini aşan başka bir irade olamaz. Fakat bir Tanrı buyruğundan ya da kralın kişisel öznelliğinden farklı olarak, halk hiçbir zaman bir bütün iradeyi teşkil etmez ve bu da demektir ki demokrasilerde sürekli bir bütünleşme arayışı vardır. Ama bu arayış aslında hiçbir zaman sonu gelmeyecek bir beklentidir çünkü demokrasileri var eden şey farklı görüşleri ve kimlikleri içinde bulundurabilme özelliğidir. Durum böyle olunca, demokratik şekilde alınan kararların meşruiyeti çoğunluğun iradesi üzerine kurulmuştur. Çoğunluğu temsil edenler aynı zamanda bütün yurttaşların iradesini temsil etmektedirler çünkü kanun herkes için geçerlidir. Eğer demokratik rejimlerde bu türden çoğunluk odaklı bir karar alma prosedürü olmasaydı, demokratik iradenin tayini de mümkün olamazdı.
Bütünlüğün hiçbir zaman tam olarak mümkün olmadığı yerde, çoğunluk kavramı bütünleştirici gücünden dolayı demokratik bir meşruiyet kazanır ve demokratik toplumlara karar alma, iradeyi tayin etme ve kanun yapma yetisini ve yetkisini verir. Her ne kadar bu bütünleştirici gücün karar alma ve uygulama bağlamında yapıcı bir rolü olsa da, bu aynı zamanda demokrasinin olmazsa olmaz çoğulcu özelliğiyle ister istemez çelişir. Çoğunluğu elinde bulunduranlar, kendilerini bütünle özdeşleştirmeye başladıklarında, azınlığın farklı düşüncelerini kendilerine bir tehdit olarak görmeye meyilli hale gelirler. Alexis de Tocqueville’in ‘çoğunluğun tiranlığı’ adını verdiği şey tam da budur. Her ne kadar çoğunluk hiçbir zaman bütünü kapsayabilecek bir temsiliyete sahip olmasa da (çünkü çoğunluk her zaman bütünün sadece bir parçasıdır ve bundan dolayı da sınırlıdır), çoğunluk olmanın mantığı içinde her zaman böyle bir sınırsız iktidar olma özlemi vardır.
Çoğunluk kavramıyla gelen bu tehlike göz önünde bulundurulduğunda, daha farklı bir demokrasi tanımının gerekliliği karşımıza çıkar. Bunu yapabilmemiz için de demokrasiyi irade sorununu aşan bir yerden okumamız gerekir. İrade tayini ve kanun yapma yetisi demokrasinin sadece bir ayağını teşkil eder ve demokratik yapıları sadece bu açıdan ele almak, konuyu basitleşmek ve demokrasiyi tek yönüyle algılamak demektir. Her ne kadar demokrasilerde halkın iradesinin çok önemli bir yeri olsa da, irade eninde sonunda sadece bir sonucu ifade eder ve bundan dolayı da kısıtlı bir kavramdır. Seçim sonuçları bize o iradenin oluşma süreci hakkında pek birşey söylemez. Bu bağlamda, demokrasiler için sorulması gereken ve iradeden daha öte bir yerde duran soru, halk iradesinin nasıl bir süreç sonrası ortaya çıktığı ve bu iradeyi benimseyen çoğunluğun bu iradeyi oluştururken kendi görüşlerini sorgulamaya ne kadar açık olduğu sorusudur. Diğer bir deyişle, her ne kadar irade tayini demokrasiler için elzem olsa da, sadece iradeye indirgenmiş bir demokrasi anlayışı demokrasiler için ciddi bir tehlike arz eder çünkü eksiktir.
Eğer halkın iradesi sağlıklı bir tartışma ve politik etkileşim süreciyle oluşmamışsa ve süreç daha ziyade azınlıkta olanları ezme ve sindirme çabasına dönüştüyse, böyle bir iradenin demokratikliği kökünden sorgulanabilir hale gelir. Diğer bir deyişle, çoğunluk ilkesinin yanına çoğulculuk ilkesi konulmadığı sürece, gerçek bir demokratik süreçten ve demokratik iradeden bahsetmek mümkün olmaz. Bu türden baskıcı ve çoğunluğun gücü üzerinden kurgulanan bir demokrasi pratiğinde, halkın iradesinin karanlık yüzü ile karşı karşıya geliriz. Burada elitler ve halk arasındaki gerilimden öte, asıl tartışılan şey halkın kendini nasıl tanımladığı ve çoğunluğu temsil etmeyenle nasıl bir ilişki kurduğu olacaktır. Sorunun kendisi demokrasiye içkindir. Oy verme eylemini demokrasinin bu iki ayağı (çoğunluk ve çoğulculuk) üzerinden düşünmeye başladığımızda, artık önümüzde eşit yurttaşlık sorunu vardır. Çoğunluğu oluşturan kitle kendi iradesini bütünün temsiliyeti olarak algılayabilir ama bu algının bir varsayımdan ibaret olduğunu da unutmaması gerekir. Yoksa bu varsayımının sorgulanması olanaksız hale gelir, ki bu da çoğulcu yapıyı sindirmek üzerine kurulmuş bir demokrasi anlayışı demektir. Böyle bir durumda, artık eşit yurttaşlıktan bahsetmek mümkün olamaz. Ortaya çıkacak olan tablo, daha çok esas yurttaşlar ve diğerleri arasında gidip gelen kutuplaştırıcı bir söylem olacaktır.
Bu teorik tartışmayı izninizle Türkiye’den bir örnek vererek somutlaştırmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, AKP hükümeti halkın iradesine sürekli vurgu yapıyor ve meşruiyetini buradan kuruyor. Ama AKP halk kavramından tam olarak ne anlamaktadır? Halk kimdir? Halk herkesi mi temsil eder, yoksa AKP seçmenini mi? Maalesef, AKP hükümetinin halk kavramından anladığı, bir hayli sınırlıdır çünkü daha çok kendi seçmenine gönderme yapar ve kaynağını çoğunluğun iradeyi temsil etmesi mantığından alır. Biraz önce de değindiğim gibi, demokrasilerde, özellikle kanun yapmada ve irade tayin etmede, çoğunluk ilkesinin çok önemli ve hatta elzem bir yeri vardır. Bundan dolayı, AKP hükümeti çoğunluk kavramına atıfta bulunduğunda, bu söylem bir anlamda demokratiktir çünkü çoğunluk referanslı demokrasi tanımlarının kendilerine özgü bir geçerliliği vardır. Ama AKP’nin demokrasi anlayışındaki en büyük sorun, onun demokrasiyi sadece çoğunluk kavramı üzerinden anlama çabasıdır. Karşımızda duran sorun, demokrasiye içkin bir sorundur ve demokrasi kavramının tehlikeli bir biçimde tek taraflı (çoğunluk kavramı üzerinden) anlaşılmasından doğar. Bu tutum çoğulculuk ilkesini artık bir tehlike olarak görmeye başlar. Bu durum farklılıklardan arınmış, tartışma ve paylaşma kültürüne önem vermeyen, halk iradesinin sadece gücü temsil ettiği ve tekleştirici söylemlerin ön plana çıktığı (miliyetçi, İslamcı, vb.) bir demokrasi pratiğinin önünü açar. Bugün Türkiye’de yaşadığımız en büyük sorun tam olarak da bu değil midir? Karşımızda seçimle başa gelmiş ve halkın yüzde elli iradesini elinde bulunduran bir hükümet var ve bundan dolayı da yasallık bağlamında bu hükümetin demokratik meşruiyetini sorgulayamayız. Ama bir şeyin yasal olması, onun demokratik olması anlamına gelmez çünkü çoğulcu pratikleri içselleştirememiş her politik tutumun demokratik meşruiyeti doğal olarak sorgulanabilir. Daha önce de değindiğim gibi, burada altını çizmemiz gereken nokta, bu sorunun demokratik iradenin kendisi tarafından üretilmiş olduğu gerçekliğidir. Konu bir elitizim sorunu değil, dışlayıcı ve popülist bir söylem geliştirme arzusundan kaynaklanan çoğunluk odaklı bir halk iradesi üzerine kurulmuş eksik demokrasiye algısından ibarettir.
Bu noktada şunun altını çizmek isterim: Bu türden demokratik çıkmazları yine demokrasiyle ve onun pratik olanaklarıyla çözmemiz gerekir. AKP’nin halk iradesi üzerinden kurguladığı demokrasi tanımını eleştirirken, yapmamız gereken şey bu demokrasi tahlilinin eksik ve çarpık yapısını vurgulamak ve içinde çoğulculuğu da barındıran daha zengin bir demokratik tahayyülü geliştirmektir. Peki çoğulcu bir yapının demokrasi ve eşit yurttaşlıkla ilişkisi tam olarak nasıldır? Demokrasinin bu yüzü aşındırıldığında önümüze ne gibi sorunlar çıkar? Bunun oy verme eylemiyle nasıl bir ilişkisi vardır? Demokratik teori literatürü, yakınlarda bu soruları zaman kavramı üzerinden tartışmaya başladı ve bu tartışmaların oy ve demokrasi bağlamında gerçekten büyük bir önemi var.[2] Oy verme eyleminin vurguladığı en temel zaman dilimi şimdiki zamandır. Oy kullanıldıktan sonra hemen sayılan oylar, seçmenin o andaki iradesini bize gösterir. Fakat oy verme eylemini daha kapsamlı bir şekilde düşünmeye başladığımızda, aslında onun sadece şimdiki zaman üzerinden kavranamayacağının farkına varırız çünkü oy ile ortaya çıkan iradenin kendi oluşum tarihçesi vardır. Bu anlamda, seçmen iradesi aslında geçmişe ışık tutar ve bizden şimdiki zamanın gerçekliğini, yani seçimle beraber ortaya çıkan halk iradesini, geçmiş üzerinden anlamamızı ve nasıl bir süreç sonrası böyle bir iradenin ortaya çıktığını tespit etmemizi talep eder.
Eğer halk iradesi medyanın kendini sürekli baskı altında hissettiği, yazarların düşünce özgürlüklerinin kısıtlandığı, kutuplaştırıcı, dışlayıcı ve güvenlik odaklı bir politik söylemin hüküm sürdüğü bir süreç sonunda tayin edilirse, o zaman ortaya çıkan halk iradesinin hukuksal olmasa da demokratik meşruiyeti sorgulanır hale gelir. Bunun en temel nedeni de, bu türden süreçleri destekleyen insanların çoğulcu yapıyı kendilerine bir tehdit olarak görmesidir. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, yaklaşık on senedir ülkemizde ilginç bir refleks oluştu. Hükümetin önde gelen üyeleri, ulusal medyadaki tartışma programlarına çıkmamayı bir alışkanlık haline getirdiler ve bunu da halk iradesinin meşruiyeti üzerinden savunmaya çalışıyorlar. Diğer parti temsilcilerinin çağırılarına rağmen hükümet liderleri böyle bir tartışma ortamına girmemeyi yeğliyor ve bunu da bir güç gösterisine dönüştürüyorlar. Daha da önemlisi, bu türden hareketler kendi seçmenleri nezdinde de normal karşılanıyor ve farklı görüşlerin paylaşılacabileceği ve sorgulanabileceği bu türden demokratik alanlar çok fevri bir şekilde görmezden geliniyor. Bu türden bir tutum ancak ve ancak demokrasinin çarpık bir şekilde çoğunluğun iradesine indirgendiği bir yerde olabilir. Çoğulculuk ilkesini gerçekten içselleştirebilmiş bir ülkede demokratik bir düzenin çok temel taşlarından olan liderlerin katıldığı tartışma programları olmazsa olmazdır. Mesela, bugünlerde her ne kadar Amerikan demokrasisi kendi aşırı sağcı eğilimlerine karşı ciddi bir sınavdan geçiyor olsa da, seçim sürecine yavaş yavaş giren bu toplumda hem parti içi adayların kendi aralarında kamuya açık yaptıkları tartışmalar, hem de farklı parti temsilcileri arasında gelecekte yapılacak açıkoturumlar, Amerikan demokrasisinde tartışma kültürünün ve çoğulculuk ilkesinin bizden ne kadar üstün bir yerde olduğunu çok açık bir şekilde gösteriyor.
Zaman kavramına geri dönersek, oy verme eylemi ile ortaya çıkan halk iradesinin demokrasi ile olan ilişikisi ancak bu iradenin nasıl bir süreç sonrası ortaya çıktığına bakılarak anlaşılabilir. Bu konuyu aynı zamanda gelecek kavramı üzerinden de düşünebiliriz. Demokrasiyi çoğunlukçu bir düzene indirgeyen yaklaşımların gelecek kavramı ile de çok sorunlu bir ilişkisi vardır çünkü bu tür politik tahayyüller gelecekle olan ilişkilerini sadece devamlılık ve istikrar üzerinden kurarlar. Demokratik iradenin tayininde oluşabilecek bütün yapıcı kırılma anları, belirsizlikler ve farklılıklar, acil olarak giderilmesi gereken bir sorun olarak algılanır. Fakat çoğulculuk ilkesini demokrasinin elzem bir öğesi olarak gördüğümüzde, ki demokrasiyi doğru algılayabilmemiz için bu böyle olmalıdır, o zaman istikrar ve devamlılık tutkunluğunun demokrasiye faydasından çok zararının olduğunun farkına varabilme şansına sahip oluruz. Eğer bir demokratik yapı gelecekle olan ilişkisini istikrar beklentisine indirgerse, çoğulculuğun politik olanaklarının önü ciddi şekilde tıkanmış olur ve halk iradesinin demokratik meşruiyeti tehlikeye girer.
İki Prosedürel Önlem: Zorunlu ve Açık Oy
Bu çalışmada şu ana kadar daha çok oy verme eyleminin elitizm ve popülizm ile olan ilişkisinin üzerinde durdum ve bu sorunları demokratik teori bağlamında ele aldım. Burada asıl vurgulamaya çalıştığım nokta, bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu çoğunluk odaklı demokrasi tanımından doğan sorunların demokrasinin kendi potansiyel çıkmazlarıyla anlaşılabileceği gerçeğiydi. Ancak çoğulcu bir yapıyı içselleştirebilmiş bir demokrasi ve çoğunluğun tehlikeli yanlarını da görebilen bir toplum ve politik yapı, eşit yurttaşlığı ve katılımcı demokrasiyi hayata geçirebilir. Şimdi tartışmanın yönünü biraz değiştirmek ve yurttaşlık teorisinde bu türden demokrasiye içkin sorunlara verilen iki tür cevapdan bahsetmek istiyorum. Bu bağlamda, ilk olarak liberal ve cumhuriyetçi teorisyenler arasında gerçekleşen zorunlu oy kullanma tartışmasını ele alacağım.
Baskıcı çoğunluğun geçerli olduğu halk iradesi ile katılımcı ve çoğulcu bir vatandaşlık bilinci arasındaki gerilimi çözmek adına, siyasal düşünce tarihinde farklı kuramlar geliştirilmiştir. Bu bağlamda, eşit yurttaşlık bilincinin önemini vurgulayan ve katılımcı bir politikanın gerekliliğini vurgulayan cumhuriyetçi düşünürler ile politik katılımcılığı kişinin kendi bireysel tercihine bırakan liberal düşünürler arasındaki zorunlu oy kullanma (compulsory voting) üzerine dönen tartışmanın önemli bir yeri vardır.[3] Aslında soru çok basittir: Vatandaşlar oy vermeye zorlanabilirler mi? Bu türden bir zorlama ne adına yapılmalıdır? Bu durum temel özgürlükler bağlamında ne çeşit sorunlara yol açar? Bugün itibariyle, zorunlu oy geçerliliğini yitirmiş bir kavramdır çünkü oy bir yurttaşlık görevi (duty) değil, bir hak (right) olarak algılanır. Oy kullanma hakkını elinde bulunduran kimse, onu nasıl kullanacağını ya da kullanıp kullanmayacağını da seçme şansına sahiptir. Liberal düşünceye göre, oy verme eylemi bir hak olmaktan çıkıp bir yurttaşlık görevine dönüşürse, birey hem düşünce özgürlüğünden (liberty of conscience) hem de katılım özgürlüğünden (liberty of participation) mahrum kalmış olur. İnsanlar gerekli gördüğünde, fikirlerini beyan etmeme özgürlüğüne ve bu anlamda da politik süreçlere katılmama tercihine sahiptirler ve bu onların temel hakkıdır. Yoksa bireyler devletin baskıcı yapısından arındırmalarını sağlayacak gücü artık kendilerinde bulamazlar. Mesela, Soğuk Savaş zamanında Yunanistan’da bütün seçmenlerin oy kullanmaya zorlanması bu türden bir özgürlüğün gerekliliğine iyi bir örnek teşkil eder. Her ne kadar bu uygulama daha katılımcı bir demokrasinin inşası adına yapılmış olsa da, aslında planlanan şey otoriter bir hükümetin karşı çıktığı görüşleri bir tarafa iterek kendi meşruiyetini sağlama çabasından ibarettir. Komünist Parti’nin seçimlere katılmasının engellenmesindeki temel neden de budur. Bu türden örnekler göz önünde bulundurulduğunda, liberal teori önemli bir noktanın altını çizer. O da bazen politik sürecin parçası olmama seçiminin aslında politik bir karar olabileceği gerçeğidir çünkü politik sürece katılmama tercihi, baskın olan sisteme ve otoriteye karşı yapılan bir protesto halidir. Bundan dolayı oy kullanma eylemi zorunlu bir görev olarak değil, kişinin özgür iradesine bırakılmış bir temel hak olarak düşünülmelidir.
Cumhuriyetçi teori her ne kadar liberal düşüncenin dile getirdiği bu korkuları çok yersiz bulmasa da, hak temelli bir yapının getirisinden çok götürüsü olduğunu savunur. Konuyu yurttaşlık görevi bazında ele alan düşünürler, oy verme eylemini ve halk iradesinin oluşumunu uzun bir sürecin sonucu olarak görürler. Bu anlamda, onlar için zaman kavramı çok daha kapsamlı bir hal alır çünkü halk iradesinin şimdiki zamanla ilişkisi kadar, onun geçmiş ve gelecekle olan ilişkisi de bir o kadar önemlidir. Liberal teoride bu türden süreçsel bir katılımcılık çok fazla vurgulanmaz çünkü konu eninde sonunda bireyin kendi seçimi üzerinden ele alınır. Peki cumhuriyetçi teorisyenler için oy kullanma eylemi neden zorunlu bir göreve dönüşmelidir? Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, cumhuriyetçi düşünürler için liberallerin korkuları çoğu zaman yersizdir. Mesela, zorunlu oy uygulaması olan bir ülkedeki vatandaş her ne kadar kendini sandığa gitme mecburiyetinde buluyor olsa da, eğer isterse boş ya da geçersiz oy da atabilir. Zorunlu oy uygulaması insanların geçerli oy atmama özgürlüğünden mahrum bırakmaz. Önemli olan sandık başına gitme zorunluluğudur çünkü bu vatandaşlık görevi, bireyi politik sürecin bir parçası olmaya iter. Kısacası, zorunlu oy kullanma yaptırımının demokrasiye en büyük katkısı çoğunluğun baskısından yılmış ve politikadan artık çok bir beklentisi kalmamış vatandaşların, önceleri zorunlu olarak da olsa, politikaya katılmalarını sağlamaktır. Zaman içerisinde oluşması beklenen şey, zorunlu olarak başlayan bu türden katılımcılığın yavaş yavaş içselleştirilmiş bir eyleme ve politik bir duruşa dönüşmesidir. Liberal teoriyle olan anlaşmazlık da burada başlar. Eğer oy kullanma eylemi bireyin kendi insiyatifine bırakılırsa, apolitikleşmiş kişiler ve gruplar politikadan iyice soğur ve demokrasinin katılımcı ruhu sekteye uğrar. Eşit yurttaşlığın tesisi, özellikle çoğunluk psikolojisinin baskın olduğu yerlerde, haklar üzerinden değil, görevler üzerinden düşünüldüğünde mümkün hale gelir.
Önemli bir diğer tartışma da verilen oyun gizliliği üzerinedir. Siyaset teorisi tarihinde John Stuart Mill’in bu konudaki görüşlerinin çok belirleyici bir yeri vardır. Mill’e göre, demokrasilerde gizlilik durumu her zaman bir istisna olarak görülmelidir ve bundan dolayı da bir kaideye dönüşemez.[4] Özellikle oy kullanma gibi demokrasinin en önemli ayaklarından birini oluşturan bir konuda, gizliliği bir kural olarak kabul etmek, Mill’e göre demokrasinin açıklık ve tartışma odaklı ruhuna karşıttır. Eğer kimin nasıl oy verdiği hiçbir zaman kamu tarafından bilinmeyecekse, gücü elinde bulunduran kimse de bu anonim durumu kötüye kullanmaya başlayabilir. Verdiği oydan dolayı da sorumlu tutulamayacağını bildiği için, her ne kadar çoğunluğun bir parçası olsa da, bununla gelen mesuliyetlerden kendini arındırabilir. Her ne kadar bu tartışma da bir anlamda vatandaşlık görevi ve birey hakları üzerinden dönse de, bu iki tartışma arasındaki nitelik olarak önemli bir fark vardır. Zorunlu oy kullanma konusundaki anlaşmazlık, bir vatandaşın oy kullanmaya zorlanıp zorlanamayacağı üzerinedir. Gizli oy üzerine dönen tartışmalarda ise, asıl soru kullanılan oyun nasıl kullanıldığıdır. Az önce Türkiye üzerinden yürüttüğüm halk iradesi tartışmasına geri dönersek, zorunlu oy meselesi daha çok azınlıkta olan ve kendini çoğunluk iradesinin dışında gören vatandaşların politikaya tekrar katılması ve söz sahibi olabilmesi adınadır. Yani, tartışmanın odaklandığı kitle kendini dışarıda hissedenlerdir. Oyun gizliliği üzerine dönen tartışmalarda ise tam tersine, konunun öznesi daha çok kendini çoğunluğun görüşleriyle tanımlayan kimsenin oyunu nasıl bir şekilde ve ne türden bir sorgulama süreci sonrası verdiği sorusu üzerinedir.
Mill için gizlilik demokrasi adına çok büyük bir tehlike teşkil eder çünkü gizli tutulan bir oy hesap verme zorunluluğunu geçersiz kılar. Ancak başkalarının yargılarına ve görüşlerine maruz kalan kimse kendini demokratik bir sorumluluk altında hisseder ve verdiği kararları kamunun genel çıkarları üzerinden sorgulayabilir. Yoksa oy verme eylemi bir demokratik görev olmaktan çıkar ve kişisel çıkarların, baskıcı bir çoğunluğun ya da rastgele alınmış karararlar yumağının bir dışavurumu haline gelme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Her ne kadar gizli oyun böyle bir politik tavrı doğurmak zorunluluğu olmasa da, gizlilik gerçeği en azından bu türden bir sonucun oluşumunu teşvik eder. Mill’in öne sürdüğü teze karşı, gizli oyu savunanlar, açık oyun özgür bir şekilde ve dıştan gelebilecek her türlü baskıdan arınmış bir oy verme özgürlüğünün yok olma ihtimalinin altını çizerler. Her ne kadar açık oy tezi sorumlu bir vatandaşlık adına geliştirilmiş olsa da, pratikte bunun tam tersi sonuçlara da gebe olabilir çünkü oyunu gizleyemeyen kişi baskı ya da şiddet korkusundan dolayı oyunu hiç de istemediği bir şekilde kullanmak zorunda kalabilir. Oy bir kişisel hak olarak kalmalıdır ve bir vatandaşlık görevine indirgenmemelidir çünkü oy hakkı birey güvenliğini ve özgürlüğünü tehdit altına sokacak bir politik araca dönüştürülemez. Yirminci yüzyılda faşist rejimlerin açık oyu halkı kontrol etmek için kullandığı gerçeğini de göz önünde bulundurursak, gizli oy adına geliştirilen argümanların geçerliliğinin farkına varırız.
Hem zorunlu oy hem de gizlilik konularını çok daha etraflı bir şekilde tartışmak tabii ki mümkündür. Mesela John Stuart Mill’in hem liberal düşüncenin babası olarak kabul edilmesi hem de açık oy uygulamasını desteklemesiyle doğan ikilem, siyaset teorisindeki en önemli tartışmalardan biridir. Ama bu makalenin çerçevesi göz önünde bulundurulduğunda, ben bu iki konu üzerine daha detaylı bir tartışmaya girmeyi düşünmüyorum. Bu makalede, siyasal düşünceler tarihinde önemli yeri olan bu iki tartışmaya yer vermemin en önemli nedeni oy hakkı, halk iradesi ve eşit yurttaşlık konuları mevzubahis olduğunda, siyaset teorisinin çözümü daha çok prosedürel ve hukuksal alanlarda aradığınının altını çizmekti. Zorunlu oy uygulaması, vatandaşlık görevi üzerinden kendini dışta hissedenleri politik sürece katmaya çalışır ve bunu da hukukun yaptım gücüyle sağlar. Belirli bir zaman zarfında, bu zorunlu görev bütün vatandaşlar için demokratik bir reflekse dönüşecektir ve demokratik yapıların çok daha katılımcı hale gelmelerini sağlayacaktır. Bu türden prosedürel bir yaklaşım gizli oy tartışması için de geçerlidir. Açık oy verme pratikleri çoğunluğu temsil eden ama bu türden bir güçle beraber gelen sorumlulukları almak istemeyebilecek vatandaşlara kamusal bir bilinç kazandırma odaklıdır. Kamu tarafından sorgulandığını ve sorumlu tutulduğunu bilen kimse, oyunu kullanırken de bu eyleme bunun bilinciyle girişir. Az önce yaptığım gibi, konuyu zaman kavramı üzerinden ele alırsak, kamuya açık bir şekilde kullanan kişi, bu karara varmadan önce karşı görüşlere de danışma zorunluluğunu hisseder çünkü bilir ki oyunu kullandıktan sonra onunla aynı fikirde olmayan vatandaşlara hesap vermek durumunda kalacaktır.
Peki, bu türden prosedürel tartışmalar daha katılımcı ve eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş bir yurttaşlık ve demokrasi bilincinin oluşmasında ne kadar etkindir? Bu konuyu Türkiye özelinde düşündüğümüzde, acaba bu türden değişiklikler halkın çoğunluk odaklı demokrasi anlayışını kırabilecek güçte midir? Yoksa asıl sorun, prosedürel değişiklerden daha farklı bir yerde mi aranmalıdır? Bence zorunlu ve açık oy uygulamaları eşit vatandaşlık bilincini ve demokratik çoğulculuğu her ne kadar bir nebze güçlendirebilecek olsa da, bu türden dışardan dayatılan ve bir anlamda yapay uygulamalar demokrasinin devinimini ve gelişimini etkilemede çok da önemli bir yer tutmaz. Açıkcası ben burada çözümü tam olarak nerede bulabiliriz gibi bir soruya cevap verme niyetinde de değilim. Bu türden bir sorunun çok da yapıcı olduğuna inanmıyorum çünkü böyle çözüm odaklı yaklaşımlar, bizi konunun girift yapısından uzaklaştırıyor. Bu nedenle, ben daha farklı bir soru sormak istiyorum: Türkiye’de çoğunluk üzerinden kurulan bu tür bir demokrasinin kökü neye dayanmaktadır? Ortada AKP hükümetinden daha öte bir sorun mu bulunmaktadır?
Türkiye, Demokrasi ve Gelecek Tahayyülü
Öncelikle söze Türkiye’deki çoğulculuk kültürünün zayıf geçmişinden bahsederek başlayalım. Demokrasiyi çoğunluğun iradesine indirgeyerek tanımlama çabası Türkiye politika tarihine çok da yabancı bir tutum değildir. Türkiye’de kapsayıcı bir şekilde dini inanç özgürlüklerini savunan, unutma üzerine kurulmuş bir tarih anlayışına maruz kalan gayrimüslim vatandaşların acılarına ortak olabilen, yıllarca yok sayılmış Kürt yurttaşların taleplerini dinleyen ve aynı zamanda cinsiyetçi her türlü söyleme karşı duran, bunun gibi demokratik tavırları ayrımcılık yapmadan kabullenen kişileri bulmak gerçekten zor. Türkiye politikasında haklar çok daha stratejik bir şekilde savunuluyor ve bundan dolayı da politika kültürü, kapsayıcı ve yapıcı olmak yerine, daha çok dışlayıcı, düşman bellirleyici, hedef gösteren ve karşı tarafı dinlemeye ve anlayamaya kapalıdır. Bundan dolayı Türkiye’deki demokrasi sorununu tartışırken konuyu sadece bir AKP sorunu olmaktan ziyade genel bir Türkiye sorunu olarak ele almamız lazım. Önümüzde duran sorun genel bir politika ve demokrasi kültürü eksikliğidir ve işte tam da bu nedenden dolayı az önce bahsettiğim prosedürel önlemlerin de etkisi gayet ufaktır. Ben bu türden demokrasi karşıtı tavırların içine her türlü ulusalcılı söylemleri (Türk, Kürt, İslami), devlet odaklı politika anlayışını, militarist görüşleri, erkek egemen toplumun normlarını, neoliberal ekonomi politikalarını, modernleşme ve geri kalmışlık arasında sıkışan bayat tartışmaları, ve yabancıları hemen bir tehdit olarak gören bütün eğilimleri koyuyorum.
Bu bakımdan, AKP ile başlayan süreci okurken biraz ezber bozmamız gerekiyor. AKP hükümeti ile beraber, bundan yıllar önce Ahmet İnsel’in de değindiği gibi, Türkiye’de ilk defa ordunun ve diğer devlet aygıtlarının baskılarının azaldığı demokratik bir pratik ihtimali oluşmuştur. Altını asıl çizmemiz gereken şey, ilk defa demokratik bir şekilde kendi iradesini tayin etme olasılığını ele geçirmiş bir toplumun, demokrasi ile ilişkisinin çok taze ve deneyimsiz olmasından dolayı yarattığı derin bir çıkmazın temel gerçekliğidir. Diğer bir deyişle, Tocqueville’in bize çok güzel bir şekilde gösterdiği gibi, demokrasiler tam da kendi kendilerine kaldıklarında en tehlikeli yüzlerini gösterirler çünkü dizginlerinden çözülmüş olan bir demokrasi, kendini hem çoğulcu hem de çoğunlukçu bir yere kayma seçiminin önünde bulur. Maalesef, Türkiye’deki demokrasi deneyiminin eksikliğinden dolayı, halk iradesi şu aşamada seçimini çoğunluk psikolojisi üstüne kurmuş gibi gözüküyor. Bu makalede altını sürekli çizdiğim gibi, bu bir aldanma ve aldatmadan öteye geçemez maalesef ama aynı zamanda bu sorunu da demokrasinin dışında bulmak da mümkün değildir. İşte içinde bulunduğumuz sorunun özü budur. Sorunun kendisi demokratiktir. Hal böyle olunca, AKP’nin otoriterleşmesini demokrasinin kendi problematiğinde bulmaya çalışmak ve bunu da Türkiye’de genel bir demokrasi eksikliğinin semptomatik bir tecellisi olarak okumak gerekir. Eğer böyle yapmazsak, çıkarımlarımız çok basit kalacak ve bu türden avutucu analizler bizi sorunun köküne inmekten alıkoyacaktır.
Peki demokrasi ve Türkiye ile ilgili yaptığım bu saptamalarımın oy verme eylemi ve halk iradesinin tayini ile ilişkisi tam olarak nedir? Eğer sadece çoğunluk üzerine kurulan bir demokrasi tanımı Türkiye’de genel bir tavrı temsil ediyorsa, o zaman AKP hükümetinin elinde bulundurduğu otoriteyi kötü bir şekilde kullanmasını eleştirdiğimiz kadar, ki bugünlerde böyle eleştirilere solun ayakta kalabilmesi için çok ihtiyaç var, konuyu daha derinlikli ele almamız lazım. Yani, bir gün AKP yerine başka bir parti başa geçtiğinde aynı çoğunlukçu mantığın tekrarlanıp tekrarlanmayacağı sorununa odaklanmamız gereklidir. Doğal olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu şu aşamada, böyle gelecek odaklı ve gücün el değiştirdiği bir an üzerinden demokratik ve politik çıkarımlar yapmak kulağa biraz naif ve hatta saçma gelebilir. Sonuçta ortada her gün daha da güçlenen ve halk iradesi kavramını çoğulcu ihtimalleri bastırmak için kullanmaktan çekinmeyen bir hükümet var. Ama eğer demokrasiyi cidden önemsiyorsak ve Türkiye için köklü bir demokrasi hayalini kuruyorsak, Türkiye politikasının kemiklerine işlemiş bu çoğunluk odaklı genel politika anlayışının gerçekliği üzerine kafa yormalıyız. Yoksa bugün AKP hükümeti üzerinden işleyen çoğunlukçu demokrasi anlayışı ileride ona karşı çıkanlar tarafından da çok rahat şekilde kullanabilir ve bunun da genel olarak halk tabanında çok güçlü bir karşılığı olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.
Bu demektir ki, konu eşit yurttaşlık, katılımcı demokrasi ve halk iradesi olduğunda, benim gibi siyasal yelpazenin solunda konumlanan insanların yapması gereken şey ileriki zamanlarda güç el değiştirdiğinde, öç alma hırsıyla aynı türden baskıcı politikaları tekrarlamama yolunu seçmektir. Bunu yapabilmek için de, AKP’nin dışlayıcı mantığına denk düşen bütün söylemleri derinden eleştirmek ve Türkiye demokrasisinin geleceğini bu eleştirel temeller üzerinden kurmak gerekiyor. Son olarak şunu söylemeliyim ki, bu tespitleri yaparken, bu yolun çetrefilli doğasının ve çok daha pratik bir şekilde hayata geçirilebilecek farklı stratejik politik ihtimallerin de çekim gücünün farkındayım. “Aman AKP seçimle gitsin de, nasıl giderse gitsin” gibi bir yaklaşım doğal olarak benim sunduğum öneriden daha pratik ve etkin gözükebilir ve bir anlamda da bu böyledir. Ama bu türden kolaycı bir yaklaşımın faydası hakkında benim ciddi şüphelerim var. Eğer demokrasi adına çizilecek anlamlı bir yol varsa ve bu da çoğulculuk ilkesi üzerinden yapılacaksa, önümüzde bu çetrefilli yoldan başka bir seçenek yok demektir. Yoksa Türkiye demokrasisi hepimizin alışık olduğu, ağzımıza sakız olmuş ezberle, bir İslami ulusalcılığa bir Türk ulusalcığına kayarak, arasıra el değiştiren ama temel mantıkta birbiriyle sinsi bir şekilde hemfikir olan çoğunluk odaklı politik söylemlere takılıp kısır bir döngü içerisinde kendine nefes alacak bir alan yaratamayacaktır.
DİPNOTLAR
[1] Joseph Schumpeter, Capitalism, Socialism and Democracy (New York: Harper & Row, 1957)ç
[2] Jane Mansbridge ‘Rethinking Representation’, American Political Science Review, 97 (4): 515 – 28; Nadia Urbinati, Representative Democracy: Principle and Genealogy (Chicago: University of Chicago Press, 2006).
[3] Alan Wertheimer, “In Defense of Compulsory Voting” in Participation in Politics, ed. J. Roland Pennock and John V. Chapman, (Lieber-Atherton, NY, 1975), ch. 14, 276 – 296; Justine Lacroix, ‘A Liberal Defense of Compulsory Voting’ in Politics 27.3 (2007), 190 – 195; Geoffrey Brennan and Phillip Pettit, “Unveiling the vote,” British Journal of Political Science, 1990, 20 (03), 311 – 333.
[4] John Stuart Mill, Considerations on Representative Government, ed. H.B. Acton (J.M. Dent & Sons, 1984), 323.