Dünya, insanın ortaya çıkmasından beri onun mikroplarla mücadelesine tanık olmuştur. İnsan, yaşamak için beslenmek zorundadır ve bunun için bitki, hayvan, böcek gibi canlılara ihtiyaç duyar. Bu anlamda insanın diğer canlılarla teması ve onlarda bulunan mikroplarla ilişkisi kaçınılmazdır. “On bin yıl öncesine kadar, insan ve üst organizma nispeten barış içinde yaşamıştı.” (Nikiforuk, 2020:26) Çünkü insan avcı toplayıcı olarak yaşıyordu ve canlılarla ilişkisi en alt düzeydeydi. Tarım aletlerinin keşfiyle birlikte insan bitki ve hayvanları evcilleştirmeye başladı. “İnsanlar her yerde büyük topluluklar halinde bir araya gelmeye başladılar ve yeni tarım düsturunu ortaya koydular: Diğer türleri boyunduruğun altına alıp insanın çoğalmasını ve daha fazla tür üzerinde egemenlik kurmasını sağlayacaksın.” (Nikiforuk, 2020:27) Tarım devrimi bu anlamda salgınların başlamasına da neden oldu. İnsan daha önce karşılaşmadığı ve vücudunun tanımadığı birçok mikropla haşır neşir olmaya başladı. Tarımla birlikte virüsler, bakteriler, kalabalık insan toplulukları arasında adeta bir hastalık pazarı açtılar. “İnsan en iyi dostu köpeği seçtiğinde, kızamığı da davet etmiş oldu. İnek beraberinde difteri ve tüberkülozu getirdi. Rhino-virüsler (nezle virüsü) muhtemelen bir atın sırtında geldi. Şarbon topraktan fırladı. Bu biyolojik karşılaşmalar, muhtemelen söz konusu bütün türlerde bir şok etkisi yarattı.” (Nikiforuk, 2020:27) Bu karşılaşmalar sonucu insanlar zamanla bu hastalıklara karşı bağışıklık kazandılar zira mikroplar beslenmek ve yaşamak için bulaştıkları canlıya ihtiyaç duyarlar; ölü bir beden onlar için besin kaynağı olmaktan çıkar.
İnsan ve mikroplar arasındaki ilişkiye bakıldığında, insan mikrobun yanında dünkü çocuk sayılır. “Mikroplar dünya genelinde evrimleşen ilk canlı formlarıydı ve bugün sayıları diğer bütün organizmalardan çok daha fazla; başka türlerin vücutları da dahil olmak üzere, düşünülebilecek her yere yerleşmiş durumdalar.” (Crawford, 2019:206) Evrim açısından mikroptan çok daha sonra ortaya çıkan insan kendi yavaş evrimi ile hızla evrim geçiren mikrobun gerisinde kalmakta. “Hastalık mikroplarıyla biz artık tırmanan bir evrim yarışına kilitlenmiş durumdayız, yenilmenin bedeli ise bir yarışçının ölümü; hakem rolünü doğal seçilim oynuyor.” (Diamond, 2018:235) İnsanlık tarihindeki salgınlara bakarsak, hastalıklara karşı insanın önlem alması ve bu hastalıkların ilk çıktıklarındaki etkiyi kaybetmesi çok uzun zaman almıştır, almaktadır. Örneğin 1348’de ortaya çıkan veba salgını Avrupa nüfusunun üçte birini (30 milyon kişi) öldürmüştü ve yaklaşık 300 yıl aralıklı olarak sürdü. “Nüfusun azalması, kaçınılmaz biçimde ücretleri artırdı, feodalizmi yıktı ve ormanları korudu.” (Nikiforuk, 2020:68) Salgınlar sadece nüfusu değil, ekonomik yapıyı da derinden etkiledi. Salgınlardan dolayı suçlanan Yahudiler katliamlara uğradılar. Bu bağlamda salgınlarda yaşanan nefret söyleminin/nefret suçlarının kökeninin de geçmişte var olduğunu ve insanlığın bu konuda çok ilerleyemediğini görüyoruz. Diğer taraftan dünyanın birçok bölgesine silahları ve mikroplarıyla giden Avrupalılar silah kullanmalarına gerek kalmadan mikroplarının neden olduğu salgınlar sayesinde egemen oldular ve getirdikleri mikroplarla ilk defa karşılaşan yerli nüfusun soylarını önemli ölçüde azalttılar. “Hayvanları evcilleştiren insanlar yeni yeni evrimleşen mikropların ilk kurbanlarıydı ama bu insanlar o zaman yeni hastalıklara karşı önemli ölçüde bağışıklık kazandılar. Daha önce bu mikropları hiç almamış insanlar ile böyle kısmen bağışıklık kazanmış insanlar karşılaştıklarında başlayan salgın hastalıklar, ilk gruptakilerin %99’a varan oranda ölümüyle sonuçlanıyordu. Böylece evcil hayvanlardan alınan mikroplar Amerikan yerlilerini, Güney Afrikalıları, Güney Okyanus adalarının halklarını Avrupalıların egemenlikleri altına almalarında belirleyici rol oynamıştır.” (Diamond, 2018:99-100) Buna en çarpıcı örnek İnka İmparatorluğu’nun ele geçirilmesidir. Binlerce kişilik İnka Ordusu, İmparatorlarının ani baskınla tutsak edilmesi sonucu bozguna uğramış ve saldırı sadece 70 İspanyol askeri tarafından yapılmıştır. Salgınlar daha sonrasında da birçok savaşın nedeni olmuşlardır.
İktidarları belirleyen biyolojik gelişmeler ve dönüşümler zamanla iktidarların elindeki bir araca dönüştü. Günümüzde iktidarlar biyolojik olan her şeye hükmedemiyor olsalar da ya bunu kullanıyor ya gizliyor ya da zamanla ellerinde bir araca, silaha dönüştürüyorlar. “Egemen iktidarın biyo-iktidarla birleşmesi, asla politikanın kendi içindeki bir dönüşüm anlamına gelmez. Daha ziyade bu durumun kendisi kimi önemli tarihsel dönüşümlerin sonucudur. Hayatın tarihe girişi insan bedeni hakkındaki tıbbi ve bilimsel bilginin artışının yanı sıra 18. yüzyıldaki tarımsal üretimin ve sanayinin büyümesinin bir göstergesiydi. Biyolojik olan, tarihsel olan üzerindeki baskısını salgınlar, hastalıklar ve kıtlık biçiminde gösterirken, artık hayat üzerindeki göreli denetime izin veren teknolojik, bilimsel, toplumsal ve tıbbi yenilikler hiç olmadığı kadar fazlalaşmıştı.” (Lemke, 2014:56) Antibiyotiğin keşfiyle birlikte insanlık salgınların kökünün kazınacağını ve mikroplarla savaşın kazanıldığını düşündü. “Antibiyotiklerin ayrım gözetilmeksizin aşırı kullanımıyla birlikte mikroplar karşı saldırıya geçti. Metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) ve M. Tuberculosis gibi bakteriler ortaya çıktı ve seçeneklerimiz azalmaya başladı. İnsanlar daha on yıl önce kolayca iyileştikleri hastalıklardan tekrar ölmeye başladılar.” (Crawford, 2019:180) Antibiyotiklerin gereğinden fazla kullanılması mikropların evrim geçirerek daha güçlü hale gelmelerine neden oldu. İnsanoğlu sağlık alanında bir taraftan onarmaya çalışırken diğer taraftan daha büyük yıkımlara neden olduğunu anladı.
İnsanoğlu geçmişten günümüze yaşadığı evrimsel sürecin sonunda zor bir döneme girmiş durumda. Ekolojik yıkım, sağlık konusunda yaşanan olumsuzluklar ve kapitalizmin kar hırsının her şeyin önüne geçerek bütün bunların sebebi olması, ancak bunu durduracak genel bir bilinç ve örgütlülüğün bulunmaması dünyayı felakete sürüklemektedir.
Ekoloji ve Tahakküm
Antroposen çağındayız artık. Antroposen, insanoğlunun dünyaya olan etkisinin en üst düzeylere çıktığı Sanayi Devrimi’nden bugüne kadar olan ve devam edecek olan süreci ifade ediyor. Bu terim ilk defa Paul Crutzen ve E. F. Stoermer tarafından yazılan bir makalede dile getiriliyor. “Antroposen, insanlar için eşyalar yapma amacıyla moleküllerin emek ve teknik kullanılarak bir bir sökülüp alındığı ama atık ürünler geri dönmediği için döngünün kendini yenileyemediği bir dizi metabolik yarılmadan oluşur. Toprak fakirleşir, denizler geri çekilir, iklim değişir, girdap büyüdükçe büyür: Dünya yangın yeridir.” (Wark, 2020:16) Bu durumun salgınlarla ilişkisi olmadığını düşünebilirsiniz ama doğanın dengesi bozulduğunda mikropları da etkilemektedir. Bu anlamda ekolojik anlamda yaşanan yıkım, bize sağlık anlamında olumsuzluklar olarak geri dönecektir. “Mevcut küresel sorunlarımızın çoğunun altında nüfus artışı ve insanın açgözlülüğü yatıyor; enerji krizi; temiz su yokluğu; hava, deniz ve toprak kirliliği; biyoçeşitliliğin yok olmasıyla birlikte bitki ve hayvan türlerinin yok olması; ozon tabakasının delinmesi ve küresel ısınma. Aşırı nüfus artışı bu potansiyel felaketlere ek olarak, ortaya çıkan mikropların artışında da kilit rol oynuyor.” (Crawford, 2019:182-183) Ekoloji alanında yazılarıyla tanınan düşünür Bookchin ise nüfus artışının listeye alınmasına karşı çıkmaktadır. Kapitalizm bir anlamıyla nüfusun kendi işine yaramayan kesimini, yani yaşlıları sırtında bir yük olarak değerlendirdiği için Bookchin’e kulak vermek gerekiyor: “Ekolojik krizin nedeni olarak teknolojinin yanı sıra nüfus artışı da yaygın bir şekilde ön plana çıkarılmaktadır. Gelgelelim nüfus, Malthus’un günümüz ekoloji hareketleri içerisinde boy gösteren kimi çömezlerin bizi inandırmaya çalıştıkları gibi büyük bir tehlike değildir asla. İnsanlar, üremedeki akılsızca artışa örnek olarak çok sıkça zikredilen meyve sinekleri gibi üremezler. İnsanlar biyolojik doğanın yanı sıra kültürün de ürünüdürler.” (Bookchin, 2015:68) Bilim insanlarının insan ve diğer canlıları aynı kategoride ele almaları sorunlu bir yaklaşımdır. “Doğal ve toplumsal evrim, insan dışı ve insani yaşam, dizginlenemez ‘eli sıkı’ bir doğa ile açgözlü, yiyici bir insanlık gibi sözcükler kullanmak, bunlar arasında kaçınılmaz ayrımlar bulunduğunu varsaymak yanıltıcı ve dış görünüş itibarıyla aldatıcıdır.” (Bookchin, 1999:50) İnsan kavramını doğru değerlendirmek ve yıkıcının da bu yıkımdan etkilenenin de ve bunun farkında olanın da insan olduğunu unutmamak gerekiyor. “İnsanları doğaya ‘yabancı’ kılan şey onları kendi toplumsal yaşamlarında ‘yabancı’ kılan toplumsal değişimlerin ta kendisidir: yaşlıların gençlere, erkeğin kadına, insanın insana tahakkümü.” (Bookchin, 1999:50) Kapitalist tahakküm bizi felakete sürüklemekte; yapı içerisinde tahakküm yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya sürdükçe, sorun da devam edecektir. “Tahakküm olgusu toplumsal yaşamdan bütünüyle kaldırılmadıkça ve yerine gerçek anlamda komüniteryan, eşitlikçi ve paylaşımcı bir toplum konmadıkça, güçlü ideolojik, teknolojik ve sistemik kuvvetler mevcut toplum tarafından çevreyi ve giderek bütün biyosferi tahrip etmek üzere kullanılacaktır.” (Bookchin, 2015:66) Kapitalizmin işleyişi ve kâr hırsı doğayı hiçe saymaktadır. Diğer taraftan unutmamak gerekir ki, geçmiş sosyalizm deneyimleri de ekoloji konusunda kötü sınav vermiştir.
Büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkındayız ancak yapılabilecek çok fazla bir şey yok. Çünkü var olan sistemi değişime zorlayacak bir güce erişebilmiş durumda değiliz. Sanayiciliğin ve kapitalizmin bize getirdiği her fayda, bilgide, sağlıkta, iletişimde ve konforda kaydettiği her mükemmel ilerleme bizi aynı ölümcül akıbete sürüklüyor. Bizler hepimiz yeryüzünden bir şeyler koparıp alıyoruz, hem de giderek artan bir hız ve açgözlülükle; ona geri verdiğimiz şey ise kısır ve zehirli maddelerden ibaret.” (Le Guin içinde Bookchin, 2015:11) Birleşmiş Milletler çevre ve sağlık konularında tüm ülkelerin birlikte hareket etmeleri konusunda bazen uyarılar yayınlasa da bir şey değişmiyor. “Her halü kârda, şu an –eldeki tüm silah ve ekolojik yıkım araçları dikkate alındığında- radikal bir değişim için duyulan ihtiyacın süresiz olarak ertelenemeyeceğini biliyoruz. İnsanlığın rasyonel bir topluma sahip olmamak için fazlasıyla zeki olduğu açıktır, yüzleştiğimiz en ciddi sorun insanların böyle bir topluma ulaşmak için yeterince akılcı olup olmadığıdır.” (Bookchin, 2017:120) Burada Bookchin’in genel anlamıyla ifade ettiği insan akılcılığının kapitalist sistemin yıkılmasından geçtiği de bir gerçektir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi bu anlamda dağınık ve koordine olmamış az sayıda örgüt ya da insanın yapabileceği şeyler oldukça sınırlıdır. Bu yok oluşa doğru gidişi ancak büyük bir bilinçlenme ve sistemsel devrim durdurabilir. “Toplumlarımızdaki çeşitli proleterleşme süreçlerinin bir kıyamet noktasına doğru ilerlediği de artık bir sır sayılmaz: Ekolojik çöküş, insanların biyo-genetik tarafından manipüle edilebilir makinelere indirgenmesi, hayatlarımız üzerinde mutlak dijital kontrol… Günümüzün tarihi durumu, bizi proletarya mefhumunu terke falan zorlamıyor, tersine, tarihi durumumuz bizi bu mefhumu Marx’ın bile muhayyilesini zorlayacak bir varoluşsal seviyeye dek radikalize etmeye zorluyor.” (Žižek, 2012:75-76) Žižek’in de ifade ettiği gibi radikal bir yapılanma ve onun zorlayacağı bir dönüşüm yaşanmadıkça felaketler devam edecektir.
Pandemi, Karantina ve Sağlık
2020 yılının ilk aylarında şimdiye kadar adını pek sık duymadığımız iki kavram birden hayatımızı alt üst etti: pandemi ve karantina. Bu kavramlara başta yabancı olsak da süreç içerisinde alıştık ve hayatımızın bir parçası haline geldiler. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre: Pandemi en sade tanımıyla dünyanın genelinde eşzamanlı olarak görülen ve çok yaygın bir şekilde fazla sayıda insanı tehdit eden bulaşıcı hastalıklara verilen addır. Pandemi, Yunancada “tüm” anlamına gelen pan ile “insanlar” anlamına gelen demos kelimelerinden türetilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü tanımlamasına göre bir pandemi ancak aşağıdaki üç koşulu sağladığında başlamış sayılır:
– Nüfusun daha önce maruz kalmadığı bir hastalığın ortaya çıkışı
– Hastalığa sebep olan etmenin insanlara bulaşması ve tehlikeli bir hastalığa yol açması
– Hastalık etmeninin insanlar arasında kolayca ve devamlı olarak yayılması.
“Karantina, bulaşıcı bir hastalığa maruz kalan şüpheli durumdaki insan ve hayvanları, hastalığın en uzun kuluçka devresine eşit bir süre kimse ile temas ettirmemek suretiyle alınan tedbir amaçlı faaliyetlerin tümü, sağlık yalıtımı. Kelimenin kökeni İtalyancadır. Ekonomisi ticarete dayanan Venedik Cumhuriyeti’nde, başkent Venedik‘e salgın hastalık bulaşmasın diye kente gelen gemiler kırk gün şehir açıklarında denizde beklermiş. Karantina kelimesi, ‘kırk’ sayısının İtalyancası olan quaranta kelimesinden gelir.”[1] Karantina sürecinde salgınlar ve sağlık konusunda oldukça çok okuduk ya da konuştuk. Yaşadığımız süreci ve nedenlerini anlamaya, nasıl çözüm bulunacağını beklemeye başladık.
Pandemi sürecinde özellikle gelişmiş Avrupa ülkelerinde yaşananlar tıp ve sağlık sistemi konusundaki düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmede etkili oldu. Örneğin Ivan Illich’in Sağlığın Gaspı’nda çizdiği karamsar tablo bir yanda dururken, diğer yandan hastane koridorlarında solunum cihazı bekleyen hastaları gördük. “Güncel tıbbın insan sağlığına karşı oluşturduğu tehdit, trafik yoğunluğunun ve sıkışıklığının devingenliğe karşı oluşturduğu tehdide; eğitim ve medyanın öğrenmeye karşı oluşturduğu tehdide ve kentleşmenin ev yapımında uzmanlığa karşı oluşturduğu tehdide benzemektedir.” (Illich, 2011:15) Karamsar tablolar sağlık sisteminin yeniden sorgulanması gerektiğini net bir biçimde ortaya koydu. “Sonuç olarak, halkın sağlığa kavuşma gücünü kazanmasına ancak, sağlığın profesyonel yönetimini sınırlandırmayı amaçlayan bir politik programın olanak sağlayabileceği ve böyle bir programın, sanayi tipi üretimin toplum genelinde eleştirilmesinin ve sınırlandırılmasının ayrılmaz bir parçası olduğu ortaya çıkıyor.” (Illich, 2011:17) Kapitalist sağlık sistemi pandemi sürecinde ilk olarak Avrupa’da başarısızlığını net bir biçimde gösterdi. İtalya ve İspanya bu anlamda kötü örnekler olarak tarihte yerlerini aldılar. Dünyada pandemi sürecinde sorun yaşamayan ülkelerin kamu sağlık harcama oranlarının yüksek olduğunu görüyoruz. “OECD verilerine göre sağlık harcamalarının kamu kurumları eliyle gerçekleştirilmesi en çok ABD ve Meksika’da gerilemiş durumda. Sağlık harcamalarında kamunun payı ABD ve Meksika’da %45’e kadar gerilemiş durumda.” (Sönmez, 2017 :20) Diğer taraftan; “Kamunun payı Güney Kore ve İsrail’de %55 dolayında belirlenirken, Yunanistan’da %60 dolayında. OECD verileri, Türkiye’de sağlık hizmetlerinin kamu kurumlarınca icra oranını %68 olarak gösterirken, İngiltere, Japonya ve İsveç’te kamunun payı %80’leri koruyor.” (Sönmez, 2017:21) ABD’de ölenlerin çoğunun siyah olması ise salgının sınıfsal yönünü de ortaya koymaktadır. “Eşitsizliğin, sağlıksızlığı üretme yolları oldukça karmaşık ve bu konu üzerine çok fazla tartışma yapıldı. Yoksul insanların daha fazla maruz kaldığı, enfeksiyonlar, beslenme yetersizliği, kronik hastalıklar ve yaralanmalar gibi bedensel riskleri de doğrudan beraberinde getiren olumsuz maddi koşullar; gecikmiş veya bozuk kavramsal ya da sosyal gelişim gibi kişisel gelişim temelli sorunlar; toplumsallaşma, iş yaşamına hazırlanma ve aile yaşamı benzeri toplumsal sorunlar; ayrıca, bir araya gelerek bileşik bir etki yaratan tüm bu etmenler arasındaki etkileşim, farklı yaşlarda çeşitli hastalıkların önünü açıyor.” (Leys, 2014:22) Bu bağlamda sağlığın bile sınıfsal bir olgu olduğu kendini net bir şekilde ortaya koyuyor. Çünkü şu bir gerçektir ki ister toplumsal ister biyolojik olsun tüm yaşamımızı sınıfsal aidiyetimiz belirler.
Bazı kapitalist ülkelerde sağlık büyük oranda bir hizmet olmaktan çıkıp alınıp satılan bir meta haline dönüştürülmüştür. “Ancak sağlık hizmeti kullanımı için kullanıcının bilinçli tercihinden söz edebilmek hemen hemen olanaksızdır. Çünkü tıbbi bilgi ileri derecede uzmanlaşmış, uzmanlaşırken belli bir profesyonel grubun, bunun da ötesinde tekelci sermayenin eline geçmiştir.” (Belek, 2009:451) Sağlık sektörünün özel sektörün eline geçmesi insan hakları anlamında da sorunlu bir uygulamadır.
Sağlık hakkı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. maddesinde şöyle ifade edilmiştir: “Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.” Kapitalizmde artık sağlık bir hak değil, parayla satın alınabilecek bir maldır. “Ancak, devletçe finanse edilen sağlık hizmetlerinin kâr getiren metalara dönüştürülmesi yolunda girişilen sermaye saldırısının ulaştığı başarıda aslan payı, hem bir toplumsal davranış sistemi hem de bir düşünce sistemi olarak neoliberalizmin daha geniş ölçekte kurduğu egemenliktir.” (Leys, 2014:40) Neoliberal küresel saldırı hem toplumların geleceğini hem de sağlıklarını tehdit etmektedir. Pandemi sürecinde yaşananlar neoliberal ekonomik sistemin her alanda doğayı, insanları değil, kâr hırsını gözler önüne sermiştir. Bu acımasız sistem en çok yoksulları vurmaktadır. “Neoliberal çağdan miras kalan ve en vurucu etkilerini en yoksul kesimler üzerinde gösterecek olan gelir ve vergi eşitsizliklerini, kamu sağlık hizmetlerindeki kalite düşüşünü, vergi gelirlerinin sağlık şirketlerine akıtılmasını, her şeyden önce de ücretsiz sağlık hizmetlerinin ‘temel’ paketlerle sınırlandırılmasını, diğer tedavilerin ise sadece karşılığını ödeyebilenlere sunulmasını daha fazla görmezden gelmek ya da örtbas etmek mümkün olamayacak. Sırası gelince tüm bunlar, sağlıkla eşitlik arasındaki bağlantının ne denli vazgeçilmez olduğunun bir kez daha anlaşılmasını kolaylaştıracak yeni bir toplumsal aklın doğmasını sağlayabilir.” (Leys, 2014:42) Toplumsal ve örgütlü bir tepki neoliberal saldırıyı bir noktaya kadar durdurabilir. Toplumların kendilerine hizmet için devletten net talepleri şu olmalıdır: “Sağlıkta özelleşme ve ticarileşmeden kamu kaynağı desteği çekilmeli ve sağlığın bir kamu hizmeti olarak sunumuna dönülmeli.” (Sönmez, 2017:102) Ancak kapitalist gelişmenin sonucu olarak karşımıza çıkan “sağlığın bir meta haline dönüşmesi” konusundaki bu istekler kapitalistler açısından ciddiye alınacak gibi görünmüyor. Kapitalizm, şimdiye kadar toplumsal mücadele verilmeden ezilen kesimlere hiçbir hak vermemiştir ve vermesi de pek olası değildir.
Covid-19 ve Kapitalizm
“Yeni Korona virüs küresel salgını (Covid-19), ilk olarak Çin’in Wuhan Eyaleti’nde Aralık ayının sonlarında solunum yolu belirtileri (ateş, öksürük, nefes darlığı) gelişen bir grup hastada yapılan araştırmalar sonucunda 13 Ocak 2020’de tanımlandı.
Salgın başlangıçta bu bölgedeki deniz ürünleri ve hayvan pazarında bulunanlarda tespit edilmiş, daha sonra insandan insana bulaşarak Wuhan başta olmak üzere Hubei eyaletindeki diğer şehirlere, sonra da önce Çin Halk Cumhuriyeti’nin diğer eyaletlerine olmak üzere, diğer dünya ülkelerine yayılmıştır.
Koronavirüsler, hayvanlarda veya insanlarda hastalığa neden olabilecek büyük bir virüs ailesidir. İnsanlarda, birkaç korona virüsün soğuk algınlığından Orta Doğu Solunum Sendromu (MERS) ve Şiddetli Akut Solunum Sendromu (SARS) gibi solunum yolu enfeksiyonlarına neden olduğu bilinmektedir. Yeni Korona virüs Hastalığına SAR-CoV-2 virüsü neden olur.”[2]
Dünya SARS’la yeni karşılaşmıyor aslında. 2002 yılında yine Çin’den yayılan ve 5 SARS hastasının uçakla farklı ülkelere giderken hem uçakta hem de gittikleri ülkelerde yaydıkları hastalık bir salgına dönüşse de alınan önlemlerle hızlı bir şekilde sona ermişti. “Çin hükümeti 2002’de Guangdong eyaletindeki SARS salgınını örtbas ederek virüse avantaj sağlamış ve dünyaya yayılmasına izin vermişti. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki tıp personeli daha önce görülmemiş olan bu hastalıkla mücadele ederken, Çinli doktorların elinde virüsü kontrol altına alacak başarılı protokoller vardı.” (Crawford, 2019:210) Ancak Çin yine aynı şeyi yaptı, salgını gizledi ve Covid-19 bir pandemiye dönüştü. Ölümcül Yakınlıklar adlı çalışmasında Crawford aslında bizi daha önceden uyarmıştı. “SARS’ın insanların etlerini canlı hayvan pazarından temin ettiği Guangdong bölgesinde nasıl ortaya çıktığını gördük; yapılan testler de Guangdonglu bazı çiftçi ve pazarcıların SARS virüsüyle daha önce tanıştığını gösteriyor. Yani bu virüsün daha önce çeşitli vesilelerle hayvandan insana geçtiği açık; bu virüsün veya benzerinin aynı şeyi tekrar yapmayacağı ne malum?” (Crawford, 2019:183) Görünen o ki bilimsel kehanetleri artık ciddiye almak ve bu kehanetlerin gerçekleşmemesi için yapılacakları belirlemek gerekiyor. “Salgınların geleceği Yeni Dünya’nın çiçek hastalığı kadar hareketli ve Rönesans’ın firengisi kadar başa çıkılamaz gibi görünüyor. Bu gözlem korkutucu değil, düşündürücü olmalıdır.” (Nikiforuk, 2020:269) Dün Çin’den çıkan pandemi yarın Afrika’nın ormanlarından gelirse daha ölümcül olacağı da ortada. “Tropik yağmur ormanları dünyanın en fazla çeşitlilik içeren ekosistemine sahip ve ölümcül mikroplarla dolu. Sarıhumma virüsü ile sıtma paraziti Afrika ormanlarını fethetmemizi asırlarca engelledi ve bu ormanların dengesini bozacak olanlara saldırmayı bekleyen daha çok mikrop var. Bunların en ünlü örneklerinden biri, uzak tropik bölgelerde patlak veren salgınlarıyla tanınan ölümcül Ebola virüsü”. (Crawford, 2019:183-184) Ebola virüsü benzeri bir pandeminin dünya nüfusunu önemli ölçüde azaltacağı ve bazı şehirleri hayalete çevireceği güçlü bir ihtimal olarak karşımızda durmaktadır.
Tüm ülkelerde egemen sınıflar doğal afetleri, salgınları ve ekonomik çöküşleri dışarıdan gelen nedenlere bağladılar ve bunlara toplumsal olarak göğüs gerilmesi gerektiği propagandasını yaparak olumsuzlukları kendi rızalarını yeniden üretmek için kullandılar. “Bugünlerde hükümetlerin bir salgın söylentisinden sonra kaçınılmaz olarak ortaya çıkabilecek ekonomik çöküşten kaçınmak istemeleri anlaşılır bir şey belki, ama küreselleşmiş bir dünyada böyle bir şey kabul edilemez. Bir grip pandemisinden sonra meydana gelecek felaketler ancak küresel işbirliğiyle önlenebilir. Mikroplar ülke bilmezler, sınır tanımazlar.” (Crawford, 2019:210) Küresel işbirliği ancak küresel anlamda neoliberal kapitalist sistemin sonlandırılıp “sosyal devlet” temelli yaklaşımların hayat bulmasıyla gerçekleşebilir.
Küresel pandeminin ekonomik çöküş ile birlikte mevcut yoksulluğu güçlendirdiğine dair araştırmalar var. Bunlardan biri, Avustralya Ulusal Üniversitesi (ANU) ve Londra’daki King’s College tarafından ortaklaşa yürütüldü; yoksulluğun otuz yıl içinde küresel olarak ilk kez 400-600 milyon civarında artacağı, ekonomik krizin potansiyel olarak sağlık krizinden daha şiddetli bir etki yaratacağı, virüsün potansiyel etkisinin de, 2030 yılına kadar yoksulluğu sona erdirmek için Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi önünde gerçek bir engel oluşturacağı belirtiliyor. Salgın, dünya nüfusunun yarısından fazlasına ulaştığında 7,8 milyar insan yoksulluk içinde yaşıyor olacak. Yeni yoksulların yaklaşık % 40’ı, Doğu Asya ve Pasifik’te, üçte biri de Sahra Altı Afrika ve Güney Asya’da yoğunlaşması da öngörüler arasında. Özetle tablo oldukça vahim. “Koronavirüs pandemisi içinde küresel ekonomi bugünkü yapısıyla devam edecek mi, diğer bir deyişle neoliberal kapitalizm hegemonyasını sürdürebilecek mi? Bugün, sağlıkla birlikte en riskli alan ekonomi, en korkulan soru ‘korona pandemisinin ekonomiye verdiği zarar’. Ulusal ve küresel düzeyde, sağlık-ekonomi ilişkisinin neoliberal kapitalizmin kurguladığı biçimiyle sürdürülebilir olmadığını bugün Koronavirüs’ün yarattığı pandemi ortamında görüyoruz.”[3] Kapitalizm salgınla birlikte büyük bir krizin eşiğinde. “Kapitalizmin krizleri, sermayenin ekonomik iktidarı kadar genellikle politik iktidarını da sarsan sonuçlar doğurur. Bu yüzden sınıf iktidarı, sermayenin ekonomik egemenliği yanında siyasal ve ideolojik üstünlüğünü de sağlayan bir hegemonik rejimin oluşmasıyla tekrar kurulabilir ve sağlama alınabilir. Öte yandan sermaye birikimi ve siyasal hegemonya ile ilgili süreçler, birbirinden hiçbir biçimde bağımsız olmadığından, altyapının ve üstyapının bir arada ve aynı zamanda yeniden üretilmesi gerekir.” (Frank ve Gills, 2003:289) Kapitalizm çeşitli araçlarla bunu yapar ve yoksul daha yoksul, zengin daha zengin olur.
En iyimser senaryoda bile, küresel ekonomi, şimdiye kadar olduğundan otuz kat daha fazla küçülecek; mutlak ve göreli yoksulluk oranlarının dramatik bir şekilde artacağı ve yalnızlığın yoğunlaşmasına yol açacağı tahmin edilmekte. Mutlak yoksulluk, evrensel geçerliliği olan bir kavram olup, sağlık ve bedensel işleyişi sürdürmek için gereken temel kaynakların yoksunluğudur ve insanların yiyecek ve barınak için asgari ihtiyaçları bile karşılayamayacakları gelir ölçüsü ile tanımlanır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı bu önlemi üçüncü ve dördüncü dünya ülkelerinde yaşayan insanlar için günde bir ABD doları olarak belirlemiştir. Bu gelir eşiğinin altında, insanlar şiddetli yetersiz beslenme ve tehlikeli düzeyde sağlık sorunları yaşarlar.
Geleneksel olarak yoksulluk, kaynaklara, üretken varlıklara ve gelire erişimin sınırlı olması ve sonuç olarak maddi bir yoksunluğun ortaya çıkması, göreli yoksunluk ise nüfusun çoğunluğunun faydalandığı yaşam koşullarından faydalanamama durumu, toplumun genel düzeyine göre belli bir sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olma durumu olarak tanımlanır. Göreli yoksunluk kavramı, farklı grupların sahip olduğu mutlak gelir düzeyinden daha ziyade, gelir ve refahın dağılımındaki farklılıklara odaklanır; bu yüzden insan yaşamlarını nasıl etkilediğinin değerlendirilmesinde daha yararlıdır.
İşsizliğin “Büyük Buhran’dan bu yana görülmeyen bir oranda” artması bekleniyor. 11 Nisan 2020’nin ortalarına doğru, üç haftalık bir süre içinde, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 22 milyon insan işsizlik parası için başvuruda bulundu. Düşük gelirliler, hastalıkla yüksek gelirlilerden çok daha yüksek oranlarda mücadele ediyor. Veriler Siyah ve Hispaniklerin, sağlık sigortasına sahip olma olasılıklarının daha düşük olması sebebiye test ve tedavi yaptıramamaları yüzünden, Koronavirüs’ten ölme olasılığının beyazlara göre iki kat fazla olduğunu gösterdi.
Yoksulluğun eksik değerlendirilmesi, yabancılaşmayı ve yalnızlığı fazlalaştıran bir etkendir. Yoksulluğun genelde sadece düşük gelir, yetersiz barınma, hastalık ve eğitimsel başarı düzeyleri gibi terimlerle ölçülmesi ne yazık ki gerçekliğin yeterli resmini veremiyor. Çatışmalarla yerinden edilenler de dahil olmak üzere dünyadaki birçok çocuk, kamplar, gayri resmi yerleşimler ve sokaklar dahil olmak üzere savunmasız koşullarda yaşıyor. Evrensel sağlık hizmetinin bulunmadığı birçok ülkede, en fakir olanlar tedaviden bağımsız olarak test veya tıbbi değerlendirmeler için ödeme yapamıyorlar.
Fırsat Yoksunluğu Olarak Yoksulluk dediğimizde yoksulluk döngüsünden bahsediyoruz; yoksulluk insanların toplumun tam üyesi olarak katılımlarını engellediğinden, burada yoksulluktan kast edilen şey, “mal tüketiminin ya da sağlığın başarılması ve sürdürülmesinin ya da sosyal etkinliklere ya da toplum yaşamının diğer yönlerine katılma şansından mahrum bırakılması”dır. Eğitim fırsatlarında eşitlik eksikliği, yoksulluğun katılığına önemli bir katkıda bulunmakta, dahası, konutu olmayan veya yetersiz konutu olan insanların, banka hesabı, kredi kartı gibi sıradan hizmetler almaları veya eğitim ve sağlık hizmetlerinden faydalanmaları son derece zor veya bazen de imkânsız olmaktadır.
Yoksulluğa yapısal, kültürel, kapsayıcı bir bakış açısıyla bakmazsak, kurbanı, yoksulluk, sosyal dışlanma ve yalnızlıklarından dolayı suçlama eğiliminde olmak kaçınılmaz. “Eğer gerçekten istiyorlarsa, yoksullar kendilerini yoksulluktan kurtarabilirler” gibi ifadeler tehlikeli olmanın ötesinde, yoksulluğun karmaşıklığı konusundaki anlayışımızı netleştirmeye yardımcı olmuyorlar. Amerika Birleşik Devletleri’nde yoksullar, özellikle bekar anneler, Siyah Amerikalılar veya Hispanikler, baskın kültürün üyeleri tarafından “fakir” oldukları için suçlanıyorlar. Kültürler, “biz”i “onlar”dan ayıran güçlü duygularla sınırlar oluşturma eğilimi gösterirler. İngiliz şair Rudyard Kipling bu dinamiği şu şekilde tanımlar: Bizim gibiler, tüm iyi insanlar, yani “Bizler” karşısında diğerleri, herkes, yani “Onlar”, özellikle kitle iletişim araçları aracılığıyla damgalanır, varsayılan eksikliklerinden ötürü suçlanır ve marjinalleştirilirler. Kültürler pandeminin etkisi altındayken damgalama süreci yoğunlaşır. Göçmenler, azınlık grupları, yoksullar gibi savunmasız insanlar, yanlış bir şekilde suçlanmaları ve virüse ya da sonuçtaki işsizliğe neden olmaları yüzünden marjinalleştirilme tehlikesi altındadır. Damgalanmış ve ötekileştirilmiş mağdurlar üzerindeki etki genellikle ağır ve uzun sürelidir. Kendilerini yoksulluklarından dolayı utanç içinde, değersiz ve suçlu hissederler. Kendilerine değer verme ve kendine saygı duyguları parçalandıkça kronik yalnızlık ya da kadercilik duyguları baskınlaşır.[4]
Şiddet Olarak Yoksulluk zarar vermek ya da yok etmekle değil, insanları kötüye kullanmakla ilgilidir, öldürmek ya da fiziksel şiddetle sınırlı değildir; insanların maddi onurunu, haklı mutluluğunu ve temel maddi ihtiyaçları karşılama kapasitesini maddi ya da psikolojik olarak yok eden ya da azaltan kültürel koşulların yaratılması ile ilgilidir. Toplumda ve halklar arasında dışlanma ve eşitsizlik tersine dönene kadar, bu şiddeti ortadan kaldırmak olanaksızdır.
Neoliberalizm, durumları ekonomik verimlilik açısından değerlendiren kapitalist piyasa sistemini ayrıcalıklı kılan ve destekleyen bir ekonomik felsefe. İdeolojik varsayımı, kârın değerin tek ölçüsü olduğu ve ortak faydaya işbirliğinin değil, rekabetin daha iyi hizmet ettiği yönündedir. Toplum refahının değil, birey haklarının önceliğe sahip olduğu bu ekonomik düzende, ilk ve en çok etkilenen kesim olan yoksullar ve savunmasız olanlar arasında şiddet kültürü yaygınlaşır. Bu şiddet örgütlü bir şekilde kapitalizme yönelmedikçe kendine zarar veren bir öfke halinden başka bir şey ifade etmez.
Covid-19 ve Korku
Son günlerde en çok gündeme gelen konulardan biri, korku ve paniğin virüsün kendisinden daha bulaşıcı olabileceği. Covid-19 yüzünden dünyada on binlerce insan öldü, ülkelerin sağlık sistemleri çöktü, birçok gelişmiş ülke gerek ekipman gerek sağlık çalışanı kapasitesi açısından iyi sınav veremedi. Kuşkusuz “korku” silahının büyük bir psikolojik gücü var. Süper güçlerin ve küresel medyanın “Pandemi” ile tahakküm kurarak, bireylerin direncini psikolojik olarak zayıflatmak için kullandıkları korkutma taktikleri ürkütücü boyuta varabiliyor. Bu yaratılan korkunun neden olduğu eylemlere örnek olarak, çevrimiçi / çevrimdışı yalan, yanlış haber, spekülasyon, komplo teorilerini dolaşıma sokmayı, yüz maskeleri, dezenfektanları, yiyecekleri istiflemeyi veya salgın için belirli grupları günah keçisi ilan etmeyi vs. sayabiliriz.
Covid-19’un bilinmez, belirsiz ve öngörülemez olma özelliklerinden ötürü aşırı korku ürettiği de bir gerçek. Bu konuda Fox News’a konuşan New York Şehri Sağlık ve Hastaneler Kurumu yöneticisi Syra Madad’ın sözlerine kulak verelim: “Açıkçası bu kadar çok korku ve endişe olmasının nedenlerinden biri, virüsün yeni, yani bilinmeyen olması ve kimsenin de bilinmeyeni sevmemesi.” Medyada küresel salgını tanımlamak için kullanılan dil şüphesiz hastalıkla ilgili kitlesel histeriye katkı sunmakta. Örneğin sıklıkla kullanılan, “Gizli virüs taşıyıcıları”, “Virüs patlaması”, “Ölümcül virüs”, “Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu (Public Health Emergency of International Concern)” gibi korku dolu ifadeler paniğe yol açıyor.
Geçmişten örnekler de verilebilir. “Kolera, yoksulları yığınlar halinde öldürmeye devam ederken, gelişmiş dünya ‘et yiyen mikrop’ kâbusları görüyor. Medyanın abartması sayesinde birçok insan ‘dörtnala kangren’ ya da ‘çürütücü fasya iltihabı’nın adlarını duydu. Eti ya da kasları birkaç saat içinde kokulu bir hamura çeviren ve vücudu zararlı toksinlerle zehirleyen bir hastalığı önemsememek zor olsa da, et yiyen bir mikrop yeni değildir. Her yerde her zaman görülen, A grubu streptokok, iki yüzyıl önce de yaralı denizci ve askerlerin etlerini yiyordu.” (Nikiforuk, 2020:271) Medya yıllardır bilinen bir hastalığı yeni ve bilinmeyen korkunç bir hastalık olarak sunabildiğine göre pandemi döneminde yaptığı haberlerin de bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir.
Cardiff Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Karin Wahl-Jorgensen’in, salgının başlangıç dönemi olan 12 Ocak-13 Şubat tarihleri arasında LexisNexis İngiltere veritabanını kullanarak sürdürdüğü araştırmaya göz atmak lazım. Araştırmada; sayıları 100’e yakın yüksek tirajlı İngilizce dilinde yayımlanan uluslararası gazetede yer alan salgınla ilgili 9.387 haber incelendi, 1.066’sında “korku” ile ilgili kelimenin yer aldığı, 50 makalede ise “katil virüs” ifadesinin kullanıldığı saptandı. Telegraph gazetesindeki bir makalede, kaynak olarak sosyal medyada Wuhan’dan paylaşılan sahnelere şu şekilde yer verildi: “Sokakta baygın yatan maskeli hastalar… Yüzlerce korkulu vatandaş, acı içinde kıvranan doktorlar tarafından tedavi edilmeyi beklerken, dar hastane koridorlarında birbirlerine virüsü bulaştırma riskiyle karşı karşıyalar”. The Sun ve The Daily Mail gibi tabloid gazetelerin, sansasyonalizm rehavetine kapılarak, korku uyandırıcı dil kullanmaları şaşırtıcı değil. The Sun virüse “ölümcül bir hastalık” olarak atıfta bulunurken, Manchester Evening News, “Koronavirüs korkusu Çinlilere ait işletmelere büyük darbe vuruyor, bazıları ise salgından bu yana %50 oranında düşüş bildirdi” haberi ile salgına yerel etki payı katmış oldu.[5]
Daha önceki salgın hastalıkların içeriği üzerine yapılan araştırmalar da korkuya benzer bir vurgunun yapıldığı üzerinde durmaktalar. Örneğin, 2003 yılında baş gösteren SARS salgınında, tarihçi Patrick Wallis ve Brigitte Nerlich tarafından yapılan bir araştırma, kullanılan ana kavramsal metaforun “katil SARS” olduğunu, Hollanda’daki H1N1 salgını ile ilgili olarak da medya uzmanları Peter Vasterman ve Nel Ruigrok, “endişe, kaygı verici” tonda haberler yapıldığını ortaya koyuyor. Genel anlamda, Koronavirüs gibi bu salgınlar da belirsizlik, yayılma korkusu ve panik ile karakterize edilmişlerdi.
Sahte haberler ve sağlık iletişimi konusunda araştırmalar yapan Khudejah Ali, sağlık habercilerinin küresel salgın döneminde kamuoyuna verilen sağlık riski ile ilgili mesajlarda yer alan, “orta düzeyde korku uyandıran sansasyonalizm”in, insanların kendilerini korumalarına veya semptomları teşhis etmelerine yardımcı olduğunu, ama bu dozajın iyi ayarlanması gerektiğini vurguluyor.
Kâr amacı gütmeyen bir gazetecilik okulu ve araştırma kuruluşu olan Poynter Medya Çalışmaları Enstitüsü Koronavirüs’e “ölümcül virüs” demenin yanıltıcı olabileceğini, zira virüsün çoğu insan için (nüfusun %80’inin) ölümcül olmadığının altına çiziyor. Burada gazetecinin kilit görevlerinden biri, halkın ihtiyaç duyduğu gerçeklere odaklanarak, geleceğe dair senaryolar sunmaksızın olgusal bilgiye yer vererek, daha fazla korkuya neden olabilecek spekülasyonların kullanımından kaçınmak.
Uzmanlar, sosyal medyanın aslında toplumun Covid-19 küresel salgınını algılama ve tepki verme şeklini değiştirdiğine vurgu yapmaktalar. Northumbria Üniversitesi sağlık ve risk iletişimi araştırmacısı Santosh Vijaykumar, sosyal medyada panik havasını sezinlediklerinde insanlardaki panik dozajının da arttığını söylüyor. “Korku ve endişe ile tetiklenen belirli davranışlar (tuvalet kağıtlarını veya el dezenfektanlarını satın alma) normalleştiği ve daha da yaygınlaştığı için endişe düzeyinin artması da kaçınılmaz”. UC Berkeley Halk Sağlığı Okulu Enfeksiyon Hastalıkları ve Aşılama Bölümü Başkanı Dr. Lee Riley, günlük enfeksiyon sayısının (kısmen dünyadaki daha hızlı, daha ucuz test protokolleri nedeniyle) da duyulan bu endişeye korkutucu bir boyut kattığını söylüyor. Riley, Covid-19’u geçmiş salgınlarla karşılaştırarak “Bu virüsü farklı kılan, sahip olduğumuz enformasyon teknolojisi” diyor. [6]
Enformasyon teknolojisi hepimizi aşırı bir bilgi bombardımanına maruz bıraktığı için Covid-19 salgını sürecinde seçici dikkat ve filtreleme sürecinin her zamankinden çok işletilmesi gerekti. Medya, Koronavirüs salgınına çok fazla zaman ve yer ayırdığı için, bulaşma korkusu olanların salgının tehdit edici yönlerine odaklanma şansı oldukça yüksek oldu. Özellikle de Kaygı Bozukluğu ile Obsesif Kompulsif Kişilik Bozukluğu olanlarda bu süreç korku ve endişeyi iyice tetikliyor. Koronavirüs haberlerine maruz kalmayı sınırlayarak, salgın haberlerini takip etmek için harcanan zamanı kısıtlamak belki de en iyi yöntem. Ancak kaynakların güvenilir olduğundan emin olmak, korkunun günlük yaşamımızı yönetmesine izin vermeden, korkularımızı kontrol altında tutmaya çalışmak da başka bir yöntem.
Koronavirüs tehdidi bir şekilde geçip gidecek ama insanların çoğu halen burada olacak, korkunun toplumu dehşete düşürmesine izin verilmemeli. İnsanlar temkinli davranmalı, kendini korumalı ama sağduyusunu kaybetmeden, dehşete düşmeden, terörize olmadan ve terörize etmeden önlemlerini almalı. Virüs için aşı bulunur veya virüs mutasyona uğrar, bu küreyi terk eder veya başka bir virüs gelir ama sonuçta insanlar bu “korku” virüsünün kurbanları olup, sağduyularını kaybedebilirler. Sürekli korku içinde yaşamak, buna zamanla alışmak, bir başka deyişle bu korkuyu kanıksamak, içselleştirmek ve hatta ortada korkacak bir şey kalmadığında da, boşluğa düşüp dehşete kapılmak tüm insanlık için en büyük tehdit olsa gerek…
Medya ve Pandemi
Sosyal medya, yarattığı ve ışık hızıyla yaydığı bilgi kirliliğiyle ve ürettiği nefret söylemiyle, yalnız öfke patlamasını tetiklemekle kalmadı, aynı zamanda adeta linç kampanyalarına varan ve sonu nefret suçlarıyla neticelenen olaylara da zemin hazırladı. Kriz dönemlerinde, yanlış-eksik bilgilendirme ve aşırılık, gündemi belirlemede birbirlerini karşılıklı olarak beslerler; hâlbuki kamuoyunun en çok doğru bilgilenmesi gereken zaman da kriz dönemleridir zira bu süreçte komplo teorileri, histeri, nefret, yalan haber her zamankinden çok pompalanır. Bilimsel bilgi akışı durduğunda, gedikleri klişeler, önyargılar, spekülasyonlar ve nefret söylemi doldurur.
Yanlış bilgilendirme, kafa karıştırıcı veriler ve sahte haberler şüphesiz kamu güvenliği ve sağlığı için açık ve mevcut bir tehlike oluşturmakta. Dengesiz ve sansasyonel sağlık haberciliğine bir de önyargılarımızı ve empati yokluğunu eklediğimizde, savunmasız insanlar adeta potansiyel “ölümcül mikrop taşıyıcıları” olarak gösterilerek, yalnız ırkçılık ve nefret değil, aynı zamanda korku kültürü de tetiklenmiş olur.
Aralık ayı başında, Çin’in merkezinde yaklaşık 11 milyon kişinin yaşadığı Wuhan şehrinde baş gösteren ve daha sonra Dünya Sağlık Örgütü’nün Covid-19 adını verdiği Koronavirüs, küresel ve sosyal medyada –Instagram, Facebook, Twitter ve TikTok gibi platformlarda– 2020 yılının “yaratılan küresel krizi” haline geldi.
Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) açıkladığı üzere, sadece bir virüs salgını ile değil, aynı zamanda bir “infodemik” ile de karşı karşıyayız. Bu enformasyon salgını, doğru olsun olmasın, çok miktarda Koronavirüs bilgisini tanımlamak için kullanılmış bir sözcük. Koronavirüs salgını bir ilk değil. SARS ve Ebola virüs salgınları döneminde de aynı enformasyon bombardımanı içinde önyargı, kalıp yargılar, yaftalama, hedef gösterme, şeytanileştirme vs. mevcuttu. Anlaşılan o ki dünya medyası eski salgınlardan pek bir ders çıkaramamış.
Çin hükümeti uzun süre sosyal medyayı sansürledi; daha Ocak ayının başında virüsün insandan insana bulaştığını bilmesine rağmen hiçbir açıklama yapmadı, gerçek vaka ve ölü sayıları verilmedi, salgının ciddiyetini açıklamak isteyen sekiz kişi tutuklandı. Çin makamları, Weibo ve diğer platformlarda paylaşılan tüm bilgileri yakından izleyip, hükümeti eleştiren paylaşımlar hakkında yaptırım uyguladı. Sosyal medya, yarattığı ve ışık hızıyla yaydığı bilgi kirliliğiyle ve ürettiği nefret söylemiyle, yalnız öfke patlamasını tetiklemekle kalmadı, aynı zamanda adeta linç kampanyalarına varan ve sonu nefret suçlarıyla neticelenen olaylara da zemin hazırladı. Wuhan’da bir hastanede çekildiği öne sürülen, bir hastanın geçirdiği kriz nöbeti videosu, sosyal medyada izleyenleri dehşete düşürdü. Virüs hakkında birçok dezenformasyon kampanyası –planlı salgın senaryosu, biyolojik silah saldırısı iddiaları, hemşire videosu, casusluk söylentileri– üretildi. Ölümcül Wuhan virüsünün laboratuvarda üretilip, yanlışlıkla patentlendiği ve bir aşının zaten mevcut olduğu dezenformasyonu da hızla yayılmaya başlandı. Yarasa çorbası, Çin’de yaygın bir yiyecek olmamasına rağmen, sosyal medyada, Çinli bir kadının kameraya gülümseyerek yarasa çorbası içtiği videoda, virüsün Çinlilerin yeme alışkanlıklarından yayıldığı iddia edildi. Hâlbuki video Çin’de değil, 2016 yılında Batı Pasifik’teki Palau adasında çekilmişti.
Van Dijk, söylemsel manipülasyonda, “bizim iyi şeylerimiz”in ve “onların kötü şeyleri”nin vurgulanmasında olduğu gibi, “biz” olarak görülenlerin olumsuzlukları gizlenirken “onlar” olarak görülenlerin olumsuzluklarının sergilendiğini ifade eder. Yarasa çorbası örneğinde olduğu gibi: “Bizim, yani Batı’nın yeme alışkanlıklarına benzemeyen, onların yani Çinlilerin garip, anormal, sağlıksız ve ilkel yeme alışkanlıkları virüsün sorumlusu!” mesajı sıklıkla yinelendi.
Çin’den gelenlerin ülkeye alınmaması için başlatılan ve 650.000’den fazla Güney Korelinin imzaladığı kampanya dilekçesi Çin Devlet Başkanı’na sunuldu. Bazı muhafazakâr muhalefet milletvekilleri de bu konuda halka açık bir şekilde destek verdiler. Hong Kong’da bir Japon restoranı olan Tenno Ramen, Çinlilere hizmet vermeyi reddettiğini Facebook hesabından şu şekilde açıkladı: “Daha uzun yaşamak istiyoruz. Yerel müşterileri korumak istiyoruz. Lütfen bizi affedin”. Japonya’da da “Lütfen Çinlilerin ülkeye girişini yasaklayalım”, “Çocuğumun virüsü kapacağından endişeliyim” tarzı tweetler atıldı. Malezya halkı, ülkeye Çinlilerin girişini yasaklamak ve hükümete “ailemizi ve çocuklarımızı kurtarma” amaçlı bir çağrıda bulunmak üzere 400.000’i aşkın imzalı bir sosyal medya kampanyası başlattı. Japonya’da #ChineseDon’tComeToJapan (“Çinliler Japonya’ya gelmeyin”) yazılı etiket Twitter’ın en trend başlıklarından biri oldu.
Batı medyasında da durum daha farklı değildi. İngiliz gazeteleri Daily Mail ve göçmenlik karşıtı manşetleriyle ünlü The Sun, Çin halkının yarasa ve diğer hayvanları yeme alışkanlıkları yüzünden bu salgına yakalandıklarını iddia ettiler. Danimarka’da Jyllands-Posten gazetesi, Çin bayrağındaki 5 yıldızın yerine virüs sembollerini kullanan bir karikatür yayınladı. Alman Der Spiegel dergisi, “Çin’de üretildi” (“Made in China”) başlığı ile maskeli, elinde telefon tutan bir Çinlinin fotoğrafını yayımladı. Fransa’da, 26 Ocak’ta yayımlanan Le Courrier Picard gazetesinin, “Sarı Tehlike” başlığıyla Koronavirüs salgını hakkında yaptığı haber sonrası, Asya kökenli Fransızlar öfkelerini ifade etmek için sosyal medyada #JeNeSuisPasUnVirus (#IAmNotAVirus – “Ben bir Virüs Değilim”) etiketini yarattı. Hatta Twitter hesabından Lou Chengwang “Ben Çinliyim ama bir virüs değilim, virüsten korkmanızı anlayabiliyorum ama lütfen önyargılı olmayın” tweetini attı.
Bilindiği üzere, nefret söylemi bir şahıs veya grubu hedefleyen ve bu bireylerin doğuştan gelen birtakım mevcut ya da fark edilen özellikleri nedeniyle onları incitici, kişiliksizleştirici, taciz edici, aşağılayıcı ve en tehlikelisi de bu gruplara karşı duyarsızlık, gaddarlık ve şiddeti özendirici bir amaç gütmekte. Koronavirüs vakasında da insanlar, bazı insanların sadece Çinli oldukları için virüsü yaymalarının olası olduğunu düşünmekteler, hatta çekik gözlü herhangi bir ülke vatandaşı olmak bile potansiyel bir Çinli virüs taşıyıcısı olmak gibi algılanmakta.
Ülkemizde sosyal medyada Çinlilere yönelik üretilen nefret söylemi yeni bir şey değil. 2005’te Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri ile ilgisi olmayan video ve fotoğraflar paylaşıldı; “Boynumuza asarsın urgan ipi / Yediğin yemek köpek eti / Bir gün köşeye sıkıştığında / Af dileme Çinli piçi” ve “Köpek yiyen kızıl Çin / Köpek soyun kurusun / Kanlı intikam için / Tanrı Türk’ü korusun” türü dehşet veren paylaşımlarda bulunuldu. Ekşi Sözlük’te “Wuhan virüsü ve Uygurlar arasındaki gizemli ilişki” başlıklı entrydeki paylaşımlara baktığımızda, Wuhan virüsünü ilahi adalet ve karma ile ilişkilendiren yorumlara rastlanmakta: “Çinliler Uygur Türkleri’ni sebepsiz yere hapsediyordu, şimdi kendileri virüs yüzünden sokağa çıkamaz hale geldiler.” “Karma realitesi var, ettiğini bulmama gibi bir şansın yok.” Türkiye’den atılan tweetlerde de şu ifadeler yer buluyordu: “Hayvanları canlı canlı kaynar suya atarken düşünecektiniz”, “İlahi adalete bakın, Türkiye’de otobüsle seyahat eden bir Çinliye yapılan muamele… Düne kadar Müslümanlara mikrop gözü ile bakan Çinliler, şimdi dünyada hastalık, virüs, pislik, mikrop sembolü oldular”.
“Küresel medya şirketleri, korku, panik ve öfkeye neden olabilecek yanlış, çarpıtılmış bilgilerin yaygın bir şekilde yayılmasını önleme, krizin acil olarak kontrol altına alınması ve hafifletilmesi amacına yönelik olarak Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) ile Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi önde gelen sağlık kurumlarıyla yakından çalışmalılar. Etkileşimli platformlar, hasta hakları gözetilerek virüs salgını ve vakalar ile ilgili olarak ana akım medya tarafından göz ardı edilen haber görüntüleri ve videolarına yer vermeye devam etmeliler. Bizler de iyi birer medya ve dijital okuryazarı olarak sorgulamadan, resmi kaynak dışındaki, birincil kaynaklara ulaşmadan, çapraz okuma yapmadan önümüze gelen her habere inanmamalıyız.
Sevindirici olarak sayıları az da olsa iyi örnekler var; bunların da haber dolaşımı içinde hak ettikleri yeri almaları lazım, zira iyi örnekler özendirici nitelik taşıyorlar. İki örnek de Güney Kore’den. Çinli turistlerin uğrak yeri olan popüler bir Seul deniz ürünleri restoranının, kapısına “Çinliler giremez” yazılı bir tabela asması üzerine sosyal medyadan o kadar yoğun tepki geldi ki sonunda restoran tabelayı kaldırmak zorunda kaldı. Diğer örnekte ise, yüksek tirajlı Joong Ang Ilbo gazetesinin akılcı ve yerinde olan açıklamasında, gazete şöyle diyordu: “Çinlilere karşı koşulsuz yabancı düşmanlığı yoğunlaşıyor; bulaşıcı hastalıklar, duygusal tepkilerle çözülebilecek bir sorun değil, bir bilim meselesi.”[7]
Küresel gazetecilik, içinde çatışmayı ve krizleri barındırır; küreselleşmenin olmazsa olmazı sayılan alan, güç, kimlik unsurlarını formüle ederken sorduğu “Dünyanın farklı coğrafyalarında süregelen çatışma ve krizler ne ölçüde ve ne şekilde ele alınmaktadır?” sorusunu yanıtlamadan önce, küresel medyanın, ifade özgürlüğünü manipülatif amaçla kullanarak istismar eden elit bir güç olduğunu unutmamak lazım.
Sonuç
Günümüzde çok sayıda araştırmacı, aslında biyoçeşitliliğin insanlık tarafından yıkıma uğratılması sonucu, Covid-19 gibi yeni virüs ve hastalık koşullarının oluştuğunu düşünmekte. Taşma: Hayvan Enfeksiyonları ve Yeni Pandemiler kitabının yazarı David Quammen’ın söyledikleri önemli. “Tropik ormanları istila ettik. Vahşi yaşam alanlarını istila ettik. Ekosistemleri bozuyoruz ve virüslerin doğal ev sahiplerini öldürünce onlar da yeni ev sahipleri aramaya başlıyor. Biz bu bilinmeyen virüslerin yeni yaşam alanları haline geliyoruz.”
Londra Üniversitesi Ekoloji ve Biyoçeşitlilik Kürsüsü Başkanı Kate Jones hayvansal kaynaklı enfeksiyon hastalıklarının artmaya devam edeceğini ve bunun en büyük küresel tehditlerden biri olduğunu ileri sürerek küresel sağlık, güvenlik ve ekonominin bu tehdide karşı savunmasız durumda olduğunu dile getiriyor. Jones ve ekibi 2008 yılında yaptıkları çalışmada toplam 335 hastalığın 1960 ila 2004 yılları arasında ortaya çıktığını ve bunların %60’ının insanların hayvanlarla olan etkileşiminden kaynaklandığını tespit etti. Bunun da ötesinde Jones bu ‘zoonetic’ tabir edilen hastalıkların çevresel değişimler ve insanların davranış değişiklikleri ile ilgili olduğuna dikkat çekiyor ve bir örnek veriyor: “Ormanlarda yapılan ağaç kesimi, madencilik ve yol faaliyetleri hızlı bir şehirleşmeye ve nüfus artışına neden oluyor. Bu, bu bölgelerde çağlar boyu birbirinden uzakta kalmayı başarmış kabileleri, insan gruplarını ve yine aynı bölgede yaşayan hayvanları daha önce hiç olmadığı kadar bir araya getiriyor. Bu noktalar potansiyel bir virüs salgınının başlangıç kıvılcımı için en ideal yerler haline geliyor. Bu da insan medeniyeti ve ekonomik kalkınmanın gizli bir bedeli olarak sonradan karşımıza geliyor.”[8] Bu anlamda ekolojinin ne kadar önemli olduğu ve ekolojik bir yıkımın insanlık için felaket olacağı gerçeği de karşımızda durmaktadır. “Gelişmiş dünyanın zenginleri de modern tıp da gelecekte ektiğini biçecektir. İlaçlar, aşılar ve muhteşem gen mühendisliği merakı bir yeterlilik yanılsaması yaratmasına rağmen, salgınlar kitlelere en genç bilim olan tıbbın hâlâ altı bezli, hatta kirli bezli bir bebek olduğunu hatırlatmaya devam edecektir. Modern tıp, mikrop teorisinden vazgeçip salgınları, insan kültüründeki ekolojik rahatsızlıklar olarak görene dek, hastalıkların gölgesinde sakat bir güç olarak var olmayı sürdürecektir.” (Nikiforuk, 2020:274)
Küresel kapitalist sistem içindeki ideolojik yaklaşımlar da salgın sırasında önemli noktalardan birisidir. Ünlü düşünür Michael Löwy, Brezilya üzerine yazdığı yazısında bu konuyu oldukça net bir şekilde ifade etmektedir: “Son yılların en rahatsız edici fenomenlerinden biri, dünya çapında aşırı sağcı, otoriter ve gerici hükümetlerin, bazı durumlarda neo-faşist özellikler göstererek sağladıkları inanılmaz yükselişleridir: Shinzo Abe (Japonya), Modi (Hindistan), Trump (ABD), Orban (Macaristan) ve Bolsonaro (Brezilya) en iyi bilinen örneklerdir. Birçoğunun Koronavirüs pandemisine saçma bir şekilde tepki göstermesi, tehlikeyi dramatik bir şekilde reddetmesi veya küçümsemesi şaşırtıcı değildir. İlk haftalarda Trump ve ‘sürü bağışıklığı’nın tüm ülkede etkili olması için tüm nüfusun virüsle enfekte olmasına izin vermeyi teklif eden İngiliz öğrencisi Boris Johnson’da durum buydu. Elbette birkaç yüz bin ölüm pahasına. Ancak kriz karşısında, her ikisi de geri çekilmek zorunda kaldı ve Boris Johnson ciddi şekilde hastalandı.
Brezilya davası bu nedenle özeldir, çünkü hükümetin başı olan Bolsonaro, Koronavirüs’ü ‘basit bir grip’ olarak nitelendiren inkâr tutumuna devam etmektedir. Tıp açısından değil ancak politik çılgınlıklar almanağına dahil edilmeyi hak eden bir tanım. Fakat bu çılgınlığın neo-faşizm ile örtüşen bir mantığı olduğu kesin.” Neoliberal kapitalizm halk sağlığı açısından bir tehdittir. Ekonomiyi önceleyerek insan hayatını dikkate almamak ideolojik bir tutumdur. Tarih bütün bu yaşananları kara kaplı defterine not edecektir.
Kapitalizm hem ekolojik anlamda hem de sağlık anlamında insanlığın geleceğine saldırmaktadır. “İlaç endüstrisinin büyük promosyon harcamaları, sağlıksızlığın nedenleri yerine tedaviyi öne çıkaran yaklaşımı destekleyerek ideolojik bir etki de yaratıyor. Medya ise, kök hücre araştırmalarında kaydedilen gelişmeler sayesinde ‘yaşlıların gözlerini, felçlilerin omuriliklerini, şeker hastalarının insülin üreten hücrelerini’ yenileyecek mucize tedavilerle ilgili öyküleri ya da genetik bilimi ile nanoteknoloji alanındaki çalışmaları öne çıkararak (‘hücreleri ve hatta DNA dizilerini tek tek onarabilen, molekül boyutlarındaki robotlar sayesinde insanlar herhangi bir yaşlanma belirtisi sergilemeden iki asır yaşayabilecekler’) işbirliğine soyunuyor.” (Leys, 2014:31) Medya da kapitalist saldırganlığın propagandacısı olarak görevini layığıyla yerine getirmektedir. Medyanın egemenlerin elinde güçlü bir araç olarak devamlılığını sürdürmesinin en önemli nedenlerinden biri, toplumsal anlamda girmediği yerin kalmamış olmasıdır. “Medyanın gücü kitle iletişim teknolojilerine dayanır. Medya sisteminin politik olarak ilintili sektörlerinde çalışanlar iktidarın emrindedir, çünkü politik olarak bağıntılı içerikleri seçer ve kullanırlar ve böylece hem kamuoyunun oluşturulmasına hem de etkili düşüncelerin yayılmasına hizmet ederler.” (Habermas, 2006:419) Kitle iletişim araçları, devletin hegemonya kurma ve ideolojisini yayma-yeniden üretme sürecinde elindeki en önemli aygıtlardan birisidir. “Medya, sürekli olarak tutarlı bir ideoloji ile toplumsal yapıyı, yönetilen sınıfların kendi rızaları ile tahakküm altına alınmalarını yeniden üreten ve haklılaştıran bir dizi ortak duyusal değer ve mekanizmalar aracılığıyla hegemonyacı bir işlev görür.” (Shoemaker ve Reese, 1997, s.116) Bu anlamda rızanın üretilmesi süreci çok önemlidir, çünkü bu sayede tüm direniş noktaları kırılmakta ve alternatif alanlar bir tehlike olmaktan çok her görüşe kendini ifade etme hakkı verildiği görüntüsü vermektedir. Yönetici sınıfın egemenliğini sürdürme araçlarına gönderme yaparak: “Hegemonya toplumsal düzen ve o toplumsal düzenin gidebileceği belli yönler için rıza kazanmayı gerektirir. Rıza kazanmak bir dereceye kadar kültürel bir savaş (yalnızca kültürel bir savaş olmasa da) olduğundan seçim siyaseti, medya, yardım kuruluşları, tüketici grupları, okullar, üniversiteler ve dini gruplar bir dizi toplumsal kurum bu savaşa sahne olur.” (Wayne, 2009, s.222) Bu savaşta ezilenlere, rıza göstermek, yani gönüllü boyun eğme bir erdem olarak sunulur. Bu boyun eğiş sonucu toplumsal konsensüs sağlanır.
Medya bir bilgi alış-veriş aracı olarak görülmektedir ve ‘bilgi-güç’ ilişkisi önemli bir etken haline gelmektedir. Ancak günümüzde medya kapitalistlerin hizmetindedir ve bilgi, gerçekleri değil gerçek olarak görülmesi gerekenleri değerlendirmek için kullanılan bir kavram haline dönüşmüş haldedir. Bu anlamda ‘bilgi’ gerçekliği değil, görünmesi gereken ‘gerçekliği’ yani yalanları doğru haline getiren bilgi haline gelmekte ve bu bilgi medya kanallarıyla topluma dağıtılmaktadır. “Toplumun üst yapısının yani üretim ilişkilerini dolaysız, eleştirel olmayan bir biçimde yansıtan ideolojinin bize verdiği bilgi. Dolayısıyla, doğru olmayan, nesnel olmayan bilgi. Toplumun çoğunluğunca paylaşılması bakımından bir anlamda nesnel, ama aslında o toplumun genel bakış açısının dışındaki gerçekliğe varamayan bilgi çeşidi.” (Althusser, 2004, s.19) Bu çeşit bir bilgi toplumu yönlendirme amaçlı olarak kullanılmakta, sorunlar gizlenmekte ya da sorun olmayan şeyler sorun olarak gösterilmektedir. “Benliğimizi tümüyle medya teslim aldı. Kitle iletişim araçları kişisel hayatımız, siyasal, ekonomik, estetik, psikolojik, ahlaki ve etik hayat alanlarımızı öylesine yaygın biçimde etkilemektedir ki ilişmedikleri, dokunmadıkları, değiştirmedikleri hiçbir yanımız kalmadı. Yaradanımız medya şimdi. Kültürel ve toplumsal değişimin hiçbir yanını medyanın bugünkü ortamımızı nasıl ve ne yollarla oluşturduğunu ele almadan anlayamayız.” (McLuhan ve Fiore, 2005:26) Bu bağlamda medya sadece bizi şekillendirmekle kalmamakta, şekillendirdiği toplumu sürekli gözetleyerek meydana gelebilecek sorunları da erkenden tespit etmektedir. “Evrensel, tiranca bir gözetim, hem de ana rahminden mezara kadar gözetim altındayız.” (McLuhan ve Fiore, 2005:12) Bu gözetimin başlıca nedeni hegemonyasında meydana gelebilecek çatlakları ya da ideolojik kaymaları fark ederek sistemin kendini yeniden üretmesini sağlayacak yeni adımlar atmaktır. “Gramsci, hegemonik bir konumu korumanın ve sürdürmenin, hâkim sınıfın değişen koşullara uyması, gerektiğinde kendi dışından gelme düşünce ve değerleri bünyesine katması ve onları kendi çıkarları ve kapitalist düzenin yapısal ihtiyaçlarına göre yönlendirmesinden oluşan sürekli bir süreç anlamına geldiğinin farkındaydı.” (Wayne, 2009:221) Gramsci’nin neredeyse 100 yıl önce dikkatini çeken bu işleyiş halen saat gibi çalışmaktadır. Medya, egemenler açısından değerini korumaktadır ve uzun bir süre daha koruyacaktır. Alternatif oluşumlara rağmen gerçek anlamda habercilik yapabilmek için sermaye ve düzenli ödeme alması gereken habercilere ihtiyaç vardır. Bu anlamda bilgi ve dağıtımı hâlâ egemenlerin denetimindedir.
Kapitalist üretim ilişkileri, bu açıdan, hem ekonomik anlamda hem ideolojik anlamda egemen olduğu tüm alanlarda sömürüyü temel almaktadır. Medya sağlık alanında yaptığı haberlerde de kapitalistlerin isteği doğrultusunda bilgilendirme ya da bir anlamda propaganda yapmaktadır. Dünyada ilaç şirketlerinin sağlık politikalarının belirlenmesinde çok büyük bir etkisinin olduğu gerçeği bizi küresel anlamda kuşatan bir tehlikenin de habercisidir. Emrah Altındiş “Ne yazık ki son 40 yıldır dünyada sosyal devletlerin çözülmesiyle ve bütün hakların alınır satılır meta, hizmet gibi görünmesi nedeniyle sağlık da sadece parası olanların sahip olabileceği bir ayrıcalık olarak görülmeye başlandı. ABD’de var olan bu model IMF ve Dünya Bankası’nın da bu politikaları dayatması ile tüm dünyada yayıldı ve hem özel hastaneler hem de özel sigorta uygulamaları arttı” derken bu gerçekliği ve pandeminin yoksulları daha çok vuracağını da net bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Diğer taraftan küreselleşme konusu da kendini bu kadar farklı bir şekilde ilk defa ortaya koyuyor. Küresel yapı nedeniyle çok hızlı bir şekilde yayılan salgın sonrasında ilan edilen “küresel pandemi” ile birlikte uluslar sınırlarını kapattılar ve bir anlamda mücadeleyi içlerinde devam ettirmeye başladılar. Fuat Keyman’ın çok güzel özetlediği gibi: “Koronavirüs bizlere, hepimize, neoliberal liderlere bile, küresel salgına küresel yanıtlar vermek gerekliliğini öğretiyor. Küresel yönetişim, yerel-ulusal-bölgesel-küresel etkileşim ağı içinde, birey-sivil toplum-ulusal devlet-bölgesel-küresel kurumlar arasındaki işbirliği temelinde ortaya çıkan bir yönetim tarzı anlamına geliyor. Koronavirüs’e, bireysel yaşamdan ulusal, bölgesel ve küresel kurumlara uzanan geniş bir alanda, bilim temelinde, işbirliği ve birlikte çalışma yoluyla çözüm bulunmasını istiyoruz. İdeolojiye değil, bilime inanıyoruz; bilim bize güvence veriyor.” Küreselleşme hem sorunun hem de çözümün bir parçası olarak karşımızda durmaktadır. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur ki, küresel kapitalizmin bir parçası olan ilaç şirketlerinin elinde bilim de ideolojik bir yapıya sahiptir. “İngiliz Guardian gazetesi, dünyanın en büyük ilaç şirketlerinin üç yıl önce Avrupa Birliği’nin (AB), Koronavirüs gibi patojenlere karşı aşıların olası bir salgından önce hazır olabilmesi için çalışmaları hızlandırma önerisini reddettiğini yazdı”[9] şeklindeki BBC haberi bize bu şirketlerin sağlıktan öte kâr odaklı olduklarını da net bir biçimde göstermektedir. Açıkçası kapitalizm sadece bir sistem değil, bir halk sağlığı sorunudur.
Unutulmamalı ki büyük bir tehditle karşı karşıyayız, ekoloji tahrip edildikçe salgınlar ve başka olumsuzluklar peşimizi bırakmayacak. Küresel anlamda ekolojinin daha fazla zarar görmemesi için gereken önlemler alınmadıkça, kapitalizmin kâr hırsı devam ettikçe ve onu durduracak örgütlü küresel bir karşı duruş olmadığı sürece de bu tehdidi bertaraf etmek mümkün görünmüyor.
DİPNOTLAR
[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Karantina
[2] https://covid19bilgi.saglik.gov.tr/tr/covid-19-yeni-koronavirus-hastaligi-nedir
[3] Fuat Keyman (2020) Korona Pandemisi ve Küreselleşme: Nasıl Bir Dünyada Yaşayacağız?, https://www.perspektif.online/korona-pandemisi-ve-kuresellesme-nasil-bir-dunyada-yasayacagiz/
[4] Giritli-İnceoğlu Yasemin (2020), Pandemi, Yoksulluk ve Medya; http://bianet.org/bianet/siyaset/227436-pandemi-yoksulluk-ve-medya.
[5] Giritli-İnceoğlu Yasemin (2020), Medyada Korku Virüsü; http://bianet.org/bianet/bianet/224506-medyada-korku-virusu.
[6] Giritli-İnceoğlu Yasemin (2020), Medyada Korku Virüsü; https://bianet.org/kadin/saglik/224506-medyada-korku-virusu
[7] Giritli-İnceoğlu Yasemin (2020); Koronavirüs, COVID19 Krizi ve Medya, http://bianet.org/bianet/saglik/220516-koronavirus-covid-19-krizi-ve-medya .
[8] https://tr.euronews.com/2020/03/20/koronavirus-doganin-cevreye-zarar-veren-insanogluna-cikardig-birikmis-faturalarin-baslangi
[9] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52801837
Kaynakça
Altındiş, Emrah (2020). “ABD ve Avrupa’nın yıkımı paralı sağlık sistemleri”.
Belek, İlker (2009). Sağlığın Politik Ekonomisi, Yazılama Yayınları, İstanbul.
Bookchin, Murray (1999). Toplumu Yeniden Kurmak, Metis Yayınları, İstanbul.
_(2015). Geleceğin Devrimi, Dipnot Yayınları, Ankara.
_(2017). Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, Sümer Yayıncılık, İstanbul.
Crawford, Dorothy H. (2019). Ölümcül Yakınlıklar, Metis Yayınları, İstanbul.
Diamond, Jared (2018). Tüfek, Mikrop ve Çelik, Pegasus Yayınları, İstanbul.
Frank, A.G.ve B.K. Gills (2003). Dünya Sistemi, Beş Yüzyıllık Mı? Beş Binyıllık Mı?, İmge Yayınları, Ankara.
Giritli-İnceoğlu, Yasemin (2020). “Koronavirüs, COVID 19 Krizi ve Medya”. http://bianet.org/bianet/saglik/220516-koronavirus-covid-19-krizi-ve-medya .
_(2020). “Medyada Korku Virüsü”, http://bianet.org/bianet/bianet/224506-medyada-korku-virusu.
_(2020). “Pandemi, Yoksulluk ve Medya”, http://bianet.org/bianet/siyaset/227436-pandemi-yoksulluk-ve-medya
Habermas, J. (2006). “Does Democracy Still Enjoy an Epistemic Dimension”, Communication Theory; n.16, Wiley P. 2006 p.411–426.
Illich, İvan (2011). Sağlığın Gaspı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Keyman, Fuat (2020). “Korona Pandemisi Ve Küreselleşme: Nasıl Bir Dünyada Yaşayacağız?”. https://www.perspektif.online/korona-pandemisi-ve-kuresellesme-nasil-bir-dunyada-yasayacagiz/
Le Guin, Ursula K. (2015). “Önsöz” içinde Murray Bookchin (2015), “Geleceğin Devrimi”, Dipnot Yayınları, Ankara.
Lemke, Thomas (2014). Biyopolitika, İletişim Yayınları, İstanbul.
Leys, Colin (2014). “Sağlık ve Kapitalizm” içinde, Leo Panitch ve Colin Leys (haz.) (2014), Socialist Register 2010: Kapitalizmde Sağlık, Yordam Kitap, İstanbul.
Löwy, Michael (2020). “Gripezinha-Basit Grip: Pandemik Karşısında Neofaşist Bolsonaro”, http://felsefelogos.org/?p=660
McLuhan, Marshall ve Quentin Fiore (2005). Yaradanımız Medya, Merkez Kitaplar, İstanbul.
Panitch, Leo ve Colin Leys (haz.) (2014). Socialist Register 2010: Kapitalizmde Sağlık, Yordam Kitap İstanbul.
Shoemaker, P. ve S. Reese (1997). “İdeolojinin Medya İçeriği Üzerinde Etkisi” içinde, Medya Kültür Siyaset, Der: Süleyman İrvan, Ark Yayınları, Ankara.
Sönmez, Mustafa (2017). Paran Kadar Sağlık, Yordam Kitap, İstanbul.
Nikiforuk, Andrew (2020). Mahşerin Dördüncü Atlısı, İletişim Yayınları, İstanbul.
Wark, McKenzie (2020). Moleküler Kızıl, Metis Yayınları, İstanbul.
Wayne, Mike (2009). Marksizm ve Medya Araştırmaları, Yordam Kitap, İstanbul.
Žižek, Slavoj (2012). Kıyametin Versiyonları, Encore Yayınları, İstanbul.