Kanaat insan beyinlerinin umutsuzluğudur…
Pierre-Joseph Prudhomme
Kanaati “insan beyinlerinin umutsuzluğu” olarak kavrayan görüşün kendi çağından yaklaşık iki asır sonrasına teşmil ettiği meseleyi gayet manidar biçimde bu kez tam cepheden ve yakıcı bir güncelliğin içinden peydahlayan eğilimler şayet acı bir tevafuk değilse anakronik bir tarihsel garabet olsa gerektir. Prudhomme’cu önermenin kendi iddialarının geçerliliğini yüz elli yıl öteden doğrulamaya çıkan tarihselliği, kanaatin yetersiz bir yargıya yol açacağına vehmetmiş klasik felsefi diskurla akrabaydı kuşkusuz. Nitekim gereğince imal edilememiş kamuoylarının hayaletsi biçimde tebarüz edişine ilişkin vurgunun kökleri oldukça eskiye gider. İlkin, söz konusu tarihsel süreç, sosyal gerçekliğin stereotiplerle yaratılmış izlenim ve düşüncelerin bir ürünü olduğunu savlayan Walter Lippman’la birlikte, bilişsel haritaları kitle gazeteleri tarafından uzaktan şekillendirilen bir yığının erken dönem propaganda sahnesinde kurban edilişine şahitlik eder. Aynı mahsurlu kamuoyu görüntüsü, bilişsel süreçleri irdeleyen araştırmacıların ve özellikle de siyaset bilimi kuramcılarının iki savaş arası dönemdeki asli teorik/ampirik izleğini oluşturur. Kuramsal açıdan tarihsel nitelikli bir müdahale 70’lerin ortalarında “susan” ve “konuşan” kamuoylarının siyasal ve toplumsal açıdan baskıcı koşullarla ve dışlamayla bağını kuran Noelle-Neumann’da güç tapıncı, konformist bilinç ve sürüleşme içgüdüsü motiflerini de yedeğine alarak yeniden alevlenir. Kamunun kahir ekseriyetinin çıkarı ve yararı meselesinin bireysel özgürlüklerle kesiştiği noktada ise, J. Stuart Mill’in her tür totaliter görüş hilafına çoğunlukçu ve baskıcı bir kamuoyuna karşılık ikinci eğilime hararetle arka çıkan tutumuyla karşılaşılır. De Tocqueville’le birlikteyse, bizatihi kamuoyunun kendisi ve oyun niteliği sorgulanır. Tüm bu tarihsel düşünsel uğraklarda yanıtı aranan soru; kamunun niteliği, oluşum süreci, etkinliği, gücü, baskıcı yönleri, vb. konuların ne tür maddi koşullarla ve sosyal yapılarla ilişkili olduğudur. Gelgelelim, konunun farklı veçhelerine odaklanan tüm bu tartışmalarda kamunun yararı, genelin iyiliği ve ortak çıkarı gibi terimlerin esasına ilişkin aşınmanın belirgin teşhisine yönelik bir tutum söz konusu değildir. Dahası, birçok mahsurlu yanına rağmen az çok yerli yerine oturtulmaya ve makul bir izahı yapılmaya çalışılan bir kamu ve kamuoyu yaklaşımının ikinci bin yılın başlarından itibaren adeta popülist siyasal söylemlerin hedefi -ve oyuncağı- haline gelerek tümden buharlaşıp gideceği gibi bir öngörüye ima düzeyinde dahi sahip değildir kimse. Bu nedenle, keyif verici eğlence, haz ve şahsilik ilkesini her şeyin üstünde tutan medya retoriğinin aklın kamusal kullanımına karşı geliştirdiği özel yaşam ve dramaturji bilincinin sosyo-politik ve ahlaki düzlemlerde kritiğini yapacak kuramcılarla karşılaşmak için neoliberal politikaların her yerde yeri göğü inleten muzaffer çığlıklarının yıkıcı naralarını, siyasal gerçekliğin küresel görünümlü terennümlerinin içine dek nüfuz etmiş post-truth lakırdılarını, militarist ve neo-dinci faşizmin en gözde mümessillerinin öfkeli suretlerine nakşolmuş mutat karanlığını ve görülmemiş ölçüde kitlesel bir nefreti örgütlemeye girişmiş otoriter demagoglar çağını beklemek gerekecektir…
Kamunun yararı ve iyiliği gibi tabirlerin siyasi ve ticari çıkarlara kurban gittiği, siyasal nitelikli kamunun son moda düşünsel salvolarla çökertilerek, yerine ‘tefekkürüne’ akıl sır erdirilmez kalabalıkların imal edildiği, sivil toplum kuruluşlarının olayların seyrini belirleyebilme güçlerinin etkisizleştirildiği, toplumsal yapının gerçeğini kavramanın rasyonel zemininin ortadan kaldırıldığı ve siyasetin şenlikli gösterilere evrildiği bir dönemde izaha muhtaçlığı yeni bir tartışmanın da fitilini ateşlemiştir denilebilir. Kamunun yararı, kamunun çıkarı, ortak iyi, vb. kavramların vaktiyle ihtiva ettiği anlamların kasıtlı ihmaline yönelik tutumun bir dizi pratik ve nazari boyutu vardır kuşkusuz. Neoliberal ekonomik politikaların rehberliğinde şekillenen küresel kapitalist sistem başta olmak üzere, piyasa dinamiklerinin devasa gücü karşısında etki alanı gitgide daha da daraltılmış olan sosyal devlet, kamu çıkarı düşüncesinin kültür endüstrileri lehine zayıflatılması, yayıncılık sistemlerinin günün siyasal hükümetlerinin niyetlerinden doğrudan etkilenebilir bir kırılganlıkta olması, vb. bunlardan yalnızca birkaçıdır. Mesele, bir yönüyle de eşit bilgilenme ve enformasyon paylaşımı ve dolaşımıyla şekillenecek görece aydınlatılmış bir kamuoyunun mevcudiyetiyle ilgilidir. Deyim yerindeyse, kamunun herhangi bir konuda yeterli bilgisi olmadan kendi doğrultusunu nasıl tayin edeceğine, doğru çıkarının nerede olduğuna yönelik herhangi bir görüşünün olabilmesi de olası değildir. Hal böyle olunca, kendi talepleri için bastırma noktasına gelebilecek bir kamuoyunun bırakın fiiliyattaki varlığını, gölgesinden dahi söz edilemez. Kamuoyu denilince, olsa olsa kendi bildiği şeylerin kâmilen cahili bir amorf yığın akla gelir. Dahası, kamu yararı kavramı, sadece doğru biçimde bilgilendirilmiş bir toplum için değil, aynı zamanda medya kuruluşlarının kamusuyla kurduğu ilişkiyi ve genel olarak da siyasal kamuoyunun daha demokratik biçimde oluşabilmesini ve yayıncılık alanına duyulan güven ilişkilerini yeniden düşünmeyi gerekli kılması açısından da hayati önemde bir terkiptir. Ne var ki, kavramı konumlandırma çabası bununla da sınırlı değildir. Bu noktada, kamu yararının ontik niteliğiyle ilgili pek mühim bir olguyu da zikretmek gerekmektedir. Kimilerinin “olgu sonrası çağ”, kimilerinin “post-gerçeklik toplumu”, kimilerinin de “hakikat sonrası çağ” şeklinde tarif ettikleri, ama özünde rasyonel zemini çökertilmiş bir kamuoyu yapısına karşılık gelen ve aşırı sağın popülist siyasetinin “yeni türedi” bir icadı olan ‘kanaat’ iklimi, konunun muhataplarına toplumsal rol ve işlevlerini yeniden gözden geçirme yükümlülüğünü dayatmaktadır. Bu sonuncu olguyla birlikte, pazar dinamikleri içinde örgütlenmiş, serbest piyasa koşulları ile katı devletçi uygulamalar arasına sıkışıp kalmış bir manzara arz eden kitle medyasının artık demokratik ve aydınlatılmış bir kamuoyu yaratabilme gücünden söz edilip edilemeyeceği tartışmalıdır. Zira “hakikat sonrası çağ” terkibinin içinde barındırdığı zımni hüküm, kamunun görüşünün ve kanaatler ikliminin artık büyük ölçüde zanlar/suizanlar, inançlar, hisler ve duygular tarafından belirlendiği iddiasına dayanmaktadır. Bu süreçte kanıtlayıcı hiçbir söz, belge veya bilginin ehemmiyeti yoktur; aslolan, etkili yalanlar, hevesle başlatılmış ve iyi yönetilmiş manipülasyonlar, dudak uçuklatıcı numaralar ve çarpıtılmış gerçekliğe ilişkin görkemli safsatalarla kitleyi ikna edebilme becerisinin gösterilip gösterilemeyeceği meselesidir.
Kuşkusuz, kamu yararı ilkesinin sönümlenişiyle ilgili ihbar ve ifşa edici tartışmalar yalnızca etkili yalanlara hakikat muamelesi yapılmasıyla sınırlı değildir. Çoğunluğun yararının çoğulcu editöryal hedefleri öncelemesi, medya içeriği dramaturjisinin akılcı yönelişleri gölgelemesi, ana-akım habercilik anlayışının haber değeri ölçütlerinin reyting kaygılarıyla şekillenmesi, “başka” bir iletişim ve gazetecilik pratiğine kafa yorma biçimlerinin yarattığı zaruretin halen karşıt eğilimleri yeterince dengeleyici bir noktaya varamamış olması, vb. etkenlere de işaret etmek gerekir. Ancak bunlar içinde belki de en önemlisi, yararlılık kriterinin kamusal beklentilerin önüne geçmesi değil, bizatihi ve öncelikle kamusuz bir yarar gözetiminin akabinde yararsız bir kamu algısını da kaçınılmaz olarak üretmesidir. Daha da ötesi, yararsız bir kamunun imalatı işini üstlenmiş işe yarar bir kamusu olmayan bir medyanın yarardan neyi anladığı sorusu meçhuldür. Başka bir deyişle, kamusuz bir yarar ölçütünün gerçekte kimin ya da kimlerin yararına olduğu sorusu… Sorunun yanıtı, yararı kendi siyasal yönetimlerinin asli düskurunun meşru zemini yapmış olanlar için farklı, yegâne yönelim güdüsü ticari kazanç tutkusunun baskısı altında biçimlenmiş olan yatırımcılar için farklıdır. Hayatın her veçhesinde ve her icraat alanında hiçbir itiraz veya engellenmeyle karşılaşmaksızın kamusuz bir yararın lütufkâr cömertliğinden nasiplenenler içinse uçsuz bucaksız harikalar diyarının engin ufukları yükselmektedir. Sözgelimi reklamcılar, niteliği ne olursa olsun tanıtıcı ve pazarlama odaklı işlerinde kamu yararından söz ettiklerinde gerçekte kast ettikleri nedir? Kendisi de başlı başına devasa bir doyum ve doyumsuzluk işletmesi olan devletin en üst bürokratik kademelerini mesken tutmuş olanların “herkesin, tüm toplumun ortak çıkarına” aldıkları kararların gerçekte ne kadarı amme efkârına hizmet etmektedir? Basın ve medya kuruluşu sahipleri ile onların sahiplik ettikleri kurumların yayın akışlarını veya gazete sayfalarını işgal eden haber, yorum ve demeçlerin içeriğine müdahil olma gücünden yoksunlaştırılmış devasa kitlelerin, kendi seslerini bir türlü duyurma olanağı bulamayan azınlık kesimlerin yarardan anladıkları şey aynı mıdır? Tüm bu soruların yeterince yanıt bulamamasına ya da ürkekçe ve tatminkâr olmayan biçimde yanıtlanmaya çalışılmasına ya da düpedüz yanıtsız kalmasına yol açan şey, kamu yararı, ortak çıkar veya genel iyi gibi tabirlerin failin kim olduğuna bağlı olarak değişen birden fazla göndergesinin olmasıdır. Bunlara ilaveten, siyasal mahfillerde simülasyon ve hiper-gerçeklik tartışmalarının, post-truth terennümlerinin fütursuzca yankılandığı, ticaretle siyasetin birlik olup kol kola girdiği, geleceğe yönelik belirsizlik ve umutsuzluk söylemlerinin siyasal söz dağarcığını gün geçtikçe yoksullaştırdığı, abartılı bir güvensizlik gerekçesiyle her geçen gün daha da kalıcı hale getirilmeye çalışılan güvenlikçi politikalarla alternatif siyasal ve medyatik akımların önünün kesilmeye çalışıldığı bir dönemde siyasal bir kamu ya da nesnel kamusal bir olgudan söz edilebilir mi? Dahası, bu tür bir ‘kanaat’ ikliminde kamunun varlık koşulları ne derece mümkündür? Böyle bir kamu var olsa bile, kendi “yarar”ını adlandırabilecek güçte midir? Medyanın kamusu ile siyasetinki birbirinden farklı şeylerse, birinin çıkarı diğerinin zararına mıdır? vb.
Kamu yararı ilkesi bahsinin gözle görülür bir sönümlenme dönemine girmesinin bariz emarelerinden birisi de, hiç kuşkusuz her ne kadar kamu yararı kavramını dilinden düşürmese de, medyanın toplumsal hakikatin belli yönlerini gereğince öne çıkarıp belgelemesinde yaşadığı zorluklar ve bizatihi kendi eliyle oluşturduğu çarpık bir temsil düzeninin yarattığı itibar kaybıdır. Bunun bir adım ötesinde ise, yoğun haber dramaturjisinin yanı sıra, haberin retoriğinin düpedüz yalanın etkin bir aracına dönüşmesi vardır ki, üzerinde ayrıcalıklı biçimde durulmayı hak eder. Yalan denen o çapraşık, müptezel ve iptidai müessese hakkında mülahazalar yürüten pek çok isim olmasına karşın, en dikkat çekici olanlarından biri İsveçli etik filozofu Sissela Bok’tur. Bok, işi temelden alıp yalancılığın evrensel ekonomisinden söz eder; başka bir deyişle, yalan söylemenin kolay, ilk yalanı söylemeninse her zaman zor olduğundan… Ama işte o ilk yalan… Omurganın görülmemiş bir çatırtıyla esnediği o an… Özsaygının ilelebet gözden yitirildiği, güven vermeyen söylemlerin tahripkâr arzuların düzenine kayıtlandığı ilk lanetli endam! Şayet o ilk uğursuz yalan bir kez sarf edildiyse, değil mi ama, ne kalıyor geriye artık sözün bir senet gibi işletildiği zamanlardan? Haysiyet denen cevherin kendi dışındaki her şeyle denk tutulup ölçüye vurulduğu o mübadeleden geriye nasıl bir bakiye, ne tür bir tortu? Şu bir gerçektir ki, gerek medya sahipliği ve piyasa koşullarının dayattığı içeriklerin, gerekse politikacıların kendi özgül çıkarlarının hizmetinde oluşlarının somuttaki tezahürleri olan siyasa önerilerinin kamuyu yanıltıcı beyanlarında gözlenen gerçek dışılık, kasten profesyonel yalanlar söylemenin de söylemsel yatağını döşer. En arkaik söz alma düzenlerinin, sözgelimi kadim Yunan’ın devasa felsefi sütunu olan Platon’da bile bu durumun bir ilk örneğine rastlanır. Yetkin bir betimlemesini yapmaya çalıştığı sınıflı toplumun birleştirici sıvasını sağlayacak şu meşhur “metaller mitosu” yalanı sözgelimi; kabullenilemez olanı kabul edilebilir bir kılığa sokar. Dahası, gayrı ihtiyari söylenmiş yalanların varlığı bir vakıaysa eğer, “hakikate yalan söyleyerek vardığımızı” iddia eden şu kaynağı belirsiz önermeyi de adlı adınca zikretmek gerekir. Hakikate yalan söyleyerek ulaşmaktan söz etmek, şayet hakikatin yaklaşık olarak doğru ve nesnel biçimde saptanabilmesi için sonsuz bir gerçeklik sınamasını ihtiva ediyorsa, bu önermede bir beis göremeyebiliriz. Ancak ne zaman ki, hakikati olduğu şey olmaktan çıkarıp da yalan söyleyerek yeni bir hakikat düzeni inşa eder ve bu düzene de kitleleri inandırmaya kalkışırız; işte o zaman zihin yönetiminde uzmanlaşmış yayıncılar üzerinde hegemonya kurmuş teokratik ve otoriter siyasal rejimlerin ve bilinç endüstrisi mühendislerinin tuzağına düşeriz. Artık bu noktadan sonra ne kamu yararı kalır ortalıkta, ne de genel çıkar meseleleri… Kamunun yararı, bir tür çıkar ve “kötülük dayanışması” güdüsüyle bir araya gelmiş kimi özgül grupların kendi güç ve iktidarlarının sürekliliği için endişe ettikleri bir hayat memat bekası tartışması başlar. Sözü edilen beka, memleket sathının farklı hayat tarzlarına, farklı kimliklerine sahip kesimlerinin seslerinin daha da kısılıp, yaşamsal alanlarının daraltılmasıyla sonuçlanır. Siyasal baskının yoğunlaşmasına koşut olarak gitgide daha da genişleyen depolitize edilmiş kamu gündemini afazik yığınların hacimce büyümesi takip eder. Resmi yalanların dayatmasıyla dizginlenmeye çalışılan düşünce ve kanaat ortamı da böylelikle tüm çeşitliliğinden arınarak homojenize edilir.
Ya sefaletin ve sömürünün çokuluslusunu yaratan küresel kapitalist şirketlerin o çok sinsi ve çok kirli yalanları? Tüm o bilinçleri kendi ana dillerinin şefkatiyle zehirleyen, her yerde haset yüklü niyetlerine bekçilik eden o üç başlı kerberos’lar, onları nereye koyacağız? Ve dahi onlara eşlik eden tüm diğer suç ortaklığı düzeni aktörlerini? Bile isteye ve hiç kuşkusuz kasıtlı amaçlarla, yalan yanlış yargılarla zihin yıkamaya çalışarak algıyı paranın kokusunun geldiği tarafa yönlendiren manipülatörlerin ve onların “bir önceki günün olaylarını unutturmaya yarayan” gazetelerinin uyutucu retoriği üstüne ne söylemeli? Yalan yere yeminler etmenin o en zifiri geceden bile daha karanlık olan nedamet nöbetleri üstüne? O nöbetleri nasıl tutmalı, nasıl yatıştırmalı, yalancı şahitler kahvesine yolunu düşürmeden? Tüm bu sorular dizisinin işaret ettiği ortak nokta şu ki, güçlüler ve zayıflar arasında kurulu bulunan asimetrik iktidar denklemini ihbar eden hakikati gizlemeye yaramakta her yalan, gerçekliğin doğasını çarpıtan her habis beyan. Nitekim gerçekleri gizleyerek realiteyi aşındıran söylemleri sabah akşam işitmekteyiz her gün kimi manipülatörlerin ağzından, kimi çok yoğun biçimde dramatize edilmiş reklam spotlarından… Gelgelelim, gerçeği dramatize ederek, eğip bükerek çarpıtmanın, kamunun yararı ilkesini özel çıkarlara tahvil etmenin maşeri duyguda açtığı yarık ve politik terminolojide karşılık bulduğu yer bu denli lirik görünmüyor her zaman. Çokuluslu şirketler etraflarına (açlığa, yoksulluğa, emek sömürüsüne karşı mücadele eden, ekolojik duyarlılığa sahip çevrelere) durmadan türlü mavallar okuyarak, bankalar müşterilerine asla tutamayacakları “insanca” sözler vaat ederek, siyasal ve ekonomik güç odakları kamularından gizledikleri sırlarını ve kendi özgül çıkarlarını genel kamu yararına tercüme edip azılı bir belagate dönüştürerek, son olarak da sui generis aydınlar (uzmanlar, gazeteciler, sanatçılar, beyaz yakalılar, teknokratlar, vb.) yaşanan bunalımları umut dolu aktüel vaazlara dönüştürerek geniş yığınlar üzerinde türlü çeşitli rızalar üreterek gerçekleri çarpıtmayı sürdürmekteler… Yani mütemadiyen ve muhayyel bir vakte kadar yalanlar söylemekteler… Üstelik bu ve benzeri söylemler süreç içinde öylesine kanıksanan şeylere dönüşmekte ki, yalnızca çalkantı dönemlerinde değil, görece ender rastlanan barış zamanlarında da kendine özgü siyasal bir söz dağarcığı yaratmakta bir süre sonra. Yalanı makul bir retoriğe dönüştüren mücrim sözdizimlerinin alametifarikasıdır: Aksi ispatlanıncaya kadar her yalan doğrudur, her doğru mutlak, her mutlak doğru hakikate eş… Bunların tümünde gözden yiten ve amansızca sönümlenen tek değer yüklü hakikat kamu yararı ilkesidir. Öyle ki, yalandan hakikat imal eden retorik telaffuz edile edile sonunda iktisadi/sportif bir mecazlar öbeğine kadar evrilebilmiştir. Sözgelimi Armand Mattelart, bu eşine az rastlanır “beyin iğfal şebekesi”nin neredeyse tüm kirli çamaşırlarını dökmeyi başarmış birisidir ortalığa. Onun temel itirazı, “gezegensel ütopya”nın yalanı mit kertesine yükseltirken orta sınıf yaşam ve düşünme biçimini tüm dünyaya ram etmesinedir. Başka bir deyişle, kusursuz bir sığlığın eşanlı olarak tüm uluslararası toplumca deneyimlenmesine… Yaygınlaştırılmaya çalışılan gerçekte kimin değerleri ve hakikatleridir? Kuşkusuz, kültürel ve sosyo-ekonomik sistemin imal ettiği arzu simsarlarının, namı diğer sermaye sahibi ve güç odaklarının…
Mattelart’ın tasarladığı karanlık ütopyada egemen değerlere karşı ayak direyerek teslim olmayı reddedip özgürlüğü seçmiş olan beyinler her nevi ikna ve telkin araçları zoruyla itinayla iğfal edilirler! Küresel sermayenin biçimlendirmeye çalıştığı kültürel ve toplumsal sisteme karşı kamunun yararını, barışı, kadını, çevreyi, emeği, ezilmişlerin haklarını savunanlar, toplumsal sorunları ciddi kamusal yakınmalara dönüştürenler bu azgın retoriğin asıl hedeflerini oluştururlar. Her ne türden olursa olsun, kendi farklılığını ve tikel duyuş biçimini muhafaza etmeye çalışanların kafasına yaşama topluca yapılmış tanıklıkların güven veren yasası nakşedilir. Mattelart’a göre, bu tahripkâr dilin nihai hedefi, hakikat tutkunu veya sistem kaçağı her bireye başkalığın son derece yorucu yükünden özgürleşmeyi telkin etmesidir. Söz konusu telkinin önemli bir aracı olan kurumsallaşmış çıkar birliğinin kıymeti kendinden menkul işlevi de tam olarak burada; normatif olanı tanımlama gücünde yatar. Sonuçta hakikate yalan söyleyerek ulaşamayabiliriz belki, ancak böylelikle, yani algı aracılığıyla doğrulamayı temel düşünüş biçimi haline getirerek, en kabul edilemez kararların en yıkıcı sonuçları bile hiçbir ciddi tepkiyle karşılaşmadan benimsetilebilir rahatlıkla. Yine aynı yolla kimi sakıncalı uygulamaların (dışlama, damgalama, eşitsizlik, temel haklardan yoksun bırakma, vb.) üstü örtülerek, alelade, gündelik ve meşru şeyler haline getirilebilir. Hatta sonunda öyle bir an gelir ki, kimi farklı kanaatler ve insanlık halleri ve erdemleri, tümü de benzer, mahsurlu bir terbiyeden geçmiş insan yığınları karşısında, kişide affedilmez birer kusur gibi durur. Çoğunluğu başlarına gelen şeyler hakkında yeterli muhakeme gücüne sahip olmayan insanlardan kurulu bir toplumda eşitlik, özgürlük ve farklılık gibi değerler, bir hak talebi olmaktan çıkarak birer utanç vesikasına dönüşür. İşte, Mattelart’ın son derece isabetli bir şekilde “beyin iğfal şebekesi” olarak adlandırdığı şey, yani ticari reklam endüstrisinin hiçbir koşulda belagati elden bırakmayan şedit dili, tam da dünya kültürel ve düşünsel çeşitliliğinin altını oyarak her türden başkalığa tahammül edebilmenin sakıncalı olduğu yanılsamasını yaratır. Bu bakış açısına göre, beyinleri iğfal eden asıl şey izler kitlenin aleni oyalamaya, eğlenceye, uyutucu etkilerin dramatik diline karşı savunmasız oluşu değildir; iğfali yaratan asıl şey, zihinleri tazeleme olanağı sunmayan klişelerin bilgiye aç zihinleri esir alan kuşatıcılığına karşı örgütlenebilecek alternatif bir tepkinin olmayışıdır. Özetle, Mattelart, çokuluslu şirket kapitalizminin bir manivelası olan küresel tüketim endüstrisinin başat önermeleri üzerinden, zihinleri ikna ile koşullandıran söylemlerin bilinçleri diriltemeye yetmeyen aldatıcı tuzaklarına odaklanır. Bunu yaparken de kendi iddialarının art alanında, ussal iletişimin, bilgilendirici ve eğitici medya içeriklerinin yerinden edilişine dikkati çeker.
Kamuyu, kanaati ve kamusal olanı değerden düşüren aynı koşullandırıcı retoriğe karşı Bourdieu’nün müdahalesi ise, sistemin tam yüreğine “karşı ateşler” açmak olmuştur. Burada da doğrudan hedef alınan şey, aşikâr tecimsel ve çıkar gözeten söylemin yıkıcı etkilerini yaygın bir sosyo-kültürel kınamaya tabi tutmak değildir. Daha ziyade, bildirme amaçlı bir işleve sahip olan iletişimsel dilin gövdesinde derin çatlaklar açan tecimsel ve siyasi eğilimlerin, başka bir deyişle, dilin örtmece işlevine sahip ifade biçimlerinin faş edilmesidir. Artık bu andan başlayarak, her sözcük ya da ifade biçimi için farklı bir gerçeklik söz konusudur. Gerçeklik, her tür sabitlikten muaf göreliliğin çokanlamlılığı içine yerleşmiştir. Yine söylemin keşfinden başlayarak, her hakikat söyleminin algılama düzeninde yol açtığı en küçük değişiklikler bile sınırsız etkilere sebep olur. Üstelik her bir örtmecenin görünür çelişkileri gizleyici önemli işlevleri vardır ve bu anlamıyla hiç kuşkusuz bazı ideolojik tınılar da taşır bünyesinde. Bourdieu, dilde hüküm süren bu amansız savaşa neoliberal ekonomik sistem içinden birkaç çarpıcı örnek verir: İşten atmalar mealinde “fazla yağlardan arınmak”; anamalcı patronlar için “ulusun zinde güçleri”; daha çok pazar için “daha çok eşitlik” mavalı, vs. Michel Foucault ise, ömrünü dilin içinde hareket eden anlamın çağlar boyu madun kesimler üzerinde yarattığı tahribatın izini sürmeye adamıştır adeta. 18. yüzyıldaki taşımalı köle ticareti için “abanoz ağacı ticareti”nden, yapılan yüksek zamların neden olduğu sert kamusal tepkileri yumuşatmak için kullanılan “gelir artırıcı önlemler”den, birini bulunduğu görevden azletmek anlamında kullanılan “olumsuz terfi vermek”ten, klinik psikiyatrik dilin akıl hastalarının acımasızca tecrit edildikleri mahalleri adlandırmak için başvurduğu “sakinleşme odaları”ndan vb. söz eder. Örtmece kılığına bürünmüş resmi yalanların ve özel çıkarların en somut örnekleri, hiç kuşkusuz, İkinci Irak Savaşı’ndan dem vuran yorumcuların sıklıkla telaffuz etmekten hoşlandıkları söz öbeklerine de yansır. Bilindiği üzere, askeri yetkililer, ahalinin üzerine bomba yağdırmayı “halı döşemek” deyimiyle, sivillerin öldürülmesini “yumuşak hedeflerin vurulması” şeklinde, beton delici bombaları ise “akıllı bombalar” terkibiyle karşılayan tabirler icat etmişlerdir. Bu ve benzeri örnekler de açıkça göstermektedir ki, zannedildiğinin aksine, kapitalizmin dili hiçbir zaman pütürlü bir yüzeye sahip olmamıştır. Şiddeti anlatmakta hep daha rafine, en dayanılmaz vahşeti nezaketle rötuşlamak hususunda son derecede marifetli, neden olduğu musibetlerin sorumluluğunu üstlenmede pek gönülsüz, dünyanın dört bir yanında öldürerek imar etmeyi demokrasi ve insan hakları kılığına bürümekte ise son derece başarılıdır. Dahası, adına medya denilen zihin yönlendirme düzeneğinin, hasarına masal süsü verilmiş retoriğinin ‘müşfik’ dili eşlik etmiştir her duruma, tüm bu cürümler büyük bir serbestlik içinde ifa edilirken… Eylemin sorumluluğunu icracısından ayıran bir sapkın dil yetisi… Kalıcı yoksunluğun izleri sürüldüğünde, mevzuyu kazaen başa gelen talihsizliklerden dem vurarak izaha yeltenen bir tür felix culpa şarlatanlığı… Ustaca maskelenmiş kötülüklerin muhteşem ve cümbüşlü Disneyland’ı!
KAYNAKÇA
Andrew Belsey & Ruth Chadwick, Medya ve Gazetecilikte Etik Sorunlar, çev. Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998.
Armand Mattelart, Beyin İğfal Şebekesi, çev. Işın Gürbüz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995.
Elisabeth Noelle-Neumann, Kamuoyu: Suskunluk Sarmalının Keşfi, çev. Murat Özkök, Dost Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1998.
Heinrich Geiselberger, Büyük Gerileme: Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma, çev. Aslı Biçen, Orhan Kılıç, Merisa Şahin, Ahmet Nüvit Bingöl, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.
Michel Foucault, Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2016.
Pierre Bourdieu, Karşı Ateşler, çev. Halime Yücel, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006.
Pierre Bourdieu & Loic Wacquant, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, çev. Nazlı Ökten, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016.
Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019.