Rejimi Adlandırmak: Politikaya Çağrı

AKP’nin 12 yıllık iktidarının ardından Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakan ve parti genel başkanı olarak katıldığı Birinci Olağanüstü Kongre, ‘Yeni Türkiye’yi ilan etti. ‘Yeni Türkiye’, AKP teşkilatının siyasal rejime koyduğu addır. Siyasal rejimi adlandırmak, egemen için onu meşrulaştırma biçimini, tabi olan için de onunla mücadele biçimini belirler. Dolayısıyla siyasal rejimi adlandırmak, politikaya bir çağrıyı içerir. Örneğin bir siyasal rejime faşizm adını koyuyorsanız eğer, sosyalistler olarak siyasal liberalizmle düşmanlık edemezsiniz; aksine onunla samimi bir arkadaşlık kurmanız gerekir. Çünkü burjuva liberalizminin sağladığı asgari hakların ortadan kaldırılmasına, bütün bir halkın burjuva hukukun güvencelerinden yoksun bırakılmasına karşı birlikte mücadele etmek gerekmektedir -faşist rejimin hakimiyetinde liberal müzakereciliğin payı olsa bile-.  Eğer rejimin adını diktatörlük olarak koyuyorsanız yine benzer bir durum geçerlidir. Eğer baş çelişki tek bir siyasal liderin ve ona bağlı teşkilatın geri kalan bütün bir halk üzerindeki tahakkümüne dayanıyorsa geniş bir ittifaklar siyaseti, siyasal mücadelenin temel şartlarından biri haline gelebilir. Bu bağlamda sosyalistler parlamenter hükümet sistemini doğrudan karşılarına alamazlar, çünkü mevcut koşullar içinde mücadele edilmekte olan diktatörlüğü sürekli kılma ihtimali olan bir başkanlık sistemine karşı parlamento savunulması gereken bir kurumdur.  Eğer bu rejim, içselleşmiş emperyalist ilişkiler içinde hükmettiği coğrafyanın ötesine ateşini düşürüyorsa bu ateşi söndürmek için enternasyonalizmin politik ve ahlaki zemininden uzaklaşmamaya azami özen gösterilmelidir. Burjuva demokrasinin bütün kurumlarıyla işler olduğu bir siyasal rejimde ittifak siyasetinin ötesine geçilebilir, siyaset yapma zemini geliştikçe mücadele biçimleri de doğal olarak gelişecektir.

Yeni Türkiye

Rejimin ‘Yeni Türkiye’ olarak adlandırılması, aynı anda iki şey yaparak rejimi meşrulaştırma amacını taşımaktadır. Bunlardan birincisi bir ‘devri sabık’ yaratmak, ikincisi ise yitirilen hegemonik gücün yerine bir diktatörlüğün yerleştirilmesini meşrulaştırmaktır. Bu iki amacı bizzat Erdoğan ve Davutoğlu’nun kongre konuşmalarından okumak mümkündür.

Söz konusu konuşmalarda, öncelikle, AKP bir siyasal parti, AKP’nin kurduğu hükümetler burjuva demokrasisinin hükümet sistemi içinde kurulmuş birer hükümet olarak görülmemektedir. AKP, bin yıllık bir davanın, bir hareketin parçasıdır. Bu hareketin kökü Alparslan’dadır. Ardından “Osman Gazi’ye, Fatih Sultan Mehmet’ten Ulu Hakan Abdülhamit Han’a, Gazi Mustafa Kemal’den Adnan Menderes’e, Turgut Özal’dan Profesör Doktor Necmettin Erbakan’a kadar uzanan bir kutlu davanın kahramanları” sıralanmaktadır.[1] Liste uzatıldıkça uzatılır: Necip Fazıl da girer listeye, Ehmede Xani de Nazım Hikmet de. Fakat her nasılsa bu hareket “On dört asır önce Mekke’nin yalçın dağlarına inzal olmuş, Allah kelamını, onun alemlere rahmet olarak gönderilmiş Nebisini kendisine rehber edinmiş”[2]tir. Evet AKP’nin miras aldığı hareketi İslam Peygamberi başlatmıştır. Alparslan onun Anadolu’daki devamıdır. Osmanlı onu devralmış ve ardından Cumhuriyet gelmiştir. Fakat Kongre’de alışık olunmayan biçimde Mustafa Kemal vurgusu da yer almaktadır. Mustafa Kemal ‘Yeni Türkiye’de ‘devri sabık’ın içine girmez. İşte burada hamasetin ötesine geçen bir politik tutum görüyoruz. Burada 1920 Meclisi’nin açtığı kapı devreye giriyor. Kapıyı araladığımızda içinden ne çıkacağını göreceğiz. Erdoğan Birinci Meclisin açılışındaki dini ritüelleri bir vaiz gibi ortaya dökmektedir:

23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılmadan önce, bizzat Gazi Mustafa Kemal’in talimatıyla bütün vilayetlerde hatimler indirilmiş, Mevlidi Şerifler okunmuştu. 23 Nisan günü özellikle bir Cuma gününe denk getirilmişti, Cuma günü Ankara’da Hacı Bayram Camii’nde Cuma Namazı kılınmış, hatim duası yapılmış, Buhari Şerifler hatmedilmişti, Ulus’taki Meclis binasının önüne gelinmişti, Ulus’taki Meclis binasının önünde yine dualar edilmiş, kurbanlar kesilmiş, Büyük Millet Meclisi bu şekilde açılmıştı; çok anlamlı değil mi, çok manidar.

Ulus’taki Büyük Millet Meclisi’nin Genel Kurul salonunda; bakın buraları unutmayın gençler, buraları unutmayalım sevgili kardeşlerim, salonun içinde ve dışındaki tüm kardeşlerim, Meclis kürsünün arkasına hangi emri ilahi konmuştu biliyor musunuz? Onlar işlerini istişareyle yaparlar mealindeki Şura Suresi’nin 38’inci ayeti yazılmıştı.[3]

Kuruculuktaki İslam vurgusunu milletin unsurlarını sayarak desteklemektedir[4]: Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkezler, Gürcüler, Arnavut, Boşnak, Roman, Sünniler, Aleviler. Birinci Meclis’in Cumhuriyet tarihinin[5] en demokratik meclisi olduğuna şüphe yok. Tutanaklara bakıldığında, yapılan Anayasa’ya bakıldığında bu zaten görülecektir. Fakat öne çıkan vurgunun Meclis’in bir İslam Şurası olduğunu düşündürmektedir neredeyse. Yukarıda Tayyip Erdoğan’ın ağzından aktarılanlar doğru olsa da gözden kaçırılan bu mecliste muhafazakarlarlıktan çok daha güçlü olarak solun varlığıdır. Cumhuriyet tarihinde sol ilk defa parlamentoda kendine güçlü bir yer bulabilmiş hatta ‘sol’culuğu sabit bir mebus İçişleri Bakanı seçilebilmiştir.[6] Sözü geçen Meclis, saltanatı kaldıran kanunla Erdoğan’ın yere göğe sığdıramadığı bir tarihi zulüm tarihi olarak tanımlamıştır. Bu tarihi gerçekleri bir yana bırakarak sorumuza yanıt aramaya devam edelim.

Erdoğan’ın Birinci Meclis’e övgüsü, açılışındaki İslami ritüellerden besleniyor olsa da buradan kaynaklanmıyor. Birinci Meclis, Erzurum Kongresi’nden başlayarak kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını Türk-Kürt İslam sınırı olarak kabul etmiş olan Meclis’tir.[7] Daha önemlisi Birinci Meclis Kurucu Meclis’tir. Dönemin önemli fikir adamlarından anayasa hukukçusu Ahmet Ağaoğlu’nun deyişiyle Birinci Meclis ‘diktatör meclis’tir.[8] Birinci Meclis, diktatör meclis adlandırmasını, bütün egemenlik yetkilerini tek başına kullanma yetkisiyle donatılmasından; yasama, yürütme ve yargı erklerine kendinde toplamasından; kısaca söylemek gerekirse kuvvetler birliği esasına dayanmasından alır. Mustafa Kemal’e AKP Kongresi boyunca ‘pınarı peygamber olan’ hareketin hiç bahşetmediği değerin bahşedilmesinin nedeni de bu olsa gerektir. Mustafa Kemal’in Birinci Meclis’in açılışındaki gösterilere hiç de sıcak bakmadığı sonradan yaptığı açıklamalar ve icraatlarda açık olduğuna göre onun ‘Yeni Türkiye’deki yeri İslamcılığına değil, kuruculuğuna ve Birinci Meclis boyunca Meclis’ten elde ettiği diktatörlük (başkomutanlık) yetkilerine; kuruculuk ve kurtarıcılık sıfatlarına dayanmaktadır.

Yeni Türkiye’de istenen Birinci Meclis’in demokratik yapısı değil, kuruculuğundan kaynaklanan diktatöryel yapısıdır. Yeni Türkiye’nin yargısı buna göre dizayn edilecektir (İstiklal Mahkemelerini hatırlayın)[9], Yeni Türkiye’nin hukuku buna göre dizayn edilecektir[10], Yeni Türkiye’nin hükümet sistemi buna göre dizayn edilecektir.[11] Yeni Türkiye’nin sosyolojisi 4+4+4 sistemine dayandırılacaktır.[12] Yeni Türkiye, Sünni ve muhafazakar bir Türkiye’dir.

Bu durumda ‘Eski Türkiye’ dünyanın neresinde ve hangi zaman diliminde yer almaktadır. Mustafa Kemal de ‘Yeni Türkiye’de kendine az önce anlattığımız şekliyle, yani biçimsel olarak, kuruculuk ve diktatörlük yetkileriyle kendine yer bulabildiğine göre, Eski Türkiye, aslında bir eskiye değil, öngörülen bir geleceğe atıf yapar. Müthiş bir zamansal yer değiştirmedir bu. Devri sabık, gelecekte AKP’ye muhalefet eden bütün siyasal, toplumsal kesimleri kapsar ve onları daha baştan suçlu ilan eder. Bunun böyle kurulmasının nedeni kendine kurucu bir güç atfeden ‘hareketin’ siyasal hegemonyasını yitirmesidir. Siyasal iktidar ve ona tabi olanlar arasındaki denge de böyle bir durumda ancak korku ile yaratılabilir. Gelecekteki muhalefeti ‘Eski Türkiye’ topraklarına gömmek bu korkuyu yaratmanın aracıdır.

Bundan yüzyıllar önce her türlü ifadenin serbestçe dolaşıma girebilmesini radikalce savunan Spinoza zorbaları, iman satan papazları ayakta tutanın iki güçlü duyguyu, korkuyu ve ona eşlik eden umudu halkın bedenlerini ve zihinlerini savurabilecek biçimde devreye sokabilmeleri olduğunu söylemişti.[13] Deneyimin bu büyük düşünürünün sözleri bugün karşımızda azametli görünen siyasal iktidarı anlamamız için büyük önem taşımaktadır. AKP’nin hegemonyasını yitirdiğinin göstergesi yolsuzluk soruşturmaları değildir; Gezi Ayaklanması sırasında ve sonrasında, yani korku yıkıldığında, başvurduğu akıl almaz yalanlardır. ‘Yeni Türkiye’, AKP’nin ayakta kalabilmesi için korku ve umudun düzensiz rüzgarlarının siyasal rejimi olacaktır.

Diktatörlük, önüne büyük bir sorunu çözme görevi konmuş ve sorun çözülene kadar anayasa üstü yetkilerle donatılmış bir kurumdur. Napolyon, devrim Fransası sonrası yeni bir düzen kurmak için başvurmuştur plebisite. Yeğeni, 1848’in büyük mücadelelerinin ardından önce başkanlığı sonra imparatorluğu aynı yöntemle elde etmiştir. Hitler, Versay’ın Almanya’nın boynuna taktığı ilmeği çözmekle görevlendirilmiştir seçmen kitleleri tarafından. Mustafa Kemal, savaşın kazanılması için diktatörlük yetkilerini (başkomutanlık) Meclis’ten istemiş ve kazanmıştır. Bunların her biri gerçek ve büyük sorunlardır. Aslında her biri de sorunun belli bir yönde çözülebilmesi için zor aygıtını en sonuna kadar ve normal akışın dışındaki uygulamalarla çözmeyi vaat eden ‘bir kişi’yi, tek kişiyi işaret eder. Recep Tayyip Erdoğan ve hareketi, Türkiye’nin yeniden kuruluş sorununu ortaya koymuşlardır. Hegemonik siyaset olanaklarını yitirince de diktatöryal yöntemlere yönelmişlerdir.

Bunun en açık ifadesi Davutoğlu’nun Kongre’deki konuşmasında dile gelmiştir: “AK Parti, milletin ta kendisidir, AK Parti milli idealin ta kendisidir.” Tek parti ve tek adam kuralını uygulayan bütün siyasal hareketlerin şiarıdır parti-millet-şef özdeşleşmesi. Bunun sihirli formülü Ayrıntı Dergi’nin bundan önceki sayılarında birkaç kez dile gelen sandık formülüdür. Milli irade mecliste tecelli eder ve millet konuşamayacağı için Meclis, daha açıkçası Meclisteki çoğunluk, daha da açığı bu çoğunluğun başındaki kişi millet adına konuşur. Milletle özdeşleşir. Formül, siyasal liberalizmin çoğulculuk ilkesinin karşısına her burjuva diktatörlüğün dayanağı olarak çıkarılan olan sandık formülüdür. Sandık, iktidardan dışlanan kesimler için, burjuva liberal bir mekanizmanın değil, korkunun adıdır. Sandıktan çıkan milyonlar geri kalan milyonları tehdit eder konuma gelmiştir artık. Milli irade öldür derse siyasal iktidar hukuksal sınırlamalara bakmaz, milli irade cezalandır derse hakimler cezalandırmak zorundadır. Ak hareketin, bir hareket olarak varlığıdır bu korkuyu yaratan. Yeni Türkiye bir korku rejimidir.

‘Yeni Türkiye’ yarattığı korkuyu, saldığı umut ile dengeler. Daha eşit ve özgür bir dünyanın umudu değildir bu. Hayatta kalabilmenin, fıtrattan kaynaklı ölümlerin kan paralarını alabilmenin, kan üzerine yükselen binalarda meşrebine uygun kiralarla oturabilmenin umududur. Bu umut klientalist ilişkiler sayesinde paye edinebilmenin, karın doyurabilmenin umududur. Uhrevi değil, dünyevidir; fakat göklerden destek alan bir umuttur bu. Cinayetleri seyrederken Allah adını ağzından düşürmeyen bir umuttur.

Yeni Türkiye’ye Karşı

AKP’nin koyduğu ‘Yeni Türkiye’ adı nasıl herhangi bir eskiye değil, gelecekte karşısına çıkacak muhalefete yönelik bir adsa onunla mücadele de eskinin değil geleceğin mücadelesi olacaktır. Türkiye yeniden kuruluyor ve bu kuruluşta siyasal yapılar ya özne pozisyonu alacaklar ya da edilgenleşeceklerdir. Edilgen bir konumda kalmamak, soruna yanıt vermek, gücü oranında soruyu değiştirmenin yollarını aramak, fakat her koşulda muhatap olmakla mümkündür. Muhatap olmak, siyasal olanın temelinde yer alan ayrışma ve birleşmelerde etkin bir yer edinmek anlamındadır. Eğer ‘Yeni Türkiye’ sınırsız bir sömürünün üzerine inşa edilen zenginliğin, siyasal hakları askıya alan bir devlet sisteminin, tek adam diktatörlüğünü kurumsallaştırmaya yönelik bir hükümet sisteminin adıysa muhatapların belirlenmesi, ayrışma ve birleşmelerin şekillendirilmesi ancak bu somut koşulların somut tahlinini yapmakla mümkündür. ‘Yeni Türkiye’nin programına muhalefetini açıklayan siyasal yelpazeyi kısaca bu bakımdan kısaca değerlendirip yazıyı şimdilik bitireceğim.

Yeni Türkiye’ye karşı mücadele biçimlerinde üç temel muhalefet hattından bahsetmek mümkündür. Bunlardan biri kadim CHP omurgasızlığı. CHP gerek yerel seçimlerde, gerek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerekse de 2007’den beri oluşturmaya çalıştığı çizgide Türkiye’nin AKP tarafından oluşturan sosyolojisini referans alıyor. Muhafazakarlaşmış sağcılaşmış bir Türkiye’yi referans alıyor. Gezi Ayaklanması’ndan bile etkilenmeyerek sadece malını satmaya çalışan reklamcı havasında sağcılara açılma planları yapıyor ve elbette ki hüsrana uğruyor. CHP bir yanıyla AKP ile uzlaşabileceği hiçbir zemin yokmuş gibi kendini sunarken siyasal program açısından AKP’nin sunduğundan fazlasını vaat etmiyor. 1947’de bir anda muhafazakar söylemi benimsemeye başlayan CHP ile benzer bir politik hatta yer almakta beis görmüyor. Girdiği her siyasal tartışmada akıbetinin 1947 sonrası CHP ile aynı olduğunu görse de.

İkinci hat HDP hattı. HDP, AKP’nin diktatörlük yetkilerini talep etmesini meşrulaştıran büyük meselenin en önemli muhatabı. Bu bakımdan siyasi manevra alanı oldukça geniş ve etkili. Bu etki Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında kendini görünür kılan bir noktaya da ulaştı. AKP’ye muhalefet ettiğinde korku ve umut rejiminin kurduğu dengeyi bozacak öznenin nüvelerini ortaya çıkaracak kadar önemli bir performans sergiledi. Yakalanan tırlardan bildiğimiz kadarıyla güçlenmesinde ‘Yeni Türkiye’nin azımsanamayacak bir payı olan IŞID’a karşı Ortadoğu halklarının yanında aldığı yer de hem Türkiye hem de dünyadaki mevzilenmelerde PKK’nin tavrı HDP’nin sol muhalefet içindeki önemini ortaya çıkardı. Bununla birlikte HDP’nin ve içinde yer alan etkin gücün kendi gündemi, bu geniş manevra alanının kullanımını şekillendirmekte. Hedefleri doğrultusunda siyasal olanı tanımlayan ayrışma ve birleşmeleri etkin bir biçimde kullanabilmekte. Kürt ulusal hareketinin yarattığı mücadele dinamiği, ‘Yeni Türkiye’ye karşı mücadelenin şekillenmesinde AKP ile ilişkileri -onun yanında ya da karşısında konumlanması- çerçevesinde belirleyici unsurlardan biri olacak. Demirtaş’ın alkışlarına verilen tepkiler bu tespitin kanıtı olarak sunulabilir.

AKP’ye karşı en sert muhalif rüzgar, HDP dışındaki sosyalist partilerden doğru esiyor. Bununla birlikte bu rüzgar iktidar tarafında sertliği oranında yaprak kımıldatmıyor. Bunun nedeni muhataplık sorununun aşılamamış olması. Bu aşamama hali siyasal ayrışma ve birleşmelerin çok dar bir mevziye hapsedilmesine yol açıyor. Siyasal hakları savunmanın sınıf mücadelesi ile sınırlanmadığı, kimliğe dair mücadelelerin ‘kimlikçi’ bir çizginin ötesine geçebildiği güçlü ve yer değiştirebilir bir siyasal mücadele yürütülmesi gerekmektedir. Böyle bir mücadele örneğin HDP ve onun dışında kalan sosyalist partiler arasındaki ideolojik farkları ötelemek anlamına gelmez, aksine bu farklılıkların taşıyıcılığında kamusal ortaklıklara gidebilmenin önünü açar. Önümüzdeki sorun böyle bir mücadele perspektifini zorunlu kılmaktadır.

ÖDP’nin kuruluşunda ortaya çıkan, ÖDP fikri olarak ortaya koyabileceğimiz programın yeniden gözden geçirilmesi muhataplık sorununun aşılmasında önemli bir çerçeve sağlayacaktır. 1990’ların ortalarında yürütülen tartışmalarda ortaya çıkan ‘halk sarmaşığı’, ‘parti olmayan parti’, ‘özgürlükçü sosyalizm’, ‘özgürlükçü laiklik’ gibi politik kavram ve yönelimler örgütlenme sorunu, siyasal birleşme ve ayrışmalar sorunu gibi konularda üzerinden atlanmadan tartışılması gereken meselelerdir. Bu dönemin tartışmaları, sanki hiç yapılmamış bizzat tartışmayı yürütenlerce herhangi bir hesaplaşmaya gidilmeden ötelenmiştir. ‘Yeni Türkiye’ye karşı gelişecek mücadelede farklılıkları ortak bir kamusallık etrafında bir araya getirebilecek şimdiye karşı mücadeleyi gelecekle buluşturabilecek perspektif bu tartışma ve pratiklerden geçecektir.

 

DİPNOTLAR

[1] Recep Tayyip Erdoğan’ın Kongre konuşmasından.

[2] Aynı konuşmadan.

[3] Aynı konuşmadan

[4] Roman sözcüğü ağzından kaçmış olsa gerek.

[5] Burada cumhuriyetin İkinci Meclis döneminde ilan edildiğinin gözden kaçırıldığı sanılmasın. Cumhuriyeti ilan eden kanun Anayasa’da tavzihan bir değiştirme olduğunu söyler. Yani 1921 Anayasası’nda var olan cumhuri rejimin açıklığa kavuşturulması.

[6] Birinci Meclis’in hükümet sistemi kuvvetler birliği esasına dayandığı için yürütmenin doğrudan Meclis tarafından seçilmesi usulü işlemekteydi. Bu şekilde seçilen Halk İştiraküyun Fırkası kurucularından Nazım Bey, M. Kemal’in çabalarıyla istifa ettirilmiştir.

[7] Bu konuda Erzrum Kongresi’ne çağrı metinlerinden Amasya Protokollerine kadar bu konuda pek çok belge bulmak mümkündür. TBMM ulusların kendi kaderini tayin hakkını kabul ettiğini ve Kürtlerin de elbette bu hakka sahip olduğunu dile getiren bir talimatnameyi de bölge komutanına göndermiştir.

[8] Ahmet Ağaoğlu, Hukuk-u Esasiye Ders Notları, Ed. Boğaç Erozan, Koç Üniversitesi Yayınları, 2011.

[9] Recep Tayyip Erdoğan konuşmasında şöyle diyor: “Vatansever hakim ve savcılar inanıyorum ki aralarındaki Haşhaşileri temizleyecek, hukuk sistemi üzerindeki gölgeleri de kaldıracaktır.”

[10] Burjuva hukuk devletinin turnusol kağıdı olarak görebileceğimiz öngörülebilirlik ilkesi, yani kişi bir eylemde bulunduğunda bunun hukuki sonucunu, hangi mahkemede, hangi hakim tarafından hangi kanuna göre yargılanacağının önceden belli olması AKP Türkiyesinde daha şimdiden ortadan kaldırılmıştır.

[11] AKP’nin hazırladığı Başkanlık sistemi önerisini hatırlayınız. Bu öneride hemen her şey Başkan’ın denetimine bırakılıyor hatta herhangi bir demokratik Başkanlık sisteminde görülmesi pek mümkün olmayan karşılıklı fesih yetkisi tanınıyordu.

[12] Şöyle demektedir Erdoğan: “Bizim yeni bir kod numaramız var biliyorsunuz 444; 4+4+4. 28 Şubat döneminin eğitimdeki son izlerini işte bu düzenlemeyle kaldırdık. Yine 28 Şubat döneminin dayatması olan ve meslek liselerinin uzun zaman kan kaybetmesine yol açan farklı katsayı uygulamasına son verdik; bu da bir zulümdü… Okulların tamamında seçmeli olarak artık Kur’an-ı Kerim dersi var, artık Peygamber Efendimizin hayatı Siyer-i Nebi dersi var. Ve isteyen vatandaşımız yavrularını aynı şekilde düz liselerde de rahatlıkla Kur’an-ı Kerim ve Siyer-i Nebi dersi almalarını temin edebilir. Bunların yanında dil ve anlatım, fen bilimleri, matematik, sanat, spor, hukuk ve adalet derslerini de müfredata ekledik.”

[13] Teolojik Politik İnceleme, Dost Kitabevi, Ankara, 2010, 44-51.