Romanın ilk ortaya çıkışının burjuva toplum düzeniyle ilişkisinin reddi dün olduğu gibi bugün de gündemde yeri ısrarla sıcak tutuluyor. Maddi üretimin ilişkileriyle sanat üretimi arasındaki bağı koparma girişimi pejoratif ve acımasız şekilde yaşanıyor. Günümüzde bazı edebiyat kuramcılarının, kapitalist düşüncenin toplumun maddi üretiminin değişiminde kullandığı araçlarıyla ne yazık ki tümüyle politik, felsefi ve estetik kaygıların inkârını piyasaya benimsetme çabası içerisine girdikleri görülüyor. Toplumsal ve etik kaygıların da romana taşınmasının önü kesilmeye çalışılıyor. Kapitalizmin maddi üretimi ele geçirme ve siyasal iktidarı elde tutma hırsı ve sanat ve edebiyata (romana) müdahalesi yoğun biçimde devam etmektedir. Bu müdahale kapsamında en güçlü aygıtı devleti ele geçirmeye çalıştığı en vahşi biçimde gözlenmektedir.
Roman, hayatı kurgulamaz. Hayatın kurgusunu, insanın kurgulanmış hayatlarını anlatır. Peki, hangi yazar hayatın içinde yer alan insanın konularını ya da birini orunlamadan yapıtlarını yazdığını sanabiliriz? Konusu ne olursa tüm romanların belli bir siyasi düşüncesi vardır, hatta romanda toplumsallığı ve ideolojiyi dışlayan bir maddi üretiminin yorumu bile bir ideolojik tavırdır. Hele bu tavır; kendi ideolojisini ‘ideolojiyi’ yok sayarak pompalayan kapitalizm tarafından örgütlenip ele geçirdiği devletin aygıtlarıyla desteklenmiş her türlü araçlarla geliştiriliyorsa, günümüzdeki romanda ideoloji sürgit sorunsallığının kaynağını oluşturuyor demektir. Bir diğer deyişle, neredeyse romanda yansıtılacak ideolojinin resmi kurumlara kaydını yaptırmaktan mahalle muhtarından ikamet adresi almaya, her akşam karakola giderek imza atmaya zorlanma kertesine varan bir sorunsallıktır, bu. Yoksa sabahın köründe gözaltına alınarak faili meçhul bir kayboluş tehlikesinin varlığı başka nasıl izah edilebilir? Bu nedenle acil olarak romanın kendi disiplini içerisinde var olmasını sağlayan ideolojinin nesnel gerçekliğini sergilemesi için anlamsal değerlendirilmesi öncelikle yapılmalı ve hak ettiği değeri verilmelidir.
Romanda ideolojiyi ve anlamsalını kavramsal olarak ifade edebilmek için ideolojinin ve kapitalizmin tanımlarıyla insanın estetik kuramlarıyla arasındaki bağlantıları vurgulamak gerekir. İdeolojinin nesnel gerçekliği bütünüyle algılanmasını engelleyen barikat olarak düşünülmesinin öncüsü İngiliz pragmatist felsefesinin öncüsü Francis Bacon (1561-1626) dur. Bacon’un serbest düşüncenin önünü açmak için getirdiği İdol Öğretisi insanın aydınlanmasını sadece bilimin ve felsefenin öncülüğünde olacağını belirtir. Bacon, tüm ideolojilerin sahte olduğunu vurgular, kendi önyargısıyla. Ta ki Karl Marx (1818-1883) ve Friedrich Engels’e (1820-1895) kadar. Marx ve Engels’in Bacon’un gerçekliğe varabilmek için bilimdışını aşmaya çalışmasından daha ötede gerçekçi saptamaları olmuştur. Toplumsal gerçeğin üstünü örtenin bizatihi burjuvanın kendisi, kapitalizm olduğunu vurgulamışlardır. Bu vurgulamada; kapitalizmde burjuvazi tarafından her şeyin kâra dönüştürüldüğü, tüm üretim ilişkilerinin öznenin nesnelleştirilmesi, şeye dönüşmesi uğruna kullanıldığı belirtilir. Kapitalizmde üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan burjuvazinin sınıf hâkimiyetini esas alarak siyasal iktidarı bunun üzerinde kuran bunu yaparken yukarıdan aşağıya baskıcı aygıt ve mekanizmalarıyla modern biçim, araç yöntemler geliştiren bir sistem olduğu kuramı geliştirilir. Marx ve Engels, gerçekte de emek gücü sömürüsüyle elde edilen artı-değerle genişleyen kapitalizmin, üretim ilişkilerinde sanat ve edebiyatın konumuna ayrı bir önem verdiğini de gözler önüne serer. Bu alanda yeterli hâkimiyetini kuramayan kapitalizmin, sanat ve edebiyatı (özel olarak burjuvazinin sınıfsal oluşumuyla birlikte ortaya çıkan romanı) kendi mülkiyeti içine almak için de getirdiği bu değişik kuram ve aygıtları üretmeye çalıştığı fikrini oluşturmaya çalışır.
Herhangi bir düşünce kırıntısının bile romanın estetik kaygısını ortadan kaldırdığına dair sav, özellikle (çok satar) yayınevleri arasında genel geçer hale geldi. Oysa genel anlamda salt yazarlık için değil sanatçı için de yapıtlar, bilimsel (bilinç üretme) yöntemler ve toplumsal gerçekçi bir ideolojiye uygunluğunda kendi anlamının ifadesini bulur. Bir ideolojiye sahip yazar da herhangi bir siyasal iktidarın ya da siyasal örgütlenmenin boyunduruğunu takmak onun buyurganlığına teslim olmak demek değildir. Özellikle son yıllarda romanlarda kendi disiplini içerisinde olması gereken nesnel gerçekliğin ortaya serpilmesinden korkanlar, bu algıyla ileri sürdüğü tezlerin ana teması olan ideolojinin kavramsal olarak anlamsızlaştırılmasını bilinçli şekilde hâkim görüş olarak yaygınlaştırdılar. Bunu da önce nesnellik ve gerçeklik üzerinden ‘toplumcu gerçeklik’ ve ‘sosyalist gerçeklik’ kuramlarıyla kafa karıştırarak ‘ideolojinin reddi’ çatısı altında son derece kaba ifadeyle topladılar. Oysaki burada bahsedilen nesnellik ve gerçeklik romanın disiplinine dair şeylerdir, ‘toplumcu gerçeklik’ ve ‘sosyalist gerçeklik’ kuramları başka şeylerdir ve ideolojik eleştiri uğruna ne romanın disiplini ne de kuramlar heba edilmelidir. Romanda nesneyi yeniden yaratmaya girişen üretici yani yazar bu yaratım süreci içerisinde elbette kendi duygularıyla birlikte düşüncelerine göre hareket edecektir. Her yazarın nesnel gerçekliği ele geçirme ideali ve ele geçirdiği bu nesnel gerçeğince romanında kendisi vardır, geleneksel olarak da var olmalıdır. Bir diğer deyişle, gerçeklik tüm sanat kollarında olduğu gibi romanda da hareket edilen nokta olmuştur. Romanda bu gerçeklik yazarın kendi nesnel donanımıyla daha da netleşerek ortaya çıkar. A.Mümtaz İdil , bunu şöyle açıklar:
Gerçekliğin aranışının böyle bir soyut noktaya çekilmesi sonucu, aşıla gelmiş gerçeklik tanımı, sanat çatısı altında yeniden yaratılma süreci olunca, nesnel gerçeklik, söz gelimi roman sanatında geleneksel gerçekliğin savunduğu tek alan olarak algılanmaya başlanmıştır. Oysa ilk gerçekçiler için kısmen doğru olan bu yanlış algılama, eleştirel gerçekçiler ve özellikle de toplumcu gerçekçi edebiyatın amacının nesnel gerçekliği olduğu gibi yansıtmak değil, insana özgü tüm değerlere sahip çıkmak olduğu benimsenmiştir. Buna rağmen geleneksel gerçekçiliğin şansız olduğu önemli nokta, nesnel gerçekliğe yakın olan her sanat yapıtında gerçekçi damgasının vurulmasıdır. Böyle olunca da, basit aşk romanlarından pornoya, öz yaşam öykülerinden gezi notlarına kadar nesnel gerçekliğe şu veya bu şekilde bağlı her yapıtın gerçekçilik adı altında yorumlanma tehlikesi baş göstermiştir. Nitekim her insanın yaşamının roman olduğu düşüncesi, bu bakışın bir sonucudur. Oysa sanılanın aksine romanda nesnel gerçekliğin öznel gerçekliğe hiç bulaşmadan yansıtılması, sözgelimi görsel sanatlara oranla çok daha güçtür. Çünkü ortaya atılan düşünceler insan davranışlarını dile getirmekle birlikte, bu davranışları taşımak zorunda olan imgeler görsel sanatlara oranla güçsüz kalmaktadır. Sonuç olarak nesnel gerçekliğin dışında yazılan her roman gerçekçilik akımı dışında bir akıma mal edilmiş, bu da gerçekçiliğin materyal olarak geniş ama sanatsal olarak dar bir alana sıkışmasına neden olmuştur.(1983, 10)
Öyle ki, düşünsel eleştiri kapsamında onu bir varlığa dönüştüren dile de yazınsal dile de ağır saldırılarda bulunulur, bir ideolojisinin olmaması gerektiği de savunulur. Bu çift taraflı eleştirinin elbette bir mantığı var. O da günümüzün roman yazarlarına yayınevleri aracılığıyla dayatılan ‘düşünsen de yazamazsın’, ‘yazarsan da düşündüğün gibi yazma, bizim dilimizi kullan’ mantığıdır. Eğer dil düşüncenin aygıtıysa; yazınsal dilin ideolojik yapısı, onu ifade edenin kendi düşüncesinin üzerine dönük olması elbette toplumsal, felsefi anlamı yok sayması anlamına gelemeyecektir. Gelmez de, bu kendi doğasına da aykırıdır. Nitekim bu konuda dilin yazınsal (sanatsal) işlevinin sanıldığından çok önemli olduğu ciddi şekilde vurgulanır. Bu önem de edebiyat tartışmaların çıktığı ana kapı olan ‘Niçin yazmalı?” sorusuyla “Nasıl yazmalı?” sorusuna aranan yanıtta saklanır. Ta ezelden bu yana süren, günümüzde de çok ciddi bir şekilde yanıtı aranan soruların başında gelen ‘Niçin yazmalı?’ sorusunun yerine ‘Nasıl yazmalı?’ sorusunun bu kadar çok revaçta olması ve her yerde anılması, bu makalenin asıl yazılma nedenleri arasında olan romanın içinin boşaltılmasını benimseyen kişilerin içgüdüsel bir tezahürü değil de nedir? Tezahürü olup olmadığına yanıt arayanlardan biri de Özdemir İnce. İnce Roland Barthes’ın (1987) ‘Kesinlikle geçişsiz bir eylemdir edebiyat. Hiçbir şeyi değiştirmez, hiçbir şeye yaslanmaz’ sözünü dayanak yapanlara şu yanıtı verir:
‘Niçin yazmalı?’ sorusunun pabucu dama atıldı, ‘Nasıl Yazmalı?’ sorusu cankurtarana dönüştü. Roland Barthes, başka durumlarda yaptığı gibi, sonradan bu görüşünden caydı mı bilmiyorum. Ancak, bu iki soruyu birbirinden ayırmak ve dahası karşı karşıya getirmek, bence, militanca bir davranış… Bir yazarın kendi kendine , ‘Niçin yazıyorum?’ ya da ‘Niçin yazmalı?’ sorusunu sorması niçin edebiyat dışı bir soru olsun? Dikkat ederseniz, halka hizmet, dünyayı değiştirmek, yoksulların hakkını savunmak gibi birtakım savlar ileri sürmüyorum. Ama böyle bir tutuma herhangi bir yazarın uzak durması gerektiğini de söyleyemem. Toplumsal içeriği olan bir metnin, yazınsal metin olamayacağını ise hiç kimse söyleyemez. Yazar, nasıl yazacağını biliyorsa, ürünü niçin yazınsal olmasın? (2013, 100)
Bir yazınsal yapıt, döneminin egemen ideolojisiyle her türlü ilişki halindedir, olmak zorundadır. Bir toplumun, o toplumun bireylerinin, üretim tarz ve yaşam biçimleriyle, genetik kültürel kodlarıyla uzlaşabilir, zıtlaşabilir hatta karşı da çıkabilir. Ama ne yaparsa yapsın onun varlığını görmezden gelemez. Tam da burada zihinlerde ürkütücü biçimde sessizce bir kenarda duran düşünceyi yazmanın zamanı geldi. Romanın maddi üretim tarzında yerini tartışmadan önce bu düşüncenin yani kapitalizmin tüm çabasının kafaları koşullandırarak kendi istediği asosyal, apolitik toplum gibi asosyal, apolitik edebiyat yaratmak ve böylelikle romanı içten fethetmek olduğunu söylemek gerekir. Günümüzde bir romanın okunup okunmadığına devletin ideolojik aygıtına dönüşmüş medya tarafından kitlelere empoze edilmesi, bu içten fethin en acımasız saldırısıdır. Ayrıca bu fetih sırasında yine medyatik bir yazarın kitabının bilinip bilinmediğine dair soruya, “kültürsüz” suçlamasıyla karşılaşmak istemeyen insanların yanıtı elbette ‘evet’ olmaktadır. Ancak bu ‘evet’ diyenlerin; herhangi bir klasik eserden tek satır bile okumayan, okumayı alışkanlık haline getirmeyen hatta hiç okumayan, aforizmalarla açlığını gideren, sergi, dinleti, etkinlik gibi sanat faaliyetlerini takip etmeyen, sanatı yaşamının dışında tutan kişiler arasında çıkmış olmasını hipnotik kültür alegorisinden başka bir kavramla nitelendirmek mümkün gözükmüyor? İşte bu durum dahi kafaları biçimlendirmenin yani egemen kapitalist ideolojinin bilinci ‘kültür maskesi’ adı altında tek kalıp haline sokması değil de nedir? Artık kültür kılıfına bürünmüş günümüzdeki ideolojisiz (apolitik, asosyal) ideoloji, kapitalizmin elinde kitleleri uyuşturan bir afyona dönüşmüş durumdadır. Kültürün, kendisini yaratan burjuva sınıfını er ya da geç geri getireceğini söyleyen Jean Dubuffet (2010), batılı burjuva sınıfından ancak sözde kültürünün maskesini indirerek ve mitselliğini ortaya çıkararak kurtulabileceğini belirtir. Bu ‘kültür’ her yerde onun başlıca silahı ve Truva atıdır, (s.8) dediğinde pek de haksız sayılmaz.
Günümüzde kapitalist düşüncenin toplumun maddi üretiminin değişiminde kullandığı araçlarla toplumsal ve etik kaygıların romana taşınmasının önü bazı edebiyat otoriteleri tarafından yine ‘ideolojik’ temelde kesilmeye çalışılıyor. Toplumsal gelişmeyle romanın gelişmesi arasında ilişki aramanın yanlışlığına değinen bu otoritelerin tek kaygısı çok para kazanma hırsıdır.
En yalın anlatımla tüm bu tartışmaları roman üzerinden yapma nedeni, romanın toplumsal yapıyı ve bu yapının sınıfsal çelişkileri tarihsel boyut içerisinde daha özel ve daha belirgin ve daha yaygın anlatmasında yatmaktadır. Kapsamı içerisinde estetik ögelerin ve bireyin doğasal diyalektiğinin de göz ardı edilmemesidir. Düşüncenin eylemsel halini biçimlendiren romanı böylesine tartışma isteğimin önemi de burada yatmaktadır. Ancak hayatın ve edebiyatın o leziz ve çıplak yüzüyle hesaplaşılması; diyalektik akışı bilen makinistlerin kullandığı ‘roman’ denilen lokomotifin ideolojik raylar üzerinde sınıfsal çelişkilerle dolu vagonların tarihsel ve estetik ilerleyişi sayesindedir.
Sanatın üretim sürecinde ideolojiyle ilişkisinin tam olarak açıklanmasına ilişkin sorunun çözümü salt Marksist eleştirinin üzerine düşen bir görevdir, elbette. İlk çözülmesi gereken sorun da alt yapıyı oluşturan üretim tarzı sürecinde edebiyatın ideolojiyi nasıl yansıttığıdır. Kimsesiz ‘ben’in romantik başkaldırışından, burjuva değerlerine karşı soyluların ve halkın tepkilerinin garip karışımından ortaya çıkan eleştirel gerçekçilik edebiyatın ideolojiyi nasıl yansıttığı yorumuyla yaklaşılırsa sosyal gerçekliğin irdelenmesi gerekir ki bu böyle devam eder (Fischer,2005). Burada kastedilen hiç şüphesiz ki yazınsal üretim tarzının edebiyat ürününde direk olarak ideolojiyi yansıtmak değildir. Engels de, 1885’de MinnaKautsky’e, 1888’de Margaret Harkness’e yazdığı mektupta, bu durumu net bir şekilde açıklar ve yazarın kendi ideolojisini açık açık ortaya koymamasını, kendi görüşünü alabildiğine saklamaya çalışması ve ideolojinin eserin içindeki durumdan ve eylemden çıkmasını ister. Her ne kadar çağımızın tüm sorunları kapitalizmin bakış açısıyla sunulması dayatılsa da bunun pek geçerliliği olmayacaktır. Kapitalist sistem sanatın da nesnel yasalara uyma zorunluluğuna durmadan itiraz eder. Bu itirazını da açıkça sunmuyor. Çünkü romanın içeriğinde politik eleştiri tamamen çıkartılmasına, romanın kendi nesnel gerçekliği içerisindeki ideolojik düzlemi inkâr edilmesine zemin hazırladığını söyleyemiyor. Çünkü toplumcu retorikten beslenen bir siyasi duruşunun kanallarını bir türlü tıkayamıyor. Bunun yerine çok ucuz ama geçerli postmodernist ve emperyalist kanon yaklaşımların ve modernist olmanın bir gereği olarak gösterişçi hazcı ve siyasal gericiliğin yerleşik hâle getirilmesi dillendirilmesine çalışıyor. Günümüz romanı da değerlerin gerçekliği adına bu egemen biçimin isteklerini dayatıyor. Kuşkusuz bu özgül baskı bu türden bir kapitalist üretim tarzını albenili kılıyor. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan entelektüel yabancılaşma tuhaf biçimde umulmadık yazarlar tarafından bile üstü örtülü biçimde dillendirilebiliyor. Bu girift ilişkiyi örneklerle somutlaştıralım. Gazeteci Nilgün Cerrahoğlu (2000), Kar romanını yayınlamadan önce Nobel ödüllü Orhan Pamuk’la yaptığı röportajı Milliyet Gazetesi’nde kendi köşesine aktarır. Cerrahoğlu, Pamuk’un yazdığı romanda şu anda yaşanılan çok şeyi sanki tarihte geçiyormuş gibi anlatmak istediğini söyler. “Neden bu ihtiyacı hissettiniz? Kaçınamadığınız bir dürtüye mi dönüştü sonuçta bugünü yazmak?” diye sorusuna Pamuk’un “Şimdiye dek aslında bunun hep tersini savundum ben. Güncel dertler, güncel siyasi sorunlar romancının dengesini bozar dedim. İnsan bunlara kitapları dışında enerji yetiştirmeli diye düşünüyorum çünkü. Ama uzun zamandır aklımı kurcalayan bir konu var. Güncel dertlerimize oturan bir konu. Biraz da kaçındığım bir şey yapmak istedim bu kez…”diye cevap verdiğini yazar.
Kapitalizm hayatın her alanında olduğu gibi romanda da vahşi yüzünü daha sinsi ve aşağılık yöntemlerle insanın günlük yaşamında her dönem her an birebir açıkça pratik ediyor, etmeye de devam edecek. Kılıktan kılığa girmekten çekinmeyen kapitalizm en gerici en bağnaz kozlarını araziye sürerken kendisi de en devrimci ve yeni bir ruhla maskesini takmaktan geri kalmıyor. Tüketime ve sömürülmeye yönelik kışkırtıcı senaryolarla ülkeler yerine artık tek tek insanı işgal eden kapitalizm, artık bireysel hayatları tamamen ele geçiriyor. Kapitalizm bunun için alttan taradığında ‘avangart’, üstten taradığında ‘post-modern’ imgelerinin belirlediği pullu kumaştan diktiği elbiseyi şimdi de “Hedonizm” ‘in üzerine en sinsi tarzıyla giydirmekten çekinmiyor. Bu nedenle gerçekçi entelektüelliğin değerini insanlığın gözünden düşürmek için özellikle sanatın bir türü olan romanda içerisinden doğduğu toplumu gerçek hayattan koparıyor, tutkuları yalana dönüştürüyor, düşüncelerin sahteliğini pohpohluyor ve pompalıyor, dili basite ama karmaşaya ve küfre indirgiyor, anlatımı zorluyor, kurguyu deforme ediyor, düşleri yok ediyor, cinselliği pornografik örtüyle alabildiğine kullanıyor. İçerik olarak romanı roman yapan ideolojik parametreleri disiplinden kopartıyor, yerine kendi anlamsız anlamlarını genel geçer olarak kabul ettiriyor. Kendisi tarafından körüklenen korkaklığın ve korkunun etrafı sarmasını da fırsat bilerek popülizmi şantaj aracı olarak kullanmaktan geri kalmıyor. İşin özü şudur: Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm; ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir, ya da iyi bir yaptırım yapmak için.(Fischer,2005).
Türkiye’de de bu tartışmanın genel yansıma durumu daha somut ve ileri boyutlara taşındığını görmekteyiz. Röportajlarda artık soru olarak sorulmaya başlaması, çelişkilerin giderek ne kadar derinleştiğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Melih Bayram Dede, (2002) DergibiDergisi için yazar Elif Şafak’la yaptığı röportajda “Siyasi tercihlerin romanlarda yansıtılması ve politize oluş konusunda, romancılar ve eserleri hakkında ne düşünürsünüz? Roman ideoloji kaldırır mı?” sorusu sorar. Siyasi roman kategorisinin içine sinmediğini söyleyen Şafak bu soruya, ”İdeoloji de politika da bundan daha soyut ve çok daha geniş tanımlamalara açık tutulmalıdır. Kamusal alan kadar özel alan da politiktir. Meydanlar kadar yatak odalarında da politika kendini yeniden üretir. Bu haliyle politika zaten hayatın içindedir. Dolayısıyla romanın da içindedir” diye yanıt verir.
Bastırılmış sol söylemlerle romanda hep bir arayış içerisinde olan Türkiye’de kapitalist sistemin zorlayıcı yön de daha yereldir, genel dayatma daha ilkesel, daha özgündür. Maddi üretim esaslarına göre yazılan ve kendi disiplinini savunan romanlar reddedilirken burjuvazi hâkim anlayışını piyasa koşulları çerçevesinde cazip hale getirmekte, değişmeyecek sistem olarak kabullenilmesini istemektedir. Kapitalizm bunu yaparken edebiyatın lokomotifi olarak sayılan romanı kullanıyor. Bir yandan çoğu yayınevi, yazarlar para ve ün şantajına ağızları sulanarak boyun eğerken diğer yandan okurlar sadece anlık zevk alan iyi tüketici haline getiriliyor. Özce kapitalizm romanın içini boşaltarak özellikle felsefeden uzaklaşmaya çalışarak kendi ideolojisini apolitik, asosyal tavrıyla altın tepside sunuyor. Bu tepsinin şatafatına kanan ve ‘ideoloji’ sözcüğüne kendisine tıslayan bir yılana baktığı gibi korku ve tiksinti karışık duygularla bakan yazar ve okurlar, en acımasız ve en sömürgen ideolojiye maddi üretim geleneğinin reddedilmesi kılıfıyla teslim oluyor. Hatta, sanayileşme ve toplumsal çöküntünün sebep olduğu bireysel yıkıntının, insan olgusunun tükenişinin, yalnızlığın, savaşın ve karamsarlığın gerçeği gözler önünde; sergilenirken dahi…
KAYNAKÇA
Barthes, Roland. (1987), Yazı nedir? Aktaran Enis Batur. İstanbul: Hil.
Cerrahoğlu,Nilgün.(2000), Pamuk Gözüyle. ‘Faks’ adlı köşesinde Yazar Orhan Pamuk’la söyleşisi. Milliyet. Aralık 2000. Erişim:
http://www.milliyet.com.tr/2000/12/04/yazar/cerrahoglu.html
Dede,M. Bayram. (2002), Söyleşi. Elif Şafak: “Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz/ayrışmaz bir katmanı” Dergibi. Nisan 2002. Erişim:
http://www.metiskitap.com/catalog/interview/2834
Dubuffet, Jean. (2010), Boğucu Kültür. Çeviren: İsmet Birkan. Ankara: Dost.
Fischer, Ernst.(2005), Sanatın Gerekliliği. Çeviren: Cevat Çapan. İstanbul: Payel,
İdil, A.Mümtaz. (1983) ,Gerçeklik ve Roman. Ankara: Dayanışma.
İnce, Özdemir. (2013), Yazınsal Söylem Üzerine. Ankara: İmge.