Günlerdir, aylardır, yıllardır seçimleri konuşuyoruz. Sosyal medya paylaşımlarında, akraba ziyaretlerinde, arkadaş sohbetlerinde hep seçimler var. Geçmiş seçimin sonuçlarını değerlendirmeden, gelecek seçimin stratejilerini belirlerken buluyoruz kendimizi. Toplum olarak siyasetle hiç ilgilenmiyoruz ama seçimsiz asla yapamıyoruz…
Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük siyasal başarısı 17 yıldır girdiği her seçimden zaferle ayrılması değil, siyasetin “seçimlerle”, “sandıkla” ve “temsille” ilgili olduğu düşüncesini topluma kabul ettirmesi oldu. Toplumsal kuruluşa ait en temel meseleler bile müzakere, katılım, ikna, uzlaşı gibi siyasal süreçler işletilmeksizin sandık eliyle çözülüverdi. Seçim sonuçlarıyla tecelli eden çoğunluk iradesinin mutlak gücüne dayalı bu anlayış, iktidarın önündeki bütün sınırların (yasalar, kurumsal işleyiş, evrensel ilkeler vs) ortadan kaldırılarak, devletin ve toplumun bütünüyle yeniden yapılandırılmasının önünü açtı. Anayasa değiştirildi, parlamenter sistem tasfiye edildi, güçler ayrılığı son erdirildi ve daha nicesi…
Yaşadığımız bu durum, ülkemize ve AKP’ye özgü bir anomali değil, burjuvazinin en büyük mitlerinden biri olan temsili demokrasinin ve onu mümkün kılan seçim sisteminin en nihai görünümlerinden biridir. Temsili demokrasi anlayışı, “halk” ve “siyaset” arasındaki kurucu ilişkinin en yozlaşmış biçimidir. Siyaset, sandığa ve seçim dönemine hapsedilirken, halk da seçmen kimliğine ve oy verme işlemine indirgenerek adeta iğdiş edilmiş durumdadır. İddia edilenin aksine temsil sistemi, halkla siyaset arasında kurulan bağ değil, örülen duvardır.
Durumu çok daha vahim hale getiren şey ise solun, sosyalistlerin, aydınların önemli bir kesiminin temsili demokrasinin bu zaferine boyun eğmiş, uyum sağlamış olmasıdır. Bu kesimler içerisinde de siyaset tartışmaları uzun dönemden bu yana siyasal dışı kavramlarla tartışılmaya, anlaşılmaya çalışılmaktadır. Seçmen davranışının sebeplerini anlamlandırmaya yönelik çabalar nedeniyle ülkemizde siyaset her geçen gün daha çok “psikolojikleştirilmeye”, “sosyolojikleştirilmeye” ve “ekonomikleştirilmeye” çalışılmaktadır. Siyasetin indirgenemez çatışmacı doğasını yok sayan, mücadeleyi bir kenara bırakan bu siyasal yaklaşım solun-sosyalistlerin kendi güçsüzlüğünü kabullenmeye, doğallaştırmaya hizmet etmekten başka hiçbir şeye yaramamaktadır. Bu yaklaşım belki de, uzun süreler sosyalist mücadelenin içinde tartışma ve saflaşmaları belirleyen “kimlikçi” ile “ekonomik indirmeci” çizgilerin aynı safta buluşması olarak değerlendirilebilir.
Ülkemizde sosyalist siyasetin kitlesel bir politik güce dönüşememesi ve parlamento dışı politik hareketlerin büyük ölçüde kriminalize edilmesi, günümüzde seçimlere dayalı siyasetin bu denli öne çıkmasının ve siyasetin seçim dönemlerine sıkıştırılmasının en önemli nedenidir. Sokakta, kampüste, iş yerinde, pazarda, parklarda siyaset yapmaya çalışanlar sistematik olarak marjinalleştirildi ve organize bir devlet şiddetinin hedefi haline getirildi. Bugün öğrencilerden akademisyenlere, sendikacılardan meslek odası yöneticilerine, sosyal medya kullanıcılarından siyasi parti üyelerine kadar pek çok muhalif kesimi hedef alan devlet şiddetinin arkasında, siyasetin daraltılan anlamı yatmaktadır. Siyaset zor yoluyla sokaktan sökülüp, sandığa hapsedildi. Sosyalistler henüz bu durumla baş edebilmenin bir yolunu bulamadı.
SANDIKTAKİ GEZİ
Ülkemizde siyaset ve seçimler arasındaki bu yeni ilişki biçimi, geçmişte seçimleri siyasetin merkezine almayan sosyalistlerin ve onların en kolay ilişki kurabildiği eğitimli (eskinin deyimiyle yarı aydın) kesimlerin oy verme davranışlarında önemli bir değişiklik yarattı. Her ne kadar söylemde “siyaseti seçimlere indirgememe” ve “sokak direnişinin belirleyiciliği” retoriğinin altı çizilmeye devam etse de, pratikte “oy kullanma” ve “sandıklara sahip çıkma” eğiliminin daha önem kazandığı açık biçimde gözlemlenmektedir.
Bu eğilimin sadece sosyalistlerle sınırlı olmadığı da bir gerçek. Uzun yıllar boyunca politikaya ve ülke sorunlarına ilgisizlikle itham edilen genç ve eğitimli kesimler de bir süreden beri seçimleri çok daha ciddiye alıyor. Bu kesimlerde, seçimlerde kullanılan oylarla sadece yöneticilerin değil büsbütün yaşam tarzlarının belirlendiğine dair bir deneyim ve kullanacakları oylarla bunu değiştirebileceklerine dair bir motivasyon oluştu.
Gezi Direnişi’nde farklı biçimleriyle tecrübe ettiğimiz bir rasyonalitenin ve özgüvenin devamı sayılabilecek bu yeni eğilim ilk olarak, 2014 yılı yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı kampanyasıyla ortaya çıktı. “Tatava yapma bas geç” ve “Ortamlarda Sırrı’ya verdim dersin… kim bilecek mk?” sloganlarıyla sosyal medyada viral olan bu hareket, ilk seçimlerde somut bir başarıya ulaşamasa ve apolitik olmakla itham edilse de, farklı toplumsal kesimlerin dikkatini çeken ve mobilize eden bir etki yarattı.[1]
Tümüyle seçimlere ve AKP’nin sandık üstünlüğünü bertaraf etmeye odaklı bu pragmatik hareket başlangıçtaki yaygın eleştirilerin aksine sığ bir CHP destekçiliğine asla sürüklenmedi. 7 Haziran 2015 seçimlerinde ilk kez parti olarak seçimlere giren HDP’nin barajı geçmesi durumunda AKP’nin iktidar olamayacağını gösteren seçim matematiği bu sefer bahsini ettiğim oyların HDP’ye yönelmesine neden oldu. Bölgesel oy dağılımı ve Demirtaş’ın oy oranı gözetildiğinde, bu eğilimin 24 Haziran 2018 seçimlerinde de HDP’yi meclise taşıyacak bir etki yarattığı iddia edilebilir.
31 Mart seçimlerinde aynı zarftan çıkan farklı partilere verilmiş oylar ve insanların bunları sosyal medyadan gösterme çabası ülkemizde oy verme davranışının yaşadığı dönüşüm açısından ilgi çekicidir. Gücünü herhangi bir ideolojiden değil daha çok sosyal medya etkileşimlerinden alan bu anlayış, tümüyle seçim artimetiğine odaklanarak, hangi partinin kazanacağını çok da önemsemeden, AKP’nin kaybedeceği herhangi bir senaryoya güçlü bir destek sunmaya hazır beklemektedir. Bu seçmen hareketinin boyutlarını tespit etmek mümkün olmasa da, taşıran damla etkisi yaratma kapasitesi taşıdığını söyleyebiliriz. Bu hareketin yarattığı kıvrak, akışkan, çözüme odaklı rasyonel enerjisinin farklı ideolojik zeminlerdeki muhalefet partilerinin birbirleriyle seçim odaklı işbirliklerini kolaylaştırıcı hatta özendirici etki yarattığını söylemek bile mümkündür. Son yıllarda farklı düzeylerdeki seçimlerde ortaya çıkan ittifakları bu genel eğilimden ayrı düşünmemek gerekir.
Siyaset sahnesine çıktığından bu yana kendi cephesini geniş ve kapsayıcı, karşısındaki muhalefeti ise dağınık ve birbirinden kopuk tutarak sandık üstünlüğünü elinde tutan AKP, bu yeni eğilim karşısında en büyük yenilgisini 31 Mart Yerel Seçimlerinde aldı. Karşılaştığı bütün krizleri sandık marifetiyle çözmeyi alışkanlık haline getiren AKP 23 Haziran’da beklediği sonucu alamazsa, sorunlarıyla baş edebilmek için yeni yöntemler bulmak zorunda kalacak. Bugün itibariyle, Türkiye’de bir tür siyasal-sosyolojik sabit olarak görülen %60+ sağ seçmen anlayışının konforu üzerine inşa etmek istediği tek adam rejiminin karşısındaki en büyük tehdidin, AKP’nin kendi eliyle yarattığı, seçmenlerin AKP’ye karşı birleşme eğilimi olduğu söylenebilir.
BÜYÜKŞEHİRLERİN YENİ SAHİBİ: CHP
Yerel seçimlerde başarının ölçüsü alınan oy oranından çok, kazanılan belediye başkanlıklarıdır. 2012 yılında AKP tarafından çıkarılan Büyükşehir Yasası’nın ardından Büyükşehirleri kazanmak, seçimleri kazanmak anlamına geliyor. 31 Mart Yerel Seçimlerinde İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Adana, Mersin gibi önemli büyükşehirlerde CHP adayları zaferle ayrıldı.[2] Önümüzdeki 5 yıl boyunca ülke nüfusunun yaklaşık yarısının yaşadığı iller, CHP’li belediye başkanları tarafından yönetilecek.
Buradan bakıldığında AKP’nin 24 Haziran seçimlerinde cumhurbaşkanlığını garanti altına alabilmek için icat ettiği ittifaklar sisteminin, yerel seçimlerde muhalefet bloğunun avantajı haline dönüştüğü söylenebilir. Yukarıda tanımlamaya çalıştığım siyasal ortamın ürünü olarak değerlendirmemiz gereken bu başarıyı sağlayan şeyin tek başına CHP-İyi Parti birlikteliğinden oluşan Millet İttifakı değil, HDP’nin belirlediği seçim siyaseti olduğunun da altını çizmek gerekir.[3]
İttifak yapıları ve seçim stratejileri belli olduğu andan itibaren Millet İttifakı’nın en büyük şansının ve en zayıf karnının Kürt seçmenlerle kuracağı ilişki olduğu da ortaya çıkmıştı. Gerek CHP’nin örgüt yapısında ve seçmen kitlesinde azımsanamayacak ölçüdeki ulusalcı eğilimlerin, gerekse İyi Parti’nin ırkçı-milliyetçi ideolojisinin Kürt seçmenlerle kurulacak ilişkiye ne ölçüde yansıyacağı konusu soru işaretiydi. AKP’nin “beka” söylemi üzerine inşa ettiği seçim stratejisi de asıl olarak bu soru işaretini kaşıyıp derinleştirerek, muhalefetin kendisine karşı birleşmesini engellemekti.
AKP tüm seçim boyunca, Millet İttifakını HDP’ye karşı kışkırtmak, Kürt seçmenleri de sandıktan uzak tutmak için uğraştı.[4] İyi Parti’nin Iğdır konusundaki tavrı ve Mansur Yavaş’ın sonradan düzeltmek zorunda kaldığı açıklamaları dışında Millet İttifakı’nın AKP’nin bu tuzağına düşmediği söylenebilir. CHP yönetimi ve adayları HDP’yi siyasal olarak kapsamaktan kaçınsa da, HDP seçmeni ve yurttaş kimlikleriyle Kürtleri dışarıda bırakmamaya gayret gösterdi. Hatta bu gayretin bir biçimiyle belediye başkan adaylarının belirlenmesinde de etkisinin olduğu iddia edilebilir.
31 Mart seçimlerinde CHP açısından öne çıkan noktalarından birisi de Büyükşehir Belediye Başkan adaylarıydı. Daha önceki seçimlerde sıklıkla denenen popüler aday gösterme stratejisi yerine başarılı ilçe belediye başkanlarını büyükşehirlere taşıma anlayışı 31 Mart’ta CHP’nin en önemli silahlarından birisi oldu. Bu anlamıyla bu seçimlerde AKP ile CHP’nin rolleri değiştirdiğini söylemek de mümkün. AKP, büyükşehirleri elinde tutmak için kendi politik merkezindeki isimleri aday gösterirken, CHP kendi yerelinde belediyecilik anlayışıyla sivrilen isimleri aday gösterdi. Geçmiş seçimlerin tam tersi olan bu yöntem, CHP’nin belediyecilik anlayışını merkezine alan bir seçim söylemini öne çıkartabilmesini sağladı. Pek çok büyükşehirde oy farkının beklenenin çok üzerinde olmasının nedenlerinden birisi de burada aranabilir.
Sonuçları itibariyle değerlendirildiğinde 31 Mart Seçimlerinde CHP açısından başarılı bir manzara ortaya çıktığı söylenebilse de, bu manzarayı yaratan temel etkenin CHP’nin politik programı olmadığını hepimiz biliyoruz. Hatta şu bile söylenebilir, içinde bulunduğu şartların bunca elverişliliğine rağmen CHP bu durumu kendisi ve sol açısından örgütsel ve programatik bir sıçramaya dönüştürememiştir. Bunun yerine adaylarının arkasında kalarak süreci idare etmeyi tercih etmiştir.
31 Mart Seçimlerini herhangi bir yerel seçimden daha farklı bir yere taşıyan asıl hikaye, seçim gecesinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sonuçlarının netleşmesiyle birlikte başladı. Anadolu Ajansı’nın sonuçları maniple etmeye yönelik çabaları, AKP’nin süreci nasıl yöneteceğine ilişkin kararsızlığı ve elbette CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun oylarına sahip çıkma konusundaki üstün performansı 31 Mart’ta biten seçimleri, 1 Nisan’da başlayan yeni bir seçime bağladı. Ekrem İmamoğlu, 31 Mart gecesi ortaya koyduğu performansı sürdürerek 23 Haziran’da gerçekleşecek seçimleri başarıyla tamamlayabilirse Türkiye siyasetinde domino etkisi de yaratabilir.
SEÇİM LİTERATÜRÜNE KATKI: KÜRT GAMBİTİ
Yazı boyunca birkaç kez tekrar ettiğim gibi bu seçimlerde sonuçları tayin eden şey, HDP’nin “Kürdistan coğrafyasını kazanmak, batıda AKP-MHP ittifakına kaybettirmek” olarak açıklanan seçim stratejisi ve seçmenlerini bu yönde oy kullanmaya ikna etme başarısı oldu. HDP Kürdistan coğrafyasında mutlak bir zafer kazanamamış olsa da, batıda AKP-MHP ittifakına mutlak bir yenilgi yaşatmayı başardı.
HDP’nin bu seçimlerde izlediği bu strateji, oy oranının yeniden baraj altına düşmesi pahasına uzun dönemde[5] siyasal avantaj sağlamak için yapılan bir feda hamlesi olarak görülebilir. Batıda uzun yıllardır büyük emeklerle konsolide edilen oylar, aktif bir seçim çalışması yürütülmediği için farklı partilerin angajmanına açık hale getirildi. Bu kaybın, il genel meclisinde ve belediye meclisinde alınan oy oranlarına yansıdığı[6] kadar büyük olup olmadığını ya da bir sonraki seçimlerde telafi edilip edilemeyeceğini kestirmek şimdilik mümkün görünmüyor.
HDP’nin seçimlerin kaderini tayin eden stratejisinin nedenini tek başına “AKP iktidarından intikam almak” olarak değerlendirmek eksik olacaktır. Kuşkusuz özellikle Temmuz 2015’ten itibaren Kürdistan coğrafyasında yaşayan halkı ve özellikle HDP kadrolarını hedef alan sistematik baskı ve şiddet politikalarına karşı can yakıcı bir sandık dersi verme ihtiyacı bu kararda etkili olmuştur. Nitekim bu ders AKP’nin fena halde canını yakmıştır da. Ne var ki, HDP’yi bu stratejiye iten şeyin sadece tercihler değil, aynı zamanda partinin içinde bulunduğu durumun yarattığı zorunluluklar olduğunu da görmek gerekiyor.
Bu zorunluluklardan ilki Selahattin Demirtaş’ın tutuklanmasının ardından HDP’nin yaşadığı liderlik sorunudur. Kürt siyasal hareketinin çok uzun yıllara dayanan mücadele geçmişine rağmen, Selahattin Demirtaş dışında HDP’nin politik çizgisini ve iddialarını kapsayacak ve onu kitlelerle buluşturacak bir politik figür yaratılamadı. Demirtaş’ın tutuklanması, bir yandan partinin en ihtiyaç duyduğu dönemlerde geniş kitlelerle politik iletişiminin zaafa uğramasına neden olurken, diğer yandan da parti içindeki gerilimleri de arttırdı. Demirtaş’ın eksikliğinin yarattığı bu sorunlar hem HDP’nin eş başkanlarının belirlenmesi sürecinde hem de seçilen eş başkanların yürüttükleri seçim faaliyetlerinde çok belirgin biçimde gün yüzüne çıktı. Demirtaş figürü olmaksızın gireceği seçimlerde[7] HDP’nin belirleyici niteliği olan Türkiye partisi olma iddiasını seçim haritasına yansıtamama riskini üstlenmek pek kolay değildi.
HDP’yi bu seçim stratejisine yönelten bir diğer önemli etken ise Temmuz 2015’ten itibaren yaşanan gelişmeler nedeniyle özellikle bölgede HDP’nin siyasal olarak belirgin ölçüde güç kaybetmesidir. 7 Haziran’dan sonra yaşanan her seçimde bölgede HDP gözle görünür oranlarda oy kaybına uğradı. 31 Mart’ta özellikle Şırnak’ın kaybedilmesiyle çarpıcı bir hal alan bu güç kaybını sadece baskı politikaları ve nüfus hareketleriyle açıklamak doğru olmaz.[8] Böylesi bir değerlendirme en çok da yıllardır büyük baskılara altında mücadelesine ve siyasal iradesine sahip çıkan Kürt halkına haksızlık etmek olur. Üstelik HDP’nin yaşadığı oy kaybı çatışmaların yoğunlaştığı kentlerle de sınırlı kalmamıştır.
En kestirme ifadesiyle söylemek gerekirse, bölge halkının büyük coşkuyla sahiplendiği çözüm sürecinin ve çatışmasızlık çizgisinin sona ermesi HDP’yi politik olarak zayıflatmıştır. Çünkü Kürt siyasal hareketinin geçmiş politik mücadelesinin sınırlarını aşan bir proje olarak HDP, bir “barış dönemi” partisi olarak kurulmuş ve sahiplenilmişti. Bölge halkının barışa olan inancının ve sahip çıkışının kurumsal ifadesi olarak güç ve itibar kazanan HDP, yeniden başlayan çatışma süreciyle birlikte güç ve itibar kaybına uğramıştır. Tüm bunlara HDP’nin bölgedeki aktif kadrolarının büyük oranda cezaevinde oluşu da eklenince partinin kitle bağlarının, ortaya çıkan yeni duruma uygun olarak yeniden kurulamadığı ortadadır.
Kürt siyasal hareketinin yaşadığı bu siyasal gerilemeyi sadece seçimlerle sınırlı görmemek gerekiyor. Bölgede yaşanan hukuksuzluk ve şiddetin boyutları göz önünde bulundurulduğunda anlaşılır olsa da, son 4 yılda HDP’yi her düzeyde hedef alan saldırılar karşısında bölgeden kitlesel bir halk tepkisinin yükseltilememesi, hareketin üzerine düşünmesi gereken bir durum olarak ortada durmaktadır. Kent merkezlerinde yürütülen savaş sonrasında HDP milletvekillerinin ve Eş Başkanlarının tutuklanmasından, belediyelerinin kayyumlar eliyle gasp edilmesine kadar varan süreç karşısında aktif bir direnişin geliştirilememesi, bölgede AKP’nin hareket alanını ve politik etkinliğini artırmıştır.
Bir bütün olarak bakıldığında barış siyasetinin terk edilmesinin siyasal sonuçlarıyla tek başına HDP’nin değil, AKP’nin de yüzleşmek zorunda kaldığını görüyoruz. AKP, kendi kendini tüketen bir şiddet açmazının içine hapsolmuş bulunuyor. Devletin şiddet ve baskı odaklı yaklaşımı kısa vadede AKP’nin bölgedeki oyunu artırırken, ülkedeki Kürtler ile arasında kapanması mümkün olmayan yaralar açıyor. Özellikle batıdaki metropollerde yaşayan Kürtlerde yükselen AKP karşıtlığının, onca tarihsel birikime rağmen, 31 Mart Seçimlerinde Kürt seçmenlerin oylarının CHP’ye daha rahat yönelmesine neden olduğu söylenebilir. 23 Haziran’da İstanbul seçimlerinde ortaya çıkacak sonuç, AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımında yeni bir faz değişimine neden olabilir.
ÖNEMLİ BİR DÖNEMECİN EŞİĞİNDE: ÖDP
Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş, CHP’nin Beyoğlu Belediye Başkan Adaylığı teklifini kabul etmeseydi, 31 Mart seçimlerinin Özgürlük ve Dayanışma Partisi açısından özel bir yanı olmayacaktı. Bundan önceki pek çok seçimde olduğu gibi “seçimlerde AKP’nin geriletilmesi” ve “AKP karşısında seçimlerle sınırlı olmayan geniş bir muhalefet bloğunun oluşturulması” çağrısı yapılarak seçim sonuçları beklenecekti. Alper Taş’ın, biraz da sürpriz biçimde, Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylık teklifini kabul etmesi, hem sosyalistlerin seçimlere olan ilgisinin yeni bir boyut kazanmasına hem de ÖDP açısından yeni bir dönemecin eşiğine varılmasına neden oldu.
Taş, daha önce birkaç kere milletvekili adaylığını reddetmiş olmasına rağmen belediye başkanlığı adaylığını kabul etmesinin gerekçesini, “sosyalistlerin yıllardır dile getirdiği iddiaları ve çözüm önerilerini hayata geçirmek açısından önemli bir fırsat olarak görmesi” olarak açıkladı. Solun ve farklı kesimlerinin de sürece desteğiyle Alper Taş’ın adaylığı fiilen AKP-MHP ittifakına karşı sosyalistlerin, sosyal demokratların, Kürtlerin ve tüm ezilenlerin mücadelesinin ortaklığını temsil eden bir kampanyaya dönüştü. Alper Taş’ın yoğun ve hızlı seçim çalışması da buna uygun bir çizgide gelişti. “Mevcut yerel yönetim yapısını ters-yüz etmek”, “belediyeyi halk meclisleri aracılığıyla yönetmek”, “katılımcı bütçe uygulamasını hayata geçirmek”, “sermaye odaklı değil halk odaklı bir anlayışı egemen kılmak”, “kültürü, sanatı ve neşeyi Beyoğlu’nun tüm mahallelerine yaymak” gibi talepler öne çıkartıldı.
Kamuoyunda görünürlüğü bir hayli yüksek olan seçim kampanyası kısa zamanda AKP’nin ayrımcı-tehditkar seçim stratejisinin de hedeflerinden birisi haline geldi. Alper Taş’ın LGBTİ bireylere ilişkin açıklamaları, Kürt Sorunu’ndaki tutumu ve nihayet 2015 yılında Cizre’de taziye çadırında fotoğrafları sadece Beyoğlu seçimlerinin değil, AKP’nin genel propagandasının bir malzemesi haline dönüştürüldü. İçişleri Bakanı’ndan Cumhurbaşkanı’na kadar devletin en üst makamlarının saldırılarına rağmen Alper Taş’ın politik olarak geri adım atmaması, sosyalist mücadele açısından kıymetli bir tavır olarak tarihe geçti.
Erdoğan’ın siyasal hikayesinde sembolik bir yeri olan, AKP’nin İstanbul örgütlenmesinin çekirdeğini oluşturan ve devam eden çok sayıda kentsel rant projesine ev sahipliği yapan Beyoğlu’nu iktidarın elinden koparmak mümkün olmadı. Beyoğlu’nun tüm mahallelerinde sürdürülen heyecan verici seçim çalışması sandık sonuçlarına yansımadı ve Alper Taş AKP adayının gerisinde kaldı. İki aylık kısa çalışmaya ve sonucunda yaşanan yenilgiye rağmen “AKP iktidarına karşı ancak solcu-kamucu iddialarla alternatif olunabileceği” iddiasının sınanması açısından oldukça değerli bir deneyim olarak gelişen Alper Taş’ın adaylık süreci, İstanbul seçimlerinin sürüncemede kalmasının da etkisiyle, ne yazık ki yeterince tartışılamadı.[9]
Seçimlere ilişkin değerlendirmeler bir yana, Alper Taş’ın CHP’den aday olmasıyla başlayan ve sol-sosyalist kamuoyunda büyük bir teveccüh gören bu sürecin ÖDP’yi de önemli ve ertelenemez bir soruya cevap verme eşiğine taşıdığına inanıyorum: “ÖDP bir kitle partisi olma iddiasını sürdürecek mi?”
Kimilerine göre “gecikmiş”, kimilerine göreyse “yersiz” görülebilecek bu soruyu bugün ertelenemez biçimde önümüze çıkaran şey, politik bir örgüt olarak ÖDP’nin kamuoyuna dönük yüzü olan Alper Taş’ın CHP’den aday olması kadar, ÖDP’nin uzun yıllardır kitlelerle bağını oluşturan Birleşik Haziran Hareketi’nin 24 Haziran seçimleri sürecinde ve sonrasında yaşadığı kırılmadır.
Seçim sürecinde açık biçimde görüldü ki, ÖDP’nin temsil ettiği devrimci hareketin yıllardır biriktirdiği ve Alper Taş’la ifadesini bulan değerlerin toplum nezdinde önemli bir karşılığı ve sempatisi bulunuyor. Bu ilgiyi geniş toplumsal kesimler içerisinde örgütleyecek bir kitle çalışmasına da her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Öte yandan diğer pek çok sosyalist yapı gibi ÖDP de uzun zamandan bu yana böylesi bir kitle çalışmasının gereklerine göre örgütlenmiyor ve çalışmıyor. ÖDP’nin uzun yıllardan beri seçim yeterliliğini kazanamamış olması bile kitle partisi olma iddiasının sahibi olup olmadığı konusunda, bu doğrultuda örgütlenip örgütlenmediği noktasında soruları meşru hale getiriyor.
Bu soruları da göz önünde bulundurarak benim için cevabı çok net olan şu soruyu şuraya bırakayım: Alper Taş’ın Beyoğlu Belediye Başkanlığı Adaylığı deneyimi kendisine ait kişisel bir tecrübe olarak geçmişte mi kalacak, yoksa ÖDP, kısa seçim çalışmasında Beyoğlu sokaklarında yarattığı ve yakaladığı heyecanı tüm ülke çapında yaygınlaştırmak için gerekli yeniden yapılanmaya ve örgütsel seferberliğe gidecek mi?
Haksızlık etmemek adını şunu hemen eklemek gerekiyor ki, ÖDP’nin doğrudan bir politik kitle çalışması yürütmemesi, Gezi Direnişi sonrasında ortaya çıkan geniş kitle zeminine dayalı politik mücadele çizgisini geliştirme noktasındaki özverili tutumundan kaynaklanıyor. Yerel meclislere dayalı bir örgütlenme ve mücadele çizgisini esas alan Birleşik Haziran Hareketi, 2014 yılından bu yana ÖDP’nin kitlelerle kurduğu bağın da temel aracını oluşturuyordu. Gelinen noktada harekete anlamını veren anlayışın güncelliğini koruduğu söylenebilse de, hareketin başlangıçtaki zenginliğinden ve enerjisinden uzaklaştığı da bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Bu noktada, ÖDP’nin kitlelerle kurduğu siyasal bağı Haziran Hareketi üzerinden yürütmeye devam mı edeceği, yoksa Haziran Hareketi’nin içinde bulunduğu duruma uygun yeni bir siyasal konum mu alacağı da karar verilmesi gereken bir diğer mesele olarak ortada duruyor.
ÇEMBERİN DIŞI
Türkiye sosyalist hareketi uzun zamandan bu yana AKP faşizmi karşısında alanlarda yürüttüğü mücadeleyi kitleselleştirememenin mahcubiyeti ile AKP’yi geriletebilmek için her türden burjuva demokratik yöntemi adres göstermek zorunda kalmanın çaresizliğini birlikte yaşıyor. Sosyalistlerin toplumsal etkinliklerinin ve örgütsel güçlerinin yetersizliği, onları temsil siyasetinin sınırlarını açığa vurup aşmak konusunda çok daha suskun hale getiriyor.
Burjuva siyasetinin, reel politikanın çemberinin dışına çıkamıyoruz. Bugün sosyalistler olarak topluma önerebildiğimiz tek şey, hiç de yaratıcı bir yanı olmayan, AKP iktidarına karşı yan yana gelme fikrinden daha ötesi değil ne yazık ki. Siyaseti seçimlere indirgeyen ve sosyalistlerin siyasal varlıklarını sürdürebilmeleri için onları seçimlerin tarafı olmaya mahkum eden bu döngüyü mutlaka kırmamız gerekiyor.
Sosyalistler olarak verili kimliklerin ve sosyolojik öznelerin temsiline dayalı siyaset tarzını aşacak bir siyasal mücadele anlayışını, doğrudan demokrasi pratiği geliştirmek zorundayız. Deneyimler üretmek zorundayız. Egemen burjuva temsil sisteminin, örgütlü devlet mekanizmasının dışında, halkın yaratıcı girişkenliğini ve doğrudan katılımını esas alan yönetim pratikleri, birliktelik biçimleri örgütlemek zorundayız. Başta gençler olmak üzere ilişki kurduğumuz tüm toplumsal kesimleri devrimci talepler ekseninde yeniden özneleştirecek siyasal hatlar inşa etmek zorundayız. Bunu yolunu mutlaka bulacağız çünkü bulmak zorundayız!
DİPNOTLAR
[1] Gezi Direnişinin ortaya çıkardığı seferberlik halinin seçimlere yansıyan en büyük etkilerinden birisi de, oy güvenliği bilincinin yükselmesi ve sandıklara sahip çıkma yolunda kitlesel bir bilinç açığa çıkması oldu. 2014 yerel seçimleri öncesinde özellikle İstanbul Seçimlerindeki sandık ve sayım güvenliğini sağlama amacıyla kurulan “Oy ve Ötesi” oluşumunu da bahsettiğim hareketin türevlerinden birisi olarak görmek mümkün. Bu kitlesel bilinç zaman içerisinde muhalefet partilerinin de bu konuyu ciddiye almasına, bu alana teknolojik yatırım yapmasına neden oldu.
[2] Yazı kaleme alındığında 23 Haziran seçimleri henüz yapılmamıştı. 23 Haziran’da yapılacak seçimin sonucu, 31 Mart’ta CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesini kazandığı gerçeğini değiştirmeyecektir.
[3] HDP’nin seçim siyasetini yazının bir sonraki kısımda daha detaylı inceleyeceğim.
[4] 31 Mart seçimlerinde izlediği bu stratejide başarılı olamadığını fark eden AKP, 23 Haziran’a giderken yeniden Kürt seçmenlere yönelen bir çizgi benimsemişe benziyor. Seçimlerden sonra Öcalan’a yönelik tecridin gevşetilerek avukatlarının ve ailesinin ziyaretine izin verilmesi; Binali Yıldırım’ın Diyarbakır’ı ziyareti ve bu ziyaretteki “Kürdistan” ve “Dersim” açıklamaları; “beka” söyleminin tümüyle terk edilmesi; Devlet Bahçeli’nin tüm bu süreçte sessiz kalması gibi pek çok gelişme AKP’nin 23 Haziran seçimi öncesi en göze çarpan politik hamleleri olarak öne çıkıyor.
[5] 31 Mart seçimleri sonrasında yaşanan bir dizi gelişme bu dönemin o kadar da uzun olmayacağını göstermiş gibi duruyor.
[6] Tüm seçim merkezinde aday göstermeyen HDP’nin İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisinde oy oranı % 6,06’da kaldı.
[7] 24 Haziran Seçimlerinde de Selahattin Demirtaş tutukluydu ve Eş Başkan sıfatını taşımıyordu ama Cumhurbaşkanı adayı sıfatıyla seçimlerde HDP’nin görünür yüzü olmayı sürdürdü.
[8] HDP’nin Dersim seçimlerinde yaşadığı yenilgi olayın farklı bir yönüne daha işaret etmektedir. Uzun yıllardır bölge illerinde Belediyeleri ellerinde bulunduran Kürt siyasal hareketinin tüm ülkeye örnek olacak, kendini çoğaltacak bir yerel yönetim deneyimi ortaya çıkartamamış olmasının nedenleri üzerine de düşünmek gerekiyor.
[9] Bu tartışma kolektif ve siyasal bir tartışma olması gerektiği için bu yazının sınırları dışında kalıyor. 23 Haziran seçimleri sonrasında xÖDP kurullarından ve yayınlarından başlayarak böyle bir tartışmanın örgütlenmesi, partinin sosyalistlere ve kamuoyuna karşı sorumluluğudur.